10 Haziran 2006
TABİİ ki bangır bangır "zafer" nidáları haykırmanın álemi yok! Ama yine de, Ebu Musab Zarkavi’nin çarşamba gecesi Bağdat yakınlarında "temizlenmesi", tedhişçilikle mücadele açısından yabana atılmayacak bir başarı oluşturuyor.
En önce, Irak halkı, Arap Álemi, Müslüman Dünya ve de insanlık, cehalet ve vahşet timsáli korkunç bir kátilden kurtulmuş oldu.
Ürdün bedevisi o kátil ki, "İslami terörizm" denilen genel "nebula" bütüne mensup pek çok meczûp gibi, "mesleki kariyer"ine (!) hırsızlık ve eşkiyalıkla başlamıştı.
"Hidáyet"e erdikten sonra da o vahşet içgüdülerini "dini" (!) kisve altında sürdürdü.
Dolayısıyla, kimliğini kesinkes saptayacak "DNA" tahlilinden sonra leşi yarın, öbürgün musalla taşına yatırılıp usûlen "nasıl bilirdiniz" diye sorulduğunda, "iyi bilirdik" diye büyük yalan söyleyerek affedilmez günáh işleyecek değiliz.
Berbat bilirdik imam efendi, cenehhem zebánileri bol olsun ve de amin!
***
ÖTE yandan, "sukûnet" gibi büyük bir kelime kullanmayayım ama, Zerkavi’nin "temizlenmesi" orta-uzun vadede Irak’ın biraz "yatışmasına" yol açabilir.
Ama dikkat, "kısa vade" değil, bilhassa "orta-uzun vade" deyimini kullandım.
Zira, tekne kalıntısı "desperados" tedhişçiler "Emir Hazretleri"nin intikamını almak ve "Cihad"ın sürekliliğini ispatlamak için, muhtemelen, şimdi yeni saldırılar düzenleyecektir.
Ancak, bırakın "kitle desteği"ni falan, "Selefi" gruplaşmalar da dahil, Irak’ta şiddet uygulayan diğer tüm yerli örgütlenmelerin Ürdünlü Bedevi’yi reddettiği ve ona hasmanelik beslediği göz önüne alınırsa, yukarıdaki "yeni atılım"ın geçici olacağını düşünmek gerekir.
Hele hele, öldürülen cáninin, Şii lider Ayetullah El Sistani’yi "dinsiz káfirler başı" ilán edecek ölçüde bir Sünni fanatizmi sergilediği ve tüm "katliam stratejisi"ni mezhebi bir iç savaş körüklemek üzerine oturttuğu hesaba katılırsa, Ebu Musab Zarvaki’nin cehenneme gönderilmesiyle birlikte, kısmi bir Şii-Sünni uzlaşması ihtimali ufukta belirebilir.
Nitekim, yukarıdaki mezhep dengesizliklerinden dolayı aylardır bir "boş kadro" sürüncemesi yaşayan yeni Bağdat hükümetinin, ne sihirdir ne kerámet, operasyonun hemen ertesi sabahı aniden tamamlanmış olması, o kadar da "tesadüfi" bir gelişme sayılamaz.
***
DİĞER taraftan, başta Cezayir ve Fas’ta olmak üzere Mağrip ülkelerinde; artı, ora kökenli göçmenler aracılığıyla da Batı Avrupa’da tedhiş grupları oluşturmuş; en azından bunlarla organik bir ilişki içine girmiş olan Zerkavi’nin "telefata karışması" (!), muhtemeldir ki, yine orta-uzun vade, "uluslarası terör" kadroları açısından bir "sendeleme"ye yol açacaktır.
Ama yine "kısa vade"de değil "orta-uzun vadede"de, çünkü tıpkı Irak’ta beklendiği gibi, varlık ispatlamaya ve intikam almaya yönelik yeni eylemlerin önümüzdeki dönemde yoğunlaşabileceği düşünmek gerekmektedir.
Dolayısıyla da, Bin Ladin’e "sağ kol" (!) addedilen; daha doğrusu kendisini öyle empoze ve prezante eden Ürdünlü "El Kaide" emirinin öldürülmesi aynı zamanda ciddi bir riziko yaratmaktadır ki, hemen hemen dünyanın her yanında alarm sinyalleri çalmak "panikçi" değil, gerçekçi bir tedbir olacaktır.
Ama başta dediğim gibi, bir "zafer" oluşturmasa dahi Ebu Musab Zarkavi celládının cehennemi boylaması yine de Irak halkı, Arap Álemi, İslam Dünyası ve insanlık için ciddi bir başarıdır ki, "berbat bilirdik imam efendi, aman zebánileri bol olsun"!
DÜZELTME: Perşembe günkü yazımda sözünü ettiğim "Lahey Belgesi" Mart 2003’te değil 26 Şubat’ta Kıbrıslı taraflara sunulmuştur ve Denktaş’ın bunu reddetmesinden sonra memnuniyet ifade eden Rum lider Papadopulos değil, Klerides’tir. Düzeltir, özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2006
ELDE var dört, AB, ABD ve İngiltere’den sonra şimdi de Almanya, Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier’in şahsında KKTC lideri Talát ile temas gerçekleştirmek arifesindeymiş. Kabul, dün Ertuğrul Özkök’ün verdiği bu haber resmi "tanıma" anlamına gelmiyor.
Ama, resmi "ta-nı-ma-ma" tabusunu da dördüncü defa paramparça ediyor.
Brüksel, Washington, Londra, Berlin derken artık eli kulağındadır, Kuzey Lefkoşa muhtemelen diğer Batı başkentleri nezdinde de "de facto" türden bir fiili kimlik kazanıyor
Ve, yukarıdaki tüm gelişmeler 24 Nisan 2004 Referandumu’nun meyvelerini sunuyor.
* *Ê*
ÖYLE, çünkü eğer Adalı soydaşlarımız o tarihte sağduyuyla davranıp "Annan Planı"na "evet" dememiş ve "Mister No" Rauf Denktaş’ın her zamanki "tavsiye"lerini (!) dinlemiş olsalardı, tabii ki Ankara ve "fasulyeler" hariç, hiçbir KKTC lideri uluslararası planda hiçbir devlet yöneticisiyle yüzyüze gelemeyecekti.
Bırakın şimdiki gibi kapıdan karşılanmayı, o kapılara içeriden çifte kilit vurulacaktı.
Zaten, sorarım, aynı Denktaş aynı KKTC’ye 1983’te "cumhurbaşkanı" (!) seçildikten sonra, toplam tam yirmi yıl boyunca, Talát’ın yalnız son iki yılda gerçekleştirdiği "gayr-ı resmi devlet temasları"nın kaçta kaçını gerçekleştirebilmişti?
Yanıtı siz bulun ve de sadece ve sadece buradan yola çıkarak, 24 Nisan Referandumu’nu "Kıbrıs gitti, bitti, satıldı" (!) diye "pompalamaya" kalkışanların nesnel bir gerçeği mi, yoksa sunturlu yalan mı dile getirdiklerine karar verin.
* *Ê*
ARTI, yine kendi kendinize şunu da sorun ve cevaplarken, elinize vicdanınıza koyun:
Türkiye’nin bütün "etme, eyleme" yalvarmalarına rağmen yine inadım inat Rauf Denktaş, Mart 2003 tarihli "Annan Belgesi"ni Lahey’de neden imzalamadı?
Papadopulos’un daha sonra, "Uf, o ’hayır’ deyince ferahladım. Yoksa yanmıştık" itirafında bulunduğu bu "reddiye", Güney Kesimi’ne AB kapısını ferah fezá açmadı mı?
Aksi takdirde ya ikisi birden; ya da hiçbiri üye olacak veya olmayacak değil miydi ?
İş bu raddeye vardırıldıktan ve tabiatıyla da, artık fırsatı ele geçirmiş Rumlar "hayır" dedikten sonra, Ankara ve Talát yönetimi ağzıyla kuş tutsa, başka şey yapabilirler miydi ?
Bunlar somut gerçeklerdir ve "Kıbrıs haini"(!) iftiralarıyla minare kılıfa sığmaz!
* *Ê*
NEYSE, işte olan oldu ve "Mr. No" sayesinde "AB golü"nü atan şoven, intikamcı ve ırkçı Tasos Papadopulos yönetimi zamana oynayarak, "küflendirme stratejisi" uyguluyor.
Sanıyor ki, Türkiye’yi de, Kıbrıslı soydaşlarımızı da eninde sonunda "bezdirecek".
Ve nihayetinde de, şöyle veya böyle, Kuzey’i "hazmedecek"(!).
Yanılıyor ve göreceğiz, çok fena halde işkembe mide fesadına uğrayacak !
* *Ê*
KISA vadede kárlı gözükse dahi, dünyaya dört tarafı sularla kaplı bir kara parçasının dar, dapdar ufkundan bakan Papadopulos ve avenesi, bu politikasında iflása mahkûmdur.
Üstelik, yine beraber göreceğiz, orta uzun vade o "zaman" aleyhine işleyecek.
Uluslararası álem kör değil, zaten referandumdan beri dünküne oranla çok daha meşru olan KKTC’yle, Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılış dinamiği arasında er - geç irtibat kuracaktır.
Zaten de, Güney Lefkoşa’dan yaka silken Brüksel başta, Batı ülkeleri punduna getirdikleri an, şu ya da bu şekilde Kuzey Kıbrıs’ın "fiili" varlığını "hukuki" varlığa dönüştürmek; en azından, Rum Yönetimi’nin "tekel prangası"nı kırmak azmindedir.
İşte, Almanya Dışişleri Bakanı Walter Steinmeier’in KTTC lideri Mehmet Ali Talát’ı kabul etmesi, o pranga halkalarından birisinin daha kırılıyor olduğu anlamına geliyor.
Az daha sabır, 24 Nisan 2004’ten beri olgunlaşan meyveyi ağız tadıyla yiyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2006
NOSTALJİYA tangoları ve Dario Moreno "ça-ça"ları hariç, ne "l"sini, ne de "a" sını bildiğimiz o upuzak Latin Amerika’nın Türkiye’de güncelleşmesi atmışlı yıllara uzanır. Bu, "sol yükseliş"e (!) paralel bir seyir izledi. Artı, dünya aktüalitesine uygun düştü.
Taklit parka ve özenti postal yetmezmiş gibi, yok Castro’nun Küba’ya çıktığı "Granma" yatı; yok Che’nin Bolivya’da tuttuğu "Gerilla Günlüğü"; yok Marighella’nın satıra döktüğü "anti foko" teorisi; "cinnet yılları"yla birlikte Güney Amerika uzmanı kesildik.
Ha gayret, Cervantes’in klasik Kastilya İspanyolcasını bile, tam o sıralarda Nobel edebiyat ödülünü almış olan Asturias’ın Guatemala şivesiyle konuşacağız.
* * *
ANCAK, şimdi "akıl çağı"nın olgunluk ve deneyiyle geçmişe mesafeyle baktığımda, belki normal sayılabilecek yukarıdaki "heyecan ve hezeyanlar"ın ötesinde şunu saptıyorum:
Eğer Latin Amerika’daki "sol" (!) kisveli fikir ve hareketler, belki de başka kıtaların hiçbir ülkesinde olmadığı ölçüde Türkiye’yi etkileyebildiyse, bu, tesadûfi bir şey değildir!
Çünkü, tarihi süreç ne denli farklı seyir izlemiş olursa olsun, her iki taraf toplumlarının "zihin şeması" esas itibariyle birbirlerine çok benzer bir paralellik arzediyor.
Hem otoritarizmin ve militarizmin sivil oluşumlara balta vurması; hem de popülizmle harmanlanmış ve "öteki" öcüsüyle beslenmiş "devlet milliyetçilik"lerinin ideolojik payanda atması, Güney Amerika toplumlarıyla Türkiye toplumu arasında köprü oluşturuyor.
Geç sanayileşme ve lumpen şehirleşmeyi de sosyo-ekonomik boyut olarak ekleyin.
* * *
NİTEKİM, o "cinnet yılları"na bugün yine mesafeyle baktığımızda, kendilerini istediği kadar "kızıl komünist" diye tanımlamış olsunlar, gerek Yeni Dünya’nın güneyindeki; gerekse Türkiye’deki "sol" (!) öz itibariyle daima "milliyetçi" nitelik arzetti.
Orada ve burada, hep "içe kapanış" ve hep "ötekinden kaçış" ruhiyatı işlendi.
Ve, bu "Türko-Latin" paralellik şimdi de "ulusalcı" şamatada aynı seyri izliyor.
* * *
PAZAR günü Peru’da gerçekleşen başkanlık seçimini, ora "ulusalcı" adayı Ollanta Humala’ya karşı, iktidar sicili pek temiz değilse bile, sosyal demokrat Alan Garcia kazandı.
Düne kadar adı sanı meçhul bir asker olan bu Humala’yı destekleyen, hatta lanse eden kişi ise, yeni "Latin ulusalcılık"ının ağababası durumundaki Venezüella lideri Chavez oldu.
O demagog Hugo Chavez ki, şansı yaver gidip petrol fiyatları ikiye katlandığı için bir yandan "anti-Amerikanizm" eksenindeki "milliyetçi popülizm"ini sürdürebiliyor; diğer yandan da, Peru’daki gibi, komşularına "devrim" (!) ihraç etmeye kalkışıyor.
Nitekim, Lima başkentli ülkede gerçekleştiremedi ama Bolivya’da başarıya ulaştı ve kendi dümen suyundaki Evo Morales’in ilk işi petrol şirketlerini "millileştirmek" (!) oldu.
Ancak, La Paz "ulusalcısı"nın el koyduğu esas firma, yine bir sosyal demokrat olan Luiz da Silva yönetimindeki Brezilya devletine aitti ki, işte oradan itibaren artık ipler koptu.
Silva ve Şili’nin sosyalist önderi Michelle Bachelet bu sahte "sol"la kendileri arasına kırmızı çizgi çektiler ki, Garcia’nın son Peru zaferi de söz konusu iki yetkin sosyal demokrat liderlerin "Latin ulusalcılık" şarlatanlığına "yetti" demiş olmasından bağımsız düşünülemez.
* * *
İMDİİ, tamam anladık, Büyük Kemal’i gerillacı Guevera’la yanyana koymaya cüret eden ve Chavez demagogu gibi, "sol"u "öteki"ne nefretle özleştiren "ulusalcı"larımız var!
Sayelerinde Latin Amerika’yla ortaklığı hála sürdürüyoruz. Ama, diğerleri neredeler?
Brezilya’nın Silva’sı, Şili’nin Bachelet’si, Peru’nun Garcia’sı gibi, "ulusalcı" safsata ve provokasyonlara "yetti" diyecek sosyal demokratlarımız hangi siyaset sahnesindeler?
İşte galiba, Latin Amerika’nın sivilliği burada bize ağır basıyor ki, paralellik bitiyor.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2006
YUKARIDAKİ başlık fi tarihinde gişe rekoru kırmış bir Hollywood filminin adıdır. <br><br>Ancak, sadece ve sadece Türkçede’ki adıdır! Çünkü, Michael Curtiz yönetiminde çevrilen ve başrolleri Errol Flynn ve Olivia de Havilland’ın paylaştığı ünlü yapıtın orijinal ismi "Robin Hood’un Maceraları"dır.
Hani şu Ortaçağ İngiliz efsaneleri arasında yer alan ve yarı eşkıya - yarı hayırsever bir "Ormanlar Kralı Robin" anlatan çocuk edebiyatı öyküsü vardır ya, işte ondan uyarlanarak beyazperdeye aktarılmış olan film İstanbul sinemalarında bu afişle vizyona girmişti.
Neden?
* * *
EVET, burada bilhassa "neden" diye sormak gerekiyor, zira ne efsanenin, ne romanın, ne de filmin, "vatan"la hiç mi hiç ilgisi yoktur. Olamaz da!
Çünkü hikáye feodal dönemde geçer ki, zaten ancak çok sonraları ve "ulus"la birlikte ortaya çıkan o "vatan" kavramı, henüz zihinlerde bir kıvılcım dahi olarak mevcut değildir.
Artı, illá "kurtuluş"tan söz etmek gerekirse de, eh belki belki "Kukaletalı Robin"in köylüleri derebeyin angaryasından, vergisinden veya zulmünden "kurtardığı" söylenebilir.
Ama, işte tüm bu nesnel ve "edebi" gerçeğe rağmen, otuzlu yıllar sonu, kırklı yıllar başındaki ithalatçı filmi Türkçe’ye yukarıdaki başlıkla "uyarlamak" (!) ihtiyacını hissetmişti.
Ve, Flynn’in ince bıyıklarıyla Havilland’ın şuh edálarına bir de "vatanı kurtarmak" (!) azmi eklenince, film önce Beyoğlu, ardından taşra sinemaları aylarca kapalı gişe oynadı.
Sonra, atmışlı yıllar nihayetine doğru ve buna ben de yetiştim ki, "Devekuşu Kabare Tiyatrosu" aynı Beyoğlu’nda Haldun Taner’in "Vatan Kurtaran Şaban"ını sahneledi.
Gülmekten insanı kırıp geçiren bu harikuláde hiciv de bir o kadar kapalı gişe oynadı.
* * *
HAYAL kurmayalım, ne yukarıdaki Curtiz filminin dilimize tamamen kel aláka bir başlıkla uyarlanmış; ne de Taner hicvinin büyük beğeni kazanmış olması tesadüfi değildir!
Çünkü, Türkiye’de ayağa düşmüş; içerik yitirmiş bir "vatan" kavramı da; bir "kurtarmak" fiili de daha ilk an muazzam prim yaparlar
Maddi - manevi, getirisi ve kárı büyüktür. "Müşteri"si (!) ibadullahtır!
Hele hele, bunları bir araya getirip káh uyuz "aslan"lara; káh da onun yelesini kırpan "Şaban"lara, ilkinde ciddi ciddi; diğerinde ise ince ince "vatan kurtarmak" (!) misyonu vehmederseniz, her iki durumda da gişe rekorları kırarsınız.
Yine ilk şıkta bunun uzantısını da, "fikriyat"ta (!) "ulusalcılık"; "araştırmacılık"ta (!) "Çılgın Türkler" ve "sinemacılık"ta (!) "Kurtlar Vadisi"yle sürdürürsünüz.
* * *
TABİİ, o "vatan" ve o "kurtarmak" kelimeleri sizi derhal korungan zırhla da örter.
Hangi haltı yerseniz yeyin, şöyle veya böyle "müsamahá"yla karşılanırsınız.
Birisi kazaen, "dur efendi! Zaman ve mekán kavramsallığı elástiki bir ’vatan’ı ’kurtarmak’ hak ve seláhiyetini kimden aldın - Hukuki, siyasi ve fikri dayanağın nedir" demek cesaretini gösterirse de, "vur kurtul", anında "vatan haini" damgası yapıştırırsınız.
Çünkü, hákim ideoloji "vatan" ve "kurtarmak" sözcükleri etrafında öylesine bir "meşruiyet ruhiyatı" üretmiş ve yerleştirmiştir ki, akan sular durur.
* * *
İŞTE, "Atabey"i veya "Ergenekon"uyla şimdi habis birer ur olarak ortaya dökülen "çete"ler, örgütsel varlıklarından çok önce, bu "meşruiyet ruhiyatı" temelinde oluştular.
Onlar, hep gişe hasılatı getiren bir "vatan kurtaran aslan" ideolojisinde doğdular.
Dolayısıyla, "çete"lere karşı mücadele özünde ve ilkin, ideolojik bir mücadeledir!
Zafer, sebat ve cesaretle uyuz "aslan"ların "Şabanlık"ını teşhir etmekten geçiyor.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2006
Ne yapıp yapıp, "iláh"ım Françoise Hardy’nin o kırk beş devirli melankolik şarkısını Tülay German’dan sonraki ikinci plak olarak "diskotek"ime (!) yerleştirebildim. Ama bu, geçen büyük pazar oğlumdan hareketle sözünü ettiğim o "I-pod" ve "mp3" türü yeni aparatlarda olduğu gibi, internette bilgisayar faresini tıklatmakla gerçekleşmedi. Becerebilene kadar, amiyáne tabirle, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi.
BELKİ kenarından köşesinden yakaladım ama yine de, yetmiş sekiz devirli taş plaklara yetiştiğim söylemez. Esas olarak kırk beş ve otuz üç devirlilerle büyüdüm.
Dolayısıyla, çocukluk tekerlemesinde "Ke Sera Sera / Eşekler sıra sıra / Gidiyorlar ahıra" diye Türkçeleştirilmiş olan Ray Evans şarkısının orijiinalini pikaptan dinlemedim.
Zaten yanılmıyorsam da, o ilk pikap evimize ortaokula başladığım yıl girdi.
*
İŞTE çok büyük sürpriz, babamın hiç beklemedik bir anda getirdiği aparatın kendi hoparlörleri olmadığı için, alet entipüften kablolarla beş lambalı "Edison" radyoya bağlandı.
Çaykovski’nin "Kuğu Gölü" bale süviti de odanın içini doldurdu.
Şimdi nereden edindiğini hatırlamıyorum ama pederim bu harikuláde hediyeye, hemen hepsi ikinci el olmak üzere, Beethoven’in "5. Senfoni"si, Vivaldi’nin "Dört Mevsim"i veya Offenbach’ın "Kan Kan"ı gibi, nispeten harcıálem klasik eserleri içeren yaklaşık yirmi adet plak da eklemişti.
O halde belki de, daha sonraki musiki tercihimin bu doğrultuya yönelmesini, gecelerin Bükreş istasyonuna ek olarak, yukarıda edinmiş olduğum kulak terbiyesiyle başlatabiliriz.
Demek ki, ilk pasını Viyanalı Johann Strauss’un kolay valsiyle atan o kulak, giderek, yine Viyanalı Alban Berg’in çetrefik "kuator"unu anlayabilecek seviyeye ulaşıyor.
Tabii, albümlerin üzerinde bulunan ve orkestra yönetirken fotoğraflanmış bir von Karajan resminin; yahut, henüz çata pata bile çıkartamadığım Fransızcayla sökmeye çalıştığım bir Chopin biyografisinin yarattığı "uyarıcı" etkiyi de unutmamak gerekiyor.
Tamam da, işte alt tarafı çocukluktan ergenliğe geçiyorum ve kuşağım Anglosaksonların "teenager" dediği ilk "bücür tüketiciler" kuşağına tekabül ettiğinden, ben de o ikinci el klasik müzik plakların ötesindeki bir şeyleri "tüketmek" ihtirasıyla kavruluyorum.
Fakat neyi ve de bilhassa, nasıl?
*
"NEYİ tüketmek" sorusunun cevabı aslında çok zor değil, çünkü seçimimi biliyorum.
Nitekim, haftalığımdan gıdım gıdım biriktirerek aldığım ilk kırk beş devirli plak, Tülay German’ın Erdem Buri aranjmanıyla söylediği "Burçak Tarlası" oldu.
Albümün üzerindeki o romantik kadın profilini bugün gibi hatırlıyorum ki, German’ı, hemen hemen aynı anda platonik "aşkıyla" yanıp tutuştuğum ve "iláh" (!) addettiğim Fransız şarkıcı Françoise Hardy’ye benzetiyorum.
Zaten işte İstanbul İl Radyosu’nda işittikçe ağlayasım, ağlayasım, ağlayasım geliyor ki, o da "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleleler" diye başlıyor ve sonra, "Ama bunlar bende ne gezerler / Sevenim mi var, bana yalnız hüzünler" diye sürdürüyor.
İşte "nasıl" sorusunun hayatiyeti de tam burada ortaya çıkıyor, çünkü ben Françoise Hardy’nin bu plağını "n-a-s-ı-l" edinebilirim?
*
BİR kere, "yerli"sini derhal geçin. Yok ve de olmayacak. Unutun.
Şiar tabii ki "yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı"dır ama, işte o "mal" o "yurt"ta mevcut değildir ve olan yerden gelebileceğini düşünmek dahi ise "suç"tur!
Yaklaşık üç dakika süren bir şarkı uğruna, belki üç yıl kodese tıkılabilirsiniz.
*
SONRA, zaten o sıra Türkiye’deki "müzik endüstrisi"nin (!) eti budu nedir?
Zahir, gramafona havlayan köpekçik markalı şirket, piyasa stratejisini taşraya birkaç "vedet türkücü" ve İstanbul’a da birkaç "şahane şarkıcı" satabilmek üzerine oturtmuştur.
Eh, arz-talep ilişkisinde alan razı, satan razı olduğuna ve tüketici "daha iyi, daha çok, daha çabuk" terbiyesinden mahrum bulunduğuna göre, üçüncü hamur kağıda flu fotoğrafla ve kötü mürekkeple basılmış kapak numuneleri arasındaki plaklar müşterisini bulmaktadır.
Üstelik, velev ki "copyright" hakkı ödenmemiş orijinallerinden "apartma" olacak olsun, "mutlu azınlık" (!) ve "hanım evládı" (!) "kolejliler" içinde dahi başka bir azınlık oluşturan birkaç Frankofon öğrencinin keyfi için müzik mi üretilirmiş?
Nasılsa hepsi "zengin çocuğu" (!), "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleleler" diye hüzünlenmek istiyorlarsa, bir yerlerden başlarının çaresine baksınlar.
*
NİHAYETİNDE ben de "başımın çaresine" baktım.
Ne yapıp yapıp, "iláh"ım Françoise Hardy’nin o kırk beş devirli melankolik şarkısını Tülay German’dan sonraki ikinci plak olarak "diskotek"ime (!) yerleştirebildim.
Ama bu, geçen büyük pazar oğlumdan hareketle sözünü ettiğim o "I-pod" ve "mp3" türü yeni aparatlarda olduğu gibi, internette bilgisayar faresini tıklatmakla gerçekleşmedi.
Becerebilene kadar, amiyáne tabirle, anamdan emdiğim süt burnumdan geldi.
Her açıdan büyük zorluklara mal oldu ama, tıpkı babamın çizik-çuzuk ve ikinci elde getirdiği o kolay notalı klasik müzik plaklarının "kulağımı terbiye etmesindeki" gibi, aynı zamanda, sonraki hayat ve değerler formasyonum itibariyle büyük zenginlikler de sağladı.
Nedenini ve nedenlerini gelecek haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2006
EĞER AB sürecinin en başından beri "dış dinamikler, dış dinamikler" diye yırtınıyorsam, bunu ne babamın hayrına, ne de dejenere bir "Batı budalalığı"ndan yapıyorum. Çünkü o "dış dinamikler", evrensel modernleşme tarihinin diğer pek çok ülkesinde olduğu gibi, yakın dönem Osmanlı - Türk çağdaşlaşmasında da daima belirleyicilik arzetti.
Nitekim, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet konuma girmiyor, fakat Türkiye’nin 1946’dan itibaren çoğulcu rejime yönelmesi dahi uluslararası konjonktürden kaynaklandı.
Nedenlerini ve gelişmeleri, kronolojik sıraya göre teker teker sıralayalım:
* * *
BİR; işte hep biliyoruz, 2.Dünya Savaş’ından muzaffer çıkan taraf bir yandan ABD eksenli "demokrasi cephesi", diğer yandan da SSCB mihraklı yeni "komünist álem"dir.
Henüz çelişkiler su yüzüne çıkmamıştır ama sükûnet geçici, fırtına ise mukadderdir.
İki; daha 1939 Alman - Rus Paktı’yla egemenliğimize "sulanmaya" başlayan Stalin, Yalta Konferansı’nın 10 Şubat 1945 oturumunda Churchill ve Roosevelt’e; 15 Mart’ta tek taraflı olarak feshettiği Türk - Sovyet Anlaşması’ndan sonra da, Dışişleri Bakanı Molotov’un Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper’e verdiği 7 Haziran notasıyla, baklayı ağzından çıkartı.
Hazret, boğazlardan üs ve denetim hakkı; doğuda ise Kars ve Ardahan’ı istiyor.
Artı, sınıra ordu yığarak ve Türkiye’ye karşı kampanya yürüterek, açıkça sopa sallıyor.
* * *
OYSA, eyvah ki üç; İnönü - Menemencioğlu - Saraçoğlu satranç üstádlarının savaş boyu tavşana kaç, tazıya tut stratejisiyle oynadığı o mükemmel "aktif tarafsızlık" siyaseti, harbin bitiş süreciyle birlikte, ister istemez, artık ne Musa’ya, ne İsa’ya yaranır oldu.
Ankara, şimdi "demokrasi cephesi" açısından da eni konu tecrit durumdadır.
En azından, o çok kritik 1944 - 1947 yılları döneminde "ikincil" konuma düşmüştür.
Ama bereket dört; Rusya’nın "kızıl iştahı" sırf Türkiye’yi yutmak için değil, başta komşu Yunanistan olmak üzere her yerde tam bir oburluğa dönüştü ki, yetenekli ve öngörülü ABD Başkanı Harry Truman kendi adını taşıyacak olan doktrini 1947 Mart’ında açıkladı.
"Yatıştırma"yı bırakıp SSCB’ye karşı "sakin dizginleme" siyasetini benimsedi ve 22 Mayıs’taki Kongre kararıyla da Ankara’nın imdádına Hızır Aleyhisselám gibi yetişti.
İşte, ülkemizi çoğulcu rejime adım attıran "dış dinamik" de tüm bu süreç bütünüdür.
* * *
ÖYLEDİR, zira Milli Şef eğer Bahar 1945 San Francisco Konferansı’na katılabilmek ve Rusya’yı frenlemek için "demokrasi cephesi"ne yakınlaşmak ihtiyacını bir dış politika zorunluluğu olarak hissetmeseydi, çok büyük ihtimalle, iç politika da farklı seyir izleyecekti.
Yani, eski hamam, eski tas, CHP içindeki muhalif milletvekiller tam aynı tarihte, siyasi hayatımızda bir viraj oluşturan "Dörtlü Tahrir isyanı"na cesaret edemeyeceklerdi.
Oluşturacakları DP de "yeter, söz milletin" şiarıyla 1946 seçimlerine katılamayacaktı.
"Harici" olaylarla kesin bir kronolojik uyum arz eden daha sonraki "dahili" tabloyu tekrarlamıyorum ama, burada "şerde hayır vardır" diyerek şöyle bir sonuç da çıkartabiliriz.
* * *
RUSYA’nın stratejik bir Türkiye’ye duyduğu "kızıl iştah" ve bundan korunmak için alınan tedbirler, aynı zamanda o Türkiye’nin demokrasiye geçişinde ana faktörü oluşturdular.
Uluslararası konjonktür "ulus içi" yeni bir yapılanma yarattı. En azından, rota çizdi.
Nitekim, Milli Şef otoritarizmiyle kısmen benzeşen ve savaş sırasında yine bizim gibi tazıya tut, tavşana kaç tarafsızlığı sürdürmüş bir İspanya ve Portekiz aynı tehdidi; dolayısıyla da aynı "dış dinamik"i yaşamadıkları içindir ki, o demokrasiyi bir otuz yıl daha beklediler.
Ve işte tüm bunlardan ötürüdür ki, "itici güçler"i ve "çekim merkezler"i farklı olsa dahi, dün olduğu gibi bugün de söz konusu "dış dinamikler" kaderimizi belirliyor ve belirleyecek.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2006
DENİLEBİLİR ki, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı sırasındaki politikası oportünisttir.<br><br>Háttá, daha dobra dobra söylemek gerekirse, iyiden iyiye "kaypaktır" (!). Doğru ve bunu inkára kalkışmak, gerçeğe gözlerini kapamak olur.
* * *
DOĞRU, çünkü sen ki hem Balkan ülkeleriyle, hem de İngiltere ve Fransa’yla pakt yükümlülüğü altına girmişsin. Üstelik, bu sayede Hatay’ı topraklarına katmışsın.
Ama Nazi saldırısı karşısında onlar "yetiş" dediğinde, havaya bakıp ıslık çalıyorsun.
Hitler ilerlediğinde ise onunla da antlaşma imzalıyor ve vagon vagon krom satıyorsun.
Anadolu Ajansı Yahudilerini kovmaktan Turancıları kayırmaya da, Berlin’in suyuna gidiyorsun. Devrán değişince de, ikincileri bu kez Sansaryan Hanı tabutluğuna tıkıyorsun.
Aynı Almanya’ya perişan düştükten sonra ise ona göstermelik savaş ilán ediyorsun.
Açıkçası, bunun tazıya tuz, tavşana kaç cinsi bir "kaypaklık" içerdiği göz çıkartıyor.
* * *
KABUL de, dış politikaların; hele hele savaş dönemi politikalarının "namus" (!) üzerine inşa edildiği nerede görülmüş ki? "Ahlákiyat"ı kim bulmuş da tasası bize düşmüş?
Üstelik, öteki tarafsız ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye, demokrasilerde İsviçre ve İsveç’in; otoritarizmlerde ise İspanya ve Portekiz’in yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Böylesine hayati durumlarda devletler en önce temel stratejiyi çizerler.
Ardından da, taktik ve diplomatik manevralar üreterek hep aynı hedefi kollarlar.
İşte, Ankara’nın baştan itibaren saptamış olduğu o strateji birinci olarak, ne yapıp yapıp savaş dışı kalmak; ikinci olarak ise "Rus ayısı"sını dizginlemek üzerine oturtulmuştu.
Büyük Kemal’e meşrû mirasçı İsmet İnönü’nün diğer büyüklüğü de zaten buradadır.
İnönü, "ulusalcı" yaftalı "neo-İttihatçı" bezirgánların şimdilerde yine baş tácı ettiği o cahil Enver ve Talát komitacısı değildi ki, onların 1914 cürmünü 1939’da da tekrarlasın.
Sırf bu becerisi dahi, aslında konjonktür içinde değerlendirmek gereken "Milli Şef"in "günáhlar"ını (!) affettirmeye ve onu modern tarihimizin "İkinci Adam"ı kılmaya yeter.
* * *
ÖTE yandan, bugün mesafeli bir açıdan baktığımızda, yukarıdaki zahiri "kaypaklık" ve "yalpalamaya" rağmen aslında çok istikrarlı bir çizgi izlemiş olan Türk politikasının, 2. Savaş’ın en başından en son sonuna kadar "demokrasi cephesi"yle özdeşleştiğini görüyoruz.
Bu, yine Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’le yaptığı "kesin tercih"in uzantısıdır.
Savaş’ın "dış dinamikler"i ise o tercihin artık siyasi kültüre dönüşmesini sağladı.
Buradaki "hızlandırıcı" unsuru ise, iki gündür değindiğim gibi, Stalin’in daha 1939 Alman-Rus Paktı’ndan itibaren ulus egemenliğimize "sulanması" oluşturdu.
* * *
DÜŞÜNÜN ki, Ankara derin bir öngörüyle zaten ilk an, iki stratejik hedeften birisinin Rusya’dan korunmak olduğunu saptamıştı ama, işte "ayı"nın ağzı giderek daha çok sulanıyor.
Burada, bir varoluş refleksi olarak, "kızıl iştah"a karşı hem savaş boyu tedbir aramak; hem de onun bitiminde "Batı kampı"nda yer almak en doğal sonuçtur. Tersi, intihar olurdu.
Nitekim hatırlayalım ki, Türkiye daha 1943 Ocak’ında, Nazi istihbaratı koku alamadan Adana’da çok gizli gerçekleştirilen Churchill - İnönü buluşmasında, İngiliz lidere ısrarla, artık Stalingrad’ı savmış bir SSCB’nin "aşağı kayması"dan duyduğu endişeyi tekrarlamıştı.
Artı, sırf harp dengesini değil İttifak içi çelişkiyi de sezip, kendisine gönderilmiş ABD ve İngiliz uçakları arasında kasten ilkini seçen "Milli Şef", aynı yılın sonunda Churchill’e ek olarak Başkan Roosevelt’in de katılımıyla toplanan ve Türk- Amerikan yakınlaşmasında bir viraj oluşturan üçlü Kahire Konferansı’nda, döne dolaşa, yine yukarıdaki kaygıyı dile getirdi.
Kaygıların neden haklı ve politikanın neden doğru olduğunu cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2006
"ŞU prens, şu din"! Yani, hükümdar hangi imándansa, tebásı da ondan olacak. Yukarıdaki formül, Katoliklerle Protestanlar arasındaki uzun ve kanlı arbedeler ertesi imzalanan 1648 Vestfalya Antlaşması’nın özetine tekabül eder.
Tabii, bırakın demokrasi ve sekülarizmi falan, "vicdani seçim"den bile söz edilemez.
Eh, fáni dünyada pazısı güçlü ve kılıcı keskin olan, ulvi ahiret tercihini de dayatacak.
*Ê*Ê*
BUNDAN tam üç asır sonra, sırf tarih bilincine değil, eski rahip çömezliğinden dolayı ciddi bir teoloji bilgisine de sahip olan Jozef Stalin, yukarıdaki zorbalığı "laikleştirdi"!
Yugoslav partizanların önderi Josip Broz, nam-ı diğer Tito 1944 Eylül’ünde Moskova’ya geldiğinde, 2. Savaş sonrasına ilişkin olarak Hırvat lidere şu kesin "kehánet"te bulundu:
"Bir ülkeyi hangi ordu işgal ederse, orada onun rejimi yerleşecek". Nokta !
Breh, breh, breh, "halk iradesi" edebiyatını ağzından düşürmeyen "ateist proletarya anavatanı" böylelikle, tá 17. Yüzyıl ortasının o "monarşik iman"ına bile rahmet okutuverdi.
*Ê*Ê*
HARFİ harfine de öyle oldu. Kızıl Ordu nerede durduysa, Yaşlı Kıta orada bölündü.
Zaten aynı Stalin aynı Moskova’da, kağıt parçalarına "yüzdeli nüfuz alanları" yazıp, İngiliz Başbakanı Winston Churchill’e "paylaşım"ı daha 1944 Ekim’inde empoze etmişti.
Uzak görülü o Büyük Churchill stratejik gelişmeyi çok önceden kavramış ve 1942’den itibaren, "aman Ruslardan hızlı ilerleyelim; aman Balkan cephesi açıp Kızıl Ordu’ dan evvel yetişelim. Yoksa gitti gider, dahi gider" diye Amerikalı müttefikleri ha bre iteklemişti ama, nahif ve saftirik Yeni Dünya yöneticilerini buna bir türlü ikna edememişti.
Dolayısıyla, yaygın kanının aksine, ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in de katıldığı Şubat 1945 Yalta Konferansı aslında yukarıdaki "fiili durumun" teyidini oluşturur.
Kırım sayfiye şehrindeki "tarihi Üçlü Zirve"ye gelene kadar, iş zaten çoktan bitmişti.
"Şu ordu, şu rejim" sistemi pratik açıdan "yeni Avrupa gerçeği"ne dönüşmüştü ki, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılacağı güne dek hayatımıza ve alnımıza damgasını vurdu.
*Ê*Ê*
PEKİ, Savaş’ın hasımları arasında yer almayan Türkiye bu tablonun neresindedir?
Dün belirttiğim gibi, malûm, Moskova’nın Kátil Gürcü’sü Berlin’in Cáni Bavyeralı’sıyla gerdeğe girip 1939 Stalin - Hitler Paktı’nı oluşturduktan sonra, Nazilerle paylaştığı Polonya, Finlandiya ve Baltık ganimetlerine ek olarak bizim boğazlarımızı da istemişti.
1941 Mayıs’ında ittifaklar alabora olunca, acaba obur "iştah"ını dizginledi mi?
Ani Alman saldırısından sonra ister istemez ABD ve İngiltere’yle müttefik konumuna geçen Rusya, onların yüzü suyu hürmetine, Türkiye üzerindeki açgözlülüğüne verdi mi?
*Ê*Ê*
YOKSA, en başta Attila İlhan, çağdaş tarihi bilmeyen veya tahrif eden "ulusalcı" zevatın "Atatürk - Lenin dostluğu" hezeyanıyla öne sürdüğü iddia doğru muydu?
Yani, Ankara’nın en az o hayati 1939 dönemecinden beri "Sovyet umacısı"yla hop oturup, hop kalkması ve bütün Savaş boyunca dış politika eksenini tamamen bu kabusun bertaraf edilmesi üzerine oturtması, devlet adamlığında ve diplomat kıvraklığında çok büyük bir İsmet İnönü’nün "ilkel anti komünist" (!) saplantısından mı kaynaklandı?
Dolayısıyla, Bush West Point Askeri Akademisi’nde yaptığı konuşmada "Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmden ABD kurtardı" dediğinde yalan mı söyledi? Abarttı mı?
Hayır, hayır, hayır!
Eğer içeride "Milli Şef"in diplomatik mahareti; dışarıda da o ABD’nin stratejik varlığı olmasaydı, Stalin’in "şu ordu, şu rejim" sistemi bizi hazmediverecekti ki, Ocak 1943 Adana’sındaki çok gizli İnönü - Churcill Konferansı’ndan itibaren, nedenlerini yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku