Hadi Uluengin

Havadan ve sudan yazı

4 Aralık 2010
KARDEŞİM havaları kastederek “bu, artık pastırma değil sucuk yazı oldu” dedi.

Doğru tabii! Kabul, o sucuk gibi terlediğimi söyleyecek kadar abartıya kaçmayacağım.
Ama haftalardır dışarıya bile tişörtle, hadi bilemediniz ince bir süveterle çıkıyoruz.
Termometre yirmi derecelerden aşağı inmiyor ki atkıya, gocuğa, paltoya sarınalım.
Naftalinli dolapta mostralık niyetine duruyorlar ve böyle giderse de güvelenecekler.

GERÇİ şikâyet ettiğim falan yok! Aksine, hâlâ hiç fayraplamadığımız kombinin gaz faturası ciğerimi sökmeyecek diye sevinçten uçuyorum. Varsın havalar hep böyle gitsin. 
Oysa yine de Kasım bitti ve işte Aralığa girdik. Normal addedilen bazı kıstaslar var.
Ama tabii, normal dedim diye sakın ekolojist mürteciler mal bulmuş Mağribi atlayıp “bak bak, atmosferin ısındığını sen de itiraf ediyorsun” diskurunu çekmeye başlamasınlar.

Yazının Devamını Oku

WikiLeaks şaşırttı mı?

2 Aralık 2010
MUHTEVİYATLARI itibariyle “WikiLeaks” belgeleri beni zerre kadar şaşırtmadı! Niye şaşırtsın ki?

EVET şaşırmadım, çünkü korsan internet sitesi tarafından yayınlanan ABD Dışişleri Bakanlığı dokümanları aslında hiçbir “tahmin edilmedik” şey içermiyor.
Avustralyalı meczubun ayağa, daha doğrusu sanal ekrana düşürdüğü “sırlar”da (!) ne bir sürpriz, ne bir sansasyon, ne de skandal bir boyut var.
Güncel olayları biraz yakından izleyen; bir nebze analitik tahlil yapabilen ve devlet adamlarından hariciye memurlarına uzanan halkada da “dünya ricâli” kulislerini hafiften koklayan herkes için yukarıdaki “ifşaatlar” zaten üç aşağı, beş yukarı biliniyordu.
Ayrıntısına, dedikodusuna, detayına vakıf olmak şart değil, en azından sezinleniyordu.

ÖYLE ve şaşırmak ve şapa oturmak için kuş beyinli olmak gerekirdi.
Meselâ bizim “ulusalcılar” gibi, Türk dış politikasındaki “eksen kayması”nın (!) aslında Washington’un “emriyle” ve bir “danışıklı dövüş” olarak gerçekleştiği yönünde ahkâm kesip binbir komplo teorisi uydurmuş olmak gerekirdi.
Oysa “WikiLeaks” kayıtlarında işte apaçık ortaya çıktı, Davutoğlu İran ve İsrail konusunda Amerikan diplomasisinin gazabına uğramıştır ve onunla fena halde didişmiştir.
Bakalım aynı “ulusalcılar” şimdi ne kulp bulacaklar? Ne mazeret icat edecekler?
Belki de bu defa internet sitesini CİA’nin yönettiğine ve belgelerin de sahte olduğuna dair başka bir komplo teorisi daha üfüreceklerdir ki, eh yutan yutar ve afiyet şeker olsun!

SÖZ konusu belgelerin gerçekliği tabii ki su getirmiyor.
Düzmece demek için ya yukarıdaki komplo teorisyenlerine dâhil olmak, ya da “ifşaat”tan canı yandığı için yalanlama yapan bir devlet adamı veya memuru olmak gerekir.
Zaten “WikiLeaks”ın kurucusu ve yöneticisi durumundaki Julian Assange’nin kısa biyografisine ve bilhassa da bugüne kadar yemiş olduğu herzelere şöyle bir göz atmak, söz konusu gerçekliği doğrulamaya yeter derece unsur sunuyor.
Sanal âlem budalası bu ultra-zekâ meczubun en güvenli addedilen bilgisayar sistemlerinde bile fink attığı hiç kuşku götürmüyor.
Eh, böyle giderse Allah şu pek şişirilen “bilişim toplumu”nun sonunu hayır eyleye!

ÖTE yandan, başta belirttiğim gibi yakın mazide yaşanmış olan olayların genel seyri ve mantıki tahlili de belgelerin gerçekliğini kanıtlayan diğer unsuru oluşturuyor.
Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığının kanaatine göre Çin, komünist olmasına rağmen Kuzey Kore’nin dağılmasına ve Güney Kore çatısı altında birleşmesine ses çıkartmayacakmış.
Övünmek gibi olmasın ama Halep ordaysa arşiv buradadır ve isteyen açıp açar bakar, aşağı yukarı on yıl var ki bu satırlar yazarı da yine aynı savı yine burada dile getirmişti.
Demek ki ya Washington hariciyesi benim kulağıma bir şeyler “fısıldıyor” (!), ya da aklın yolu bir olduğu için gelişmelerin nesnel analizi aynı sebep ? sonuç ilişkisine götürüyor.
Ancak her halükarda, Bolşeviklerin 1917’de iktidarı ele geçirir geçirmez Rus, İngiliz ve Fransız gizli anlaşmalarını açıklamasından sonra tarihin en büyük “ifşaat skandalı” olan “WikiLeaks” vukuatı yukarıdaki “bilişim toplumu”nun yeniden sorgulamasını ve kuralların yeniden belirlenmesini bütün insanlık açısından mutlak bir zorunluluk haline getiriyor.
Çünkü o bilişim teknolojisi o insanlığı, şimdiye dek hiç yaşanmamış olan ve sonsuz vahamet arzeden bir “teşhircilik” ve karşıtı “röntgencilik” hastalığından muzdarip bıraktı.
Evet evet, “teşhircilik” ve “röntgencilik” ki, hastalığı başka yazılarda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Naipul, aforozlar ve efendiler

1 Aralık 2010
HADİ gözünüz aydın! Gazanız mübarek olsun! Aman nazardan da sakının! İşte pespaye yaygara kopartarak ve kâh dindarlık gıdıklayarak, kâh da münevverlik taslayarak Trinadlı yazar Sir Vidiadhar Naipul’un Türkiye’ye gelmesini engellediniz.
Ülkenin namusunu, İslam’ın kutsalını ve Üçüncü Dünya’nın şerefini “kurtardığınız” (!) için ne kadar övünseniz azdır. Eminim şimdi düğün bayram yapıyorsunuzdur.

FAKAT oldu olacak, bari eserlerinin satıldığı kitapçıları de taşlayın ki tam değsin.
Hatta keşke o eserleri toplayıp sokak ortasında yakıverseydiniz. Alevler arşı yalasaydı.
Üstelik Salman Rüştü gibi Naipul için de “kâtli vâciptir” fetvası çıkarttırabilirdiniz.
Her halükarda tekrarlıyorum, gözünüz aydın ve teneke madalyanızı göğsünüze takın!

NEYMİŞ, Nobel ödüllü yazar “oryantalist”miş!
Yani öylesine kimlik dejeneransına uğramışmış ki, aslında kendisi de aynı aidiyeti taşımasına rağmen “köle halklar”a (!) “efendiler”in (!) gözlüklerini takarak bakıyormuş.
Artı, Müslümanları küçümseyerek “İslamofobya” kalemşorluğu yapıyormuş.
Dolayısıyla da bu “sofiste ırkçı”nın, bu “gizli kolonyalist”in, bu “hain dönek”in İstanbul’da toplanan “Avrupa Yazarlar Parlemantosu”na gelmesi caiz değilmiş.

BREH breh breh ve de böyle mantığa kitakse! Evet kitakse, çünkü aslında tam öyle değil ama yine de varsayalım ki yukarıdaki sade suya tirit tüm suçlamalar doğrudur!
Ee, n’apalım yani? Adı üstünde, “parlemanto” etiketi ve “yazar” sıfatı kullanan bir uluslararası forumda kimin, niçin ve hangi kıstaslara göre yer alacağına nasıl karar verilecek?
Listedeki isimler katılımcıların siyasi, dini veya felsefi tavırlarına göre mi saptanacak?
Yegâne ölçü, doğası icabı “fikri hür, vicdanı hür” olan ve olmak zorunda olan o “yazar”ın kağıda döktüğü metinlerdeki edebi ve estetik değerler olmayacak mı?
Yoksa söz konusu fikirlerdeki “haklılık” veya “haksızlık” derecesi kıstas alınacak?

TABİİ ki birincisi kıstas alınacak! Tabii ki tek unsuru “edebi meleke” belirleyecek!
Ve, o fikirleri hanidir tartışılsa bile, Nobel’i kazanmadan çok önce de Naipul’un aynı “edebi meleke”de en üst gradoya varmış olduğu genel ve evrensel kabul görmüş bir vakıadır.
Dolayısıyla da, bizim totaliter beyinli vasatların Trinadadlı yazarı aforoz etmesi ve yasaklatması cürmü kadar yer yakar ki, eh işte fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış!

EVET totaliter beyinli vasatlar, zira ister dini, ister laik; ister sağ, ister sol; ister aydın, ister münevver kisveye bürünsün, yukarıdaki zihniyet sahipleri için başka bir tanım yoktur!
Dün sinemada Emir Kusturika, bugün edebiyatta Vidiadhar Naipul, yarın da filan yerde falan sanatçıya aforoz, artık yetti! “Siyaseten doğrucu” pranga bileklerimizi kanatıyor.
Üstelik de onların bu tavrı Trinidadlı yazarın tezlerine altın tepsi içinde ispat sunuyor.
Düşünün ki en keskin anti-kolonyalistler; en bağnaz köktendinciler, en hızlı Üçüncü Dünyacılar Londra’da, New York’ta, Paris’te fink atıyor. Ama Naipul Türkiye’ye gelemiyor.
Çünkü aynı beyinler aslında aynı Üçüncü Dünya kompleksinde kıvrandığı içindir ki, kendi hazinliklerini aklamak için illâ bir “oryantalist”, bir “hain”, bir “suçlu” icâd ediyorlar.
Oysa aksine, söz konusu kompleksi yasak, aforoz ve fetvayla gizledikleri ölçüde zaten Üçüncü Dünya’da kalıyorlar. Dolayısıyla da Vidiadhar Naipul’un oklarına hedef oluyorlar.
Biline, “köleler” (!) “efendi”ye (!) dönüşebilmenin sırrının, onları “efendi” yapmış olan zihin ve düşünce sistematiğinde yattığını anlamadıkları müddetçe zincirlerini kıramazlar.
Olsa olsa, eh işte fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış, aforozla tatmin olurlar. 
Yazının Devamını Oku

Haydarpaşa yangını mı, beyin yangını mı?

30 Kasım 2010
ALLAH encâmımızı hayır eyleye! Doğrusu biz gerçekten âlem bir milletiz. Bütün bir ulus olarak kolektif ve çok ciddi bir ruhi tedaviden geçmemiz gerekiyor EFENDİM şundan ki, Pazar akşam sularına doğru dışarı çıktım. Cigara alacağım. Köşede, gayet “ulusalcı” fakat mahalleden dostum olan bir esnaf kolumdan çekiştirdi. “Bak, Haydarpaşa Garı yanıyor” diye iki bina arasından seçilen dumanları gösterdi. Gerçekten de çatıyı heyula alevler yalıyor ki, çok üzüldüm ve içim gitti.

BU arada ötekisi ha bre, “sabotaj, sabotaj” diye tepinerek Gar’ın “Yahudiye peşkes çekilmek için” kasten yakıldığını anlatıp duruyor. “Yahudiye peşkeş” derken de fi tarihinde İsrailli bir iş adamının oraya büyük bir kompleks inşa ettirtmek için vermiş olduğu proje teklifini kastediyor. Fesüphanallah!
Yahu dur, bak şu an ateş fışkırıyor, nasıl böylesine peşin bir hüküm verebiliyorsun?

SONRA bakkala girdim. Açık televizyondan o da olayı canlı olarak izliyor. Ve tabii, farklı argüman öne sürse bile yine Gar’ın kundakladığını iddia ediyor. Meğer deniz arazözleri dakikada yirmi ton su basarmış ama eğer alevler damı saracak raddeye ulaştıysa, bu, ya hortumların, ya fışkırtıcıların sabote edildiğine delâletmiş. Buyrun bakalım, diğer bir çarıklı erkân-ı harp daha komplo teorisini yumurtlayıverdi.

ARDINDAN tekrar eve döndüm ve ekranlara baktım. Aynı terane gırla gidiyor. Zaten de derin devlet komutlu “ulusalcılar”ın dezenformasyon ve gri propaganda amacıyla kullandığı internet “oda”sı çoktan “sabotaj” (!) diye beyin yıkamaya başlamış.
Alevler halen, şu an, hâl-i hazırda arşa değmeyi sürdürüyor ama hazretler “haberi” (!) çoktan “Haydarpaşa Garı yakıldı” diye sunmuşlar. Bir güzel de “senaryo” (!) eklemişler. Peki delil nedir? Nasıl bir veriye dayanmaktadır? Hangi temele oturmaktadır?
Bir soruşturmanın, bir bilirkişinin, bir uzmanın vardığı sonuçlar bu yönde midir? En önemlisi de, yukarıdaki inşaat projesi herkes tarafından bilindiğine ve yine herkes bir yangın durumunda çok daha kılı kırk yaracağına göre, normal parametrelerde işleyen bir rasyonel mantık sabotajın en son ihtimal olarak düşünülmesi gerektiğini emretmez mi?

TABİİ ki öyle ama ne gam! Rasyonel mantık nire, bizimkilerin kumpas zihniyeti nire? Çamur at izi kalsın ve komplo teorisi üfürükle beyin bulansın, soruşturma yangının şu veya bu ihmalden kaynaklanmış olduğu “a” artı “b” ispatlansa dahi, kalıbımı basarım ki o hastalıklı beyinler sabotaja inanmayı ve “Yahudiye peşkeş”i keşfetmeyi sürdüreceklerdir. İşte zaten, ulus olarak kolektif bir ruhi tedavi gerektiren sonsuz vahim araz buradadır!

BİZ yakın tarihte yine “sabotaj” (!) diye yutturulmak istenen nice yangınlar gördük. AKM binası ve “Savarona” yatı yandı ki, şimdiki “ulusalcı” komplo teorisyenlerinin ağababası olan 12 Mart ve 12 Eylül generalleri o zaman da “kundaklama” hükmü verdiler.
İtiraf edin diye de “şüphelileri” (!) işkenceye yatırdılar. Nihayetinde hepsi aklandı. Fakat eminim, “sokaktaki adam”ın ezici çoğunluğu hâlâ öyle olduğuna inanıyordur.
Zira eyvah ki, yine ezici çoğunluk yukarıdaki rasyonel mantık yerine “fesat mantığı”yla düşünmektedir ve dezenformatörler daha anında “Haydarpaşa Garı yakıldı” diye ahkâm kestiğinde bunun derhal rağbet bulması, böylesine vahim bir hastalıktan kaynaklanmaktadır. Ve beyinlerimizdeki bu yangın sürdükçe de Haydarpaşa Garı’ndaki yangın hiç sayılır!
Yazının Devamını Oku

Meşru NATO’ya nefretçi tahrifat (son)

27 Kasım 2010
İKİ gündür belirttiğim gibi, Yusuf Kaplan Batı’ya duyduğu travmatik nefretten ötürü cüretkârlığı sırf “insanlığın önündeki en büyük tehdit NATO’dur” demekle sınırlamadı.

Ayriyeten de, söz konusu savunma örgütünün Türkiye’yi “hadım ve enterne etmek” için kasten kendi bünyesine üye olarak kattığı gibi inanılmaz bir hezeyanı daha dile getirdi.
Artı, aynı üyelikte “İngiliz komplosu” keşfettikten sonra Londra’nın bunu sağlamakla Türklerin “yeni bir medeniyet sıçraması yapmasını engellemek” hedefini güttüğünü yazdı.

BUNLARIN hepsi, ama hepsi baştan sona kadar gerçek dışıdır! Uydurmasyondur!
“Yeni Şafak” gazetesi yazarı ya yakın tarihi hiç bilmemektedir, ya da daha vahimi, bildiği halde yukarıdaki Batı düşmanlığı hastalığından dolayı onu göz göre tahrif etmektedir!
Hangi birinden başlayayım?
NATO’nun inşasındaki dünya konjonktürünü ve hem dün, hem bugün niçin meşruluk arzettiğini önceki iki yazıda özetlediğime göre şu Ankara’nın üyeliği meselesine geleyim.

HAYIR, o NATO Türkiye’yi “hadım ve enterne etmek için” bünyeye almadı!

Yazının Devamını Oku

NATO niçin meşrudur? (II)

25 Kasım 2010
DÜN burada belirttim, gerçekleri ters yüz eden Yusuf Kaplan NATO’yu kastederek hezeyanı “insanlığın önündeki en büyük tehdit” diye tanımlamak cüretkârlığına vardırdı.

Oysa “Yeni Şafak” yazarı tarafından öne sürülen iddianın tam tersine, Kuzey Atlantik İttifakı’nın varlığı dün olduğu gibi bugün de sonsuz meşrudur! Daha ötesi, sonsuz elzemdir!  
Fakat doğru, hayata dar ufukla baktığımız ve olayları mekanik mantıkla açıkladığımız takdirde Kaplan’ın “meşruiyet sorgulaması” haklıymış gibi gözüküyor.
Eh, Duvar’ın yıkılmasından, “Kötülükler İmparatorluğu”nun çökmesinden ve Varşova Paktı’nın ilgasından; yani Batı askeri yapılanmasının sebeb-i hikmetini oluşturmuş olan tehdidin organik olarak ortadan kalkmasından sonra NATO niçin devam etsin ki?  
Halbuki kazın ayağı öyle değil!

DEĞİL, çünkü her şeyden önce dünyamız 1989’dan beri hâlâ bir dönemi yaşıyor.
“Soğuk Savaş” eksenli eski statüko yıkıldı ama henüz bir yenisi oluşmadı. Oturmadı.
Son yirmi yıldır çağımızı belirleyen temel unsur istikrarsızlıktır! Bir anlamda, kaostur!

Yazının Devamını Oku

NATO niçin meşrudur? (I)

24 Kasım 2010
YUSUF Kaplan önceki günkü “Yeni Şafak” gazetesinde “İnsanlığın önündeki en büyük tehdit: NATO” gibi hezeyan ölçüsünde cüretkâr başlık taşıyan bir makale yayınladı. Cüretkâr olduğu oranda da yanlış, tahrifkâr ve üstelik bilim ? kurgu filmlerini andıran cinsten fantazmagorik bir boyut içeren satırlardaki ana fikir şu noktaya odaklanıyordu:
Atlantik Paktı’nın varlığı meşru değildir ve sorgulanmalıdır.
Üstelik Kaplan akıllara seza bir komplo daha teorisi üreterek, askeri İttifak’ın baştan beri aslında Türkiye’yi “enterne ve hadım etmek” (!) amacı güttüğünü vurguluyordu.

BİLİYORUM, yine aynı gazetede “Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor” türü provokasyonlara imza atan İbrahim Karagül’le birlikte “İslamcı ulusalcı” kategoriye giren Yusuf Kaplan’ın yukarıdaki fikirleri “laik ulusalcı” kesim tarafından da baş tacı ediliyor.
Normaldir, zira kâh “solcu”, kâh “Kemalist” etiket taşıyan o “laik ulusalcılar”ın “anti ? Batıcılığı”yla birincilerin aynı saplantısı ortak bir nefret içgüdüsünde hayat buluyor.
Ama entelektüel namus ve dürüstlük her iki kesime de asla ve asla pabuç bırakmamayı zorunlu kılıyor ki, en önce şu NATO’nun “varlık meşruiyeti” konusundan başlayacağım.

KUZEY Atlantik Paktı’nın varlığı meşrudur! Dün de meşruydu, bugün de meşrudur!
Bunu cukkadak söyledim ya, “Batı budalası”, “ABD yandaşı” veya “oryantalist bozuntusu” türü suçlamaları şimdiden işitir gibi oluyorum. Karnım tok, gerçekler inatçıdır!
Çünkü evet NATO’nun varlığı dün zaten haydi meşruydu, zira Batı İttifakı tamamen emperyalist ve saldırgan Sovyet yayılmacılığına karşı Avrupa’yı korumak amacıyla kuruldu.

ÖYLE ve nitekim hatırlayalım: 2. Savaş bitmiş ve bütün Birleşik Amerika tarihini her daim belirlemiş olan tecritçilik politikası Yeni Dünya’da hemen ve tekrar ilk plana çıkmıştır.
Terhis zaten başlamıştır. Ama buna rağmen 1948 seçimlerine hazırlanan Cumhuriyetçi aday adayı Taft’ın kampanyası “bütün Coniler derhal eve dönsün” eksenine odaklamıştır.
Ama aynı 1948 başında Yalta Antlaşması’nı hiçe sayan Stalin Prag’da komünist darbe yaptırmıştır. Sene ortasında da SSCB yine sözleşmeyi takmadan Berlin’i ablukaya almıştır.
Molotof’un Türk boğazları ve Saros Körfezi’nde üs talep etmesi ise işin çabasıdır.
Fakat Yaşlı Kıta’da Kızıl Ordu’ya biraz direnebilecek hiçbir yerli güç mevcut değildir.
Böylesine bir direnme Savaş ertesi çok cüzi bir kısmı Almanya’da kalan Amerikan kuvvetleriyle mümkündür ki bunun için de bir organizma gereklidir ve adı NATO olacaktır.

ÖTE yandan Yusuf Kaplan’ın iddia ettiğinin aksine, yukarıdaki askeri örgütün kuruluşunda ne Winston Churchill’in, ne de İngiltere’nin “parmağı” (!) vardır!
Londra lideri zaten ta 1945’de iktidardan düşmüştür. Pakt’ın hem hazırlanma, hem de resmileşme aşamasında Birleşik Krallığı Clement Attlee’nin İşçi Partisi yönetmektedir.
Vakıa doğru, Savaş sırasındaki ABD Başkanı Roosevelt gibi naif ve saftirik olmayan Büyük Churchill en baştan itibaren Sovyet yayılmacılığına işaret etmiş ve Fulton Üniversitesi’ndeki ünlü konuşmasıyla da “Demir Perde” deyimini ilk kullanan şahsiyet olmuştur.
Fakat bütün büyük adamlar gibi bir müddet sonra kendisiyle çelişmiş ve İttifak’ın kızağa konulması sırasında da “Stalin’in ikna edilebileceğine” dair beyanatlar sıralamıştır.
Dolayısıyla özetlersek, Atlantik Paktı saldırgan bir SSCB’ye karşı Avrupa’yı korumak ve bu korumada da ABD’den elini taşın altına sokmak taahhüdünü almak zorunluluğundan doğmuştur ki, işte NATO’nun varlığı dün bundan dolayı meşruiyet arzetmiştir.
Aynı varlığın bugün de niçin meşruiyet koruduğu sorusunun cevabına ve Türkiye’yi “enterne ve hadım etmek” (!) yönündeki komplo teorisinin hezeyanına yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Boz Türklerin tragedyası

23 Kasım 2010
MALÛM, şu sade suya tirit “beyaz Türk” tartışması yeniden alevlendi. Oysa kendi kendilerine gelin güvey olup bu sözümona “elitist” sıfatı o çok kibirli ama çok kof şahıslarına vehmedenler aslında “boz Türk” mertebesinden adım öteye gidemiyorlar.
Ve de zihniyet değiştirmedikleri müddetçe asla gidemeyecekler!

İMDİ, niçin yukarıdaki kasvetli renkte kaldıklarını açıklamak için Falih Rıfkı Atay’dan bir alıntı yapacağım. Daha önce de yazmıştım ama buradaki ilinti tekrarı gerektiriyor.
Cumhuriyet ideolojisinin en önemli sözcülerinden birisi olan Atay’ın bu pasajını 1927 yılında ve “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinde tefrika edilen “Denizaşırı” kitabından aldım.
Yazar, Brezilya’ya gittiği vapurda gerçekleştirilen maskeli baloyu tasvir etmektedir.

“GECE bir travesti balosu oldu. Kılıkların en tuhaflarını herkes Şark’tan alıyor.
Bizim daha iki sene evvel bıraktığımız ve kadınlarımızın henüz terk etmedikleri maskara Şark kıyafeti! Kadınlardan (balodakiler kastediliyor), bizim henüz Şile’de bile rastladığımız esvaplardan giyenler ‘Türk gibi’ dedikçe, ben hemen atılıyorum.
‘Hayır Arap gibi, bizimkiler şimdi sizden farksızlar’ diyorum.”

İŞTE buyrun, size en eski, en klasik ve en halis cinsinden bir “boz Türk sendromu”!

EVET tam anlamıyla bir “boz Türk sendromu”, çünkü birazcık psikoloji bilmek dahi yukarıdaki tepkinin çok derin bir kompleksten kaynaklandığını anında fark etmeye yeter.
Zira hemen dikkatinizi çekerim ki Atay için Şark “tuhaf”, kıyafeti ise “maskara”dır!
Aynı Şark’la özdeşleştirilen “Arap” ise zaten mutlaka reddedilmesi gereken unsurdur.
Artı, yine Arabîden inen “maskara” sözcüğü bile Levanten anlamda lügate girmiştir.
En önemlisi de, Falih Rıfkı’nın Türk olarak kendi “ben”ini Batılı olarak “öteki”ne artık o “ben” olmadığına ispatlamak kaygısı travmatik bir saplantı boyutuna ulaşmıştır.
Zaten de bugün kendilerine “beyaz Türk” diyenlerin aslında hazin bir “boz” renk yansıtması, tüm bunları içeren kompleks, hazımsızlık ve inkârcılık bütününde yatmaktadır.

PEKİİ, canım ciğerim Ufuk Güldemir’in ABD’de “WASP” denilen Doğu Sahili elitlerine mukabil olarak ürettiği “beyaz Türk” deyimindeki hasletlere gerçekten vâkıf olacak birisi Atay’ın transatlantiğinde seyahat ediyor olsaydı, acaba aynı balo sırasında ne yapardı?
İstifini bozmazdı! Evet evet, çok muhtemelen zaten Osmanlı “ricâl” formasyonundan geçmiş olacak olan böyle birisi yine çok muhtemelen kılını kıpırdatmaya tenezzül etmezdi.
Bırakın şuna buna “ben”inin “ben” olmadığını ispatlamak için koşuşturmayı, şarap değil kasten rakı ister; büyük ihtimalle bulunmayacağı için barmeni bir güzel paylar; sonra kamaraya inerek yedek şişesiyle tekrar salona döner; nihayetinde de yine kasten anason renkli kadehini göstererek ve kehribar tespihini şakırdatarak baloyu temaşaya devam ederdi.
“Beyaz Türk” veya “seçkin”le “boz Türk” yahut “vasat”ı ayıran şey de işte budur!

BUDUR, çünkü birincisi her gerçek elit gibi kendi kimliğinden rahatsızlık duymaz.
Onu inkâra yeltenerek “öteki” nezdinde itibar arzedecek diğer bir “ben” aramaz.
Doyum ve hazım derecesi o raddeye varmıştır ki, hem derin bir tevazuyla, hem ciddi bir ağırbaşlılıkla, hem aynı “öteki”ni anlamak için mesafeli bir empatiyle donamıştır.
Oysa bu hazım ve donanımdan mahrum olan vasat kişi “ben beyaz Türküm”; “ben seçkinim”; “ben öyle değil böyleyim” diye feryâd eder ki, akustiği kendinden menkul kuru gürültü nafile, çatlasa da patlasa da hazin ve kasvetli bir gri rengin “boz Türk”ü olarak kalır.
Yazının Devamını Oku