İstisnasız bütün kitap ve makalelerini okuduğum Şevket Süreyya Aydemir’in tüm yapıtları arasında, yukarıdaki otobiyografik eserin ayrı; apayrı bir yeri vardır.
Çünkü, zaten adı üzerinde, burada söz konusu olan şeyi "aramak" dürtüsü oluşturur.
Balkan muhacirliğinden Anadolu zabitliğine; Edirne mahalle rahlesinden Moskova Şark Darülfünunu’na; çok milletli imparatorluktan ulus-devlet cumhuriyetine; yer sofrası sinisinden resepsiyon büfesi kadehine geçişin arayışı ki, burada bütün bir "ara kuşak" vardır.
Zaten, Aydemir’in susadığı o sihirli "ab-ı hayat" iksiri Rumeli Meriç’inden Kafkas Aras’ına; oradan da Rus steplerin Don ve Volga kıyısına, farklı coğrafya ve debilerde akar.
Ve, bu arayışlar içinde olan ve de bilhassa, "olduğunu bilen" ve "itiráf eden" her cesur insan, tıpkı asla iki defa aynı akmayacak olan ırmağın diyalektik dönüşümündeki gibi, "mutlak doğru"ya; "kesin dogma"ya; "yanılmaz ideoloji"ye uzak ve mesafeli durur.
Böylesine bir "şüphecilik refleksi" ise tabii ki hoşgörü ve hümanizmayla bütünleşir.
***
İŞTE, dün sözünü ettiğim "Kadro" hareketinin "Jakoben-seçkinci" öncülerinden olmasına rağmen Şevket Süreyya Aydemir yukarıdaki erdemlerle donanmış bir aydındı.
Nitekim, birincisine haklı bir antipatiyle; ikincisine ise daha empatiyle bakmasına rağmen, yersiz uzatma üslubu hariç, gerek üç ciltlik "Enver Paşa"; gerekse "Menderes’in Dramı" eserlerinde, yakın tarihimizin bu iki şahsiyetine karşı da insani boyutta yaklaşır.
Ve daha öteye gideceğim, aslında, aynı "Kadro" hareketinin diğer mensupları da "esas" itibarıyla Aydemir’den farklı kimlik sergilemiyorlardı. "Esas"ın altını kasten çizdim.
Başka bir deyişle, söz konusu derginin yayınladığı ve aynı Aydemir’in de "İnkıláp ve Kadro"da kitaplaştırdığı Jakoben seçkinci tezleri "b-u-g-ü-n" tabii ki reddediyorum.
Ama bu, ne onları kaleme alan insanların genel "hümanist aydın" niteliğini ortadan kaldırabilir; ne de, o tezlerin "d-ü-n" dile getirilmiş olmasını "anormal" (!) kılabilir.
Zaten de bütün mesele buradan kaynaklanıyor!
***
EVET buradan kaynaklanıyor, çünkü en önce, tıpkı sahtekár kalpazanın banknotu veya "sinye" markanın kopyası gibi, fikirlerin de "taklid"inden sakının!
"Kadro"dan bir otuz yıl sonra ilkin "Yön- Devrim" cuntacılığına; ondan bir otuz yıl sonra şimdi de "ulusalcı-kızılelmacı" maskaralığa soyunan taklitçileri kastediyorum.
Elde var hüzün ve de insaf, 1930’lar dünya ve Türkiye’sinin genel "arayışları" içinde dile getirilen ve o zamanda ve o mekánda tartışılabilirlik meşruiyeti arzeden görüşleri önce nalıncı keseriyle tahrif edecek; ardından da, kötü kopyayla temcit pilavını ısıtacaksınız.
Üstelik, "ulusalcı-kızılelmacı-neo-İttihatçı" zevát bilgi birikimi; tahlil yeteneği ve mantık sistematiği itibariyle yukarıdaki ilk Cumhuriyet aydınlarının eline taharet suyu bile dökemeyecek oranda cahil, sığ ve dogmatik olduğundan, onun durumu çok traji-komiktir!
Biri "suyu aramış"; "suyu aradığını" söylemek cesaret ve dürüstlüğünü göstermiş; dolayısıyla da, bulduğu "ab"ı bile süze süze, deneye deneye, yudumlaya yudumlaya içmiş.
Kıyısında asla yürümediği bir Meriç’in, bir Aras’ın veya bir Don’u adını duysa uçkur donu sanacak olan şimdiki kopyası ise ufuksuz bozkırın sarısında tesadüfen, suyu acı ve zehirli olduğu için atmış, yetmiş yıl önce ağzı taşla kapatılmış kör bir kuyu keşfetmiş.
Kırık dökük çıkrığa tünemiş, "herkes buradan içecek" diye bas bas emir buyuruyor.
***
SEN iç ağam, sen iç paşam! Afiyet şeker olsun ve "ulusalcılık"ın mübarek olsun.
Ama sakın "suyu arayan adam" geleneğini ağzına alma, "aramak" kim, sen kim?