30 Mayıs 2006
DOĞRU, doğrudur!<br><br>Yani, eğer içeriği gerçekse, velev ki günahım kadar sevmediğim W. rumuzlu Bush’un ağzından olsun, inandırıcılığı tartışmalı şahıslar tarafından ifade edilen doğrular da doğrudur. ABD Başkanı’nın West Point Askeri Akademisi’nde yaptığı konuşmayı kastettim.
Dünkü gazetelerde okudunuz, Bush önceki gün burada, Türkiye ve Yunanistan’ın 2. Savaş ertesindeki komünizm tehlikesini Birleşik Devletler sayesinde savabildiğini söyledi.
Tabii ki öyledir!
* * *
EVET öyledir ve ülkemiz bu açıdan, diğer "Hür Dünya" devletleri gibi; háttá, yazıda açıklayacağım konjonktürden dolayı belki onlardan da biraz fazla, ABD’ye şükrán borçludur.
Çünkü, bırakın evrensel tarihi, kendi ülkesinin tarihini dahi bilmeyen veya tahrif eden "ulusalcılar"ın yutturmaya çalıştığının aksine, "Leninist - Kemalist dostluk" bir safsatadır.
Zira, "kızıl" veya değil, Moskofya esas olarak daima Çarlığın "sıcak denizlere inmek" politikasına sadık kaldı. Hedeften bir milim bile şaşmadı.
Yani, ne edip edip bizim boğazlarımızı denetleyecek ve oradan da "engine açılacak".
* * *
DOLAYISIYLA, o sıra henüz kendi iktidarlarını pekiştirmek peşinde koşan Bolşeviklerin, İstiklál Harbi ve ilk Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye’ye metazori "yakın durmuş" (!) olmaları, tamamen reelpolitik ve geçici bir siyasete tekabül eder. Sahtedir.
Nitekim, başta Mustafa Kemal, tüm zahiri "dayanışma" nutuklarına rağmen Ankara ilk andan itibaren Rusya’ya karşı binbir temkinle yaklaştı. İhtiyatı hiç elden bırakmadı.
Daha ötesi, Türk dış politikası daima "soğuktan gelen tehlike" ekseninde belirlendi.
Ve, diğer bazı yönleri bir yana ama, sadece ve sadece ülkemizi 2. Dünya Savaşı kıyametinden uzak tutmakla bile "dáhi devlet adamı" kimliğini hakeden İsmet İnönü, Harp’in patladığı 1 Eylül 1939 gününden, Çankaya’da iktidarı devrettiği 14 Mayıs 1950 tarihine kadar, o Türk dış politikasını "Sovyetleri savmak" temeline oturttu.
Daha doğrusu, söz konusu Sovyetler’in ülkemize yönelik emperyalist emellerinden dolayı mecburen oturmak zorunda kaldı ki, Bush’un değindiği "doğru" da buna dahidir.
* * *
EN önce, SSCB bir nebze "palazlandığı" andan itibaren, ilk iş olarak, yukarıdaki riyakár "dostluğu" defterden siliverdi. Türkiye’ye yönelik "iştah"ını artık saklamaz oldu.
Bunun en hayati dönüm noktasını da, biri "kızıl", biri "háki" iki melûn totalitarizmin aniden birleşip 1939’da inşa ettiği Alman - Rus Paktı oluşturur. Durum "álenileşir".
Öyle ki, Stalin’in yeni Dışişleri Bakanı Molotof, Moskova’da ilkin gizli buluştuğu Nazi meslektaşı Ribbentrop’a, az biraz haralom şaralomdan sonra, baklayı çıkartıvermişti:
"Biz de İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ’Türklerle beraber’ (!) denetleyelim".
* * *
ŞU işe bakın, en temel ulus hükümranlığımızı Kremlin’le "beraber" (!) paylaşacağız.
Beykoz’dan Ahırkapı’ya, transit gemileri Rus römorkörler yedeğe alacak. Gelibolu’ dan itibaren de taretleri sahile dönük Sovyet dretnotlar devriye gezecek. Egemenliğe kitakse!
Molotof, 1939’da geçiştirilen bu talebi bir ertesi yıl, yani Polonya postunun Almanya ve Rusya arasında paylaşılmasından sonraki 1940 Kasım buluşmasında tekrar masaya sürdü.
Fakat, hem istek o sıra Hitler’in işine gelmediğinden; hem de bilhassa, aynı Hitler beş ay sonra "müttefik"ine (!) saldırdığından, defter çok kısa bir süre için kapanmış oldu.
Evet, ancak çok, çok kısa bir süre için kapandı ve henüz bir-bir buçuk yıla kalmadan komünist Rusya daha da yüzsüz ve saldırgan biçimde egemenliğimize "sulandı" ki, sonradan Bush’un vurguladığı "doğru" çerçevesine uzanacak olan bu gelişmeleri yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2006
OTOMOBİLDEYDİM, tesadüfen büyük oğlumu gördüm. Çok sevindim. Şık mağazaların, cazibeli vitrinlerin, albenili kadınların bulunduğu caddede yürüyordu. Korna çaldım, duymadı. Hiçbir şeye bakmadan kaldırımdaki parkurunu sürdürdü.
Trafik müsait olduğu için iyicene yanına yaklaştım ve bir defa daha klakson çaldım.
Yine oralı olmadı. Başı önünde ve dünyayı umursamadan yoluna devam etti.
Sonra mecburen, tam hizasına gelip ve sağ pencereyi açıp haykırmaya başladım.
Bonjur yani mahdum beyefendiciğim, nihayet fark etti ve çabucak arabaya atladı.
*
ATLADI ve de işte o zaman ben fark ettim ki, kulaklarında "I-pod" bulunmaktadır.
Anladığım ve bildiğim nesne değil, hani şu müziğin internetten kopya edildiği ve tınıların "sayısal" (!) olarak dinlendiği aparatlar var ya, işte onu kullanıyor.
Üstelik, hemen aklıma geldi, demek küçüğün de "ultra demode" (!) diye tû kaka ettiği ve şunun şurasında haniyse daha dün alınmış olan CD’li walkman yerine istediği şey bu!
Eh, baba zaten bunun için var ve olmalı.
Ama, esas değinmek istediğim konu "şimdiki çocuklar" edebiyatının ötesine taşıyor.
İlkin bir parantez açacağım.
*
YAKLAŞIK yirmi yıl önce, New York metrosunun 29. Sokak istasyonunda turnikeyi geçmiştim ki, şık blucininin ve moda ayakkabılarının üzerinde hicáp örtünmüş; yakasına ise, üzerinde Kaddafi fotoğrafı bulunan kocca bir rozet iliştirmiş bir zenci kız gözüme çarpmıştı.
Kulaklarında da, o sıra ABD’de bile gayet ender raslanan ilk walkman’lerden vardı.
Ancak, Kur’an veya mevlit dinlemediği aşikárdı.
Çünkü, duyduğu tınıların ritmiyle sallanıyordu ama, bu sallanış tarzının salavat getiren bir mümininkiyle veya hû diyen bir müridinkiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktu ve olamazdı.
Tren çabucak geldi ve merak kumkuması olduğumdan, kasten aynı vagona girdim.
Üstelik, boş olduğu için de yine kasten yanına oturdum.
*
KIZ, en devása yeşil puntolarla "Hilál" başlığını taşıyan ve muhtemelen Amerikalı "Siyahi Müslümanlar"a ait olan bir dergiyi açtı.
Bu arada da ritmik sallantıyı sürdürüyor ki, bazen omuzlarımızın değdiği oluyor.
Ve birden, rayların yeknesak tıkırtısına rağmen, ses düğmesi sonuna kadar çevrilmiş kulaklıklardan sızan notaları tanıdım:
"Soul müziğin kralı" addedilen James Brown hani o sonsuz meşhur, o sonsuz harikuláde ve o sonsuz kıvrak "I feel good" şarkısını söylüyor.
Evet "I feeeeeel gooooood", insan gerçekten de yerinde duramaz!
"Keyfim yerinde" diye Türkçeleştirmiş olayım.
*
PARANTEZ bitti ve şimdi belki, "Oğlun da mı aynısını dinliyordu" diyeceksiniz.
Bilmiyorum. Sormadım. Böyle şeyleri sormak hakkını da kendimde görmüyorum.
Ama bildiğim şey şu ki, James Brown istediği kadar "keyfim yerinde" diye haykırıyor olsun, onlar çok muhtemelen hiç mi hiç bilincine varmasalar dahi, gerek New Yorklu kız, gerek büyük oğlum açısından belirli bir "keyifsizliğin" hüküm sürdüğüne inanıyorum.
Çünkü, bana göre, ne zenci kızın, hál ve oluş tarzıyla sergilediği teşhirciliğin aslında tam zıddını yaşıyor olması; ne de, cánımın cánı oğlumun şeyleri görmeden ve görmek ihtiyacı hissetmeden sokakta yürümesi, yukarıdaki "yeni modernite yalnızlığı"ndan soyutlanabilir.
Şunu demek istiyorum ki, buradaki "keyifsizlik", kullandığı "bireysel tecrit" teknolojileri itibariyle kişiyi o "I feel good" hayatın gerçekliğinden kopartan; daha doğrusu, gerçeklik hálá mevcutmuş illüzyonunu şırıngalayan "bilişim toplumu"ndan kaynaklanıyor.
Bunun aletleri de "yeni yalnızlaşma"nın temel unsurlarını oluşturuyor.
Yani, dün walkman; bugün "I-pod" veya "mp3"; yarın daha "ileri" (!) bir şey; tabii, internet álemi sanallığından cep telefonu kültürüne diğer tüm "kolaylıklar"ı (!) da ekleyin.
Şimdi, insanlığın tasavvur dahi etmemiş olduğu bir rotaya kavis kırdık ki, 19. ve 20. yüzyıl sanayi toplumlarındaki eski tür "yabancılaşma", yenisini zemzem suyuyla aratacak.
*
GERİCİ miyim? Mürteci miyim? Yobaz mıyım?
Hadi daha alafrangası, Alman romantiklerinden Heidegger felsefesine veya Burke eleştirilerinden Levinas etiğine, şöyle veya böyle "aydınlanma düşmanı" (!) kokan düşüncelerden etkilenip, "gidişatı durdurmak" fikriyátına mı meylediyorum?
Hayır, hayır, hayır!
Ama, tesettürlü kızın "aleni metroda "Hilál" dergisini teşhir ederken "mahrem" kulaklarda soul müzik dinliyor olması; büyük oğlumun şık mağazalara ve cazibeli vitrinlere göz atmak ihtiyacını dahi hissetmeden kendini "I-pod" yalnızlığında tecrit etmesi, aslında bireysel olarak onların değil, insanlığın çok ciddi bir "toplumsal keyifsizliği"ni haber veriyor.
Şimdi küçük oğluma da bir "I-pod" almaya gidiyorum ve gelecek pazar devamını getirene kadar, siz bir hafta daha keyfinize bakın.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2006
LATİNCE "gladius" kökeninden inen "gladio" kelimesi eski Roma’ya uzanır. Kamadan daha uzun, fakat kılıçtan daha kısa olan sivri ve kesici bir silahı tanımlar.
Zaten, aynı Romalıların arenaya çıkarttığı "gladyatör" sözcüğü de buradan türemiştir.
Fakat "gladio" antik tarihçiler ve dandik filmler vasıtasıyla aktüalite lügatine girmedi.
* * *
KELİME seksenli yıllarda ve sözcüğün anavatanı olan İtalya’dan itibaren güncelleşti.
Mafya reislerinden mason localarına ve emekli generallerden faal politikacılara uzanan geniş bir skandallar dizisi patlak verdi ki, nihayetinde ortaya şöyle bir "kirli çamaşır" döküldü:
2. Savaş ertesi bu defa Doğu ve Batı blokları arasında "Soğuk Savaş" başlayınca, Amerikan askeri istihbaratının inisiyatifiyle bir "direniş örgütlenmesi" oluşturulmuştur.
İlk tedbir olarak da, Sovyet işgali durumunda kullanılmak üzere mimli depolara silah ve mühimmat istiflenmiştir. Yani, saldırganlar "gladyatör" usulü hançerlenecektir.
Ve tabii aynı zamanda da, bunları kullanacaklara kumanda eden ve "gayri nizámi harp" eğitiminden geçmiş olan hiyerarşik ve paralel bir mekanizma kurulmuştur.
Devlet kademesindeki sınırlı bir kesim bundan az buçuk haberdarsa da, yapı gizlidir.
İşte, bu organizma gerçek işlevine yabancı binbir melánetten dolayı ortaya çıkınca, adı "Gladio" olmasa bile aynı tür yapıların hemen tüm NATO ülkelerinde de bulunduğu anlaşıldı
* * *
ASLINA bakarsanız, buraya kadar her şey normaldir.
Soğuk Savaş konjonktüründeki Batı devletlerinin bu tür önlemler alması eleştirilemez.
Çünkü unutmayalım ki dönem, bizden Kars ve Ardahan’ı isteyen SSCB’nin Avrupa’yı "yutmak" için salya akıttığı; başta aynı İtalya ve Fransa’da olmak üzere de, Stalin güdümlü komünistlerin 2. Savaş’tan kalma silahları zulaya sakladığı dönemdir. Hálá gömüleri çıkıyor.
Dolayısıyla, tabii ki tedbiren "gladio" kılıcını gizlemek ve de bilemek gerekiyordu.
Zaten, Nazi işgaline ilk uğrayan ülkeler eğer aynı yapıyı saldırı öncesi kurmuş olsaydı, Alman orduları buralarla kolay baş edemeyeceği için Harp’in seyri belki baştan değişecekti.
O halde, eleştirilecek şey "Gladio" mekanizmalarının varlığından kaynaklanmıyor!
* * *
ELEŞTİRİLECEK ve asla uzlaşılmayacak şey, İtalya’daki gibi, bunların bazen her türlü idari ve adli denetimden bağımsız bir başıbozukluk; háttá illegalite temeline oturmasıdır.
Kabul, gizlilik vardır ve olmalıdır. Ama demokrasilerde "gözetimsiz gizlilik" olmaz!
Zaten iş bu raddeye vardığında da "direniş örgütlenmesi"nden falan bahsedilemez.
Hem yukarıdaki "sorgusuz sualsiz" muafiyetten; hem de böyle organların hemen her yerde "yedek kullandığı" álengirli kadrolardan ötürü, buradan itibaren "çeteleşme" başlar.
Öyle bir "çeteleşme" ki, bünye kişisel süreklilik arz etmese dahi "vatan kurtarmak" vehmi ideolojik açıdan yenilenmekte; dolayısıyla da, "dokunulmazlık ruhu" aşılanmaktadır.
Oysa, "vatan" kavramı gibi "kurtarmak" fiili sonsuz elástikiyet ve izafiyet içerir.
Giderek de, kimin, neyi, kimden "kurtardığı" (!) meselesi tamamen zıvanadan çıkar.
* * *
ARTI, tabiátları icábı o "alengirli kadrolar" ilk fırsatta kendi gemilerini kurtarırlar.
Ama sonradan gelen istimi hazırlar ve melánete "vatan kurtarmak" kılıfı geçirirler.
Üstelik, zeká yaşı ve formasyon itibarıyla, o "kurtarmalar"a her konjonktürde farklı ayar gerektiren milimetrik düzeyi tutturamadıklarından, bazen bir çuvallarlar, pir çuvallarlar.
Hem kendileri okkanın altına giderler; hem de seksenli yıllar İtalya’sındaki "Gladio" dejeneransının iplik söküğüne dönüşmesindeki gibi, eh artık, yıktın perdeyi, eyledin virán!
"Gladio"ların varlığını zorunlu kılmış "Soğuk Savaş"ın bitiminden on yedi yıl sonra, o perdenin ancak şimdi şimdi yıkıldığı bir başka yarımada ülkesi daha tanıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2006
ŞANSIM yáver gitti ve gazeteciliğe "forslu" (!) yerden başladım. Yani, mesleki ufkun yelkenini karakol kapısı aşındıran bir polis muhabiri olarak değil de, sefaret eşiği voltalayan bir diplomatik muhabir olarak açtım. Üstelik de, Viyana’nın Tuna’sında!
Yıl 1977 veya 1978 olacak, Türkiye ve Yunanistan az biraz "tansiyon düşürüp", Avusturya başkentinde "kıta sahanlığı" ve "Ege sorunları"nı tartışmaya oturdulardı.
Kollarının altında koca koca harita ruloları, iki ülke temsilcileri bir gün birinin, ertesi gün diğerinin elçiliğine misafir gidip, "yar bize bir çáre" şarkısını tegánni etmektedirler.
Ve, sevgili arkadaşımın ruhu rahmet istedi, "Milliyet" Gazetesi’nin Atina temsilcisi Mustafa Gürsel ve bendeniz de sefaretlerin karşısındaki kahveleri derhal mekán tutuyoruz.
Küçümen daktiloları en kuytu masaya kurmaktayız ve haber yazmaya çalışıyoruz.
***
TAMAM da, kahve garsonlarının bizlere şnaps kadehi taşımaktan; müdavimlerin ise klavye takırtısı duymaktan imanı gevredi ama, ortada diş kovuğuna kaçacak hiçbir şey yok!
Aslında belki var! Sağolsun, Türk delegasyonuna başkanlık eden Büyükelçi Suat Bilge her çıkışta Mustafa’ya ve bana bir şeyler "çıtlatmaktan" eksik kalmıyor.
Ancak, adalar ötesindeki "beş parmak teorisi" veya İngiltere ve Fransa arasındaki "Manş emsáli" gibi süper teknik konuları gel de önce sen deriniyle anla ve detayıyla kavra!
Ama diyelim ki bir; olmadı iki sade Viyana kahvesi sayesinde ayık kafaya girdi.
Peki, nasıl yazacaksın? "Sıradan" okuyucuya hangi hapla "vülgarize" edeceksin?
Ettin, okuyan çıkacak mı? İşin uzmanı dışında kaç kişi spotun aşağısına göz atacak?
Kuşku yok, sansasyona, yani "Palikarya Ege’ye göz koydu"; yahut "Obur Yunan’a dur dedik"; daha yahut, "ya bana su, ya sana ’yassu" türü çirkefliklere kaçmayan bir "diplomatik muhabir" ister Viyana’dan, ister Sienna’dan yazsın, haberi "güme gidecek".
***
GİTSİN! Taş yerinde ağırdır ve her şey gibi, gazeteci de zaman sürecinde sınanır.
Dolayısıyla, rahmetli Mustafa Gürsel gibi ben de, ne ilk o Viyana muhabirliğinde; ne de, şaka maka artık otuz yıla yaklaşan meslek hayatımın sonraki mekánlarında ve branşlarında yukarıdaki tür ucuzluğa hiç başvurmadım ki, alnım açık ve övünüyorum.
Hele hele, daha sonra "FIR"ı; "notam"ı; "veto"su gibi tüm karın ağrısı aktüaliteyle de uğraşmak zorunda kalsam bile, Türk - Yunan ilişkileri gibi son derece nazik bir konuda, iki dost ve kardeş halkı birbirlerine karşı kışkırtacak rezilliklere asla prim vermedim. Tiksindim.
Aksine, malûm Kardak "krizi" (!) sırasında Roma elçiliğimizin Ankara’ya gönderdiği ve Atina’nın hukuki haklılığını vurgulayan kriptoyu, ortalığı bulandırmak için kasten saklamış olan eski Dışişleri Müsteşarı, şimdiki CHP Başkan Yardımcısı teşhir etmekten kaçınmadım.
Mutluyum ve övünçlüyüm, haniyse otuz yıldır "gazeteci ciheti"nden izlediğim Türk - Yunan ilişkilerinde ne mesleki sansasyonalizmin, ne de hissi şovenizmin tuzağına düştüm.
***
ÜSTELİK, bugün dünkünden çok daha fazlasıyla mutluyum.
Çünkü, "it dalaşı" denilen o abes inatlaşmada çarpışıp düşen iki ülke jetlerinin son vukuatını yansıtırken Türk medyasının sergilediği sorumlu ve akılcı tutumla iftihar ediyorum.
Doğru, otuz yıldır izlediğim Türk - Yunan sorunları "teknik" açıdan tam çözülmedi.
Ancak, iki kardeş ve hısım halk "ruhi" açıdan bunu artık büyük ölçüde çözümlediler.
"Hürriyet"in "havada dalaş, karada mantık" manşeti başta, basın da bunu ispatladı.
Zira, kışkırtıcılığı reddeden bir medya barışın ve dostluğun "kamuoyu" güvencesidir.
Fakat şüphesiz, kin ve intikam tacirleri orada ve burada hálá varlar ve daha olacaklar.
Ama "ruhi duvar" aşılmıştır ve kripto gizleyip arbede kışkırtmak artık kolay değildir.
Kurtulan pilotumuza şifalar, hayatını yitiren Yunanlı pilota da rahmet diliyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2006
DANIŞTAY katliamına ilişkin olarak en sonda söylenecek şeyi en baştan söyleyeyim:<br><br>"Devlet" örgütlü ve "ulusalcı" dümenli bir "derin komplo"ya inanmıyorum. Bunu iddia edenler nesnel olguları yine görmüyorlar veya görmek istemiyorlar.
* * *
EVET evet, ben ki ideolojik organizma sürekliliğini koruyan yukarıdaki "derin" yapılanmayı daima reddettim ve reddediyorum; ben ki "ulusalcı" láfı teláffuz edildiği andan itibaren buna karşı durdum ve duruyorum, tüm bunlara rağmen son saldırganlıkları o "devlet" aygıtıyla ve o "ulusalcı" çapaçullukla eklemleştirmek gülünçlüğüne prim vermiyorum.
Çünkü, gerçekler inatçı ve soğuktur!
Benim bunları kendi hissiyatım doğrultusunda "çekiştirmek" hakkım da yoktur.
* * *
FAKAT dikkat, yukarıdaki "derin komplo" ifadesini bilhassa kullandım.
Yani, "kumpas yok" diye kestirip atmıyorum. Ne haddime! Çünkü, tabii ki var!
Zaten de kör kör parmağım gözüne, "tehlikeli ilişkiler" daha şimdiden sırıtıyor.
Ancak, kendine "vatanı kurtarmak" (!) misyonu vehmeden başıbozuk ve serdengeçti şebekelerin ve onlara bulaşmış meczûpların öncülük ettiği fesat bir şeydir!
Hiyerarşik devlet yapısı içindeki faal varlıklarına rağmen o devlet legalitesine tınmayan "yapılanmalar"ın (!) gerçekleştirdiği diğer fesat ise bambaşka bir şeydir!
Ne denli zarar verirse versin, birincisi nihayetinde şapa oturur. Devleti zaptedemez.
İkincisi ise hem zaten öyle kolay kolay faka basmaz, hem de adım attığında ses getirir.
Ama kabul, birbirleri arasında "tanışıklık" ve "danışıklık" (!) tabii ki olabilir ve olur.
Háttá bu "yakınlık" (!) istisnai kalmaktan ziyade genele de dönüşebilir.
Ama, ister "derin"inde, ister "yüzeysel"inde olsun, "devlet komploları" (!) ahbap - çavuş ilişkileri ve amatör - provokatör katilleriyle "ayağa düşmez".
* * *
İŞTE bu yüzden, nitelikleri, failleri ve sonuçları hesaba katıldığında, daha ilk andan itibaren, Danıştay makamına ve "Cumhuriyet" gazetesine yönelik saldırıların o "iyi saatte olsunlar" cinsinden bir "merkezi komplo" (!) olmadığı ve olamayacağı göz çıkartıyor.
Dolayısıyla, bunların "her şeye kádir" bir "uzun el" tarafından düzenlendiğini ve de üstelik, geri plandaki ipleri "ulusalcı ideologlar"ın (!) oynattığını düşünmek abestir.
Böyle bir mantık silsilesi, söz konusu kutbun uydurduğu türden "komplo teorileri"ni aynen, fakat bu defa ona karşı üretmekten başka değildir ki, kıymet-i harbiyesi yine sıfırdır!
Zaten insaf, en ücra "yamyam ülkesi"ndeki (!) bir "derin devlet" dahi, Ankara’nın göbeğinde ve güpegündüz Cumhuriyet yargı organı mensuplarına ölüm yağdırdıktan sonra paçayı kurtaracağını sanan bir katille "işe kalkışır" mı?
"Maocu karanlıkçı"ların şefiyle resmi çekilmiş ve "ordu göreve" manşetli dergiyi biriktirmiş bir azmettiriciyle çalışır mı? Sicilli ajan - provokatörlerle kimlik teşhir eder mi?
Kaldı ki, hem toplum katında, hem devlet aygıtında ultra - marjinal nitelik arzeden "ulusalcık"a böylesine "büyük" (!) payeler biçmek başka bir hezeyanı oluşturuyor.
* * *
DOLAYISIYLA, tekrarlıyorum, öküz altında buzağı aramanın ve son saldırıların arkasında "derin devlet" ve "ulusalcı kumpas" keşfetmenin alemi yok!
Hayat ispatlayacak ve beraber göreceğiz, buradaki komplo teorisi de fos çıkacak.
Ama şerden hayrını çıkartabileceğimiz çok, çok önemli; hayati bir şey var:
Saldırganların zihin irtibatları, o "derin devlet"in ve o "ulusalcı ideoloji"nin derhal çağrıştırdığı "hayırsız şeyler"i ilk kez böylesine açıkça sergiledi ki, hiç de az buz şey değil !
"Devlet" artık daha az "derin" ve "ulusalcılık" artık daha da çok marjinal!
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2006
ARTIK Yugoslavya yok!<br><br>"Sanki var mıydı ki de, malûmu tekrar ilán ediyorsun" diyeceksiniz. Doğru, dehşeti an be an beraber yaşamış ve Miloseviç, nam-ı diğer "Çetnik kasap" 1990 konuşmasıyla Sırp milliyetçiliğini "kaşıyınca", kağıttan şatonun yıkıldığını görmüştük.
Önce Slovenya ve Hırvatistan; sonra Makedonya; daha sonra Bosna - Hersek ve nihayet Kosova, kavga dövüş ve kıyam katliam "Güney Slavları Federasyonu"nu terk ettiler.
Geride yüz binlerce ölü ve Lahey’deki mahkemeye sevk edilmiş savaş suçluları kaldı.
Ama bir de Karadağ kalmıştı ki, Yugoslavya’nın teorik varlığı buna dayandırılıyordu.
* * *
OYSA, sen sağ, ben selámet, işte dün o da gitti. Son kuş da uçtu.
650 bin nüfuslu küçük cumhuriyetin ahalisi pazar günkü referandumda kendisine sorulan "bağımsız bir devlete dönüşmek istiyor musunuz" sorusuna "evet" cevabını verdi.
Dolayısıyla, Podgornika’nın Belgrad’la köprü atmasından sonra yukarıdaki "teorik" pamuk ipliği bile kopmuş oldu ki, "artık Yugoslavya yok" derken bunu kastediyordum.
Ama burada uzun uzadıya, ortak etnisiteye rağmen Karadağlıların Sırbistan’dan ayrılmak kararını, onların Avrupa’yla bütünleşebilmek azminin belirlediğini ve suçluları hálá kollayan bir Belgrad’la bunun gerçekleşemeyeceği tahlillerine girişecek değilim.
İki temel noktayı bir daha, bir daha, bir daha vurgulamak istiyorum:
* * *
BİR; bırakın "kışkırtmayı" (!) falan ve zaten tüm açıklamalarının mürekkebi henüz damla kurumadı, AB referandum öncesi Karadağ’a, "aman ayrılma" diye haniyse yalvardı.
Sonsuz doğaldır! Çünkü, pek çok istisnai durumlar hariç, hiçbir devlet ve güç statüko değişimi istemez. Uluslararası plandaki yeni "bilinmez"ler daima endişe ve şüphe yaratır.
Nitekim, 1991 güzünde SSCB dağılırken bütün Batı liderleri, "boşanma" kararının alındığı Alma Ata ve Minsk’e "yapmayın, etmeyin" mesaj ve aracıları yollamadılar mıydı?
Ve, arşivler ortada, üstelik, Topluluk Slovenya ve Hırvatistan’ı tanımıyor diye, "tek tabanca" kalmış Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in Lüksemburg’da kapıyı vurup gittiğini kendi gözlerimle gördüm, 1992’den itibaren Yugoslavya için de aynı şey geçerlilik taşıdı.
Dolayısıyla, anlayamadıkları hayatı ve gerçeği açıklamak için ancak komplo teorileri uyduran bizim "ulusalcı" zevatın "Yugoslavya’yı Batı böldü" iddiası kocca bir yalandır.
Yugoslavya’yı "Batı" (!) değil, bizzat o "ulusalcılığın" Sırp varyantı böldü!
* * *
ÖYLE ve zaten, Slobodan Miloseviç ve avenesinin vaaz etmiş olduğu "sol" (!) cilálı rezil şovenizm, hiç şüphe yok ki, aslında bizim "ulusalcılık"ın ağababasıdır. Familya birdir.
Nitekim, alın onun söylemiş olduklarını ve bizim papağanlarınkiyle yan yana koyun; "öteki"ne kin ve nefret bilemekten dünyayı ve çağı reddetmeye; her taşın altında çapanoğlu keşfetmekten "kendi yağınla kavrul" maskaralığı öğütlemeye, yerli ve kopya "ulusalcılık" Yugoslavya’nın mezarını kazmış olan "nasyonal ortakçı" (!) ideolojinin tam ikiz kardeşidir.
Öyle dışlamacı bir ideoloji ki, özünde hepsi Güney Slav halkları gövdeden koparttığı yetmiyormuş gibi, nihayetinde, bizzat Sırp kimlikli Karadağlıları bile "elinden kaçırdı".
Büyük Sırbistan hayali körüklerken, sipsivri ve yapayalnız bir "cüce Sırbistan"a kaldı.
Dolayısıyla, 22 Mayıs 2006 sabahı Karadağ da gittiğinden beri artık Yugoslavya hiç yok, çünkü hangisi olursa olsun, "ulusalcılık" hezeyanında o ulusların ufku ve geleceği yok!
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2006
KIZINI dövmeyen dizini döver? Dayak cennetten çıkmadır?
Eti senin, kemiği benim?
Hocanın vurduğu yerde gül biter?
* * *
DEVAM edeyim mi? Listeyi ilelebet uzatayım mı ?
Zaten, kadınlara ilişkin olarak çok daha edepsizleri var ama, burada zikredemem.
Üstelik, "dayak arsızı"ndan "şamar oğlanı"na veya "falakaya yatırmak"tan "tokat nakşetmek"e, şiddeti meşrulaştıran veya saptayan deyimler de Türkçede ibadullahtır.
Belki de dilimiz, bu konuda yeryüzünün en "zengin" lûgat dağarcığına sahiptir.
Oysa, hiçbir dil asla "masum" değildir ve olamaz!
* * *
YANİ şunu demek istiyorum ki, herhangi bir lisanda yerleşiklik kazanmış ifadeler, cináslar, terimler, atasözleri gökten zembille inmez ve inmiyor. İnsanların ağzında oluşuyor.
Dolayısıyla, bunlar o insanların hem beyin, hem kültür parametrelerine ayna tutuyorlar
"Geri plan", "kolektif hafıza", "hál ve oluş tarzı" hakkında delil sunuyorlar.
Bir anlamda, toplumların bilinçaltını teşhir eden turnosol kağıdı işlevini görüyorlar.
Örneğin, en baştaki "kızını dövmeyen, dizini döver" ifadesi, derhal, hükümrán erkeklerin dişilere üstün sayıldığı ataerkil ve pederşahi bir sosyolojiyi yansıtıyor.
İkinci olarak da, "terbiye" (!), "eğitim" (!), "itaat" (!) anlayışlarının şiddet ekseni üzerinde yükseldiği bir değerler manzumesinin varlığı anında "sı-rı-tı-yor".
"Masum" olmayan dil, en azından geçmişteki "sabıka"ların ipuçunu veriyor.
* * *
DAHA ötesi, belki o geçmişi ve hafızayı kapsadığı oranda değilse bile, her lisanda mevcut olan deyimler lûgati aynı zamanda bugünü ve geleceği de yeniden üretebiliyor.
Bilinçaltı kültürü tekrar oluşturuyor. Harmanlıyor ve "kıvama getiriyor".
Meselá, kendimiz kullanmaktan sakınsak dahi, "eti senin, kemiği benim" ifadesi hálá ve hálá dil pelesengi edildiği ölçüde, muhtemelen farkına varmadan, öğretmenlerin çocukları "dövmek hakkı" (!) olabileceği türünden bir rezáleti giderek kanıksamaya başlıyoruz.
Hiç olmassa, böyle bir durumda etrafı vaveylaya ve hoca bozuntusunu mahkemeye vermenin "aşırı" (!) kaçabileceğini düşünüyoruz. Háttá belki de, "ortam"dan korkuyoruz.
Üstelik, "dayak cennetten çıkmadır" sözüne kuvvet, bizzat biz kendi çocuğumuza "tokat nakşetmek"yi "terbiye" sayıyorsak; okulda, karakolda, kışlada, sokakta; üstelik bir de "erkek"sek (!), ailede şiddet kullanılmasını "sıradan" ve "luzûmlu" bulabiliyoruz.
Eh, zaten "atalarımız" bu defa da ne demiş?
Kadının sırtından sopayı, belinden sıpayı eksik etmeyeceksin?
* * *
ELİNİN körü ve de yetti! "Ata"sı da, "atasözü" de yetti!
Aşınmış ve aşılmış bir tarihin duraganlığına sarılarak, zincirleme süreçte, en çekirdek birim aileden en zirve birim devlete dek şiddeti "mübáh"; veya, bunu açıkça itiraf etmek ayıp kaçtığı için gizliden gizliye "mazur" (!) kılan "dayak kültürü" artık bıçağı kemiğe dayadı.
Hele hele, "erkek hükümránı" ideolojinin sefil zorbalığı isyan raddesine vardırdı.
Dolayısıyla, kadınlar, o isyan en önce sizin hakkınızdır! Kutsal hakkınızdır!
Kadınlar, "kadının sırtından sopayı, belinden sıpayı eksik etmeyeceksin" yazan şu soysuzluk lugátini, bunu dilinde veya bilinçaltında tekrarlayan erkeklerin başında parçalayın.
Kadınlar, "meşru müdafaa" dünyanın bütün dillerinde evrensel bir deyimdir!
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2006
TUNA Viyana’sından Endonezya Bali’sine, Enis Berberoğlu dünkü "Hürriyet"te, son Avrupa - Asya yolculuğuna refakat ettiği Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gezi bilançosunu çıkartırken, kendi kullandığı öz ve özet deyimle, daha başlıkta "müjde"yi verdi: "Yeniden AB’nin çekim gücüne girdik"!
Ankara temsilcimizin teker teker sıraladığı somut ve nesnel argümanlar zaten ortada, bu saptama ülkemiz açısından tabii ki sonsuz mutlu bir "müjde" oluşturuyor.
* * *
FAKAT aslına bakarsanız, bunun hiç de "müjde" olmaması gerekirdi.
Çünkü "AB çekim gücünden" çıktığımız kanaati zaten hiçbir zaman uyanmamalıydı.
Dolayısıyla da, "yeniden girmek" türü bir saptamaya ihtiyaç duyulmayacaktı.
Oysa gördük ve hissettik ki, 2004 Aralık’ından bir müddet sonra "Brüksel dinamiği" tavsamaya başladı. En azından, sloganlaşmış bir "itici güç" olmak işlevi geri plana düştü.
Ve tabii buna paralel olarak da, sanki mevcutmuşlar ve sanki seçenek sunabilirlermiş gibi, başka "cazibe merkezleri" (!) tekrar piyasa sürülür oldu.
Avrasya’sını falan bugün geçiyorum ve sadece, sırf Başbakan Erdoğan Bali’deki "D-8" zirvesine katıldığı için, "İslam Dünya"sının "alternatif değeri"ne (!) değineceğim.
* * *
KESTİRMEDEN şunu söyleyeyim ki, böyle bir alternatif yok; olmadı ve olmayacak.
Olmadı ve nitekim, belki belki Haçlı Seferleri düzenlemek ve bunlara karşı koymak; yahut, Endülüs Emevilerini durdurmak için kısa ve geçici ittifaklar yapmak hariç, tarih boyu, ne Hıristiyanlığın, ne de Müslümanlığın "ana hattı" din eksenli siyasi yapılanmalara oturdu.
Aksine, Fransa Kralı 1. Fransuva’nın Habsburg İmparatoru Şarl Kint’e karşı bizim İmparatorluğumuzla 1536 antlaşmasını imzalamasından; aynı Fransa ve İngiltere’nin 1854 Kırım Savaşı’nda Rusya’yı yine bizimle beraber dizginlemek seferberliğine, "Dár-ül Harp" in ve "Dár-ül İslam"ın kendi dindaşlarına karşı "öteki"yle birleştiği örnekler sayısızdır.
Çünkü, "imáni faktör" tek başına "buluşturucu" ve "toparlayıcı" işlev göremez!
Etnisiteden, mezhepten, kültürden, coğrafyadan ve tabii ki iktisadi ve siyasi çıkardan bağımsız bir "dini dayanışma" yoktur, zira bunun insani ve ruhi temeli yoktur!
* * *
EH, "ümmet" kavramının ağır çektiği "ulus" öncesi dönemde bile hál böyleyken, hiç şüphesiz ki, söz konusu olgu bugün dünkünden de kat be kat fazla geçerlilik taşıyor.
Sıfat geç edinilse bile, o "ulus" kimliği Müslüman ülkelerde artık adamakılı oturdu.
Dolayısıyla, ister çöl dogmalarının Vahabi karanlığında kavrulsun; ister Farsi kültürün Şii tezahürlerini yansıtsın; isterse de Güney Asya sekülarizmden etkilensin, İslam devletleri ve halkları şu an "milli aidiyet"in üstüne en az "dini aidiyet" kadar titriyorlar. Titreyecekler.
Bu, rötarlı gerçekleşmiş bir "modernite"nin yansımasıdır ve de sonsuz doğaldır.
* * *
DOĞAL olmayan tek şey var ki, o da şu:
Somut gerçeklilik böyleyken, hayali bir "İslam Álemi yekpareliği" icád edilmeye çalışıldığı yetmiyormuş gibi; bazı safdiller hálá ve hálá, böylesine afaki bir "bütünlük"ün (!) siyasi, iktisadi ve mali mekanizmalarla donatılabileceği masalına inanıyorlar.
"Dünyevi" yapılanmaların "ahiri" temelde oluşabileceği hezeyanını savunuyorlar.
Üstelik de, bunu Türkiye için "alternatif" diye sunmak işgüzárlığına soyunuyorlar.
Oysa biz tabii ki işimize bakacağız ve dini değil laik; İsevi değil insani ve de bilhassa, soyut değil somut hedefler öngördüğü için, "AB’nin çekim gücü"yle uzayı katedeceğiz.
Aslında bunun "müjde"lik yanı yoktu ama olsun, bir ara sanki yalpalıyormuş izlenimi veren füzemize işte yörünge tazelettik ki, kalbimiz ferahladı ve beynimiz ışıldadı.
Yazının Devamını Oku