11 Temmuz 2006
ON yedi yaşında bir Leh Yahudisi olan Herschel Grynzpan 7 Kasım 1938 akşamı, Paris’teki Nazi elçiliğinde ikinci kátip Gustav Von Rath’ı tabancayla öldürdü. Gerekçesini de, Almanya’da mezálime uğramış ailesinin öcünü almakla açıkladı.
Gerisi yakın tarihe "kristal gecesi" olarak geçmiştir.
* * *
ÇÜNKÜ, zaten böyle bir fırsat kollayan Hitler iktidarı suikasttan üç gün sonra S.A. milislerini seferber ederek, Cermen devleti sathındaki Musevilere karşı pogrom düzenledi.
Yaklaşık yüz kişi öldürüldü; hemen bütün sinagoglar kundaklandı ve Davudi yıldız kökeninden inen insanlara ait onbinlerce ev, dükkán, mağaza, mezar talan edildi.
Nitekim, söz konusu talan sırasında etrafa yayılan cam ve vitrinlerdeki "şairanelik"ten (!) dolayı, "kristal gecesi" tanımının vaftiz babalığını da bizzat Naziler yaptı.
Ancak tabii, aynı Naziler bu dehşeti "halkın suikaste karşı galeyanı" diye sundular.
Sonra, ertesi sabahtan itibaren, soykırımın ilk habercisi olarak 20-30 bin Yahudi toplama kamplarına gönderildi. Almanya’yı terketmeleri için, gözdağı daha da yoğunlaştırıldı.
Gidemeyenlerin zaten sonsuz sınırlı vatandaşlık hakları ise sıfıra indirgendi.
Grynzpan suikastı, Yahudileri kolektif biçimde cezalandırmak için bahane yarattı.
* * *
OYSA, yukarıdaki tür "adalet" (!) uygulaması çok büyük bir "cü-rüm" oluşturur.
Zira, gerek devletler, gerekse uluslararası hukuk açısından tek bir ilke geçerlidir:
Suç ve onun cezası "bireysel"dir! Kimsenin "diyet borcu" başkasına ödetilemez.
Dolayısıyla da, kolektif ceza vermeye kalkışanın bizzat kendisi "suç" işlemiş olur.
Ve, teşbihte hata olmaz, İsrail bugün Nazi Almanya’sınınkine benzer o "suç"u işliyor.
* * *
EVET öyle, çünkü Filistinli eylemcilerin İsrail ordusunda onbaşı Gilad Şalit’i rehin almasından sonra Siyonist devlet tarafından Gazze’de başlatılan ve mazlum halkı kolektif biçimde cezalandıran "Yaz Yağmuru" harekátı; suikastçinin Yahudi kimliğini fırsat bilen Hitler’in Musevilerine karşı düzenlediği "Kristal Gecesi" pogromunu çağrıştırıyor.
Bu ne cüret ve bu ne fütursuzluktur ki, Ehud Olmert hükümeti aradan geçen atmış seneye rağmen, dünyanın gözlerinin içine baka baka ve sırf devletler hukuku açısından değil, "savaş hukuku" açısından da aleni suç işlemekten çekinmiyor.
O "savaş hukuku" ki, kolektif sorumluluğu ve kolektif cezayı kesinkes yasaklar!
* * *
OYSA, bunu hiçe sayan İsrail kumsaldaki masum sivilleri öldürmekten veya meşru Filistin Otoritesi hükümeti üyelerini tutuklamakla yetinmediği gibi, elektrik santrallarından su tesislerine; gıda kooperatiflerinden yol güzergáhlarına, her bir şeyi tarûmar ediyor.
Zaten dehşet mahrumiyet içindeki bir ahaliyi, maceraperestlerin rehin eyleminden dolayı bir bütün olarak cezalandırmaya kalkışıyor.
Ve aynı İsrail, "yaz yağmuru" değil "yaz kábusu" olan ve cürüm kategorisine giren bu vahşi saldırının Şalit’i "kurtarmak" (!) için gerçekleştirildiği mavalını küláhıma anlatsın.
Nazilerin "Kristal Gecesi"ni Grynzpan suikastine "halk galeyanı" diye açıklaması ne kadar doğruysa, Siyonist devletin şimdiki bahanesi de ancak o kadar doğrudur ve nokta!
* * *
HALBUKİ bunun sonu yok ve artık tümden kaba kuvvet stratejisi benimseyen İsrail’in bu politikası Filistinliler arasında daha çok fanatik ve daha çok "desperados" üretiyor.
Başka bir deyişle, "kolektif ceza" geleceğin "kolektif fedai"lerini yaratıyor.
Artı, anti-semitizm denilen iğrenç Yahudi düşmanlığında Hitler’in farklı varyantlarını yaratıyor ki, "Yaz Yağmuru" aslında yeni "Kristal Geceleri"nin kábusu üzerine yağıyor.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
PAZARTESİ, 26 Haziran: Koca haftam var. Biraz daha geç kalktım. Tıraş olmadım. Dolayısıyla, hem kahveye daha geç gittim, hem de gazeteleri teğetlemesine geçtim.
Ama Ergin Ardıç’ın burjuva kültürü ve Türk burjuvazisi hakkında yazmış olduğu makale gerçekten bir başyapıttı. Kestim ve arşive koydum.
Bildiğim kadarıyla, Türkiye’de "philistin" kelimesini enine boyuna açıklayan; daha doğrusu, çok anlaşılır bir şekilde "vülgarize eden" ilk entelektüel sıfatını kazanıyor.
O, "zevksiz", "kaba" diye çevirmiş ki tam doğru ama, acaba daha "kitabi"si var mı?
Marangozda rafları kestirdim ve sonra evde tutkalladım. Kurudu. Hiç de fena olmadı.
Yarın kütüphanenin en üstünden başlayacağım.
*
SALI, 27 Haziran: Altı günüm kaldı ve başlayamadım. Uyumadım.
Bütün gece Ernest Junger’in "Mermer Falezler Üzerinde"sini ikinci defa okudum.
Biraz da "Yolculuklar"ına göz attım. Ne muazzam bir yazar!
Batı’daki "sağ intelligentsia" geleneğinin devása boyutunu, bizim "sol" (!) münevveranın taş kafasına nasıl sokmalı?
Kahveden dönünce bütün gün kütüphanenin karşısında cigara içip, yeni tanzimatı nasıl yapacağımı planladım. Fotoğraf makinesiyle de şimdiki rafları teker teker yakın plan çektim.
Ne kolaylık! Hemen bilgisayara aktarıp detayları bile görebiliyorum.
Akşam M. telefon etti ve gelip gelemeyeceğini sordu. Yalnız kalmak istediğimi söyleyince de çok kızdı. "Beni odalık gibi kullanıyorsun" diyerek ahizeyi suratıma kapattı.
*
ÇARŞAMBA, 28 Haziran: Beş günüm kaldı ama bugün her şey yolunda gitti.
Cem öğleden sonra "baba, lise diplomamı pekiyi dereceyle aldım" diye çok nötr bir sesle telefon edince sevinçten uçtum. "Niye haykırmıyorsun" diye de serzenişte bulundum.
Şimdi artık iki oğlum da üniversiteli oldu ve umarım sırtları asla yere gelmez.
İnternetle hemen para ve SMS’le de, "sabaha kadar kafayı çek" diye mesaj yolladım.
Fakülte seçimi işi kaldı ki, Allah vere de annesiyle çıngar çıkmasa?
Altı miligiram iki hap sayesinde gece çok iyi uyumuştum ve garip, sabah dinç kalktım.
Çabucak kahveye gidip gazeteleri okudum. Döner dönmez de kütüphaneye başladım.
Tek pürüz, rafları biraz yüksek kestirdiğim için tavana sığmamalarından kaynaklandı.
Testereyle tekrar iki santimetre kısaltacağım diye kolum bitáp düştü.
Hepsinde son üst üç rafı ve sağdaki birinci ve ikinci kütüphaneleri olduğu gibi indirdim.
Şimdi salonda ayak basacak yer yok ve Fransızca romanlarla, mimari, müzik ve İstanbul kitaplarında, alfabetik yazar sırasına göre bütün tasnifi bitirdim. Çok toz çıktı.
*
PERŞEMBE, 29 Haziran: Zahir yorgunluk, ıvır zıvır dergilere göz attıktan sonra yine çok iyi uyudum. Oysa tek hap almıştım. Tatil yavaş yavaş azalıyor, dört günüm kaldı.
Sabah kahveye gitmeden önce marketin de açış saati gelsin diye hafiften oyalandım.
Kirazlar çok güzeldi, bol aldım. Kadının istediği beş litrelik javel bidonunu da aldım.
Dönüp, üçüncü ve dördüncü kütüphanelere "hücum ettiğimde" ise, tozu temizlemeye kalkışınca, elektrik süpürgesindeki torbanın dolduğunu ve yedeğinin bulunmadığını fark ettim.
Çok canım sıkıldı. Mecburen tekrar otomobile atladım. Yenilerini edinmek için tá cehennemin öte bucağındaki firma servisine gitmek gerekti ki, gün tamamen piç oldu.
Dönünce hiçbir şey yapmadım. Kanepede kitaplardan az yer açtım ve habire tv kanalı değiştirdim. Programlar hep mi böyle abuk sabuk; yoksa öğleden sonraları mı, bilmiyorum.
Akşam iner inmez de bara yollandım. İki kallávi viski içtim. Doktor duymasın!
M.’nin mesajına cevap vermedim ve gece kiraz yiyerek yelken dergilerini okudum.
*
CUMA, 30 Haziran: Üç günüm kaldı ve kütüphaneyi mutlaka bitirmem gerekiyor.
Kahveden hemen sonra kolları sıvadım ve cigara molaları hariç, gece oniki- bire kadar hiç durmadım. Bu arada, Bach’ın bütün kantatlarını dinlemekten gına geldi.
Salonda milim yer kalmadığı için de boşalttığım yeni raf kitaplarını antre ve mutfağa taşıdım. Tavandan parkeye şimdi bütün kütüphane tam takır ki, yarın istife başlayacağım.
*
CUMARTESİ, 1 Temmuz: Berbat gün, başlayamadım. Üç tane hap almama rağmen gece gözümü kırpmadım. Tam içim geçerken de uzun uzun zil çaldı ve çat kapı, M. zuhur etti.
Elinde ayçörekleriyle "barışmaya" (!) geldiğini söyledi ama ilk işi göz ucuyla yatak odasını kolaçan etmek oldu. Başka kadın mı var diye sözümona çaktırmadan denetliyor.
Kibar olmadı ama n’apim, "çok işim var, hafta sonuna falan gidemem" diye hemen savdım. Kasten tıraş oldum ve yüksek tonda rock dinleyerek, duşun altında uzun uzun kaldım.
Kahvede beş tane espresso içip eve döndükten sonra da hiçbir şey yapmadım.
Bütün cumartesiyi huzursuz bir aylaklıkla yatakta geçirdim ki, kaos olduğu gibi kaldı.
*
PAZAR, 2 Temmuz: Bitti. Kütüphane de bitti; ben de bittim ve en kötüsü, tatil bitti.
Çok erken kalktım. Kahveye gitmedim ve ilkin kronolojik sıraya göre Ortaçağ, Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet tarihleri; sonra da, yine kronolojik sıraya göre, felsefe, sosyoloji, antropoloji, teoloji, dilbilim kitaplıklarını mükemmel biçimde yerleştirdim. Öğlen oldu.
Telefonla pizza ısmarladım ve hiç ara vermeden diğer kütüphaneleri tasnife geçtim.
Akşama doğru yine yer kalmadığını fark ettim ama bu defa umurumda bile değil!
Moskova - Pekin - Tiran baskısı tüm reelsosyalizm kitaplarını; Soğuk Savaş dönemi kurumsal yayınlarını; hatta, çifter sözlük ve ansiklopedilerin ilk baskılarını bodruma indirdim.
Sen sağ, ben selámet kütüphane hem matematik düzene kavuştu, hem de ferahladı.
Kutlamak için geç saatte Sinan ve Cem’e telefon edip "beraber yemeğe gidelim mi" diye sordum ama, "baba şu var, bu var" diye savsakladılar. Ben de üstelemedim.
Yorgun argın lokantaya kadar yürüdüm ve tesadüfen bahçede yer buldum. Yarım şişe şarapla birlikte biftek yedim. Hoş bir kadınla göz göze geldik ama, yarın işe başlayacağım.
Kütüphane bitti, tatil bitti ve de işte hem tatil defteri, hem defter tatili bitti.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2006
"SUYU Arayan Adam"!<br><br>İstisnasız bütün kitap ve makalelerini okuduğum Şevket Süreyya Aydemir’in tüm yapıtları arasında, yukarıdaki otobiyografik eserin ayrı; apayrı bir yeri vardır. Çünkü, zaten adı üzerinde, burada söz konusu olan şeyi "aramak" dürtüsü oluşturur.
Balkan muhacirliğinden Anadolu zabitliğine; Edirne mahalle rahlesinden Moskova Şark Darülfünunu’na; çok milletli imparatorluktan ulus-devlet cumhuriyetine; yer sofrası sinisinden resepsiyon büfesi kadehine geçişin arayışı ki, burada bütün bir "ara kuşak" vardır.
Zaten, Aydemir’in susadığı o sihirli "ab-ı hayat" iksiri Rumeli Meriç’inden Kafkas Aras’ına; oradan da Rus steplerin Don ve Volga kıyısına, farklı coğrafya ve debilerde akar.
Ve, bu arayışlar içinde olan ve de bilhassa, "olduğunu bilen" ve "itiráf eden" her cesur insan, tıpkı asla iki defa aynı akmayacak olan ırmağın diyalektik dönüşümündeki gibi, "mutlak doğru"ya; "kesin dogma"ya; "yanılmaz ideoloji"ye uzak ve mesafeli durur.
Böylesine bir "şüphecilik refleksi" ise tabii ki hoşgörü ve hümanizmayla bütünleşir.
***
İŞTE, dün sözünü ettiğim "Kadro" hareketinin "Jakoben-seçkinci" öncülerinden olmasına rağmen Şevket Süreyya Aydemir yukarıdaki erdemlerle donanmış bir aydındı.
Nitekim, birincisine haklı bir antipatiyle; ikincisine ise daha empatiyle bakmasına rağmen, yersiz uzatma üslubu hariç, gerek üç ciltlik "Enver Paşa"; gerekse "Menderes’in Dramı" eserlerinde, yakın tarihimizin bu iki şahsiyetine karşı da insani boyutta yaklaşır.
Ve daha öteye gideceğim, aslında, aynı "Kadro" hareketinin diğer mensupları da "esas" itibarıyla Aydemir’den farklı kimlik sergilemiyorlardı. "Esas"ın altını kasten çizdim.
Başka bir deyişle, söz konusu derginin yayınladığı ve aynı Aydemir’in de "İnkıláp ve Kadro"da kitaplaştırdığı Jakoben seçkinci tezleri "b-u-g-ü-n" tabii ki reddediyorum.
Ama bu, ne onları kaleme alan insanların genel "hümanist aydın" niteliğini ortadan kaldırabilir; ne de, o tezlerin "d-ü-n" dile getirilmiş olmasını "anormal" (!) kılabilir.
Zaten de bütün mesele buradan kaynaklanıyor!
***
EVET buradan kaynaklanıyor, çünkü en önce, tıpkı sahtekár kalpazanın banknotu veya "sinye" markanın kopyası gibi, fikirlerin de "taklid"inden sakının!
"Kadro"dan bir otuz yıl sonra ilkin "Yön- Devrim" cuntacılığına; ondan bir otuz yıl sonra şimdi de "ulusalcı-kızılelmacı" maskaralığa soyunan taklitçileri kastediyorum.
Elde var hüzün ve de insaf, 1930’lar dünya ve Türkiye’sinin genel "arayışları" içinde dile getirilen ve o zamanda ve o mekánda tartışılabilirlik meşruiyeti arzeden görüşleri önce nalıncı keseriyle tahrif edecek; ardından da, kötü kopyayla temcit pilavını ısıtacaksınız.
Üstelik, "ulusalcı-kızılelmacı-neo-İttihatçı" zevát bilgi birikimi; tahlil yeteneği ve mantık sistematiği itibariyle yukarıdaki ilk Cumhuriyet aydınlarının eline taharet suyu bile dökemeyecek oranda cahil, sığ ve dogmatik olduğundan, onun durumu çok traji-komiktir!
Biri "suyu aramış"; "suyu aradığını" söylemek cesaret ve dürüstlüğünü göstermiş; dolayısıyla da, bulduğu "ab"ı bile süze süze, deneye deneye, yudumlaya yudumlaya içmiş.
Kıyısında asla yürümediği bir Meriç’in, bir Aras’ın veya bir Don’u adını duysa uçkur donu sanacak olan şimdiki kopyası ise ufuksuz bozkırın sarısında tesadüfen, suyu acı ve zehirli olduğu için atmış, yetmiş yıl önce ağzı taşla kapatılmış kör bir kuyu keşfetmiş.
Kırık dökük çıkrığa tünemiş, "herkes buradan içecek" diye bas bas emir buyuruyor.
***
SEN iç ağam, sen iç paşam! Afiyet şeker olsun ve "ulusalcılık"ın mübarek olsun.
Ama sakın "suyu arayan adam" geleneğini ağzına alma, "aramak" kim, sen kim?
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2006
İLK dönem Cumhuriyet "intelligentsia"mızı esas itibariyle ikiye ayırmak gerekir. Bugünkü konuma girmese de, birincisini kendi hesabıma öznel bir "3 M" formülüne; yani "mütefekkir - muhafazakár - mütedeyyin" gelenek çerçevesine oturtacağım.
Farklı formasyon ve parkurlara rağmen de, yine kendi hesabıma, Fuad Köprülü ve Bediüzzaman Said-i Nursi’yi bu çok önemli aydın spektrumunda temel direk addediyorum.
Diğeri ise bunun zıddında yer alıyor ve laik ve pozitivist şema üzerinde yükseliyor.
Mensupları 1932-1935 yılları arasında yayınlanan "Kadro" dergisi etrafında toplandıkları için, aynı adla anılan entellektüel akımı kastettim.
***
ÖNCE şunu vurgulayalım ki, Yakup Kadri hariç, Şevket Süreyya bir; Vedat Nedim Tör iki; Burhan Asaf Belge üç ve İsmail Hüsrev Tökin dört, "Kadro" hareketinin tüm önderleri Marksist; daha ötesi, TKP kuruculuğu ve üyeliği dahil, Bolşevik gelenekten inerler.
Bunların hepsi de bazen aynı, bazen ayrı gerekçelerle komünizmle köprüleri atmıştır.
Ardından, daha sonra "Kemalizm" diye vaftiz edilecek olan "halka rağmen halkçı" bir "Jakoben" anlayışının "Türk modelini" oluşturmak girişimine soyunmuşlardır.
Siyasette elitist, iktisatta devletçi ve toplumda yönlendirici bir "seçkin ideolojisi" üretmişlerdir ki, dönemin genel otoritarizm trendi göz önüne alındığına, hiç de yadırganamaz.
Nitekim "Kadro" hareketi, söz konusu aydınların hem daha önce tanışmış oldukları Sovyetik Marksizm’in; hem de, hiçbir şekilde nazizmle karıştırılmaması gereken ve o yıllar dünyasında gerçek bir alternatif addedilen İtalyan faşizminin etkilerini bariz biçimde yansıtır.
***
AMA yukarıdaki yaklaşım, asla bir "Kemalist" olmayan Büyük Mustafa Kemal’in liberal demokrasiye açık kapı bırakmak azmiyle uyuşmadı. Onun pragmatik akılcılığıyla çelişti.
Dolayısıyla, zaten baştan beri icázetle çıkan dergi, kollektif devletçilik avukatlığında "çizmeyi aşınca", icázet sona erdi. Yayınını kendi kendine durdurmak zorunda kaldı.
Bunu lütfen, bilhassa ve bilhassa not edin.
***
EVET edin, çünkü tabii ki sansürcülüğü savunmuyorum ama bu vakıa, Kemal’e karşı "Kemalist" geçinen ve "Kadro" mirasını üstlenmeye kalkışan bugünkü "ulusalcı" hezeyanı teşhir açısından, okkalı şamar indiriyor. Üstelik, Atatürk daha sapa sağlamken indiriyor.
Zaten aynı hareket sonraki yıllarda da, ne İsmet İnönü’nün "Milli Şef" anlayışı; ne de CHP ideologu Recep Peker’in "biz bize benzeriz" korporatizmi üzerinde etkili olabildi.
O halde diyebiliriz ki, aslında "Kadro"nun eline su dökemeyecek ölçüde ilkel ve sığ olan 1961 "Yön" darbecileri, bir otuz yıl sonra kopya bayrağı devralana dek, tüm entellektüel boyutuna rağmen, gerçek "Kadro" hareketi Türkiye siyaset pratiğinde çok marjinal kaldı.
Bir etik ahlaksızlığı teşhir etmek için de burada küçük bir parantez açmak istiyorum.
***
DEDİĞİM gibi, "Kadro"yu sahiplenmeye kalkışıp eski Marksistlere bir de "dönek" yaftası vurmaya yeltenen bugünkü "ulusalcı" zevát, tevkiflere ispiyonculuk yaptıkları için aralarında adı "polis"e çıkmış olanlarının da bulunmasına rağmen, yukarıdaki "bolşevik dörtlü"nün daha sonra "Kemalist ideolog" addedilmesine toz kondurmuyor. Kondurmaz.
Zira, komünist totalitarizmle köprüleri attıktan sonra liberal ve özgürlükçü demokrasi hariç neyi savunursanız savunun, bağnaz cahillerin indinde "hidáyete ermiş" sayılırsınız.
Yeter ki çoğulculuk, sivillik, evrensellik gibi sözleri kullanmayın, baş tácı edilirsiniz.
Neyse, son "3. Adam" cilálamasından dolayı, Cumhuriyet tarihimizdeki önemli aydın hareketi "Kadro"nun şimdiki enkázına, "Tek Adam" ve "2. Adam"ın da yazarı olan bir o kadar önemli aydın Şevket Süreyya Aydemir çerçevesinde yarın tekrar değineceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2006
TATİL bile sayılmaz topu topu bir hafta yazı yazmadım ama, işte "Üçüncü Adam" (!) cilálamasından "Yeni Oluşum" (!) arayışına, bu yedi gün içinde yapay ve yapmacık "gündem" (!) fayrap ediliverdi. Bugün sadece birinci konuyu işleyeceğim. Yani, 9 Mart 1971 cuntasının darbe girişimcileri arasında yer alan eski solcuların gazetesinin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i, "Üçüncü Adam" (!) diye piyasaya sunmak girişimi üzerinde durmak istiyorum.
***
AH ah, açtırma kutuyu, söyletme kötüyü, adıyla müsemma bir "cumhuriyetçilik"i kendi tekelinde göstermeye çalışan bu gazete ki, devrán dönüp Nazi orduları Stalingrad ve Tobruk’ta silleyi yiyene dek Alman yandaşlığını tüm 2. Dünya Savaşı boyunca sürdürmüş ve bunu kamuoyuna empoze edebilmek için de 22 Haziran 1941 tarihinde "Atatürk’ü anlayan tek şef: Hitler" manşetini atmıştı ama, aslında öncesi daha bile ilginçtir.
30 Temmuz 1940 tarihli başyazısında şu müthiş "müneccimbaşı" (!) yorum yer alır:
"Dünya realiteyi olduğu gibi görmeye mecburdur. Bugün Avrupa’da bir Alman kudreti yaşıyor. Avrupa devletleri bunu görmeli ve yollarını ona göre tayin etmelidirler.
Realite karşısında nikbin (iyimser) bulunmak da şarttır".
Ancak burada hemen parantez içinde iki önemli ayrıntıyı eklemem gerekiyor.
***
BİR; Hitler karşısında Batı demokrasilerine "ayağınızı denk atın" ihtarını; insanlık camiasına ise "iyimserlik" (!) müjdesini veren bu "muazzam öngörülü" (!) satırların altında, şimdi adına ödüller dağıtılan "patron-başyazar"ın imzası vardır.
O "patron-başyazar" ki, hem soyadı benzeşmesinden, hem de Ankara’daki Alman elçisi von Papen’le olan "samimiyet"inden (!) ötürü halk arasında "Nazi" sıfatıyla anılırdı.
İki; hiç aramayın, "Milli Kütüphane"ye veya arşivlere girmediğiniz takdirde bunları "kırk yıl önceki" nostaljiya sütunlarında bulamazsınız.
Tıpkı, General Erkilet’in aynı dönem "gamalı haç zaferinin kaçınılmazlığına" dair sayfa sayfa, tefrika tefrika döktürdüğü "stratejik tahliller"i (!) de bulamayacağınız gibi!
Yine tıpkı, "Türk-Alman dostluğunu baltalamak isteyen fesat yuvalarına izin verilmemelidir" ispiyonculuğu yapan satırları, sütunları, puntoları da bulamayacağınız gibi!
Ne sihirdir, ne kerámet, o yıllara dönünce takvim yaprakları aniden sırra kadem basar.
***
İMDİİ, aradan atmış küsur yıl geçti ve "Atatürk’ü anlayan tek şef" olduğu ilán edilen Hitler’in; "yol tayini"nde Avrupa devletlerine rota diye sunulan Nazi "realite"sinin veya insanlığa müjdesi verilen faşist "iyimserlik"in sonuçlarını hepimiz biliyoruz.
Dünyamız eski solcular gazetesinin övdüğü o "realite"den (!) ve öğütlediği o "iyimserlik"ten (!) ağzının payının öyle bir aldı ki, yandım Allah!
Ancak, bu "nasihat" ve "öngörü"lere zerre kadar tınmayıp ülkemizi dehşet bádiren koruyan İnönü-Saraçoğlu-Menemencioğlu üçlüsüne şükrán borçluyuz.
Eğer onlar söz konusu ceridenin "yüksek" (!) tahlil ve tavsiyelerini bir nebze ciddiye almış olsalardı, yandı gülüm keten helva, korkunç ateş Türkiye’de de bacayı sarmış olacaktı.
Zaten yine atmış yıldır, bu gazetenin "editoryal çizgi"si ne öğütler ve ne öngörürse, ülke cumhuriyetimizin "realite"si ona tam zıt özgürlük ufuklarına yelken açar.
Ve işte bugün de aynen öyle, yok Sezer’den "Üçüncü Adam"mış; yok Demirel ve Ecevit’ten "Yeni Oluşum"muş, böyle komik, partizan ve yapmacık şeylere ancak gülünür.
Dolayısıyla, saçmalıklara "yorum" (!) getirmeye kalkışarak bu tür hezeyan "realite"leri için mürekkep çarçur etmeyeceğim ve sırf, "kelin merhemi olsa" demekle yetineceğim.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2006
TEKRAR üç pazar öncesine, yani tesadüfen yolda rastladığım büyük oğlumun, kulaklıklarıyla "i-Pod" dinlediği için beni ve etrafı hiç fark etmemesi olayına dönüyorum. Bu aparat, ilk bakışta çok pratik ve çok cazibeli olduğu izlenimi yaratıyor.
Bilgisayararı aç, internete bağlan, müziği seç, hafızaya kaydet ve istediğin kadar dinle.
Müzik California’nın ultra modern stüdyolarında daha dün kaydedilmiş ve henüz piyasa çıkmamış bir hard rock parçası da; veya tam tersine, tenor Caruso’nun tá 20. yüzyıl başı Livurna’sında söylediği bir Puccini operasından gramofon kopyası da olabir.
Zamanda ve mekánda sınırsızsınız ki, nerede kaldı benim o eski "iláhem" Françoise Hardy’nin kıtıpiyos kırk beşlik plağını edinebilmek için çırpındığım "yokluk günleri"!
Bundan daha kolay ve dolayısıyla da, daha "mutlu" (!) bir şey düşünülebilir mi?
Konuya tekrar dönmek üzere, şimdi bir daldan başka bir dala atlayacağım.
*
DOKSANLI yılların ilk yarısında Praglı bir kadınla kısa bir "macera" (!) yaşamıştım ki, mesleği ressamlık-desinatörlük olan ve hemen bütün kalburüstü Orta Avrupalılar gibi hayata geniş bir entelektüel ufukla bakan bu eski "göz ağrısı" özetle şu saptamayı yapıyordu:
"Komünizmin çöküşünden beri, Çekoslovakya’daki ’yaratıcılık’ tırpan yedi.
Doğru, sansürüydü, kontrolüydü, editörüydü falan, totaliter rejim tabii ki iflahımızı belliyordu. Ama, tüm bunlar aynı zamanda bizim için uyarıcı işlev görüyordu.
Tek bir sinema afişi veya tek bir kitap kapağı için aylarca çalışır ve tartışır; Batı’dan gelen yeni ekolleri nasıl ’çaktırmadan’ uyarlayabileceğimizi düşünürdük.
Oysa şimdi, hemen ’tüketilmesi’ için hemen ’üretiyoruz’. Mekanikleştik.
Estetik arayış heyecanlarından eser kalmadı ve ’özgür irademizle’ sıradanlaştık."
*
İŞTE, Çek kadınının yaptığı bu harikuláde "yabancılaşma sendromu" saptamasını daha da genişletebilir ve yukarıdaki "biletişim müziği" (!) gerçeğiyle de bütünleştirebiliriz.
Tamam ve ne álá, internet kopyası aracılığıyla istediğiniz tınıyı dinleyebiliyorsunuz.
Ancak, bu sonsuz kolaylık aynı zamanda sonsuz bir "beyin tembelliği"ni de getiriyor.
Pasif açıdan da olsa, yaratıcı duyarlılığı yine tırpanlıyor.
Çünkü bir; bir şeye uğraşsız biçimde ulaşabilmek o "ulaşma iradesi"ni budar.
İki; deyimi sevmiyorum ama kullanmak zorundayım, "kıymet bilmemezlik" getirir.
*
HAYIR hayır, "ah, bizler neler çektik" türünden ağlamaklı edebiyatla işim yok!
Fakat şu tartışılmaz gerçeği de kabullenmek gerekiyor ki, kırk yıl önce kırk beşlik bir plak için kurduğum hayaller ve onu edinebilmek için gösterdiğim çabalar, beni, bilgisayardan anında müzik kopyalayıp onu anında dinleyebilen oğluma veya bir başkasına oranla, diyelim ki, genel hayat trendi açısından daha bir "pişirdi".
Artı, onun zor edinilebilirliği, "Aman çizilip cızırdamasın, aman kapak eskimesin" refkleslerine uzantı olarak, yukarıdaki "kıymet bilirlik" ruhiyatını yarattı.
Ama yine de bütün bunları geçeyim ve "yaratıcılık tırpanlaması"nı sadece, geçen pazar sözünü ettiğim "mülkiyet" kavramıyla açıklayayım.
*
PLAK; ondan daha sonra icát edilen kaset; ondan da sonra ortaya çıkan CD yalnız müziğin işitilmesine imkán sağlayan "net" teknik içerikle sınırlı değildir! "Brüt"tür!
Yani bir kapağı veya kutusu vardır ki, duruma göre üzerlerinde káh icrácının fotoğrafı; káh o icrácıya veya o müziğe dair ayrıntılı bilgi; káh, örneğin eğer şarkıysa, onun güftesi; káh da sırf grafiği mevcuttur.
Ve, içerik şekille yekpáreleştiğinden, tüm bunlar bir "b-ü-t-ü-n" oluşturur!
*
NİTEKİM ben kendi hesabıma, örneğin Keith Jarrett’in "Bye Bye Blackbird" parçasını onun piyano klavyesi başındaki fotoğrafından veya Igor Stravinski’nin "Bahar Ayini" senfonisini yine kapak üzerindeki Malevitch deseninden; ya da, Leo Ferre’nin sesini Aragon’un "Niye korkuyorsun genç adam / Mukavele mukavele ihtiyarlayacaksın" diyen şiirinden soyutlayarak tahayyül edemem. Bunlar da zincirleme bir etki yapar.
Halbuki, Stravinski’nin o kapaklı plağını almasaydım belki Malevitch’in estetik teorilerini de okumak ihtiyacı hissetmeyecektim. Modernitenin bu boyutunu ıskalayacaktım.
Örnekleri çoğaltabiliriz, çünkü plakların, kasetlerin, CD’lerin somut ve maddi varlığı bilinçaltında bir "yaratıcılık"; daha doğrusu "yaratıcılığı kavramak" duygusunu üretir.
*
OYSA, "biletişim müziği" (!) işte buna imkán tanımıyor. İğdiş ve hadım ediyor.
Kalite itibariyle istediği kadar emsálsiz olsun, "i-Pod" veya benzer bir aparatın hafızasında ancak "s-a-n-a-l" anlamda mevcut "net" tınılarla yaratıcılık kavranabilir mi?
Aslında "mazruf" biraz baháne, "zarf"ın bir bütün olarak toparladığı "duyarlılıklar silsilesi" eksik kaldığı; yani insan, her biri ayrı ayrı çağrışımlar yapan ve ilelebet yapacak olan plakların, kasetlerin, CD’lerin "mülkiyet somutluğu"nu hissetmediği takdirde, bilişim teknolojisinin soğuk ve sığ "0, 1; 0, 1; 0, 1" formülleri "uyarıcı" işlev görebilir mi?
*
İŞTE buna inanmıyorum ve bütün sonsuz nimetlerine rağmen o bilişim teknolojisinin o insanı aynı zamanda sonsuz körelttiğine inanıyorum.
Ve, sanmıyorum ki canım ciğerim oğlum eğer "i-Pod" kulaklıklarından Leo Ferre şarkısı dinlerse, Louis Aragon’un "Niye korkuyorsun genç adam / Mukavele mukavele ihtiyarlayacaksın" şiirini düşünsün.
Ama belki de böylesi daha iyi, genç adam mukavele mukavele ihtiyarlamaktan korkmaz!
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
ASLINA bakarsanız, biraz "sağır duymaz uydurur" metaforuna benzetebileceğimiz zihin silsilesi, insanoğlunun varoluşuyla birlikte beyin sistematiğinde yer edindi. Doğaldır. Nedenini, o insanoğlunun sonsuz çetrefil evreni kavramaktaki çaresizliği oluşturur.
Anlaşılamayan ve bilinemeyen şeyleri asgari bir rasyonaliteden dahi uzak gerekçelerle açıklamaya çalışmak; háttá buna "rasyonel kılıf" bile aramak, özünde içgüdüsel bir reflekstir.
Dolayısıyla, "komplo teorileri"nin geçmişi de çok, çok eskilere uzanır.
Artı, teokratik, totaliter ve otoriter zihniyetler yukarıdaki beyinlere ne denli kazınmışsa, "komplo teorileri"nin üretilmesi ve kabullenilmesi de aynı oranda kolaylaşır.
* * *
NİTEKİM, Hitler Nazizminin "Yahudi - plutokrat"; Stalin komünizminin ise "burjuva - kozmopolit" eksenli "komplo teorileri" üzerinde yükselmesi tesadüfi değildi.
Modern tarihin bu iki en korkunç totalitarizmi ancak "günáh keçileri" icád ederek ve de bilhassa, kitleleri onların varlığına inandırarak mevcut olabilirlerdi. Zaten de öyle yaptılar.
"Günáhkarlar" birinin gaz odalarında, diğerinin ise Gulag kamplarında yok oldular.
Tabii buradaki ikinci esas dehşeti, o kitlelerin, yani Almanların ve Rusların çok büyük çoğunluk olarak söz konusu "komplo teorileri"ni "yutmuş" olması oluşturuyor.
* * *
BUNU açıklamak için geçmişten inen önyargıları veya rejimlerin uyguladığı "beyin yıkama" yöntemlerini "mazaret" (!) olarak gösterebiliriz. Ancak, hiçbiri yeterli kalmaz.
Başa, yani insanoğlunun zorlandığı yerde sebebi hep, her şeye kádir olduğu varsayılan "güçler"e yüklemek güdüsüne dönmek gerekiyor. Ölçü sosyal ilkellik değil, beyni ilkelliktir.
Üstelik, dediğim gibi, yarı gerçekler pompalayarak "komplo teorileri"ni kısmen "mantıki" kılmak mümkündür. Ve, buradan itibaren "tava gelmek" daha çok kolaylaşır.
Zaten de, bu içgüdü sırf teokratik, totaliter ve otoriter sistem tebaalarına özgü değildir.
* * *
DEĞİLDİR ve nitekim, diğer pek çok örneğe ek olarak, Başkan Roosevelt’in Aralık 1941’deki Pearl Harbor baskınını önceden bildiğine; ama ABD’yi savaşa sokmak için buna kasten izin verdiğine dair "komplo teorileri" fi tarihinde ibadullah "müşteri" (!) bulmuştu.
Fakat hatırlatayım ki, bu "kumpas"ın "izolasyonist lobi" tarafından "keşfedildiği" (!) ve söz konusu "müşteri"lerin de en çok, Protestan sofuluğu ve rasyonalite yoksunluğu pek tartışılamayacak olan Orta Batı eyalet sakinleri arasından çıktığı ancak neden sonra anlaşıldı.
Çünkü, "komplo teorileri"ni ciddiye almakla, "mantiki akla" yabancı düşmek ve ideoloji, din ve sektlere fanatik biçimde iman etmek arasında sonsuz içiçe bir ilişki vardır.
Rasyonel akıldan uzaklaştığınız ve fanatik inanca yakınlaştığınız oranda "komplo teorileri"nin hem "müşteri"si; hem de az biraz mürekkep yalamışsanız, "mucid"i olursunuz.
* * *
NİTEKİM, sırf Türkiye ve İslam Dünyası’nda değil, şu zavallı 11 Eylûl "teorisyen"lerinden bir o kadar zavallı "da Vinci Şifresi" romanlarına; "komplo fatihleri"nin bugün böylesine dizginsiz ve fütursuz kılıç sallıyor olması, işte yukarıdaki nedenden kaynaklanıyor.
Zira, Hitler ve Stalin kampları o "komplo teorileri"ne ibret olarak ortaya çıktıktan sonra, yok olmadılar ama, bunlar epey bir süre marjinalleştiler. "Rasyonel akıl" galebe çaldı.
Ancak, tá ki Soğuk Savaş nihayeti ufukta görünüp "postmodern zamanlar" denilen şu "gayr-ı mantıkçı" ve şu "fanatik imancı" dönem başladı, insanoğlunun yeni çaresizlikler karşısında "zor"u "kolay"la açıklamak içgüdüsü depreşti. "Her şeye kádir el" (!) beliriverdi.
Ve dehşet vahim olan şey şu ki, "komplo teorisyenleri" o komployu "keşfederek" (!) o "zor"u becerdiklerini ilán ediyorlar ki, eh ben ararım bir öküz, Allah verdi bir milyar öküz, buna inandırdıkları muazzam sürüyü kıyamet mezbahasına doğru sürüklüyorlar.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2006
RAHŞAN Ecevit Hanımefendi tekrardan buyurmuşlar ki, İsrail Güneydoğu Anadolu’da öbek öbek "toprak kapattığı" (!) için, GAP bölgesi yeni bir Filistin’e dönüşebilirmiş. Tabii bu arada da, Yahudi kökenli yurttaşlarımızı kastederek, onların Siyonist Devlet hesabına "paravan" (!) oluşturduğu yönünde çağrışımda bulunmayı unutmamış.
Fesüphanallah!
* * *
EN önce, etnik kökenden yola çıkarak öz be öz Türkiye vatandaşlarını zan altında bırakmak girişiminin demokratik hukuk devletlerinde cezai kapsama girdiğini vurgulayayım.
Dolayısıyla, ben Hahambaşılık’ın yerinde olsaydım, "onlar kimdir, lütfen söyleyin" türünden názik bir serzenişle yetinmez ve cumhuriyet savcılığına, "T.C. yurttaşları arasında ayırımcılığı körüklemek" gerekçesiyle, zevce Ecevit hakkında suç duyurusunda bulunurdum
Çamur at izi kalsın, iftira savur rivayeti kalsın, artık yetti! Gına geldi.
Bunun sonu "misyoner faaliyeti gemi azıya aldı" provokatörlüğüyle zavallı beyinleri yıkayıp, Trabzon’da gerçekleştiği gibi Hıristiyan ruhban katletmeye varıyor ki, bardak taştı.
* * *
SONRA, evet Rahşan Ecevit söyleyin, "onlar" (!) kimdir? Gösterin ve "ifşa edin".
Hani ispatı? Hangi delile dayanıyor? Pafta dairesinde herkese açık belgeler nerede?
Bırakın yüzdesini veya bindesini, bütün GAP arazisi içinde İsrail’in; yahut "paravan"larının (!); yahut başka ülke uyrukluların satın aldığı toprak oranı "mil-yon-da" kaçtır?
Ancak yine de farzedelim ki, tüm satıh "onlar"ın (!) eline geçti, ee, quo vadis?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik hakkında ne değişir ve ne değişebilir?
* * *
EVET evet aynen öyle, çünkü modern "ulus devlet"ler tarihinde ve yeryüzü sathında, bazı gayri menkûl mülkiyetleri "yabancılar" aittir diye, o "ulus devlet"lerin meşru ve yasal hükümránlık hakkından feragat ettiğine dair tek, ama tek bir örnek mevcut mudur?
Monaco ve San Remo türü "fasulyeler" hariç bir tane gösterin, kalemimi kıracağım.
Yoksa, İspanya sahillerinin belki yarısı, belki yarıdan fazlası başta milletten insanlara tapulu olduğu için, örneğin bir "ETA" teröristi oraya kaçtığında zaptiye, "aman, Almanın villasıdır; aman Suudi’nin malikanesidir, giremem" diye kapıda ayva mı topluyor?
Yoksa, Orta ve Güney Amerika’daki dev muz bahçelerinin ABD firmaları tarafından işletilmesi, o ABD bayrağına bir elli birinci, elli ikinci yıldız eklenmesi anlamına mı geliyor?
Yoksa, "bir çocuğumuz oldu" arsızlığıyla İmparatorluğu intihara sürükleyen İttihatçı Enver ve şûrekásı dahi, savaş ilánıyla birlikte ilk iş olarak kapitülasyonları kaldırmadı mı?
Yoksa, şartları sınırlandırılmak kaydıyla, "toprak dokunulmazlığı"nın yalnız ve yalnız diplomatik temsilciliklere tanındığı bir uluslararası hukuk kuralı ve gerçeği değil mi?
* * *
İMDİİ, evrensel ve tarihsel durum böyleyken, yabancılar Türkiye’nin orasında veya burasında mülk edindiği takdirde, o Türkiye’nin egemenliği "sınırlanmış" (!) mı olacak?
PKK militanları oralara tüyse, güvenlik birimleri "acaba girmemize izin vermek lütfunda bulunur musunuz" diye ecnebi elçiliklerden rica minnet izin mi isteyecek?
Tel - Aviv veya "paravan"ları (!) Suriye’yi atlayıp GAP bölgesinde parsel parsel toprak alsa, Yahudi mitolojisinde dahi sonsuz tartışmalı bir "Büyük İsrail" mi kurulacak?
İşte Ecevit ailesinin partisi gibi, káh "ulusalcı", káh "dinci" yaftalı diğer meczûplar da ülkemiz insanlarını böylesine paranoyak, böylesine cahil, böylesine ucuz ve böylesine ödlek "komplo teorileri"ne inandırmaya çalışıyorlar.
Tamam da, kışkırtıcı komplo teorisyenleri bir ahlaki etik; bir entelektüel namus bedeli ödemeden, o uçsuz bucaksız "dokunulmazlık toprakları"nda ilánihaye at mı oynatacak?
Yazının Devamını Oku