Devlet ve Kürtçe (II)

MALÛM, şimdiye dek hep karnından konuşan ve ne istediğine netlik kazandırmayan Kürt milli hareketi anayasa referandumu öncesinde ilk kez “özerklik” kelimesini telaffuz etti.

Söz konusu gelişme ciddi bir aşamadır. Artık adı konmuş bir talep olduğunu biliyoruz.
Hak veririz veya vermeyiz ama hiç kuşkusuz ki bunun özgürce tartışılması gerekiyor.
İşte ben de bu tartışmayı dün bıraktığım yerden devam ettirerek, yani devlet - dil ilişkisini genel olarak Kürt, özel olarak da Kürtçe eğitim sorunuyla birleştirerek sürdüreceğim.

HEPİMİZ biliyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti yalnız üniter bir devlet değildir.
Aynı zamanda da merkeziyetçi, hatta ultra merkeziyetçi bir devlettir.
Fakat derhal belirteyim ki her merkeziyetçilik her zaman kötüdür diye bir kural yoktur.
Sırf ulus-devletlerin kuruluş aşamasında değil, feodal ve emperyal kimlikli devletlerin bazı dönemlerinde dahi merkeziyetçilik olumlu rol oynayabilir. Hâttâ bazen zorunludur.
Örneğin, eğer 3. Selim - 2. Mahmut reformlarıyla birlikte merkezi yapı tekrar güçlendirilmemiş ve Dersaadet otoritesi yeniden pekiştirilmemiş olsaydı, çok muhtemeldir ki İmparatorluk İttihatçıların onu batırdığı tarihe kadar bile yaşayamayacaktı.
Öte yandan, faturası haksız yere 1789 Devrim’ine çıkartılan ama aslında ona miras kalan Paris merkeziyetçiliği 14. Louis tarafından hayata geçirilmemiş ve ülke bütünlüğü sağlanmamış olsaydı, ortada zaten Fransa diye yekpare bir devlet olmayacaktı.

O halde bir; daha sonra yaşanmış tecrübelerdeki zaaflardan, eksiklerden, yanlışlardan hareket ederek ve şimdiki değerlerimizi kıstas belleyerek, anakronik bir yaklaşımla bütün merkeziyetçi yönetimlerin bütün zamanlarda kötü olduğuna dair bir hüküm veremeyiz.
İki; en miniğinden en devine; en demir yumruklusundan en pamuk eldivenlisine ve en sıkısından en gevşeğine, “devlet” denilen o soyut kavramla çok somut bir anlam içeren o “merkez” kelimesinin mutlaka ve mutlaka bir yerlerde kesiştiği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Ve nihayet üç; çağın koşulları, geçmişin travmaları ve çok uluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçişin sancıları hesaba katıldığı takdirde, Cumhuriyet’in ultra-merkeziyetçi bir idari yapı temelinde inşa edilmiş olmasını da kasti bir anlayışsızlıkla karşılayamayız.
Fakat tabii ki böyle anlayışla karşılanamayacak iki şey var!

BİRİNCİSİNİ, aynı Cumhuriyet’in farklı kimlikleri inkâr etmiş olması oluşturuyor.
Ama yukarıdaki gerekçeleri yine “hafifletici sebep” addeder ve hatalı metotla doğru hedef amaçlandığını varsayarsak, eleştiri dozunu bu noktada da biraz aşağı çekmek gerekir.
Fakat asla ve asla böyle bir “hafifletici sebebi” dahi olmayan ikinci nokta şudur:
Söz konusu manevi inkârcılığın maddi temelini oturtmak için inşa edilmiş olan o ultra-merkeziyetçi idari yapı bugün de büyük bir ısrar ve inatla sürdürülüyor. Milim gevşeme yok.
Oysa bırakın âdem-i merkeziyetçiliklerin dünyada kanıtlanmış erdemlerini, Türkiye’de işin içine bir de sonsuz ciddiyet, sonsuz vahamet ve sonsuz aciliyet arzeden etnik öğe giriyor
Kürtler belirli bir “farklılık” istediğinden mevcut terazi mevcut sıkleti artık çekmiyor.
Nitekim, hayali veya gerçekçi, aynı Kürt hareketinin “özerklik” lâfını telaffuz etmesi; daha doğrusu yukarıdaki ısrar ve inadın onu buna mecbur bırakması; merkeziyetçi terazinin hanidir mostralık olmuş olduğunu daha çok öncedeni görememiş olmaktan kaynaklanıyor.
Artı, dün 20. yüzyılın ilk yarısı için yazdığımın aksine, dille devlet arasındaki ilişki çağımızda çok esnediğinden; yani devlet yoksunu diller de meşruiyet kazandığından, Türkiye’nin adem-i merkeziyetçileşmesiyle Kürtçe anadil eğitimi arasında mutlak bir bağ bulunuyor.
Birinci gerçekleşmeden ikincisi gerçekleşemez! Arabayı atın önüne koşar ve Kürtçe eğitimden başlarsanız da o birinci kendini yine mutlaka dayatır ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları