ŞANSIM yáver gitti ve gazeteciliğe "forslu" (!) yerden başladım.
Yani, mesleki ufkun yelkenini karakol kapısı aşındıran bir polis muhabiri olarak değil de, sefaret eşiği voltalayan bir diplomatik muhabir olarak açtım. Üstelik de, Viyana’nın Tuna’sında!
Yıl 1977 veya 1978 olacak, Türkiye ve Yunanistan az biraz "tansiyon düşürüp", Avusturya başkentinde "kıta sahanlığı" ve "Ege sorunları"nı tartışmaya oturdulardı.
Kollarının altında koca koca harita ruloları, iki ülke temsilcileri bir gün birinin, ertesi gün diğerinin elçiliğine misafir gidip, "yar bize bir çáre" şarkısını tegánni etmektedirler.
Ve, sevgili arkadaşımın ruhu rahmet istedi, "Milliyet" Gazetesi’nin Atina temsilcisi Mustafa Gürsel ve bendeniz de sefaretlerin karşısındaki kahveleri derhal mekán tutuyoruz.
Küçümen daktiloları en kuytu masaya kurmaktayız ve haber yazmaya çalışıyoruz.
***
TAMAM da, kahve garsonlarının bizlere şnaps kadehi taşımaktan; müdavimlerin ise klavye takırtısı duymaktan imanı gevredi ama, ortada diş kovuğuna kaçacak hiçbir şey yok!
Aslında belki var! Sağolsun, Türk delegasyonuna başkanlık eden Büyükelçi Suat Bilge her çıkışta Mustafa’ya ve bana bir şeyler "çıtlatmaktan" eksik kalmıyor.
Ancak, adalar ötesindeki "beş parmak teorisi" veya İngiltere ve Fransa arasındaki "Manş emsáli" gibi süper teknik konuları gel de önce sen deriniyle anla ve detayıyla kavra!
Ama diyelim ki bir; olmadı iki sade Viyana kahvesi sayesinde ayık kafaya girdi.
Peki, nasıl yazacaksın? "Sıradan" okuyucuyahangi hapla "vülgarize" edeceksin?
Ettin, okuyan çıkacak mı? İşin uzmanı dışında kaç kişi spotun aşağısına göz atacak?
Kuşku yok, sansasyona, yani "Palikarya Ege’ye göz koydu"; yahut "Obur Yunan’a dur dedik"; daha yahut, "ya bana su, ya sana ’yassu" türü çirkefliklere kaçmayan bir "diplomatik muhabir" ister Viyana’dan, ister Sienna’dan yazsın, haberi "güme gidecek".
***
GİTSİN! Taş yerinde ağırdır ve her şey gibi, gazeteci de zaman sürecinde sınanır.
Dolayısıyla, rahmetli Mustafa Gürsel gibi ben de, ne ilk o Viyana muhabirliğinde; ne de, şaka maka artık otuz yıla yaklaşan meslek hayatımın sonraki mekánlarında ve branşlarında yukarıdaki tür ucuzluğa hiç başvurmadım ki, alnım açık ve övünüyorum.
Hele hele, daha sonra "FIR"ı; "notam"ı; "veto"su gibi tüm karın ağrısı aktüaliteyle de uğraşmak zorunda kalsam bile, Türk - Yunan ilişkileri gibi son derece nazik bir konuda, iki dost ve kardeş halkı birbirlerine karşı kışkırtacak rezilliklere asla prim vermedim. Tiksindim.
Aksine, malûm Kardak "krizi" (!) sırasında Roma elçiliğimizin Ankara’ya gönderdiği ve Atina’nın hukuki haklılığını vurgulayan kriptoyu, ortalığı bulandırmakiçin kasten saklamış olan eski Dışişleri Müsteşarı, şimdiki CHP Başkan Yardımcısı teşhir etmekten kaçınmadım.
Mutluyum ve övünçlüyüm, haniyse otuz yıldır "gazeteci ciheti"nden izlediğim Türk - Yunan ilişkilerinde ne mesleki sansasyonalizmin, ne de hissi şovenizmin tuzağına düştüm.
***
ÜSTELİK,bugün dünkünden çok daha fazlasıyla mutluyum.
Çünkü, "it dalaşı" denilen o abes inatlaşmada çarpışıp düşen iki ülke jetlerinin son vukuatını yansıtırken Türk medyasının sergilediği sorumlu ve akılcı tutumla iftihar ediyorum.
Doğru, otuz yıldır izlediğim Türk - Yunan sorunları "teknik" açıdan tam çözülmedi.
Ancak, iki kardeş ve hısım halk "ruhi" açıdan bunu artık büyük ölçüde çözümlediler.
"Hürriyet"in "havada dalaş, karada mantık" manşeti başta, basın da bunu ispatladı.
Zira, kışkırtıcılığı reddeden bir medya barışın ve dostluğun "kamuoyu" güvencesidir.
Fakat şüphesiz, kin ve intikam tacirleri orada ve burada hálá varlar ve daha olacaklar.
Ama "ruhi duvar" aşılmıştır ve kripto gizleyip arbede kışkırtmak artık kolay değildir.
Kurtulan pilotumuza şifalar, hayatını yitiren Yunanlı pilota da rahmet diliyorum.