3 Mayıs 2006
ASLINA bakarsanız, 1 Mayıs katılımcılarına "kalabalıklar" demeye dilim varmıyor. Zaten, en azından televizyon ekranlarında, o "kalabalık" (!) adedini siz de saydınız.
Açıkgöz düzenleyiciler, kamera açısında çok gözüksün diye safları ve araları kasten ferah feza tuttular ama, göz adábından biraz nasiplenmiş olanlar şıppadak numarayı verdi.
Bırakın "dolup taşan alanları", işte yine sen, ben, bizim oğlandan oluşan ve militan kimlik taşıyan marjinal grupçuklar cılız mı cılız ve sıska mı sıska gövde gösterileri yaptılar.
Ve bilmiyorum, acaba bütün Türkiye sathındaki nümayişçileri alt alta toplasanız, sıradan bir ikinci küme maçındaki açık hava tribünleri dolar mıydı?
* * *
FAKAT şunu çok iyi biliyorum ki, yukarıdaki "militan" niteliklerinden ötürü, söz konusu "sol" gruplar "işçi bayramı"na haftalar, belki de aylar öncesinden hazırlanmıştılar.
Bildiri, afiş, teksir bir yana, kimin nerede hangi pankartı taşıyacağı çoktan saptanmıştı. Zaten, sosyal-faşist milislerden esinlenme üniformalar da bunun göstergesini sundu.
Üstelik, adım gibi eminim ki, pazartesi akşamından itibaren "özeleştiri" toplantıları gırla gitti ve şimdi "proletarya öncüsünün eylem bilançosu" türü raporlar hazırlanıyordur.
Oysa, 1 Mayıs alanlarında her şey vardı ve tek bir şey yoktu:
Numunesini pertavsızla arada bul, o "pro-le-tar-ya"nın tá kendisi!
* * *
PEKİİ, Türkiye’de durum böylesine hazindi de, diğer yerlerde farklı mıydı?
İşçi sınıfı geleneğinin en köklü olduğu Batı toplumlarında milyonlar mı ayaklandı?
Yok, canım! Ne gezer! Üç aşağı, beş yukarı, oralarda da durum tıpkısının aynısıydı.
Bir ayağı çukurdaki nostaljik Rus emeklileri hariç, tüm kapitalist álemde 1 Mayıs sonsuz sönük geçti. Zaten de her yıl daha çok sönükleşiyor. Bu trend giderek pekişiyor.
Öyle, çünkü, ufuklarını 19. yüzyıl Marksist şemasıyla sınırlayanlar hálá inát etse dahi, aslında sanayi kapitalizmi toplumlarında bile asla tam yerleşiklik kazanmamış olan o "sınıf bilinci" efsanesi, şimdinin "sanayi ötesi kapitalizm" toplumlarında hiç dikiş tutturamıyor.
Aynı Marksist terminolojiyi paralarsak da, buradaki en birinci unsuru, mevcut "üretici güçler" bünyesinde proletaryanın artık "sayısal nicelik" olarak azınlığa düşmesi oluşturuyor.
İşte size sonsuz nesnel bir "altyapı" gerçeği ki, bu, 1 Mayıs ilk şamarını indiriyor.
* * *
İKİNCİSİ ise onun "üstyapısı"ndan; yani yekpáre bir insani bütünden kaynaklanıyor.
Şöyle ki, ilk furyada kendi şirketini açmayı hedefleyen bilgisayar teknisyeni; ilk tatilde kulüp plajı düşleyen parfümeri tezgáhtarı; ilk ikramiyede semt değiştirmeyi hayal kuran varoş genci, kendisinde "proleter aidiyet" hissetmiyor. "Sınıf dayanışması" refleksini de yaşamıyor.
Marksistler "ama artı-değer sömürüsü sürüyor" desin, "kültürel" vakıa değişmez.
Çünkü, teknisyen torna merdanesiyle değil ekran faresiyle; tezgáhtar küt tırnakla değil manükürlü elle; varoş genci fabrika tulumuyla değil hamburgerci kepiyle ürettiği içindir ki, bu yeni hayat tarzında ve bu yeni değerler ölçeğinde, 1 Mayıs’ın "sınıf kültürü" artık yoktur!
* * *
ZATEN ne mutlu ki, Türkiye’deki 1 Mayıs’ın da refah tıpkı toplumlarındaki gibi siyasi açıdan hızla marjinalleşmesi, aslında ülkemizin tutturmuş olduğu düzeyi ispatlıyor.
Başka bir deyişle, 1 Mayıs alanları ne kadar "boş"sa, bu aslında biraz da, Türk insanın cebinin o kadar "dolu" olduğu; en azından "doldurmak" azmini taşıdığını anlamına geliyor.
Artı, çevrecilerden eşcinsellere, farklı türde marjinal grupların gösteriler sırasında "siyaset ötesi" talepler dile getirmesi, yine Türkiye’nin yine sınıf atladığını müjdeliyor.
Hadi, tereciye tere satıp, Marksistlere yine Marksist lûgat paralayarak bitireyim:
"Tarihin akışı, proletaryanın tükenişi ve 1 Mayıs’ın folklorikleşmesi önlenemez."
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2006
BURADA daima tekrarladım ki, Voltaire’nin "fikirlerinize sonuna dek karşıyım ama onları özgürce savunabilmeniz için ölmeye hazırım" ilkesini ben amentü belliyorum. Bu, etik bir tutumdur ve demokratlığın "olmazsa olmaz" şartları arasında yer alır.
Fakat, aşağıdaki sorunun çok büyük bir hayatiyet içerdiğini de tabii ki biliyorum:
* * *
O fikirler hükümranlık sağladığı takdirde bana karşı da aynı serbesti tanınacak mı?
Yoksa, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek taktiğine başvurmuş olan ikiyüzlüler, "saftirik enayi, işte şimdi gününü gör" diye ilk olarak benim tepeme mi binecekler?
Nitekim, yakın tarih, şurada yahut burada komünistlerle "yol arkadaşlığı" yapmış "nahifler"in totalitarizm kurulur kurulmaz kelle verdiklerinin örneğiyle dolup taşmıyor mu?
Veya, aziz ruhları şád olsun, bizzat benim Şah muhalifi sürgün arkadaşlarım Ferdá ve Cemil 1979 Humeyni iktidarıyla birlikte güle oynaya İran’a döndükten biraz sonra, "Devrim Muhafız" mangası önünde kurşuna dizilmediler mi? Bunlar "kulağıma küpe" olmadı mı?
Evet, soruların ciddiyetine vakıfım fakat yine de, "fikirlerinize sonuna dek karşıyım, ama onları özgürce savunabilmeniz için ölmeye hazırım" ilkesinden taviz vermiyorum.
Parantez açıp konuya tekrar döneceğim.
* * *
EPEY bir süre var ki, "vicdáni ret" hakkını; yani, etik inançlardan dolayı askerlik yapmayı reddetmek özgürlüğünü "ilke" olarak kesinkes sahiplendiğimi belirtmeme rağmen, kendi hesabına, "kuş" (!) bir pasifizmi ve hayali bir anti-militarizmi reddettiğimi yazmıştım.
Bu tavır, söz konusu "pasifist" ve "anti-militaristler"in yoğun tepkisine yol açtı.
Güler misin ağlar mısın, ne "savaş kışkırtıcılığım", ne "asker yalakalığım" kaldı.
Neyse, onların okuduğunu anlamamak aczini geçelim, aynı tür bir hakkı talep ettiği için tutuklanan Mehmet Tarhan’dan yola çıkan çok değerli ve pırıltılı meslektaşım Perihan Mağden de geçende, talepkárlara artık kışla dışı bir kamu hizmet sunulması gerektiğini yazdı.
Ve, sen misin cüret eden, üç yıla kadar hapis istemiyle de hakkında derhal dava açıldı.
Voltaire’ye inananlar burada tek şey söylerler ve söylemek yükümlüğünü taşırlar:
Tarhan’a vicdániyet, Mağden’e hürriyet!
* * *
BİR; amiyane tabirle, hükümrán oldukları takdirde önce bizim anamızı belleyecekleri varsayımından yola çıkarak, içeriğini reddettiğimiz fikirleri yasaklayamayız.
Bu faráziye ve önyargımızın illá doğru olduğuna dair garanti yoktur! Ölçü de yoktur!
Hayatın dinamiğinde her şey değişir ve o değişim hariç hiçbir şey "mutlak" değildir.
Ama doğru, tehlikelere karşı tedbir tabii ki zorunludur. Bunu demokratik rejim sağlar.
Ve, demokrasiler aynı zamanda da, hassasiyeti çok kırılgan o "tedbirler"i belirlerken sınırı azámiye çıkarttıkları ve "vehm"i asgáriye indirdikleri için "demokrasi" sıfatını taşırlar
Artı, Nazileşmiş Norveç örneği ortada, "sıfır riziko" bir demokrasi yoktur ve olamaz.
* * *
İKİ; zaten adı bile "pasifist" ve "anti-militarist", her halde "vicdáni ret" talepkárı insanlar hem felsefe, hem de sayı itibariyle demokrasiyi "tehdit" (!) etmiyorlar. El insaf!
Tam tersine, onlar ancak ve ancak demokrasilerde varolabileceklerinden, bir anlamda o demokrasinin sembolik göstergesini yansıtıyorlar. Mevcudiyetleriyle onu taçlandırıyorlar.
Bu takdirde, velev ki ben biraz "kuş" (!) addediyor olayım, şu sonuç asla değişmez:
Komünizmden teokratizme, "fikirlerinize sonuna kadar karşıyım, ama onları savunabilmeniz için ölmeye hazırım" ilkesini en rizikolu kesimlere karşı dahi benimsemiş birisi, bunu "vicdáni red" talepkárları açısından haydi haydi sahiplenmekle yükümlüdür.
Dolayısıyla, tekrar Mehmet Tarhan’a vicdániyet ve Perihan Mağden’e hürriyet!
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
Çok severim. Sevmek ne kelimeymiş, ağız kokumu çekemeyecek olan çekmesin, yanında sarmısak dişleyerek kemál-i afiyetle öyle bir götürürüm ki, mide fesadına uğrarım. Tamam, "Ayşekadın" tanımının Sirkeci’deki lokanta sahibesinin adından kaynaklandığı ve bunun da taş çatlasa 30’lu yıllara uzandığı rivayetine inanmıyor olabilirim. Çünkü insaf, tevellüdü 19. yüzyıl nihayetine uzanan anneannem de o halde niye "Fatmahanım", "Hatçebacı" yahut "Emineteyze" değil de hep "Ayşekadın" demişti.
HANİ geçen pazar günü "bahar girizgáhı"nı Tevfik Fikret’le yapmıştım ya, eh bu defa da başka bir şairden, yani Názım Hikmet Ran’dan bir alıntıyla, "Haydarpaşa Garı’nın büfesine bahar / Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / Ve asma yaprağına sarılı sardalya ızgarayla gelir" diye başlayabilirim.
Pardon, "Arnavutköy çileği" mi dediniz?
*
EVET, hemen böyle bir ünlem sorusu da sordum, çünkü biliyorum ki "Arnavutköy çileği" tanımını işiten bütün genç kuşaklar aslında biraz afallayacaktır.
Her halükárda da, dereboyu sırtlarında meyve yetiştiğine ihtimal vermeyeceklerdir.
Oysa, hanidir "bir sengine yekpáre Acem mülkü" değil, bir metrekarecik betonuna Karun serveti feda edilen şu şehir "kentleşmeden" (!) önce, bostan ve bahçeler cennetiydi.
Nitekim, yukarıdakine ek olarak, "Bayrampaşa enginarı"; "Langa marulu"; "Tuzla baklası"; "Kartal barbunyası" yahut "Maltepe kerevizi" gibi, biz İstanbulluların "yerli" dediği zerzevatın semt adlarıyla anılması, "tarih öncesinden miras" bir "folklor" değildir!
En en kabadayısı kırk yıl öncesine kadar bunlar somut birer gerçekti ki, böyle bir süre, şehirlerin ömründe sıfıra tekabül eder.
Ama yine de, "Ah, nerede o eski sırık domatesleri" türünden nostaljiyalarla ağlaşıp, hayatın, dolayısıyla da kentin akış ve dönüşüm dinamiğine karşı durmaya kalkışmayacağım.
Hiç durmaksızın akan o hayatta, bir bahar "Arnavutköy çileği"nin kokusuyla geliyor; sonraki, sera biberinin tatsız tuzsuzluğuyla geliyor; ardından da bir bakıyorsunuz, konserve bezelyenin dondurulmuş durağanlığıyla geliyor.
Neyse, sonsuz metafizik boyutlu ve sonsuz neşesiz içerikli şu defteri derhal kapatalım ve güzelim baharı başka bir midevi kapıyla açalım.
*
AYIPTIR söylemesi, bendeniz bu mevsimi Ayşekadın fasulyeyle açtım.
Her bahar olduğu gibi, siftahı yeşil soğanlı ve bol dereotlu taze baklayla yapmak için pazara gitmiştim ki, o ne, güzelim sebze zerzevatçı tezgáhından bana gülücükler yağdırıyor.
Tabii "yerli" değil ama, hiç mi hiç kılçığı bulunmadığı için o "hakiki Ayşe" tabir edilen cins vardır ya işte tam ondan ki, aman efendim aman, yeme de yanında yat!
Çok severim. Sevmek ne kelimeymiş, ağız kokumu çekemeyecek olan çekmesin, yanında sarmısak dişleyerek kemál-i afiyetle öyle bir götürürüm ki, mide fesadına uğrarım.
Tamam, "Ayşekadın" tanımının Sirkeci’deki lokanta sahibesinin adından kaynaklandığı ve bunun da taş çatlasa 30’lu yıllara uzandığı rivayetine inanmıyor olabilirim.
Çünkü insaf, tevellüdü 19. yüzyıl nihayetine uzanan anneannem de o halde niye "Fatmahanım", "Hatçebacı" yahut "Emineteyze" değil de hep "Ayşekadın" demişti.
Fakat her halükárda, konunun bu boyutu ancak "gastronomik antropoloji"yle (!) uğraşan bilim adamlarını ilgilendirir ki, benim söz konusu bahar sebzesine karşı duyduğum dayanılmaz zaafı hiçbir şekilde etkilemez.
*
ÜSTELİK, pratik açıdan, taze baklada mecburen yaptığımın tersine, bunu uzun uzun ayıklamak veya kararmasın falan diye limonlu suyla ovuşturmak derdi yok!
Bıçakla, háttá elle ikiye böl; bol suda doya doya yıka; oturaklı bir tencereye koy; zeytinyağını, soğanını, tuzunu, az biraz şekerini ekle; önce ateşi harlı aç; sararınca da ısıyı kıs ve suyunu iláve et; nihayetinde ise domatesleri serpiştirip bir taşım daha pişirdikten sonra iyicene soğusun diye bekleyip çala çatal dal ki, afiyetler olsun!
Nasıl, pek bir maharetliyim ve bu işi adábıyla biliyorum, değil mi?
*
İŞTE, siz deyin iki kilo; ben diyeyim üç kilo; haniyse kışla doyuracak miktardaki fasulyeleri kendi elceğizlerime teker teker seçip, naylon poşeti silme doldurdum.
Artı, yeşil soğanlar pek albeniliydi ve dayanamadım, üç beş demeti fileye sokuşturup, sanki bakla pişirecekmişçesine, "Ayşekadın"da kuru yerine o yeşili kullanmaya karar verdim.
Aklımla bin yaşayayım, sonuç pek nefis oldu!
Buna karşılık, henüz tatmadıysam da, aradan geçen on güne rağmen salamura kavanozunda hálá sararmadıkları için fiyaskoya dönüşmesi ihtimali giderek artıyor, o an birden aklıma esip turşusunu kurmak için aldığım hıyarlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Neyse, parantez içinde şunu da ekleyeyim ki, alışveriş kalabalığı arasında, enginar seçmekte olan ve organizmasının bahar erotikasıyla donandığını ilk bakışta fark ettiğim çok cazibeli bir kadın da vardı ki, doğrusu, gayet kibar bir ifadeyle, "Hanımefendi, umarım ki az biraz pirinç ve pek bol dereotu koymayı ihmal etmeyeceksinizdir. Eğer bu usûlü bilmiyor ve de öğrenmek istiyorsanız, bendeniz size reçeteyi tarif değil, pratikte göstermekten büyük bahtiyarlık duyarım" dememek için o uzun dilimi zor tuttum.
Ama sonra kendi kendime, "Neme lázım, tencereye yerine enginar şimdi kafana yerleşirse rezil olmak da var" diyerek, iki elim file dolu, "Ayşekadın fasulye"yi pişirmek için uslu uslu, edepli edepli ve paşa paşa evceğizime revan oldum.
*
EVET efendim, "gülden güzel kokan Arnavutköy çileği"yle değilse bile, işte ben bu baharı halis zeytinyağlı ve yeşil soğanlı nefáset bir "Ayşekadın fasulye"yle getirdim.
Tabii ki kendi kendime afiyetler olsun ama, fasulyeden sonra taam edilecek o "gülden güzel kokan Arnavutköy çileği"nin bahar rayihası yine de burnumda öyle tütüyor ki!
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2006
YAZIK ki başlığı unuttum, Fürüzan o insancıllık romanlarından birisinde İstanbul ruhiyatını, üç aşağı, beş yukarı, beynime kazınmış olan şu harikuláde tasvirle satıra düşer: "Onlar, asker trenleri taşra istasyonlarda makas değiştirirken vagondan sarkıp, diğerleri gibi karşı tren neferlerine ’Sivaslı var mı’, ’Yozgatlı var mı’ diye bağırmazlar."
Öyledir. Hep de öyle oldu. Biçáre anneler "Kışlanın önünde Redif sesi var / Acep çantasında nesi var" şarkısını söylese bile, onların Yedi Tepeli şehir evlátları ne seferberlik, ne de muhacirlik trenlerinde "Vefalı var mı", "Kadırgalı var mı" diye haykırmazlar.
Her dünyaya "hemşeri" İstanbul çocukları ufku "memleketli" suruna hapsetmezler.
* * *
FÜRÜZAN’ın yukarıdaki emsálsiz tasvirini, "Zaman" gazetesinin Avrupa baskısında Strasbourg ve Düsseldorf mahreçli olarak yayınlanan bir haberden dolayı hatırladım.
"Hemşericilik revaçta" başlığını taşıyan bu haber, söz konusu Fransız ve Alman kentlerinde yaşayan Türklerin, kendi köken yöreler için "dayanışma dernekleri" kurmak dahil, esas olarak "memleketçilik" ekseninde birleştiği temasını işliyordu.
Biliyorum, sırf orada değil Yaşlı Kıta’daki tüm "gurbetçiler" için aynı şey geçerlidir.
Zaten otuz yıl önce Brüksel’de, Emirdağlı göçmenlerin semti ortak fakat sokakları filanca veya falanca köye göre kasten ayrılmış ev seçtiklerini kendi gözlemlerimle yaşadım.
Tüm Avrupa’da kahvelerin, bakkalların, çakkalların aynı tür olduğunu ise geçiyorum.
Yani "dış göç", büyük kentlerimizde "iç göç"ün kurduğu "hemşericilik" şemasını biraz daha "mikrokosmos" olmak kaydıyla, Türkiye haricinde de inşa ediyor ve sürdürüyor.
* * *
BUNU sadece ve sadece bir "i-l-k" aşama için doğal addedebiliriz.
Tabii buradaki temel unsuru, köylülüğü diğer tüm katmanlarından çok daha fazla belirleyen "öteki" korku ve endişesi oluşturuyor. Toprak adamının şüpheciliğini de ekleyin.
Ama yine de, "meçhul"de "bildik"i aramak genel bir insani içgüdüdür.
Háttá ötesi, nebatiyattan hayvanata, tüm canlıların varoluş ve korunma refleksidir.
O halde, Fürüzan’ın trenlerinde "Sivaslı var mı" diye bağıran taşralılık; Agop Abi’nin "Ermeninin Ermenistanlısıdan, Rumun Yunanistanlısından sıvış" diyen Kumkapılılık ruhiyatlarını ve onların ürettiği "hemşerilik"i bir yere kadar "normal" saymak gerekiyor.
* * *
ANCAK, zamanda ve mekánda belirli bir sınır aşıldıktan; daha açıkçası, "bardak taştıktan" sonra, o "memleketçilik" ve "hemşericilik" içgüdüsü dehşet kabusa dönüşüyor.
"Öteki" korkusuyle hep bir "ben"i arıyor kalmak, insanı ve toplumu duragan kılıyor.
Tabii en önce de, "memleketlilik" gütmekte olanların kendilerini "taşlaştırıyor".
Coğrafi ve sosyolojik evrim gerçekleşmediğinden, "uyum" istop ediyor.
Daha beteri, köylü hayat tarzından kasabalı değer skalasına, onlardaki bu "taşlaşma", varlıklarını empoze ettikleri tüm insan grubunu frenliyor. Patinaj yaptırtıyor. Geri götürüyor.
Ve, Strasbourg’u ve Düsseldorf’u zaten geçelim. Bizzat yerli metropol kentlerimizde, inşaat ve parking mafyalarının "hemşeri dayanışması"ndan (!); gecekondu mahallelerinde falan değil en "şık" semtlerdeki "yöresel yerleşim"e, "mekán sınırı" her yanda aşıldı. Taştı.
"Zaman sınırı"na gelince de, iç ve dış göç başlayalı yarım yüzyıl bitmiş ve "gurbet" te (!) doğmuş bilmem kaçıncı kuşakların bile kılları ağarmışken, hálá "şuralıyım, buralım" teránesiyle patolojik bir "sıla" (!) ufuksuzluğunu sürdürüyorsanız, eh, insaf ve de pes!
* * *
OYSA, Fürüzan’ın çufçuf lokomotifli asker treni değil ama hayatın ultra hızlı ekspres treni, vagondaki her hangi bir "öteki"nin "nereli" olduğundan ürkmeyen yolcular taşıyor.
Ve "hem-şe-rim", kalkmaktadır, bu tren "evrensel memleketli" menziline vardırıyor.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2006
"ŞOAH", yani Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımı olmamışmış. Yalanmış. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad yine böyle buyurdu.
Tam "Büyük kıyam"ın anıldığı salı gününden önce, herzeyi bir defa daha tekrarladı.
Malûm, atom bombası üretmek ve İsrail’i haritadan silmek tehditleri savurduğu yetmiyormuş gibi, hazret ikide bir de Musaoğullarına kitlesel katliam uygulandığını söylüyor.
"Negasyonizm" denilen "inkárcılık"ı en rezil safhaya vardırıyor.
Ve en hazin şeyi, Acem liderin genel "siyasi İslam"lar bünyesinde mevcut olan yoğun bir "hissiyatı" yansıtması oluştuyor ki, buna bir bölümüyle Türkiye’dekiler de dahildir.
"Netámeli" konuya yeniden dönmeden önce kişisel bir parantez açmak zorundayım.
* * *
HER türlü ırkçılıktan, dolayısıyla da, tabii ki "anti-semitizm" tanımlı Yahudi düşmanlığından tiksinen; üstelik, güvenli sınırlar içindeki bir İsrail’in meşru devlet varlığını asla tartışmayan bu satırların yazarı, yukarıdaki yaklaşımından ötürü saldırılara hedef oluyor.
Bir; yedi göbek Türk - Müslüman şeceresi ortadayken, hem bir dizi o "siyasi İslam" yandaşı; hem de aynı "anti-semitizm"le kendine "ulusalcı" sıfatı yakıştıran zevat, "Siyonist ajan" veya son uydurmasyon deyimle "Sabetayist" damgası vuruyor. Vız gelir, tırıs geçer.
İki ve tam aksine, en az İsrail kadar mazlum ve mağdur Filistin halkını sahiplendiğim; artı, Siyonist Devlet’in "Şoah" siyasetini yutmadığım için, onun yandaşları tarafından "gizli anti-semit" ve "sinsi" Yahudi düşmanı olmakla suçlanıyorum. Bu da vız gelir tırıs geçer.
Kabala mistiğinden Levinas etiğine, İbrani hümanizmanın erdemiyle yoğrulmuş bir "goy" olarak, soyum Musevilikten inmiyor diye kimseden ders alacak değilim!
Dolayısıyla, deyimi burada "ne Musa’ya, ne Muhammed’e yaranamamak" diye de değiştirebiliriz, mevcut ikilem bana soykırımı inkára yeltenen Ahmedinecad ve fasilesiyle asla uzlaşmamak için ahláki silah sağladığı gibi; o inkárcılığın değirmenine su taşıyan Siyonist bir "duygu sömürüsü" önünde de pes etmemek imkánını sağlıyor.
* * *
YAHUDİ kavmi modern zamanlar soykırımını yaşadı. İnsanın ve insanlığın suçudur!
Gaz odalarından Eichmann itiraflarına, tartışılması dahi abes olan delilleri geçelim.
Peki, hem 1939 Avrupa’sındaki Musevi nüfus; hem de göçenler çıkartıldıktan sonra bu kez 1945 Avrupa’sında kalan nüfus ortada, insanlar buharlaştı mı? Yoksa Aráf’a mı çıktılar?
O halde, Mahmud Ahmedinecád ve avenesi türü inkárcılar eğer dine iman ettikleri iddiasındaysalar, ilkin yalan söyleyerek günaha giriyorlar ki, "çarpılacaklar". Çarpılsınlar.
Ama yine evet, Varşova Gettosu kahramanı Marek Edelman’dan "Soykırım Sanayi" kitabın yazarı Norman Filkenstein’a, bizzat kendileri Yahudi sayısız insanın haykırdığı gibi, "Şoah" kıyamı 1967 Savaşı sonrası İsrail tarafından "devlet politikası" olarak kullanıldı.
"Duygu sömürüsü"yle öyle bir amalgam yarattı ki, kendi siyasetlerini eleştirmekle "anti-semitizm"in ve inkárcılığın aynı kefeye konulmasını sağladı. Entelektüel korku saldı.
Düşünün ki, hayat boyu totalitarizmle savaşmış dev Yahudi filozof Hannah Arendt’in yukarıdaki Eichmann duruşmasını izledikten sonra "sıradan şer"e ilişkin olarak kaleme aldığı emsalsiz yapıt Fransızca’ya çevrildiğinde, onun için dahi "gizli Nazi" rivayeti üfürttü.
İşte, Ahmedinecad ve fasilesinin pespayeliği de, başarı kazanan bu "duygu sömürü"ne karşı kompleks ve nefret temelinde geliştirilen bir "anti"yle beslendi. Hálá da besleniyor.
İsrail’e yönelik tepki, tarihi dahil tüm Museviliği genelliyor ve iş rezilliğe varıyor.
* * *
OYSA, inkára yeltenen çarpılır ve çarpılsın, Yahudi insanlık "soy-kı-rım" yaşadı.
İsrail’in bunu "duygu sömürüsü"ne dönüştürmesi ise korkunç gerçeği değiştirmez.
Ve, ne biri diğerini, ne diğeri ötekini siler ki, ikisi de "insaniyet"le çelişir.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2006
EH, dilin kemiği yok ve at atabildiğin kadar, rivayetlere göre TSK Güneydoğu’ya "yüzbinlerce" (!) asker yığmaktaymış ya, dolayısıyla aşağıdaki soru yine gündemi belirliyor. Türkiye Kuzey Irak’a mı girecek?
Fesüphanallah!
* * *
EVET fesüphanaalah, çünkü bırakın telaffuzunu, böyle bir şeyi ciddi ciddi düşünmek dahi dünya, bölge ve ülke konjonktürünü hiç mi hiç izlememekle eş anlamlılık taşıyor.
İlkin, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet addedilen Bağdat başkentli ülke ne bir yol geçen hanıdır, ne de Ankara’nın "arka bahçesi"dir.
Türkiye’nin geçmişte buraya "kısmi müdahale"de bulunmuş olması, "açık kart"ın ilelebet geçerlilik taşıyacak bir "koz"a dönüştüğü anlamına gelmez. Gelemez.
Şartlar değişmiştir ve Kuzey’de hem fiili, hem de hukuki bir "oluşum" mevcuttur.
Üstelik, genel Irak kaosu hesaba katıldığında, burası bir "sukûnet adası"dır.
Asayişin diğer bölgelerle kıyaslanmayacak oranda "berkemál" olduğu bir vakıadır.
* * *
İMDİİ, hál böyleyken ve "ağababa" ABD o Kuzey hariç tüm Irak’ta saçını başını yolarken, Ankara’nın kara kaşı, kara gözü uğruna bir "Türk müdahalesi"ne he der mi?
Akıl var, yakıl var, kaosu daha da tırmandıracağı şüphe götürmeyen böylesine bir "harekát" Washington’dan resmen yahut zımnen onay alabilir mi?
Tabii ki hayır! Bin defa hayır!
Tahayyülü dahi imkánsızdır ve tersini düşünmek ahmaklık, en azından saçmalıktır!
* * *
NİTEKİM, artık bir Kürt aşiret lideri değil, dört gün önce ikinci defa da seçilmiş Irak Cumhurbaşkanı olduğunu mutlaka beynimize nakşetmemiz gereken Celál Talabani bir "sınır tecavüzünün kabul edilemezliğini" vurgularken, yalnız kendi arzu ve iradesini yansıtmadı.
"Anten" işleviyle, söz konusu "ağababa"nın da "hissiyatına tercüman" oldu.
Artı, Yasemin Çongar’ın, Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin dünkü başkent uğrağı öncesi "Milliyet"te kaydettiği gibi, Beyaz Saray Yönetimi Türkiye’de iktidar ağırlığının artık tekrardan "cihet-i askeriye"ye kaydığına kanaat getirmiş olsa bile, o Yönetim "Kuzey’in dokunulmazlığı"na ilişkin prensipini değiştirmedi.
Yakın? orta vadede değiştirebileceği de sanılmamalıdır, çünkü maddi temeli yoktur.
Zaten, Rice’nin dün Atina’ya uçarken yaptığı "hatırlatma" da ortadadır.
Ve, ben bu satırları yazarken temaslar başlamadığı için kesin konuşamıyorum ama, aynı şey diplomatik bir "lisan-ı münasip"le ya bugün, ya yarın Ankara’da da yinelenecak.
Dolayısıyla, şu kadar yüzbin asker spekülasyonlarıyla kendimizi gaza getirdikten sonra "Irak’ı mı giriyoruz" sorusunu sormanın álemi yok, boşu boşuna vakit yitiriyoruz.
Fakat tabii "sıcak takip" olgusu istisnaya girer ki, bunu konu dışı tutmak gerekiyor.
* * *
ANCAK, düşünmek dahi istemesem de binde bir ihtimal olarak, Ankara’daki "karar odakları"ndan birinin "ABD’nin canı cehenneme" ve "AB’yi kim takar" türü bir "babayiğitliğe" (!) soyunup, Kuzey Irak’a "dalıvermeye" (!) kalkıştığını varsayalım.
Böyle bir macera özünde ülkemizin geleceğini de en dibe "daldırmış" olacaktır.
Ütopyadan ve ittifaktan kopan bir Türkiye’nin "Kürt sorunu" yağmurundan kaçarken "Türk sorunu" dolusuna tutulacak olması bir yana; bu tür bir sergüzeşt, müdahaleye gerekçe oluşturan o Kürt sorununu da çözümlemez. Çözümleyemez ve tam tersine, keskinleştirir.
Çünkü, o "sorun" gibi o "çözüm" de Irak’ta, İran’da, Suriye’de, şurada burada değil yalnız ve yalnız Türkiye’de halledilebilir ki, konu bugünkü yazı çerçeveme girmiyor.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2006
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın Meclis kürsüsünden ifade ettiği görüşlerin altına tabii ki imza atmakla yükümlüyüm. Demokrasi kültürü açısından tersi düşünülemez. Dolayısıyla, gazetelerin yazdığına göre Arınç’ın sözleri bir bölüm "ricál"i "rahatsız ettiği" için onlar "soğuk" (!) davranmış olsalar bile, ben tezahüratla alkışlıyorum.
* * *
TABİİ, halk dalkavukçusu bir popülist olmadığım için buradaki alkışlamam, TBMM Başkanı’nın makam itibariyle illá "ulusun sesi"ni yansıttığına inanmamdan kaynaklanmıyor.
Háttá, yansıttığını varsayalım, ben bunları mutlak "doğru" addetmek zorunda değilim.
Nitekim, "tezkere süreci" sırasında aynı Bülent Arınç’ı eleştirmekten kaçınmadım.
Ancak, eğer bugün kendisini can-ı gönülden destekliyorsam, bu, Manisa milletvekili Türkiye’nin alışık olmadığı; daha doğrusu, "milli irade"nin en üst düzey sözcüleri tarafından dobra dobra açıklanmasına alışık olmadığı bir "demokratik manifesto" dile getirdiğindendir.
* * *
ÖYLE bir "manifesto" ki, rejimin hanidir oturmuşluğundan laikliğin yine hanidir yerleşmişliğine genel bir ufuk turu yapıp, aksini iddia edenlerin "vehim" bile değil "ayrıcalık" çağrıştırdığını saygın fakat tereddüde mahal bırakmayacak bir dille vurguladıktan sonra, "açık toplumlar"da geçerli olan evrensel mekanizmayı bir bütün olarak savundu.
Öyle bir "manifesto" ki, entelektüel düzeyi Habermas felsefesine uzanan bir "kamusal alan" tartışmasını başlatmaktan; MGK’daki "görünmez anayasa" (!) "kırmızı kitap"ın kabul edilemezliğini vurgulamaya dek, "sivil çoğulculuğu" tümüyle sahiplendi.
Dolayısıyla, "Meclis onuru"nu taçlandırmanın ötesinde, TBMM Başkanı’nın "23 Nisan Bildirgesi" geleceğimizi güvenceye almak açısından büyük önem arz ediyor.
Ve en başta hükümet, tüm "demokrasi güçleri"nin Arınç’a arka çıkması gerekiyor.
* * *
ÖYLE, çünkü son iki-üç yılın "dış dinamikler"i nedeniyle kısmen ricáda çekilmek zorunda kalmış olan "statüko güçleri" şimdilerde ciddi bir karşı taarruza geçtiler.
"Şemdinli süreci" diye adlandırılan "atılım"la da ülkemize şu an bunu yaşatıyorlar.
Aslına bakarsanız, "normal" olarak yukarıdaki ricádın artık "stratejik" bir kalıcılık kazandığını; taarruzun ise "taktik" bir geçicilik arz ettiğini varsaymak gerekirdi.
Bununla, AB virajı dönüldükten o "statüko güçleri" tarafından can havliyle yapılacak son atılımların para etmeyeceği ve demokrasimizin yara almayacağı hipotezini kastediyorum.
Ancak burası "nev-i şahsına münhasır" bir Türkiye ve hem "ayrıcalık zaptiyeleri" kolay kolay pes etmediğinden; hem de iktidar ciddi yanlışlara düştüğünden, kaygılar artıyor.
Söz konusu yanlışlar da birbirleriyle eklemleşmiş olarak iki ana yönde odaklanıyor.
* * *
BİR; o AB virajından sonra işi alargaya alan hükümet yukarıdaki "dış dinamikler"i dolu dolu ve sürekli biçimde kullanmak maharetini gösteremedi. İvmeyi kesintiye uğrattı.
İki; bu vahim handikapa ek olarak, anlamsız bir hırçınlıkla diğer "demokrasi güçleri" ne yabancılaştığı ölçüde de, "statüko"nun taarruzu önünde geriledi. Hızla mevzii yitirdi.
Háttá, Van Savcısı örneğinde yaşandığı gibi, "höt" karşısında işi teslimiyete vardırdı.
Başka bir deyişle, "yasama organı" başkanı tarafından dile getirilen "manifesto"nun en önce, söz konusu yasamanın uzantısı durumundaki "yürütme organı" için teorik amentü oluşturmasına rağmen, AKP, bunu pratiğe geçirecek zemini boş yere ayağından kaydırdı.
* * *
FAKAT artık kaymasın. Kaymamalı. "Statüko"ya taviz çizgisi geçildi, geçiliyor.
Ve maazallah, zemin kaybı böyle sürerse her hangibir iktidarın değil demokrasinin de ayağı "kaydırılabilir" ki, Arınç’ın "manifestosu"nu bu çerçeveye oturtmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
"BAHAR gelmeyecek mi?" Malûm, yukarıdaki soru Tevfik Fikret’e aittir.
Ve yine malûm, "Servet-i Fünûn" şairi buradaki sabırsızlığıyla meteorolojik bir kışın uzun sürmesini kastetmez.
33 yıllık II. Abdülhamid yönetiminin hálá bitmemiş olmasını çağrıştırır.
Hayır hayır, şimdi ben de zehir zemberek bir polemiğe soyunup, bazılarının "Ulu Hakan" diye göklere çıkarttığı; onlara düşman kardeş diğer bazılarının ise "Kızıl Despot" diye cehennemin dibine batırdığı ve bana göre ikisinin ortasında bir yerlerde değerlendirmek gereken Osmanlı hükûmdarını konu edinecek değilim.
Pazarın ve de baharın tadını kaçırmayacağım.
O bahar ki, şükür, işte geldi!
*
FAKAT tabii, şuraya buraya düşen cemreleri ve kapıdan baktırtıp kazma kürek yaktırtan martı saymayın, Kuzey Yarımküre’nin bizim enlem coğrafyalarımızda hemen her yıl olduğu gibi, bahar yine nisanla birlikte geldi.
Oysa, dilimize İbranice’den girmiş bu takvim ismini telaffuz edince işler epey çatallaşıveriyor.
Çünkü unutmayalım ki, klasikleşmiş bir deyim olduğu için zaten hem başkaları, hem de ben defalarca atıfta bulunduk, bu defa "Servet-i Fünûn" değil Anglo-Amerikan ekol şairi olan Thomas Stearns Eliot, nisanı "ayların en acımasızı" diye lánetler.
Eh, dümbelek karısının gözüne girmek hevesiyle işi Faşist Parti üyeliğine dek vardırdığı için o Eliot’u belki eleştirebiliriz ama, "Dört Dörtlü" başyapıtının yazarı aynı zamanda Doğu felsefesine de çok aşina olduğundan, demek ki bir bildiği vardı.
Zira, bırakın öyle Budizmi, Konfüçyanizmi, Taoizmi falan, biraz Amerikan "yitik kuşak"ına mensup olan şair, bir de bizim ata Şamanizmimizle Rus mistitizmini harmanlayan yarı meczup-yarı büyücü İvan Gürciyef’in rahle-i tedrisinden geçmişti.
Dolayısıyla, her ne kadar batıl itikatlarla yoğrulmuş bir insan sayılmasam bile yine de iyi saatte olsunlar, velev ki yazıya bahardan söz etmek için başlamış olayım, şu uğursuz ayın ismini ağzıma dahi almak istemiyorum.
Yani, bahtiyar ve tasasız çocukluğun "bugün 23 Nisan / neşe doluyor insan" manzumesini bile telaffuz etmeden, zaten bir hafta sonra bitecek olan otuz günlük dönemi defterden siliyorum.
Tamam da, o halde "bahar yazısı"na nasıl bir girizgáh yapabilirim?
*
BELKİ, "Bahçelere geldi bahar / Gel dedim, gelmedi yár" veya, "Bahar geldi, gül açıldı / Gönlüme neşe saçıldı" türünden kolay güftelerle başlayabilirim.
Ancak, burada da çok çok ciddi bir sorunla karşılaşıyorum.
Çünkü, alaturka musiki kültürüm zaten tekerlek bir sıfırsa, "nebatát" veya "botanik" kültürüm onu da haydi haydi aşar ve sıfıra sıfır, elde var sıfır derecesindeki bir cehalete ulaşır.
Asfalt ve egzoz kokusunu teneffüs etmekten sonsuz mutluluk duyan bir şehir çocuğu olduğumdan mıdır nedir bilemiyorum, pek pek harcıalemleri hariç, hayatımda hiçbir zaman ve hiçbir lisanda çiçekleri, ağaçları, sarmaşıkları birbirinden ayırt edemedim.
Daha ilkokul sınıfının tabiat bilgisi dersinde çınar yaprağıyla meşe yaprağını karıştırdığım için öğretmenden zılgıt yediğimi hatırlıyorum ki, işte yarım yüzyılı devirdim ve menekşeyle mimozayı karıştırmam hálá "vaka-i adiye" sayılır.
Oysa, zaten yukarıdaki şarkıların "bahçelere geldi" ve "gül açıldı" ifadeleri de daha ilk andan itibaren ortaya koyuyor, dünyanın her yanında olduğu gibi bizim ülkemizde de duyarlı insanlar baharı daima tabiatın yeniden doğuşuyla özdeşleştirmişlerdir. Özdeşleştirirler.
Fakat, dediğim gibi, işte bu, bende mafiş!
O halde demek ki, "gül açıldı" güftesini "manolyalar açarken" şarkısına çevirerek de bir "bahar yazısı" girizgáhı yapamam, zira o manolyayı ortancayla karıştırarak daha büyük bir pot kırabilirim ve her şey tamamen yüzüme gözüme bulaşmış olur.
*
BURADA belki çok haklı olarak, "Efendi, anladık şehir çocuğusun ama bak işte tevellüdün de ortaya çıktı. Pekiii, o tarihte senin şehrin yukarıdaki bahçelerle bezenmiş değil miydi? Daha beşikten itibaren, İstanbul’a baharın ancak erguvanların açmasıyla geldiğine dair sözlerle büyümedin mi?" diyeceksiniz.
Doğru! İtiraz etmiyorum ve de boynum kıldan ince!
Üstelik az bile söylediniz, bezenmiş olmanın da sonsuz ötesinde, o tarihte benim şehrim bir "bahçeler cenneti"ydi.
"Nebatát" veya "botanik"teki bütün cehaletime rağmen de tabii ki hatırlıyorum.
Hatırlamak ne kelime, her bahar, her bahar, her bahar yaşıyorum.
Ve, bin şükür, Tevfik Fikret’in o baharı işte artık iyiden iyiye geldiğine ve T.S. Eliot’un uğursuz nisanı da haftaya bitmiş olacağına göre, bir ihtimal, bunu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku