21 Haziran 2006
ASLINDA "kuş gribi" yokmuş!<br><br>Daha doğrusu, belki varmış ama öyle insana minsana sirayet etmezmiş. Her halükárda da, velev ki bulaşacağı varsayılsın, başta "Roche" firmasının ürettiği o ünlü "Tamiflu" marka ilaç, hiçbir anti-virüs reçete bu derde zerre kadar devá getiremezmiş.
Zaten yukarıdaki tüm yalanları da, haram kazanç peşinde koşan küresel ekonomi şirketleri, sırf dünya kamuoyunu manipüle ederek kutu kutu mal satmak için uyduruyormuş.
İspat mı istiyorsunuz?
* * *
EFENDİM, "kuş gribi" denilen herze Bush iktidarıyla birlikte ortaya çıkmadı mı?
İmdii, burada lûtfen dikkat buyurun, o "W" rumuzlunun "şahinler şahini" Savunma Bakanı Donald Rumsfeld Amerikan "Gilead Sciences" firmasının aksiyoneri değil mi?
Ve, söz konusu "Gilead Sciences" şirketi de "Tamiflu" formülünde mevcut molekülü İsviçre’nin "Roche" devine, pazar payından yüzde on almak kaydıyla satmadı mı?
O halde demek ki, Başkan ve "Şahin"i yeni "mister yüzde on"lar sıfatıyla ortalığı kasten vaveylaya vererek "iláç promosyonu" yapıyor, böylelikle de ceplerini dolduruyorlar.
Yandık demektir, çünkü katakulli ortaya çıktığına göre, önümüzdeki sonbaharla birlikte ölümcül hastalığa karşı yegáne çareyi lokman hekim iksirinde arayacağız.
Yahut, Yeni Camii güvercinlerine atılan darıyı "Tamiflu" hapı niyetine yutacağız.
* * *
ZATEN aslına bakarsanız da, yukarıdaki "gerçek"i (!) ifşa eden İspanyol "tıp" (!) dergisi "DSALUD" lokman hekim geleneğinin az biraz alafranga şeklini yaymaya çalışıyor.
Hani, "Hipokrat’a alternatif" diye piyasaya sürülen ve pozitif bilimselliği kocakarı ilácıyla değiş tokuş eden sözümona bir "tebábet sistemi" (!) var ya, onu kastediyorum.
Aklın ve mantığın yerine hayalciliği ve uydurmasyonculuğu koyan ortak tabiat gereği, bu "tıbbi alternatif" şu meşûm "felsefi postmodern zamanlar"la Siyam ikizi oluşturuyor.
Aslında bana ne ve her koyun kendi bacağından asılır. Apandisit ağrısı tutmuş ebleh hasta ameliyat masasından sapasağlam kalkmak varken şartlatan otu çiğneyerek öbür tarafa gitmeyi tercih ediyorsa, "enayiliğine doymasın" derim ve de tabii ki arkasından ağlamam.
Ancak, yukarıdaki türden "komplo teorileri" karşısında hıncımdan ağlayasım geliyor.
* * *
ÖYLE, zira nasıl bizim "dinci", "ulusalcı", "alter-küreselleşmeci" zevát kuş kendi kuş beyinleriyle komplo üretmeye kalkışıp Türkiye’deki "kuş gribi"ni ABD ve İsrail’in virüs "yollayarak" (!) yaydığını öne sürüyor, aslında İspanyol örnek de aynısına tekabül ediyor.
Ama tabii oradakinin zeká gradosu biraz daha yüksek, işi "sofistike" kılıfa sokuyor.
Oysa öz değişmez, çünkü, tüm ülkeleri kapsayan "Dünya Sağlık Teşkilátı" kapı gibi raporlarla ölüm olaylarını teker teker sıralamış ve bizzat "Roche" firması "Tamiflu"nun etki sınırını açıklamışken, sen kalk, Rumsfeld’in tahvil sahibi olduğu şirket o "Roche"ye lisans satmıştı diyerek, "grip bulaşmaz ve iláç pazarlamak yalan söyleniyor" diye maval uydur.
Ve tabii, bütün komplo teorilerinde olduğu gibi de, ABD’li bakanın aksiyon ortaklığı veya ilácın etki muğlaklığı türünden yarı gerçekleri kasten "yem" olarak at; ama satımın 1996’da vukû bulduğu ve Bush’un da 2001 Başkan seçildiğini yine kasten es geç!
Farazi bir "sonuç"tan yola çıkarak da, "sebeb"i ifşa ettiğine milleti inandırmaya kalk.
İşte buradaki en korkunç gerçeği; beni hınç ve hiddetten ağlatan cinneti de, böylesine hezeyanlara inanan "kuş-lar"ın dünyanın her yerinde muazzam sayıya ulaşması oluşturuyor.
Hayatı akılcılık ve mantıkçılık rotasından çıkartan şu sonsuz hazin "postmodern zamanlar"ın lánetli rahminden; üstelik de, kocakarı ebenin ve lokman hekimin "alternatif tıb"bından (!) doğmuş şu sonsuz hilkát garibesi komplo teorilerini yarın tekrar işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2006
YÜZDE yetmiş dört virgül küsûrat! Katalanlara İspanya bünyesinde bir de "millet" (!) kimliği tanıyan ve pazar günü gerçekleşen "genişletilmiş özerklik" referandumu aşağı yukarı bu skorla noktalandı.
İnkárı yok, yukarıdaki oran "evet"i savunanlar açısından büyük bir zafer oluşturuyor.
Dolayısıyla, Barcelona "başkentli" (!) bölge İberya devleti bütününde zaten hanidir mevcut olan "adem-i merkeziyetçi" mekanizmayı bile kendine az gördüğünden, savunma ve dış politika istisnaları hariç, bundan böyle haniyse Madrid’den bağımsız yaşayacak.
Háttá, evrensel ve merkezi Kastilya İspanyolcası, yapay şekilde ve hemen hemen yoktan varedilmiş olan "modern" (!) Katalanca yanında ikinci dil olarak dahi yasaklanacak.
Eh, ne diyeyim?
* * *
NE diyeyim ama, baháne uydurmak için kadı kızında kusur aramak ve ahaliden ancak yarısının sandık başına gittiğini söylemek, en kabadayısı bir züğürt tesellisi olabilir.
Varsayalım ki "evet" oranı biraz daha aşağı inmişti, "öz" hiçbir şekilde değişmez.
Üstelik, pazar günkü halkoylaması tamamen demokratik bir ortamda gerçekleşti.
Bizim "Netekim Paşa"mızın 1982 Anayasası referandumunda yaptığı gibi, "hayır"ın "h"sını dudaklarına getirecek olanın ağzına zehir zakkum Endülüs biberi sürmediler.
Dolayısıyla, mızıkçılık etmeden nesnel olguyu saptamak gerekiyor.
* * *
BUNU saptarken, ne Ernest Renan’ın "millet" tanımından yola çıkarak Katalonya’daki yeni "ulus" kavramına değineceğim; ne de "şimdi sırada Bask Bölgesi, Galiçya ve Endülüs var ki, yakında İspanya’nın ruhuna fatiha okuyacağız" diyeceğim.
Sadece şunu söyleyeceğim:
İstediği kadar mantık ötesine ve tarih öncesine uzansın, demek ki "kávmiyet"; háttá "kabile" ve "klan" dürtüleri insan ruhunda olağanüstü bir yer tutuyor.
Düşünün ki, şu 21. yüzyıl başının "postmodern zamanları"nda dahi "içgüdüsel refleksler" hálá bir "siyaset ideolojisi"ne dönüşebiliyor.
Ve işte hazret kalkıyor, zırvayı hem dünün "modern zamanları"ndaki İspanya "ulus devleti"nin etrafında oluştuğu; hem kendi ahalisinin yarısının ana lisan olarak konuştuğu; hem de o ahalinin yüzde doksan dokuzunun anladığı dili yasaklamak cinnetine vardırıyor.
Üstelik de bunu dünyanın en ücra ve en fukara bir dağında değil, Avrupa uygarlığının Akdeniz kıyısında ve Karun zenginliğin kasiyer makamında yapıyor.
Peki, bu, yine o "modern zamanlar"daki türden bir milliyetçilik mi olmuş oluyor?
* * *
KISMEN evet, çünkü 19. asır milliyetçiliğin de belirli bir "kávmi dürtü" temelinde ve "öteki"ni dışlamak; en azından onu "hazmetmek" ekseninde hayat bulduğu doğrudur.
Ancaak, "makro"su veya "mikro"su; "fakir"i yahut "zengin"i; "ezilmiş"i ya da "şımarık"ıyla, şimdinin "postmodern" milliyetçilikleri dünkünü haniyse mumla aratıyorlar!
Zira, adı üzerinde "modern", yanlışlara ve günáhlara rağmen geçmişteki milliyetçilik "rasyonel mantık" ve "akılcılık" üzerinde yükselmişti. Hümanist boyut içeriyordu.
Zaten "hazmetmek" fiiliyle "öteki"ni "ben"de "eşitleşmek" azmini kastediyorum.
Nitekim, kendini milliyetçi diye tanımlamış olsa bile Nazizm aslında modernite düşmanı bir "anti-rasyonalizm" geleneğinin uzantısıdır. Akılla ve insanla işi gücü yoktur.
"Öteki"ni "ben" kılmak tasası falan da yoktur, çünkü "öteki"nin varlık hakkı yoktur.
İşte korkarım, bugünün şu meşûm "postmodern zamanlar"ı aynı "anti-mantıkçı" ve aynı "anti-insaniyetçi" rotayı izleyerek aynı tür bir "yeni milliyetçilik" üretiyor ki, Allah her yerde sonumuzu hayır ve Katalonya’da da, Cervantes İspanyolcasını tekrar serbest eyleye!
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2006
MÜLKİYET budalası değilim! İki mutlak istisna hariç de, hiçbir zaman olmadım. Olamadım.
Yani demek istiyorum ki, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri, nesneleri, objeleri, şeyleri salamuraya yatırıp turşu kavanozunun ve tabut kutusunun içinde öteki tarafa götüremeyeceğime göre, bunlara ihtirasla bağlanmak içgüdüsünden daima uzak durmaya çalıştım.
Birisi sırtımdaki ceketi şöyle bir beğenecek olsa, eğer mutlaka ihtiyacım yoksa, zerre tereddüde düşmeden hemen oracıkta çıkartır ve helál-i hak olsun derim.
İyi bir şey mi? Övünülecek yanı mı var? "Cömertlik" (!) göstergesi mi?
Hayır, hayır, hayır!
*
HAYIR, çünkü tabii ki biliyorum; tabii ki farkındayım ve tabii ki hissediyorum, "burjuvalılık" denilen o "oturaklı", o "köklü", o "süzülgenli" hal ve oluş tarzı çok büyük ölçüde de, şeylerin mülkiyetini edinmeyi bir "ter-bi-ye"ye dönüştürmüş olmaktan geçer.
Kentsoylular, damarda aktığı varsayılan "kan"dan dolayı değil, "kent" kelimesinin bir bütün olarak kapsadığı "nesneler evreni" sayesinde "soylu" olur ve olabilir.
İşte, hálá açıklamadığım o iki kesin istisna hariç, yukarıdaki hayati terbiye bende yok!
Nasiplenmemişim. Veya, teğet geçmişim. Yahut, yalap şalap dokunmuşum.
*
AYRIYETEN, sanmayın ki bahane uydurmak için binbir dereden su getireceğim.
Yani, "cinnet yılları"nda kuş ve kaz beynime huniyle akıttığım "mülkiyet hırsızlıktır" ideolojiyle şartlandığımı; daha sonra da, bilinçaltımın bunun etkisinden sıyrılamadığımı iddia edecek değilim.
Minareye kılıf uydurmak olur ve yalan söylemiş sayılırım.
O kadarcığını aştım ve etki belki hálá vardır ama, son tahlilde devede kulak kalır.
Dolayısıyla, "mülkiyet yoksunu terbiyesizlik"im, özünde şuradan kaynaklanıyor;
İstediğim kadar yedi göbek İstanbul çocuğu olayım, gökten zembille inmedim ve en nihayetinde ben de, on yılda bir mobilya "yenileme"nin (!) zenginlik; ahşap konaktan beton daireye geçmenin ise "modernlik" (!) addedildiği bir toplumsal kültürün aidiyetini taşıyorum.
Onunla doğdum, büyüdüm, yetiştim, harmanlandım, yıkandım. Kıstaslarını edindim.
Ve tabii ki bunun sonu, hücrelerimde hálá göçebe çadır kıllarından örülmüş kromozom formülleri bulunduğu gerçeğine uzanıyor ama, konuma girmediğinden ötesine gitmeyeceğim.
O halde noktayı şöyle koyalım, mülkiyet duygusu yoksunluğum ne bir erdem, ne bir cömertlik, ne bir kalenderlik addedilebilir ve de asla "övünülecek" (!) yanı yoktur.
Allah’tan, yazının başından beri değindiğim o iki istisnayla biraz paçayı kurtarıyorum.
Bir; kitaplarım! Veya, kütüphanem!
İki; plaklarım! Yahut, diskoteğim!
Belki bunlara, gözüm gibi titrediğim ahşap yazıhanemi; birkaç karakalem deseni; "hatırası" (!) olan tek tük eski bibloyu; ne bileyim ben, frapan çizgili bir kravatı ya da kapağı paslı bir çakmağı ekleyebilirsiniz ama, yine de hiçbiri "vazgeçemeyeceğim" şeyler değil!
Kitaplarımın ve plaklarımın yanında esamesi dahi okunmaz.
*
EVET evet, çanak, çömlek, kanape, koltuk, masa, sehpa türü "dünya gailesi" her bir şeyi zaten geçtim, yukarıdaki sözünü ettiğim o nispeten "kayda değer" (!) birkaç ıvır zıvır dahi kütüphanemin ve diskoteğimin yanında öylesine değersiz ve öylesine önemsiz kalır ki!
Nitekim, ara sıra tongaya basıp ortak mekán paylaştığım kadınlardan her ayrılışımda, diş fırçamı bile "aman başımın gözümün sadakası olsun" diye bırakıp, tığ teber, şah-ı merdán, oraları alelacele terketmekte hiç mi hiç zorlanmadım.
Ancaaak, iş kütüphane rafına ve pikap diskoteğine gelince, o rafları ve o pikapları bir süre ortak kullandığımız hanımefendiler, işte lütfen burada duralım.
"Benimdi" katakullisi karşısında küláhlar hemen değişiverir ki, o "muhnis" (!) ve o "cömert" (!) adam anında, en kavgacı ve en hasis insana dönüşüverir.
Mecazi anlamda söylüyorum, bu konuda "son mermiye kadar dövüştüğüm" oldu.
Çünkü, "mülkiyet duygusu" ne kelimeymiş, kitaplarım ve plaklarım için daima sonsuz ve onulmaz bir "mülkiyet hırsı"yla titredim, titriyorum ve titreyeceğim.
Zaten de, imkánı olsa, TIR konteyneri büyüklüğündeki devása bir tabutun içinde ve onlarla beraber cümbür cemaat gömülmeyi ne kadar delicesine isterdim.
*
"BİBLİYOFİL" denilen cinsten, benim gibi "kütüphane manyakları" (!) dışındaki kimselerin pek anlayamayacağı; zaten de, "manyak" olmadıkları için anlayamamalarının son derece mazur ve makul karşılanacağı bu "kitap mülkiyeti hırsı"na bugün değinmeyeceğim.
Aslında tabii ki iki pazardır anlattığım konuya dönmek, yani büyük oğlumun internet ve bilgisayar aracılığıyla "i-Pod" kulaklıklarından müzik dinlemesiyle; benim geçmişte "iláhe şarkıcı"mın kırk beş devirli plağını edinebilmek için nasıl çırpınmış olduğum arasında karşılaştırma yapıp, oradan da bu ikinci "mülkiyet hırsı"nın nedenine gelmek istiyordum.
Lákin, işte láf láfı aştı ve de satır hacmim doldu.
Mazur görün, gerisini önümüzdeki haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
HEVESKÁRLIK edip, sorumsuzluğu sevgili Uğur Cebeci’nin "mesûl kaptan" koltuğuna oturmak raddesine vardırmayacağım. Maazallah, balıklama çakılıveririz. Ama yine de bugün onun "Kokpit"inde "çömez pilot" adayı olmayı istiyorum.
Çünkü, bu hafta havacılık sektörü açısından son derece "türbülanslı" geçti.
Şöyle böyle değil, "AIRBUS"un ana firması durumundaki "EADS" tek bir borsa seansında tam yüzde 26 oranında "irtifa kaybetti". 60 milyar avro bir anda "uçuverdi".
Uçak o sıra gerçekten göklerde olsaydı, böylesine bir "düşüş" her halde, kemer bağlamamış kabin yolcularının en azından ciddi yara bere almasına yol açardı.
***
ÖNCE, hemen hemen sıfırdan yola çıkan ve kaçın kurrası Amerikan "BOEING"i karşısında çok ciddi başarılar kazandığı için haklı olarak "Avrupa’nın medár-ı iftiharı" addedilen Fransız? Alman eksenli firma eğer çarşamba günü aniden "hava boşluğu"na daldıysa, bunun nedenini "meteorolojik şartlar" oluşturmuyor.
Zira, o meteorolojinin ultra hassas radarı türbülans tehlikesini hanidir gösteriyordu ama, ekranı umursamayan kokpit ekibi lisans iptalini zorunlu kılan bir "pilotaj hatası" yaptı.
Yani, "EADS" patronajının da bulaştığı Paris siyaset skandalları bir yana, Avrupa ölçeğindeki bu büyük "havaiyat deprem"i çok vahim bir stratejik ufuksuzluktan kaynaklandı.
***
ÇÜNKÜ, tamam ve ne álá, "AİRBUS" dünyanın en dev sivil uçağı olan pırıl pırıl bir "A-380" uçurmakla çok büyük bir teknolojik başarı kazandı ama, iş bununla bitmiyor ki!
Háttá, acaba o "iş"e girişmek gerekiyor muydu? Buna luzûm ve ihtiyaç var mıydı?
Zira, muazzam yatırımı rantabilize etmek için gerekli olan siparişler "havalanmıyor".
Şaka değil, tek bir tanesinin fiyatı 250 milyon dolarcık ki, Karun bile iki defa düşünür.
Hambourg? Toulouse merkezli kurum istediği kadar iskonto yapsın, potansiyel alıcı durumundaki havayolu şirketleri "acaba doldurabilir miyim" diye tereddütlere düşüyor.
O halde, en azından şimdilik şunu söyleyebiliriz ki, Amerikalı rakip "BOEING"in "pazar daha az kapasiteli ve daha çok tasarruflu aparat bekliyor" öngörüsü doğruymuş.
"AIRBUS"un buna cevap olarak yetiştirdiği, "köhne ’B-747’lerini ilelebet satmak için bizi katakulliye getirip hedef şaşırtmak istiyor" tezi ise gerçekle bağdaşmıyormuş.
***
ARTI, aynı "BOEING"in biraz bocaladıktan sonra aynı öngörü doğrultusunda kızağa koyduğu "B-787"ler henüz deney pistine dahi çıkmadı ama, daha planş üzerinde yok satıyor.
Bu yeni uçak anında "piyasa"nın nabzını tuttu ve haniyse şimdiden kendini amorti etti.
Fakat, "AIRBUS" ona alternatif olarak geliştirmek istediği ve aşağı yukarı aynı familyaya mensup "A-350"lerde ha bre proje değiştirdi ve değiştiriyor.
"Müşteri öyle istiyor" bahanesi arkasına saklanıyorsa da, aslında müşteri kaçırıyor.
Daha artı, rantı en yüksek kategoriye giren uçaklarda, çift motorlu Amerikan "B-777"leri dört reaktörlü Avrupa "A-340"larından daha az yakıt tükettiği ve akaryakıt fiyatları da durmadan arttığı için, havayolu firmalarının birincisine olan rağbeti giderek artıyor.
Yaşlı Kıta firmasının, yine getirisi çok yüksek kargo olan ve askeri ikmal taşıtlarında ise meydanı hemen hemen tümüyle Pasifik kıyısı şirketine bıraktığına ise hiç girmeyelim.
***
İŞTE, tüm bunlara ek olarak "AIRBUS" çarşamba günü bir de teknik nedenlerden ötürü mevcut "A-380" siparişlerinin üçüncü bir kez daha gecikeceğini açıklamaz mı!
Eh, borsacılar da kokpitinde oturdukları taşıtın cüsseli bir yolcu uçağın değil akrobatik bir savaş jeti olduğu kanaátine kapılıp, tahvil tahtasının burnunu aniden pikeye daldırıverdiler.
Aman kaptan çek levyeyi, o uçak "b-i-z-i-m" ortak Avrupa’mızdan kokartlıdır!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2006
BİR dizi gazeteciyle birlikte, Lüksemburg’daki son AB Konseyi sırasında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e refakat etmiş olan Cengiz Çandar dün şu saptamayı dile getirdi. "Türkiye bunu becerebildiği, yani demokrasi yolunda ciddi mesafeler alabildiği; Kemal Kerinçsiz’leri gündeminden düşürebildiği oranda AB’deki karşıtlarını da silahsızlandıracak ve Kıbrıs sorununa ilişkin manevra alanını genişletecek. Bu idrak, Lüksemburg yoluna düşen herkesin ortak algılaması oldu".
* * *
İNSANLIK háli belki bilmeyenler çıkabilir, önce şu hatırlatmayı eklemek istiyorum.
Çandar yukarıdaki "Kerinçsiz’ler gündemi" metaforuyla, hani Beyoğlu’nda 6-7 Eylül sergisi basan veya adliyede Perihan Mağden’e "cáriye" diye küfreden; yahut, Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak hakkında "suç" (!) duyurusunda bulunan malûm kesim var ya, işte onun "gündem"ini kastediyor ki, yine malûm, bunlar "ulusalcı" cihette addediliyor.
Neyse, bu çok "vatanperveráne" (!) ve çok "cansiperáne" (!) faaliyetler arasında mutlaka unuttuklarım olduğu için yüksek affınıza sığınıyorum ve tekrar başa dönüyorum.
* * *
AKLIN yolu bir, farklı siyasi görüşlerine rağmen Lüksemburg’a giden tüm gazeteciler dünkü yazılarında Cengiz Çandar’ın vurguladığı o ortak "i-d-r-a-k"te birleşiyorlardı.
Yani, AB sürecindeki en temel ve en belirleyici unsur "de-mok-ra-tik-leş-me"dir!
Kıbrıs öz itibariyle bir "detay", bir "aksesuvar", bir "virgül"dür !
Daha doğrusu, sorunun Ankara’ya hasım başkentler tarafından "bahane" edilmesi baş ağrısı yaratır ama, o demokratikleşme fiilen gerçekleştiği ölçüde, eninde sonunda atlatılır.
Zaten aslına bakarsanız da, Büyük Dükalık’taki Konsey sırasında Topluluk ülkelerinin Güney Lefkoşa’yı "yeter" diye susturması bunun minik ve somut bir örneğini oluşturdu. Fakat emsál ilelebet tekrarlanmayacak. Bu, sonuncusu; veya sondan bir önceki oldu.
Nitekim, AB’nin "kaş çatması" ve Gül’ün "tasalı çehre" sergilemesi, her iki tarafın da artık söz konusu emsállerin nihayetine varıldığını "idrak etmesinden" kaynaklandı.
* * *
ÇÜNKÜ, alt tarafı dam üstünde saksağan ve derya suyunda karides, o "Kerinçsiz’ler gündemi" eğer yetmiş milyon insanın da gündem ve kaderini belirleyebiliyorsa, gerisi náfile!
Yani, "vicdáni ret" hakkını ilke olarak sahiplenen bir Perihan Mağden hakkında hálá dava açılabiliyorsa; yahut, Diaspora Ermenilerinin "hain" ilán ettiği bir Hrant Dink öz be öz kendi vatanında hálá "hıyanet"le suçlanabiliyorsa, Brüksel ve Lüksemburg neylesin?
En, en önemlisi de, hukuk ve yargı aynı "Kerinçsiz’ler sistemi"yle bütünleşip yukarıdaki "dava"ları (!) ciddi ciddi işleme koyabiliyorsa, insaf, artık "mevlám neylesin"?
* * *
OYSA, eğer söz konusu hukuk ve yargı gerçekten demokrasi kriterleriyle uyum sağlamış olsaydı, egzantrik "Kerinçsiz’ler" şüphesiz "etrak-ı bi-idrak" algılamasızlıklarını ifade özgürlüğü çerçevesinde yine sergileyebilirlerdi ama, asla ve asla çizmeyi aşamazlardı.
Yani, fi kázá savcı kapısına gidip Pamuk, Dink, Mağden veya Şafak hakkında "suç" (!) duyurusunda bulunduklarında, müstehsi tebessümle "hadi, işine" diye baştan savılırlardı.
Hele hele, şu an fütursuzca tekrarladıkları gibi, haddini bilmezlikte son sınırı aşıp işi onlara karşı sözlü veya fiili saldırıya vardıkları takdirde, adalet tepelerine biniverirdi.
Dolayısıyla da, herhangi bir AB başkenti böylesine demokratik bir Türkiye’ye karşı "Kıbrıs tatavası" çıkartmaya kalkıştığında, en önce diğerleri yine onun tepesine biniverirdi.
Ve, aynı Türkiye’ye bağlanmış ümitlerin yüzü suyu hürmetine belki son; belki sondan bir önceki defa Lüksemburg’da GKRY’nin tepesine yine bindiler ama, artık "idrak" edelim ki, kullandığımız o "etrak-ı bi-idrak"; o "algılama fukarası" takvim pazartesi gecesi bitti.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2006
MUTLAKA arkasında İsrail parmağı vardır! Mutlaka Siyonist ajanlar düzenlemiştir! Bununla, "Hamas"a muhalif "El Fetih" militanlarının önceki gün Ramallah’ta hem Filistin Parlemantosu’nu, hem de başbakanlık makamını kundaklamasını kastediyorum.
Eh, Gazze’de başlayan iç arbede şimdi Batı Şeria’ya da sıçrarsa, kimin işine yarar?
Tabii ki, Davudi yıldızlı Yahudi Devleti’nin!
O halde, zaten sicili malûm İsrail yine "böl - yönet" taktiğini uygulamaktadır.
Nitekim, aynı İsrail Başbakanı Ehud Olmert aynı gün "amacımız Filistinlilerle masaya oturmak" láfını telaffuz etti ama, hemen ardından da şu baklayı ağzından çıkarttı.
"Fakat muhatap bulamazsak kendi planımızı uygulamayı sürdüreceğiz".
* * *
OLMERT zahir şaka yapıyor, çünkü "vallah-ül ázim, şiddetten caymam. Dönenin Kalaşnikov’u kırılsın" yeminini tazeleyen "Hamas" bir tarafa; Filistin Otoritesi Başkanı Abbas da zıt yöne çektiğine göre, ortada "muhatap" ve "otorite"nin olmadığı göz çıkartıyor.
Kaçın kurrası İsrail devleti ve Başbakan’ı da kör değiller ya, bunu derhal saptıyorlar.
Dolayısıyla, bir yandan "muhatap arıyoruz" aldatmacasıyla suret-i haktan gözükmek istiyorlar; öte yandan da, Filistinlileri birbirlerine karşı kışkırtarak iç savaş fışfıklıyorlar.
Ah ah, "korkunç" (!), "dehşet"(!) ve "müthiş"! Siyonizm bu, her şey beklenir.
Kuşku mu var canım, 11 Eylül’ü sinsice planlayıp Müslümanlara karşı "Haçlı Seferi" (!) başlatmış ve Lübnan lideri Hariri’yi gizlice öldürüp, suikastı Suriye’nin üzerine yıkmıştı.
Batı Şeria’da parlamento kundaklatmak gibi çocuk oyuncağı bir işin láfı mı olurmuş.
* * *
NASIL, "komplo teori"mi beğendiniz mi? Mantık silsilem dört dörtlük, değil mi?
Bir de benden şah ve mat, yukarıdaki 11 Eylül ve Hariri vukuatlarına ilişkin olarak "dinci", "ulusalcı" ve "anti-küreselleşmeci" cingöz kalem erbabımız böylesine "komplo teorileri"nden binini bir paraya döktürmüştü ya, işte bu defa náçiz kulunuz erken davrandı.
Dün bir, bugün iki, Filistin olayı tazeyken ve o zevát "kumpas"ı henüz keşfetmemiş; yahut satır döktürmeye vakit bulamamışken, bendeniz "geri plan"ı burada açıklamış oldum.
Ama şaka bir yana, tabii ki ahmaklık sırıtıyor ama farzedelim ki öyledir, ne değişir?
* * *
EVET ne değişir, çünkü hiçbir olay yalnız "sebep - sonuç" ilişkisiyle açıklanmaz.
Söz konusu unsur, açıklamalar için kullanılan yöntemlerden sadece "b-i-r" tanesidir.
Hayal meselesi, "son"dan başlayıp binbir "baş" icád etmek kadar basit bir şey yoktur ki, bu soyut metoda bir de cehalet ve kompleks eklenirse, buyrun "komplo teorileri"ne!
Ve, Filistin’de şer çiçekleri açan bir iç savaşın kısa vadede İsrail’e yarayacağı sonucu doğru olabilir ama, bunu aynı İsrail’in "körüklediği" tartışması bir yana, temel gerçek şudur:
* * *
HİÇBİR gizli servis insanların "mantık" boyutunu "kit-le-sel"olarak yönlendiremez.
Hadi beş, on, yüz, anladık diyelim ama, manipülasyon bir raddeden sonra işlemez.
Parlamento yakan kalabalıklar arasından nihayet bir Allah’ın kulu çıkıp "durun, kime yarıyor" dediğinde, benzeri olaylar ikinci, yirminci, bininci defa tekerrüz etmez.
Zaten aslına bakarsanız da, ne ajanı, ne provokatörü, rasyonel bilinç insanlarını kişisel veya kitlesel olarak uzun süre provokasyona getirebilir. Mantık ve sağduyu galebe çalar.
Oysa, "dinci"si, "ulusalcı"sı ve "antici"siyle bizde ve Filistin’de hep gaza gelenler; o bilinci ıskaladıkları için de daha çok gelecek olanlar; sonsuz çetrefil hayatı káh "Siyonist"; káh "Şeriatçı"; káh da "emperyalist" parmak keşfeden "komplo teorileri"yle açıklarlar.
Buradan itibaren de, eğer varsa, "mazlûmiyet" (!) artık bir sonuç değildir. Olamaz.
Aksine, tek değilse bile, o mazlûmiyete çanak tutan en temel "sebep"lerden birisidir!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2006
KAZABLANKA, Moskova, Yalta, Potsdam falan, 2. Savaş sırasındaki değişik müttefik konferanslar boyunca en çok tartışılan sorulardan birisini şu nokta oluşturmuştu: "Hitler’in canına okuduktan sonra Almanya’yı ne yapacağız?"
Aslında herkes artık bir Cermen devletinin kalmaması konusunda hemfikirdi ama, kısmi görüş ayrılıkları bunun uygulanış tarzında ortaya çıkıyordu.
Çünkü, arbedede en korkunç yaraları almış olan SSCB ve Fransa, ABD ve İngiltere’ye oranla çok daha sert ve çok daha uzlaşmaz bir tutum sergilemekteydiler.
Ganimet derdindeki Stalin’i geçelim, de Gaulle sayesinde "Dört Muzafferler" kervanına son anda katılabilmiş olan o Fransa, batıda Ren, doğuda ise Oder nehirleri arasında kalacak bir Töton áleminin sanayiden tamamen arındırılması fikrini dahi yeterli görmüyordu.
Haniyse Bavyera öküzü ve Saksonya sabanı, ilelebet bölük pörçük yaşamaya mahkûm edilecek Alman milletinin "otarşik" bir "tarım toplumu"na dönüştürülmesini istiyordu.
Başka bir deyişle, Paris "şahinlerin de en şahini" tutum takınıyordu.
* * *
EH, gerçekten de kuyruk acısı var ve dolayısıyla o Fransa’yı biraz anlamak gerekir.
Zira, 1870 Bismarck Prusya’sı bir; 1914 Wilhelm Almanya’sı iki; 1940 Hitler Reich’ı da üç, sırf son yetmiş yıl içinde ülke defalarca "barbar" (!) istila ve talanına uğramıştır.
Artık işi sağlama bağlamak ve kolektif hafızadaki "Cermen umacı"yı silmek istiyor.
İşte bu yüzden, koca burunlu Fransız general komünizmden günáhı kadar hazzetmese bile, Anglo-Sakson "müsamahakárlık"ı (!) bertaraf edebilmek için, bir o kadar koca bıyıklı Gürcü zalimle aynı tutumu benimsedi ve "anti - Alman" tavrın şampiyonluğunu yaptı.
* * *
İMDİİ, kim derdi ki, tüm bunlardan topu topu beş yıl sonra; yani Paris Dışişleri Bakanı Maurice Schumann’ın ünlü 9 Mayıs 1950 konuşmasıyla birlikte, aynı Fransa ve aynı Almanya Avrupa’nın "ana ekseni"ni oluşturacak olan dev dostluğun temelini atacaklardır?
Kim hayal edebilirdi ki, az buz değil, kısacık bir sürede milyonlarca ölümlük savaşlara girişmiş bu iki düşman ülke bugün de o Avrupa’nın atardamarı olmak işlevini sürdürecekler?
Kim öngörebilirdi ki, onlar AB’yi yoktan var edecek ve çift milliyetli ortak ordudan çift lisanlı ortak televizyona, yine onlar Yaşlı Kıta’nın "devri daim moturu"nu döndürecek?
Herhalde, kırklı yıllar ortasında böyle bir "müneccimbaşılık" (!) yapmaya kalkışan çıksaydı ya "deli" diye tımarhaneye tıkarlardı; ya da "vatan haini" (!) damgasını vururlardı.
* * *
ŞUNU demek istiyorum ki, modern tarihin Türk-Yunan "uyuşmazlık"ı (!) aslında, yukarıdaki Alman-Fransız düşmanlığının yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Ne mutlu ki, Mora’dan Kıbrıs’a ve Balkan harplerinden Milli Mücade’ye, bizim yaşadığımız husûmetler boyut, acı ve sonuç Cermen-Frank cebelleşmesiyle kıyaslanamaz.
1921 Sakarya muharebesi 1916 Verdun siperlerinin yanında çocuk oyuncağı kalır.
1919 Anadolu’sundaki işgal ise 1940 Fransa’sındaki işgalin yanında "gezinti" olabilir.
"Kahbe palikarya" veya "katil Türk" deyimlerinin karşılıklı olarak bizim kolektif hafızalarımızda tuttuğu yer, Alman ve Fransız hafızalarına oranla devede kulaktır.
Üstelik, 1930 Dostluk Antlaşması; 1934 Balkan Paktı; 1943 "işgal yardımı"; Ankara ve Atina yara sarmak gişiminde Berlin ve Paris’ten çok daha çabuk ve akılcı davranmışlardır.
Bunlara bir de, Bizans ve Osmanlı’dan miras etno-emperyal yerleşim sosyolojisini ve "kalimera komşu", Cermen ve Latinler arasında olmayan o insancıl "laubalilik"i ekleyin.
Dolayısıyla, Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani’nin haftasonu İstanbul’dan yaptığı "Alman-Fransız örneğini tekrarlayalım" çağrısı aslında az biraz eksik kalıyor.
Çünkü, biz dost ve kardeş Türk ve Helen halkları; onlara zaten "B-İ-Z" emsáliz!
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2006
POSTACI, damgalı zarf imzalattı ki "Nüfus kağıdınızı alın ve gümrüğe gelin" diyor. Hem çok sevindim, hem de çok korktum.
Sevindim, zira o gelen şeyin geçen pazar bahsettiğim ve Türkiye’de nûmunesini dahi bulamadığım o "gençlik iláhe"m Françoise Hardy’nin plağı olduğunu derhal anladım.
Biraz lisan ilerletmek için Fransa’da mektuplaştığım bir kız vardı ve ben de ona birkaç hediye yolladıktan sonra, nihayet yüzümü kızartıp söz konusu plağı istemiştim.
Demek ki göndermiş ve mutluluktan uçuyorum.
Artık şarkıyı işitebilmek için, belki çalar mı diye, İstanbul İl Radyosu’nun akşam sekizi çeyrek geçe başlayan programını sabırsızlıkla beklemek zorunda kalmayacağım.
Radyoyu ısıt, pikaba yerleştir, kolu tıklat ve "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleler / Ama bunlar bende ne gezerler / Sevenim mi var, bana yalnız hüzünler" diyen melankolilerin içinde hayallere dal...
*
FAKAT aynı zamanda da çok korkuyorum, zira bütün kuşağım çocukları gibi, "gümrük" kelimesini sadece duymak dahi beni irkiltiyor. Sözcük hiç mi hiç tekin değil!
Zaten genelde her türlü devlet dairesinden uzak durmak kültürüyle yoğrulmuşum, işin içine bir de "ecnebi memleketle irtibat" (!) girdi miydi, 15-16 yaşın masûmiyetine kim aldırırmış, belki de "casus soruşturması"na (!) uğrayacağım.
Neyse, ebeveynlerim "Madem şarkıcı budalasısın, başının çaresine kendin bak" deyince, henüz kömür karneleri mührü vurulmamış olan nüfus cüzdanımı cebime koydum. Karaköy İskelesi, yolcu salonu ve ardiyalar falan, Tophane gümrüğüne vardım.
*
MÜRACAAT, kapıcı, odacı, sorgu falan, küçük kolilerin gişelerden çekildiği yere vardım ve memura elimdeki ihbarnameyle birlikte hüviyet kartımı gösterdim.
Çok daha sonraları bana nedense Franz Kafka’nın değil de Fernando Pessoa’nın kurgu şahsiyetlerini hatırlatan ve tıpkı romanlardaki ve filmlerdeki memur tasvirleri gibi pantolon askıları olan hımhım bir adam nüfus kağıdımı aldı. Uzun uzun evirip çevirdikten sonra da, ihbarnameyle birlikte arkalara kayboldu.
Gitti gelmez, gitti gelmez...
Neyse, daha uzaktan yine "ecnebi" kokan büyükçe bir zarfla tekrar gişeye arz-ı endám eyledi ki, benim kalbim pıt pıt atarken, yavaş yavaş, ağır ağır, alarga alarga açmaya başladı.
Ve işte "iláhem"in fotoğrafını gördüm, Françoise Hardy’nin plağı gelmiştir.
*
ADAM yine tek kelime söylemeden plağı kabından çıkarttı. Bu defa ikisini de incelemeye aldı. Hani mikroskop olsa, belki kartonu da, mikayı da merceğin altına yatıracak.
Sonra, damdan düşer gibi, "Senin baban ne iş yapıyor" dedi. Hoppala ve de öp o babanın elini! Yahu, pederimin mesleğiyle, "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleler" melankolisi arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Fakat aman bir terslik çıkmasın, "Biraz ötede matbaacılık yapıyor" cevabını verdim.
Allah bilir şimdi de, "çağır, o gelsin" diyecek.
*
AMA hayır, öyle demedi. Babamın mesleğine de ikinci bir atıfta bulunmadı. Hımhımlığından beklenmeyecek derecede sert bir ifadeyle, "Bunun yalnız kapağını veririm" diye kelám buyurdu. Sonra da, "Müsaadesiz plak ithali yasak" cümlesini ekledi.
Şimdi gel de, oracıkta hüngür hüngür ağlama!
İnsaf be adam, alt tarafı 15 santimetre çapında ve topu topu altı dakika mühletinde bir plastik parçası ki, benim gibi bir delisini bulamazsan, satmaya kalkışsan da müşteri çıkmaz.
Günahına girmek istemek, "kanun" (!) öyle olduğu için mi; yoksa babamın mesleğini sormasıyla irtibat kurduğum takdirde, rüşvet istediği için mi böyle davrandığını bilemiyorum.
Kaldı ki, istediğini çağrıştırmış olsa dahi ne değişecek ki? Bir; zaten cebimdeki harçlık onun koltuk meyhanesinde tek kadeh atmasına yetmez. Ve bilhassa iki, Karun çocuğu olsam ve o cebimde dizi dizi banknotlar istifli dursa, kafamı kıtır kıtır kesseler, rüşvetin "r"sini dahi teklif etme cesaretini gösteremem.
*
İŞTE birkaç kağıt imzalattı ve şimdi elimde sadece güzelim Françoise Hardy’nin güzelim fotoğraflı plak kapağı; plağın bizzat kendisi ise gümrük deposunda, kös kös döndüm.
Ardiyalar, yolcu salonu ve iskele, gerisin geri yürürken gel de, şarkının "Bana yalnız hüzünler" nakaratını bu defa ergenlik aşklarının romantikalarında değil; müzik dinlemeyi bile "gümrük ithalatnamesi"ne bağlayan bir ceberrutluğa öfkenin hırsıyla mırıldanma.
*
YIL 1966 veya 1967 olmalıydı.
Şimdi yıl 2006 ki, büyük oğlum internete giriyor ve anında, bilgisayar aracılığıyla kaydettiği her türlü müziği "I-pod" kulaklarının yalnızlığında dinliyor. Ve, görünürdeki "ultra kolaylık"a rağmen aslında bu da bambaşka türden ve bu da çok vahim bir "h-ü-z-ü-n" ki, nedenini gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku