14 Mayıs 2006
DOKSAN beş milyon, iki yüz bin dolar! Neresinden bakarsanız bakın, büyük, hem de çok büyük para! Sokaktan toplanmaz. İşte, Pablo Picasso’nun "Kedili Dora Maar" adlı portresi bu fiyata satıldı.
*
O güzeller güzeli Dora Hanım ki, İspanyol dáhi altmışına merdiven dayamışken Paris’in "Les Deux Magots" kahvesinde "Üstád-ı Azám’ın dikkatine mazhar olmuştu" (!)
Otuz küsur yaş genç olmasına rağmen de, daha garsona hesap ödenmeden, Hırvat dilber Picasso tarafından derhal hareme dahil edildi.
Neyse, işin mahremi bizi ilgilendirmez, siz yukarıdaki meblağa bir de vergiyi, harcı, hurcu ekleyin ve topu topu 46’ya 55 boyutundaki tuvalde tek bir santimetrekarenin kaç paraya geldiğini kalem kağıt hesaplayın.
Ama aslında pek değmez ve boş çaba olur, çünkü tabloyu bundan böyle temaşa edecek olan o Karun zengini şahıs sizin, benim gibi bakkal defteri tutmuyordur ki!
Leb-i derya malikánesinin salonuna kurulduğu gibi üniformalı metrdotelden halis İskoç viskisi ister; diz sarması Havana purosunu yakar; döneme uygun Stravinski bale süviti dinler; poposunu mükellef koltuğuna yerleştirir ve Dora Maar’ın omuz hizasındaki küçük kediye bakarak uzak hayallere dalar.
*
GERÇEKTEN dalar mı dersiniz? Dalabilir mi?
Hangisi olursa olsun, bir sanat eseri böylesine "meta değer" kazandığı ve onun mülkiyeti böylesine "göz çıkarttığı" takdirde, o eserden haz alınabilir mi?
Yoksa, aman çalınmasın, aman yanmasın, aman solmasın korkusuyla, kilit kilit üstünde ve şifre şifre altında kasalara, kalelere, zırhlara mı kapatılır?
Ancak bayramdan bayrama ve o da, önce polisi, itfaiyeyi, sigortayı alarma geçirdikten sonra, şöyle bir "ce" demek için mi "Kedili Dora Maar" portresi gün ışığına çıkartılır?
Zaten son tahlilde bana ne, bu tür bir tasam yok ve muhtemelen asla da olmayacak.
*
ÖYLE, çünkü meslekten ressam olan eski karımın yaptığı ve ayrılırken bana bırakmak nezáketini gösterdiği o enfes hiperrealist yağlıboya bir; yine ressam ama doğrusu kötü bir ressam olan babamdan, sırf köşk balkonundan çocukluğum Çamlıca’sını gösterdiği için tek miras olarak alıkoyduğum suluboya iki; Felemenk bir desinatörün eskizlediği ve açıkça Egon Schiele kopyası kokan erotika deseni üç; ehil bir kadının füzenle beni çizdiği ancak başka refakatçiler açısından "sorun" (!) yarattığı için alenen asamadığım portre dört, işte evimde hepsi hepsi bu kadar "otantik resim" bulunuyor.
Dolayısıyla, ölüm yatağında başıma toplanacak çocuklarıma karşı duvarı gösterip, "Satın ve dördünüz eşit biçimde paylaşın. Torunlarınıza dahi yeter" diyebileceğim küçük bir Monet’m, minik bir Van Gogh’um, ne bileyim ben, karakalem bir Dürer’im bile yok!
Yukarıdaki Schiele’den Warhol’a, gustom icábı hepsi "modernist" olan diğer bütün tabloları káh bir müzeden, káh tezgáhtan aldığım iki paralık röprodüksiyonlar oluşturuyor.
Şikayetçi de değilim!
*
DEĞİLİM, çünkü tamam, kanepe üzerinde asılı olan o harikuláde Lichtenstein kadınının altında minik harfle "New York Modern Sanatlar Müzesi - 1986 Bahar Retrospektifi" yazacağına, kapı gibi bir "A-S-L-I-D-I-R" mührünün olmasını belki ben de isterdim ama, nihayetinde ne değişecek ki?
Yukarıdaki damga benim göz ádábımı ne zenginleştirecek, ne de fukaralaştıracak.
Muhtemelen tek getireceği "avantaj", bu defa mecburen eli yüzü düzgün ve sathı ferah fezá olacak evimde züppe kokteyler düzenlediğimde, davetliler mührü fark edip "Aman Allah’ım, gerçek bir Roy Lichtenstein" çığlıkları atmaya başladıklarında, benim sahte tevazu takınıp, "Henüz çok meşhur olmadan, fi tarihinde kelepir fiyata düşürmüştüm" diyerek geçiştirmem; bu arada da, Dora Maar’a benzeyecek bir afet hatun resme ağzının suyu akarak bakarken ona, "Millet gittikten sonra isterseniz kalın. Teşhir etmediğim birkaç Picasso eskizim de var, size gösteririm" demek imkánı sağlaması olabilir.
*
AMAN aman yine de istemez!
Ben Picasso muyum ki, onun Hırvat güzele aynen yaptığı gibi, gayet nádide bir 1915 desenimin altına "Pablo’dan Dora’ya" diye yazıp, kız servete konmaktan; ben başımdan savmaktan mutlu, boyaları kurumamış tuvalin üstüne bir çırpıda örtü örtebileyim.
Dolayısıyla, Lichtenstein resmindeki "aslıdır" mührü de; "Sotheby’s" müzayedesindeki Dora Hanım’ın portresi de kusur kalsın.
Birincinin poster röprodüksiyonu ve ikincinin çehre tahayyülü bana yetiyor.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2006
AYNEN tercüme ediyorum, Fransa Milli Meclisi 2001 Mayısı’nda, teklifi veren siyahi hanım parlamenterin soyadından dolayı "Taubira yasası" diye anılan şu kanunu kabul etti: "15. yüzyıldan itibaren Atlantik yakaları arasında gerçekleştirilen zenci ticareti ve Afrikalı, Yerli Amerikalı, Madagaskarlı ve Hintli ahalinin Atlas ve Hint okyanusu havzalarıyla, Antil Adaları ve Avrupa’da maruz bırakıldığı kölelik, insanlık suçudur".
* * *
NE asil, ne cömert, ne hümanist bir yaklaşım, değil mi?
Esareti kim savunabilir ki? Prangaları, kırbaçları, işkenceleri kim sahiplenebilir ki?
Üstelik, böylesine ağır bir "insanlık suçu"nu işlemiş ülkelerden birisi olan Fransa’nın özeleştiri yapıp çuvaldızı ilkin kendine batırabilmesi, o Fransa’yı daha da yüce kılmıyor mu?
Hele hele, muhtemelen kendisi de köle kökenden inen Guyana milletvekili Christiane Taubira hanım eski metropol parlamentosunda böyle bir yasa çıkartabiliyorsa, eh "Vive la France", demek Paris başkentli devlet gerçekten de "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" diyárıdır.
Öyle mi dersiniz?
* * *
HAYIR ve iyiniyet ne olursa olsun, yukarıdaki yasa "kanuni tarih" empoze ediyor.
"Kölelik tarihi"ni de nesnel biçimde yansıtmıyor. Yalnız bir bölümü cımbızla çekiyor.
Zira, niçin 15. asırdan itibaren? Neden sırf Zenciler, Yerliler, Malgaşlar, Hintliler?
Batı sömürgeciliğinden sonsuz önceye uzanan esir ticareti "beyaz adam"la başlamadı.
"Trans - Atlantik"ten çok evvel "trans - çöl" tacirler vardılar. Çok sonra da oldular.
Moritanya’da, Nijerya’da, Suud’da "resmi yasak" (!), şunun şurası atmışlı yıllardadır.
* * *
SONRA, Ortaçağ ve ilk Rönesans Avrupa’sında Mağribiler ve toptan "Türk" denilen Müslümanlar esir olarak çalıştırıldığı gibi, imparatorluğumuz dahil, bir çok Avrupalı da İslam ülkelerinde köle kimliğini taşıyordu. Ve, hiçbiri Fransa yasasındaki etnisitelere girmiyordu.
Artı, sahiplerinin azád ettiği bir bölüm siyah ve melezleşmiş "kuzguni sınıf"; miras veya mülkiyet yoluyla kendilerine köle edindiler. Kolonilerde yeni "efendi" oldular.
Tüm bunlar "nesnel tarih"e dahildir ve de Paris’teki "resmi tarih"le çelişmektedir.
Dolayısıyla, "suçluluk kompleksi"nden veya tersine, "intikam içgüdüsü"nden yola çıkarak, "bugün"ün değerleriyle "dün"ü yargılayan tarihleri "kanunileştirmek" (!) abestir.
İş onun İberya "maranes"lerine, benim Yeniçeri devşirmelerime varır ki, sonu yoktur.
* * *
İLK bakışta "olumlu" gözüken yukarıdaki örneği kasten; yobaz Ermeni diasporasının baskısıyla yine Fransa Meclisi’ne gelecek olan "soykırım inkár yasası" nedeniyle verdim.
Nasıl ki yalan yanlış "köle kanunu"nun onayı aslında, Taubira hanımın zenci esir kökeninden ve bunun "beyaz adam" ve "eski efendi" çoğunluk üzerinde yaptığı "ruhi etki"den soyutlanmaz, biraz fark olsa bile, aynı olgu "inkár yasası" için de geçerlilik taşıyor.
"Hatayı tamir etmek" gibi, "asil" (!) ve "yüce" (!) hissiyatlar devreye giriyor.
Tabii politik formatı itibariyle de, birinde Afro - Fransız, diğerinde ise Ermeni kökenli oyları "tavlamak" katakullisine yönelik "duygu sömürüsü" meydanda at oynatıyor.
Oysa, tekrarı anlamsız, uluslararası mahkeme ve milletler camiası kararıyla saptanmış Yahudi soykırımı hariç, yakın geçmişin hiçbir "resmi tarih"i evrensel hukukilik arz etmez.
Ve, kıymet-i harbiyesi sıfır bu "resmi tarih"leri bir de "kanunileştirmeye" (!) kalkışmak o farklı "resmiyet"leri daha da kutuplaştırıyor ki, soğuk nesnelliği ara da bul!
Dolayısıyla, "dün"ü "bugün"ün kıstaslarıyla yargıladığı yetmiyormuş gibi, üstelik, karara uymayanı cezalandıran "kanun hükmünde tarih" (!) "t-a-r-i-h" değildir ve olamaz.
Türkiye’de, Ermenistan’da ve tabii ki Fransa’da da olamaz ve hiçbirini tanımıyorum.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2006
HADİ bakalım, şimdi tükürdüğünüzü yalamak dürüstlüğünü gösterecek misiniz? Daha geçen sonbahar linçe kalkıştığınız Murat Belge’ye; Halil Berktay’a; Elif Şafak’a; Hrant Dink’e; Müge Göçek’e; Ahmet İnsel’e; Etyen Mahçupyan’a; Baskın Oran’a ve Ragıp Zarakolu’na bugün ne diyeceksiniz? İftiralarınız için özür dileyecek misiniz?
Çünkü, yukarıdaki dokuz şahsiyet dünkü "Liberation" gazetesinde Fransız ve Ermeni kamuoyuna yönelik olarak bir açık çağrı yayınladı. Anında da diğer Batı medyasına yansıdı.
"Dokuzlar" burada, çıkarcı milletvekilleri tarafından Paris parlamentosuna sunulan ve "Ermeni soykırımı inkárına ceza" öngören "kanun"un (!) reddedilmesini istediler.
Gerekçelerini de, tarihi özgür platformlarda sorgulamak hakkından; Türk ve Ermeni halklarını kutuplaştırmak girişimlerinin ahmaklığına, madde madde sıraladılar.
Ve, eğer yasa geri dönerse, "Dokuzlar Çağrısı" bunda çok büyük rol oynamış olacak.
Nedenlerine geleceğim ama, ee, hani nerede "vatan hainliği" (!)?
* * *
EVET nerede, zira yukarıdaki şahısların tümü, 1915 Kıyamı’nı resmi çerçeve dışında tartışmayı hedefleyen ve káh mahkeme kararıyla, káh ölüm tehdidiyle, káh çürük yumurtayla engellenmeye çalışılan "Ermeni Konferansı"nın girişimcileri arasında yer alıyordu.
Bundan dolayı da, "hıyanet-i vataniye" (!) gibi sonsuz ucuz; ucuz olduğu ölçüde de sonsuz kepaze bir iftirayla suçlanmışlardı. Ne "satılmışlıkları", ne "ajanlıkları" kaldı.
Peki, eğer "vatan haini" kimliği taşıyorlarsa bugün nasıl oluyor da o "vatan uğruna" hemen tavır aldılar? Fransa’daki yobaz işgüzarlığa karşı öncü bayrağı niçin onlar kaldırdı?
"Günáh"larını (!) mı affettirmek istiyorlar? Yoksa nihayet gerçeği mi gördüler?
Daha daha yoksa, eh parayı basan düdüğü çalar, "gözü açılan" (!) "devlet-i áli"miz şimdi onların cebini "düvel-i muazzama"dan daha iyi mi "doldurdu"?
Hayır, hayır, hayır ve böylesine reziláne soruları tekrarlamanın álemi yok !
* * *
YOK, çünkü "Dokuzlar" dün "Bilgi Üniversitesi"nin kürsüsünden ne söyledilerse, milim şaşmadan, bugün de "Libération" gazetesinin sayfasında aynı şeyi söylüyorlar!
Yani, tabii ki 1915 tragedyası da dahil, özgür biçimde tartışılması gereken tarihin, ister Türkiye’de, ister Fransa’da olsun, "kanûni" ve "resmi" prangaya vurulmasını reddediyorlar.
Ve, bütün dünya dillerinde buna "entelektüel n-a-m-u-s" deniliyor!
Zaten adım gibi eminim ki, ülkelerinde "vatan haini" diye suçlanmış bu "vicdanı hür" şahsiyetlerin dünkü çağrısı bugünden itibaren, şoven ve fanatik Ermeniler tarafından, "soykırımcı Türklerin entelektüel cilá sürülmüş reddiyesi" damgasını yiyecektir. Yesin.
Tekrarlıyorum, eğer yasa geçmezse, bu, büyük ölçüde, İsa’ya ve Musa’ya yaranmak tasası taşımadıkları için etkinliği en yüksek olan "Dokuzlar" sayesinde gerçekleşmiş olacak.
* * *
ZİRA, "Dokuzlar Çağrısı" Türkçe, Ermenice, Fransızca değil evrensel dil konuşuyor.
Dolayısıyla da, nalıncı keseri bir Türk tezine mesafe koymuş olanlar, hiç şüphesiz, aynı oranda nalıncı keseri Ermeni tezini "kesin doğru" belleyenlerde sorgulayıcılık yaratmak beceri ve birikimine, hamaset edebiyatı paralayanlardan çok daha fazla sahip bulunuyor.
Çünkü birinciler eleştirel inandırıcılığı; ikinciler ise ilkel korunganlığı temsil ediyor.
Birinciler "gayr-i kanuni tarih"i ve Türk-Ermeni barışıklığını sahipleniyor. İkinciler Fransız internetine virüs yollamak ve İttihatçı Talát’a tapınmak intikamcılığına bel bağlıyor.
Taş yerinde ağırdır ve birinciler ses getirir. Traji-komik ikinciler ise güldürür ve ağlatır.
Evet, siz siz olun ve yatıp kalkıp şu "vatan hainleri"ne (!) dua edin!
Eğer Paris’teki yobaz girişim durdurulabilirse, bu, büyük ölçüde "Dokuzlar"ın Fransa kamuoyuna, vicdánına ve aklına yaptığı çağrıyla gerçekleşmiş olacak ki, yan cebinize atın!
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2006
ÇİN Cumhurbaşkanı Hu Cintao’nun önceki hafta Washington’da George W. Bush’la gerçekleştirdiği zirve "limoni" geçti. Háttá, açıkça "başarısız" demek dahi yanlış sayılmaz. Nitekim, her iki ülke lideri de İran’a yönelik tutum, ABD dış ticaret açığı veya Tayvan’ın geleceği gibi temel konularda bildik tavırlarını korudular. Asgari uzlaşma zemini doğmadı.
O halde, ilkin kendi kendime karşı "şeytanın avukatlığı"nı yapmak zorundayım.
* * *
YANİ, jeo-stratejik bir "Avrasya"nın mevcut olmadığını vurgulamak için dün burada sıraladığım argümanlar, ilk bakışta hiç mi hiç geçerlilik taşımıyormuş gözüküyor.
Çin kolektif hafızası istediği kadar Birleşik Amerika’ya karşı ruhi "olumluluk" içeriyor olsun, Hu’nun ziyareti ortada, demek ki bu hissiyat uluslararası ilişkilere yansımıyor.
Ama buna karşılık, aynı kolektif hafıza Rusya’dan zerre hazzetmese bile, BM’de ortak tavır takınmaktan yoğun miktarda silah ithal etmeye, Pekin, o hayali Avrasya’nın diğer "ana ekseni" Moskova’ya, Washington’a olduğundan çok daha "yakın" duruyormuş gözüküyor.
Zaten de, "realpolitik" devlet siyasetlerinin illá milletlerin birbirlerine karşı beslediği "sempati" veya "antipatiyle" saptandığına dair bir kural yoktur. Olamaz da!
Hele hele, kendini "Orta İmparatorluk" addeden ve Çek, İskoç, Cermen, beyaz ırk mensuplarını "uzun burunlular" kategorisinde birleştiren Han uygarlığı için hiç olamaz.
İşte, bizzat kendi tezimi "çürütmek" için tüm "anti"leri sıralamış oldum.
* * *
TAMAM da, yakın vade için geçerlilik taşıyan bu tablo esas itibariyle "zahiridir".
Çünkü en önce, "Soğuk Savaş" nihayetinden beri dünyanın yaşamakta olduğu "ara dönem" ve "elástiki kaos" süreci hálá bitmedi. Sonu da ufukta gözükmüyor
Dolayısıyla, hiçbir coğrafyada yeni ve kesin bir "ittifaklar yapısı" oluşmadı.
Kısmen mevcut olanlar da 1989 öncesine uzanıyor ki, mutlaklık arzetmiyor.
Ve, tek süper güç gibi gözükse bile yukarıdaki muğlaklık tabii ki ABD’yi de kapsıyor.
Çin’e yönelik siyaset ise ondaki bocalamanın mihraklarından birisini oluşturuyor.
* * *
DOĞRU, Washington’daki bir bölüm "erkán" eski SSCB’nin yerine "Sarı Tehlike" yi (!) ikáme ettirip, Pekin’le "dalaşmayı" dış politika stratejisine dönüştürmek istemektedir.
Ama diğer bir dizi "beyin" de, tam tersine, gerekirse Japonya’ya bile mesafe koymak pahasına, ÇHC - ABD eksenli bir Pasifik havzası yekpáreliğinin hayatiyetini vurguluyor.
Üstelik, kesin "açık toplum" şeffaflığı edinmese dahi yine de ciddi ölçüde serbestiye kavuşmuş olan Çin medyası sayesinde, merak eden artık rahatça izleyebiliyor, oradan biliyoruz ki, aynı tür tartışma Komünist Partisi ve Pekin "ricál"i içinde de gerçekleşiyor.
Ve, bu konuya ilişkin olarak bugün koyabileceğimiz tek noktayı ise, ne ABD’de, ne de
Çin’de henüz bir "sentez"in ve bir "ana rota"nın ortaya çıkmadığı gerçeği oluşturuyor.
* * *
İŞTE tam burada ben diyorum ki, her iki ülkede de eninde sonunda "yakınlaşma"; en azından "dalaşmama" politikası galebe çalacaktır. Konjontürel tırmanmalar stratejik değildir.
Tabii, Çin kolektif hafızasındaki "Yankee olumluluğu"nu tamamlamak için, bugün de onbinlerce Han öğrencinin ABD üniversitelerini seçtiğini; vitrin Şanghay’dan köylü Hunan’a, "American way of life" denilen hayat tarzının yegáne cazibe merkezini oluşturduğunu; Birleşik Devletler batı sahilinin Sarı göçmenlerle dolup taştığını ekleyebilirim ama, madem ki "ruhi" unsurların "siyasi" somutluğa dönüşeceğine dair garanti yok, bunları geçmiş olayım.
Fakat asla geçilemeyecek şey, Çin’in ve ABD’nin "karşılıklı bağımlılık"ıdır!
Bu göbek bağı ise her ikisi açısından da Rusya’yla olan pamuk ipliğiyle kıyaslanamaz.
Diğer tüm faktörlerin ötesinde "Avrasya"yı hayal kılan bu olguyu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2006
SORUYU tabii ki coğrafi anlamda sormadım. Minik atlasa bakmış ilkokul öğrencisi dahi bilir ki, küçümen Avrupa dev Asya’nın doğal bir uzantısını; haniyse ayrıntısını oluşturur. Dolayısıyla, başlıktaki "Avrasya" sözcüğüyle jeo - stratejik bir bütünü kastediyorum.
Yani, "Üçüncü Dünya bitti, pilav üstü kuru verelim" hesabı, Sovyet İmparatorluğu’ nun yıkılışından beri ülkemizdeki bir bölüm aklı evvelin ha bre piyasaya sürdüğü gibi, Çin’i ve Rusyalar’ı kapsayacağı varsayılan siyasi ve insani bir yekpárelik var mı? Olabilir mi?
"Ulusalcı cenáh"ın "son ümit kalesi" nesnel ve pratik bir geçerlilik yansıtıyor mu?
Cevap yukarıdaki Büyük Çin’de ve onun Rusya ve ABD politikalarında odaklanıyor.
* * *
HER lisan "öteki"ne dair olarak deyimler üretir. Bunlar kolektif hafızayı yansıtırlar.
Örneğin, Türkçe’deki "kalleş İngiliz" yahut "mal bulmuş Mağribi" sözleri gökten zembille inmemiştir. Geri planında bir "geçmiş tecrübe" ve onun bıraktığı izler hüküm sürer.
İşte, Konfüçyüs dilini paraladığımdan değil kitabiyattan biliyorum, modern Çince’deki "ban mey çi" deyimi de, Amerikalılar gibi akılcı ve cömert davranan kişiyi tanımlar.
Yani, sonra tekrardan geleceğim, Maocu beyin yıkamanın tam tersine, ABD Çinliler için küçümsenecek bir "kağıttan kaplan" değil, daha ziyade bir "hediyeden kaplan"dır.
* * *
NİTEKİM, Han uygarlığının yakın tarihini şöyle bir incelersek, "Orta İmparatorluk" halkının Yeni Dünya’ya karşı özel bir husumet beslemediğini daha ilk anda saptarız.
Aksine, diğer bütün "uzun burunlular" arasında Amerikalılar ayrı bir yere sahiptir.
Çünkü bir; 19. yüzyıl Avrupa’sı türü klasik sömürgecilik yürütmemiş olan Birleşik Amerika "Sarı Diyár"ı fiilen talan etmek girişimine katılmadı. Veya, "ölçü"yü (!) kaçırmadı.
Çünkü iki; bağımsızlık önderi Sun Yat Sen’in Hıristiyan kimliği ve ABD öğrenimi dahil, Çin ricáli ya misyonların, ya da bizzat Pasifik ötesi okulların rahle-i tedrisinden geçti.
Nihayet üç; ABD Çin halkının Japon hunharlığa karşı verdiği mücadeleyi desteklediği gibi, son ana kadar, kalpazan milliyetçi Çan Kay Şek’i de komünistlerle uzlaşmaya çağırdı.
Dolayısıyla, velev ki 1949’dan sonra o komünistler o ABD’yi "baş düşman" ilán etmiş olsun, tüm bunlar bir ulusun kolektif hafızasından kolay kolay silinmiyor ve silinmedi.
* * *
İMDİİ, madem Çinlilerin ABD’ye ve Amerikalılara ilişkin yaklaşımını Mandarin dili bir deyimle açıklamaya başladım, aynı yöntemi Rusya ve Ruslar için de tekrarlayayım.
O Ruslar o Çince’de çürük yumurta anlamına gelen "huay tan" ifadesiyle anılırlar.
Asla da Han insanlarının "gönlünde taht kuramamışlardır". Açıkçası, sevilmezler!
Ve, Pekin’le Kremlin arasındaki "kızıl dayanışma" yılları da buna dahildir.
Nitekim, komünist dönemde halkın iktidarı gerçekten desteklediği tek kararı, Kruşçof’la bozuşan Mao’nun 1963’te SSCB "teknisyenleri"ni apar topar sepetlemesi oluşturur.
Zira, ABD’nin aksine, Mançurya’yı yutmak ve Japonya’yla savaşırken Çin’i arkadan vurmak dahil, Rusya daha palazlandığı andan itibaren "Sarı Diyár"ın yağmasına katılmıştır.
Üstelik, "komşuluk" (!) sayesinde hep "aslan payı"nı aldığı yetmiyormuş gibi, en ırkçı Batılılara dahi rahmet okutacak biçimde Çinlileri aşağılamış ve onları hor görmüştür.
Zaten, Stalin ve şûrekası bu konuda da Çarlık yaklaşımını aynen sürdürmüştür.
* * *
O halde demek ki, Cengiz Han ve Aksak Timur imparatorluklarını Nuh-u nebiye havale edersek, coğrafi uzantının tersine, jeo-stratejik bir "tarihi" Avrasya dün hiç olmadı!
Aksine, Çin ve Çinliler uzak bir Pasifik ötesini hep "çürük yumurta"ya tercih ettiler.
Bu tercihin "esas olarak" hálá sürdüğü ve her halükárda da, "görünür gelecek"te "Avrasya seçeneği" (!) diye bir şeyin olamayacağı konusunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
BİR ahiret sorusuyla başlayalım: Dünyanın hangi şehrinde yaşamak "en" iyidir? Hadi biraz daha süsleyeyim, hangi kent "en tercihe şayan"dır?
"Şampiyon"dan (!) itibaren sayarsam, "ilk beş" şöyle sıralanıyormuş:
Zürih, Cenevre, Vancouver, Viyana ve Auckland!
*
SONSUZ öznel cevaplar içeren ve içermesi gereken yukarıdaki abes sorunun yanıt listesi "Mercer Human Resource Consulting" adlı İngiliz şirketi tarafından belirlenmiş.
Tabii, Londra’daki araştırma firması bu kişisel öznellikten değil çevre, eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik gibi "nesnel" kıstaslardan yola çıktığını söylüyor.
Tamam da, tüm bunlar bir kentin "tercih ediliş" nedenlerini belirleyebilir mi?
Suyun musluktan basınçlı akıyor; hastanelerin nöbetçi cerrah bulunduruyor; çocuğun tenha sınıfa gidiyor olması, yerleşim mekánlarını "iyi yaşanabilir" kılmaya yeter mi?
*
AMA tabii ki kabul, çok muhtemelen, bazıları, gün battı, tavuk yattı türü şehirlerin ruhsuz ve ıssız sokaklarında gece yarısı emniyetle dolaşabilmeyi büyük avantaj addediyordur.
Fakat diğer bazıları da, tam tersine, daha metro girişinde ve güpegündüz bıçaklanmak rizikosuna rağmen, o metro kalabalığının yakamozunda pırıldamayı hiçbir şeye değişmezler.
Yahut, insanların bir bölümü, sabah pencereyi açtıklarında, ezelden beri karşılarında kös kös kendilerine bakan dağın estirdiği "temiz havayı" solumaktan mutluluk duyabilirler.
Oysa diğer bir bölümü de, sektei kalpten sedyesine uzandıkları ambülans, trafiği yarabilmek için canhıraş öterken, oksijen maskesi takmaya çalışan hemşireye, "Şunu çek de, son defa daha egzoz kokusu teneffüs ederek öteki tarafa gideyim" demek mecáli ararlar.
Şehir tercihleri böyledir ve yukarıdaki listenin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur!
*
ÜSTELİK, Allah lilláh aşkına, şu sıralamanın iler tutar yanı var mı? Olabilir mi?
Çünkü, zaten Rabb’ım göstermesin, o "öte yaka" Yeni Zelanda’nın Auckland’i dışında bunların hepsini tanıyorum ki, Viyana hariç, hiçbirinin adını dahi duymak istemem!
Hele hele, Zürih ve Cenevre!
El insaf, ufuksuzluk dağlarında kendimi hastane koğuşunda; riyakárlık şehirlerinde ise eczane rafında hissettiğim için daha ilk an ölüm korkuları duyduğum bir İsviçre’nin Zürih ve Cenevre’si dünyanın "en tercihe şayan" kentleri arasında başı çekiyorlarmış!
*
ZÜRİH mi?
Bal dök yala istasyonundan çık, in, tekrar çık; sanki kovalayan varmış gibi, ahalisi bir "ari ırk" müzesini andıran yine pirüpak caddesinden göle koş; karşı dağlara beddua okurken, hıncını almak için, kuğuları yakalayıp onların boynuna gemici düğümü attığını tasavvur et!
Sonra bankalar, bankalar, bankalar ve sonra kasalar, kasalar, kasalar; biraz kurtulmak için kafe terasında soluklanmaya çalış; sonra, ey kadın, ey "fraulein", ey hatun, korkma, tabii onlara bilhassa heláli hak olsun ama tramvaya biletsiz bindikleri için demin aynasızlara ispiyonladığın Balkan çingenelerinden değilim ve hesabı ödemeden kaçmayacağım, şu benim ikinci kadehi artık sallanmadan getir!
Zürih mi, işte hepsi hepsi bu ve de bitti!
O kahve terasında, her ne hikmetse bu prangalar şehrine demir atmak mazoşizmine düşmüş Thomas Mann veya Elias Canetti’yi okumaya kalkışmak ise kusur kalsın!
Taksiyse taksi, trense tren, uçaksa uçak, hadi efendi, hemen cehennem ol!
*
HEMEN cehennem ol da, sakın, "Helvetya" memleketinin diğer "tercihe şayan" (!) kenti Cenevre’ye dümen kırmaya kalkışma! Orası da paklamaz. Orada da hafakanlar basar.
Tamam, belki bura suyu kıyısının güneşli bir kır lokantasında kendini Albert Cohen romanlarıyla bütünleştirip, "Cemiyeti Akvam" nostaljiyalarından söz eden iyi ve derin bir sevgilinin yüzü suyu hürmetine, tatsız tuzsuz göl balıklarını istavrit tava niyetine yiyebilirsin.
Ama bu kadarı yeter ve asla tatlıya, kahveye, liköre kalma!
Çünkü, Calvin protestanı sofuların sahte mütevazılığı ve de tabii ki onların kasten kendi zıtlarında yarattığı Karun zengini servetlerin hayasız teşhirciliği yettiği gibi, siga siga konuşan insanlar; mani mani sayan bankerler; yavaş yavaş giden "Rolls Royce"lar yetti!
Aman istemez, refahı, kolayı, güveni, sıhhati ve tıkırıyla Zürih gibi Cenevre’nin de "dünyanın en iyi yaşanan kent" şampiyonluğu başkasının olsun, yolcudur Abbas, sen kaç!
Zaten, bırakın asi ve fukara varoşu, her iki kentin de gerçek banliyöleri dahi yoktur ki, kasabadan biraz hallice bu şehir numuneleri ya başka kantonda, ya başka memlekette hemen bitiverirler.
*
BEN mi?
Zevkler, renkler ve de işte burada şehirler tartışılmıyor ki, benim "en tercihe şayan" ve "en yaşanabilir" bulduklarım, yukarıdakilerinin tam tersine, onların hiç bitmeyenleridir!
Onların kaos metrosu ufuksuz dağın böğrünü İsviçre çakısından daha keskin deler ve onların yamyam ahalisi, durağan gölün kuğusunu Leman Gölü balığından daha afiyetle yutar.
Şehirlerin "yaşanılabilirlik" ölçüsünü tek bir şey belirler: "Hissedilebilirlik"!
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
AKSİNİ söyleyen iftira atar, diğer bir dizi dürüst kalemle birlikte bu satırlar yazarı da, en netameli günlerde bile, inkárcılığa karşı Kürt kimlik aidiyetini sahiplendi. Taviz vermedi. Yukarıdaki sağlam duruş o sıra, şimdiye oranla çok daha fazla yürek gerektiriyordu.
Ámiyane tabirle, her babayiğidi sıkmıyordu. Statüko biber sürdüğü için, dün "Kürt" adını telaffuz etmek dahi, bugün ahval-i ádiye sayılan edebiyattan kat be kat riziko içeriyordu.
Sonrası malûm, "devrán" giderek değişti.
***
TABİİ ki olumlu yönde değişti ama, aynı ahláki kalemlerin büyük çoğunluğu gibi bu satırlar yazarı da hanidir Kürt siyasetiyle kendisi arasına ciddi mesafe koyuyor. Uçurum açıldı.
O halde, bizler mi "karşı safa" (!) geçtik? Yelken mi mayna ettik?
Son tahlilde Türk etnisite veya aidiyeti taşıdığımız için, Stalin - Goebbels melezi lügat paralayan ilkel Kürt milliyetçiliğinin lisanıyla, "Te-Ce ırkçılığına teslim" mi olduk?
Yahut, bu defa statüko sözcülerinin çağrıştırdığı gibi, biz "nahifler"in (!) kafasına Kürtlerin "gerçek maksadı" (!) nihayet dank etti de, uykudan uyanıp hizaya mı geldik?
Hayır, hayır, hayır ve ne biri, ne de öteki!
***
DEMOKRATLAR dün nerede duruyorlarsa, milim şaşmadan, bugün de oradalar.
Yani, her türlü altyapısı dahil, kimlik aidiyeti tescil edilmiş Kürt kökenli yurttaşları kapsayan ve kucaklayan sivil ve çoğulcu bir demokrasiyi sahipleniyorlar.
Nitekim, Türk sorununun da, Kürt sorununun da yegáne çözümü bu projenin içindedir.
Millet ve ülke bütünlüğü ise tabii ki kesindir, zira bunlarsız ulus - devlet zaten olmaz.
İşte, dün bunu söylüyorduk; bugün de bunu söylüyoruz; yarın da bunu söyleyeceğiz.
***
OYSA, komplo teorisi üretip illá statükoyla danışıklı dövüş içindedir demiyorum ama, onunla doğal bir paralellik izleyen Kürt şovenizmi, yukarıdaki projenin önüne barikat dikiyor.
Háttá, "dış dinamikler" sayesinde kısmen gerilemiş o statükonun karşı taarruza geçip tekrar mevzi kazanmasına hizmet ettiği içindir ki, şu an belki de en büyük engeli oluşturuyor.
Üstelik, AP yetkilisi Lagendijk’in son beyanı ortada, dünyayı anlamaktan áciz Kürt milliyetçiliği, söz konusu "dış dinamikler"den statüko kadar bile ders çıkartamıyor.
Türk olduğum için değil sonsuz nesnel gerçek olduğu için şunu tekrar vurgulayayım:
***
KÜRT milliyetçiliği ağzıyla kuş tutsa hiç yazar, sosyal coğrafyası asla Çekoslovakya ve millet harcı asla Belçika olmayan bir Türkiye’den tek karış dahi toprak "kopartamaz"!
Bırakın bunu, ülkenin mevcut ulus - devlet işleyiş ve mekanizmasını da "sarsamaz".
Kimse düş kurmasın ve daha önemlisi, köylü ve lumpen insanları hayalle kandırmasın:
"Bıçak kemiğe dayandığı" takdirde, o "dış dinamikler"in Ankara’ya sağlayacağı dev destek dahil ve geçtim "bölünmeyi", Türkiye’nin "gevşemesi"ne (!) dahi izin verilmez.
İster sevinin, ister üzülün, bu, hem "reelpolitik", hem de beşeri bir vakıadır!
***
OYSA, Kürt şovenizmi işte bu "bıçağı kemiye dayandırmak" stratejisine oynuyor.
Yani, demokratikleşmeyi; dolayısıyla Kürt kimlik tescilini aslında hiç umursamadığı; háttá aksine, böyle bir gelişme onun tırmandırma siyasetiyle çeliştiği için, kaosu körüklüyor.
Nihayetinde de "parsayı toplayacağını" sanıyor ki, ne diyeyim, kargalar bile güler!
Ancak, maceraperest budalalık statüko zaptiyelerine hizmet ettiği ölçüde, Türk - Kürt, ülkemizdeki tüm demokrasi yandaşlarının kaderiyle oynuyor. Puşt mermisi sıkıyor.
Ve, Türk demokratlar en netámeli günlerde bile susmamak cesaret ve ahlákını gösterdi
Kürt demokratlar hálá susacak mı ve de suskunlar hálá "demokrat" addedilebilir mi?
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2006
EH, ordular manav tezgáhına mostralık yerleştirilmiş turfanda muşmula değildir! Dolayısıyla, her türlü çatışma ihtimaline karşı önceden senaryo üretmek tabii ki onların en asli ve en temel görevleri arasında yer alır. Tersi düşünülemez ve de varsayılamaz.
İşte bu yüzden, geçen ay bir bölüm Amerikan basınına "sızan" ve Pentagon’un İran’a müdahale planları hazırladığına dair haberlerin çok muhtemelen doğru olduğunu sanıyorum.
Aksi takdirde, ABD generalleri ancak apoletlerinin sökülmesini haketmiş olurlardı.
* * *
PEKİ, o halde "W" rumuzlu George Bush bugün-yarın "vur" emri mi verecek?
Tahran’ın atom şantajını fırsat bilip, bu defa karadan değilse bile muhtemelen havadan bir harekátla, Irak "cengávirliği"nin (!) bir benzerini Farsi devlete karşı da mı tekrarlayacak?
Hayır!
Hayır ve en geç Mart ayında saldırı "öngörmüş" (!) bizim komplo teorisyenlerimizi geçin, yüzde doksan dokuz virgül doksan ihtimalle "yakın gelecekte" müdahale olmayacak.
Ancak burada bilhassa dikkatinizi çekiyorum ki, Bush’un malûm destursuzluğundan dolayı binde bir payı açık bırakmanın ötesinde, "yakın gelecek" deyimini kasten kullandım.
Yani, zor süreci devam etmekte olan BM Güvenlik Konseyi’nde uzlaşma sağlanmaz; diyelim sağlandı, New York’un yaptırımları para etmez; her halükárda da, meydan okuyan Ahmedinecád yönetimi bir ölçüde "hizaya gelmezse", yukarıdaki olasılık kaçınılmazdır.
Başka bir deyişle ve daha önce de yazdım, ABD ve İsrail belki birbirleriyle danışıklı döğüşüklü; belki de tek tabanca biçimde İran’ın nükleer güce dönüşmesini önleyeceklerdir.
En kábuslu ve en berbat senaryoya tekabül etse de, eninde sonunda, bu, mukadderdir!
* * *
BURADA, yukarıdaki ihtimalin neden feláket getireceği konusuna girmeyeceğim.
Dediğim gibi, "kıyamet günü" şimdilik uzak ve hem uluslararası camianın, hem de Türkiye’nin acil sorununu, oraya varmamak için ne yapmak gerektiği konusu oluşturuyor. Ve, işte madem Türkiye adı geçti, o halde en önce şunun altını kapkara çizelim:
Nükler güç kimliği edimiş bir İran asla ve asla ülkemiz çıkarlarıyla bağdaşmaz!
Emperyal geleneğin devletine karşı ne denli saygı beslersem besleyeyim, bu, böyledir.
Çünkü bir; sırf genel ve sathi bir dünya ve bölge jeopolitiğinden bakıldığı takdirde bile, atom silahların "teorik varlığı" dahi tüm dengeleri değiştirmeye yettiğinden, Tahran başkentli ülkenin bunlarla donanması Ankara için muazzam bir tehlike oluşturacaktır.
Muhtemelen de, kaçınılmaz bir "yetişme-tırmanma" sürecinde, sanki pek matah bir şeymiş gibi, ulus zenginliklerimizi çekirdek merete harcanması zorunluluğu doğacaktır.
Ne bu melûn "yarış"ın (!) sonu, ne de gáyyá kuyusunun dibi vardır!
* * *
İKİ; hassas diplomatik dengelerden dolayı açıkça söylenmese de Bursa’daki Sağır Sultan dahi biliyor ki, Ankara ve Tahran, Kafkas’tan Orta Asya’ya uzanan devása coğrafyada "çekişme"; hadi kelime "ayıp" kaçtı diyelim, o halde en azından ciddi çelişki yaşıyorlar.
Eski SSCB hinterlandını kapsadığı için Rusya nezáretinde ve Ermenistan- Tacikistan-Afganistan ekseninde seyreden bu stratejik "bilek güreşi" de aslında, önce "Türki" ve "Farsi" dünyaların; sonra da "Sünni" ve "Şii" álemlerin "kapışmasına" (!) tekabül ediyor.
Daha genişletirsek, petrol-doğalgaz unsurlarından dolayı çelişki küresellik arzediyor.
Eh, zaten o Rusya "tercihli" İran’ın bir de nükleer silah edinmesi durumunda, sırf Türkiye’ye değil bütün bir "Türkilik"e "gol atacağını" görmemek için kör olmak gerekir.
Dolayısıyla, tabii ki ABD veya İsrail’in bölgeyi ve önemli ölçüde dünyayı yangına sürükleyecek maceraperest bir müdahelesine "hayır" ama, İran bombasına da bin "hayır"!
Şimdilik bu iki aşamada da değiliz ve umalım ki, çift "hayır"da çifte hayır vardır.
Yazının Devamını Oku