Hadi Uluengin

Emperyal ata

25 Temmuz 2006
ATABÜYÜKBABAM Cibálili Tahsin bin Lûtfü; veya kısa boyundan ve haşarı karakterinden dolayı nam-ı diğer Piç Tahsin Bey, "Mekteb-i Bahriye-i Şahane" mezuniyeti ertesindeki ilk güverte görevine, türküde "giden gelmiyor" denilen Yemen’den başlamıştı. Oradaki küçük karakol donanmamıza istimbot zabiti olarak iltihak etti.

Fakat tabii Yemen’den geri geldi ki, zürriyetini sürdüren bendeniz işte buradayım.

Nitekim Tahsin Bey, uzun yıllar sonra "kozmografya müderrisi" olarak ders vermek için aynı okula tekrar dönene dek, bandıra limanı "Memálik-i Osmaniye"nin Girit, Adalar veya Selánik gibi çeşitli deniz şehirleri olan gambot, muhrip yahut dretnotlarda vazife ifa etti.

Bu arada da, enlem, boylam ve zaman saptamalarını modern astronomik gözlemlere dayandıran ilk Türkçe kitabı "Seyr-i Sefain Puntu" adı altında kaleme aldı.

Hicri 1299, Miládi 1881 tarihli cilt kütüphanemin "hazine" (!) bölümündedir.

* * *

SONRA, Atabüyükbabamın oğulları Emin ve Lûtfü beyler, biledildiğim kadarıyla daha evveliyátı Kırım Harbi fırkateynlerine uzanan klasik familya geleneğini yine sürdürdüler.

Ancak, mahdumların güverte ve taret zabitliği aynı seyri izlemedi.

İmparatorluk artık iyiden iyiye "suyunu çekmekte" olduğundan onlar ancak, yakamozu sönükleşmiş nihai bir uskur suyunda dümen tutabildiler.

Tamam, "Çanakkale geçilmez" ve Kanal Cephesi falan da, hemen ardından ve ister istemez, palamarı Haliç’teki taşkızak dubasına yahut Gölcük’teki sintine havuzuna bağladılar.

* * *

ZATEN, Üsküdar’ın loş cumbalı evleri; kanaryaların tel kafesleri; namazların káza vakitleri ve "Allah devlete, millete zeval vermesin" dualarıyla, Piç Tahsin Bey’in oğulları hiçbir zaman modern astronomik gözlemleri daha da yenileyecek kitaplar yazmadılar.

Háttá, koskoca bahriye miralayı olan Büyükbabam Neptün ve Pluton’un daha sonraki keşfini, "seyyareler yedi tanedir ve rahmetli pederim de öyle zikretmiştir. Donanmamız deryada rotasını kaybetsin diye, son iki tanesini İngiliz kasten icád etti" diye açıkladı.

Eh, Allah rahmet eylesin ve ruhu şad olsun!

* * *

İMDİİ, daha eski dönemde yaşamış Cibálili Tahsin bin Lûtfü’nün "ufuk açıklığı"yla, kendisinden sonra yetişmiş ve meslek itibariyle aynı formasyondan geçmiş oğlunun "kaderci ufku" arasındaki uçurumu sırf karakter farklılığı"yla açıklayabilir miyiz?

Belki bir ölçüye kadar, evet!

Tahsin Bey’in "zeká kıpırtısı" çağrıştıran "piç" lákabını da örnek diye ekleyebiliriz.

Fakat bana sorarsanız, zahiren bir "babalar ve oğullar" denklemi gibi gözükse dahi, yukarıdaki farkılılığı esas olarak tarihi ve siyasi bir çerçeveye oturmak gerekiyor.

Başka bir deyişle, buradaki "açıklık" şahsi, ırsi veya ailevi değildir ve ötesine taşıyor.

Buna "emperyal boyut" adını verelim.

* * *

ÖYLE, zira yedi kuşak Dersaadet kökenli olsanız dahi eğer güverte zabitliğine Yemen’de başlayıp bunu uzak İmparatorluk limanlarında sürdüyseniz; hátta, velev ki o Dersaadet’ten dışarı adım atmamış olun, "mülk"ün sizin aidiyetinizde bulunduğunun bilincindeyseniz, biraz akıl sahibiyseniz, hayata ve dünyaya "açık bakmak" ihtiyacını hissedersiniz.

En azından, "mal"ınızın bekçiliği yapmak için denizde tam istim tutturduğunuzda, vakit yitirmemek için, modern astromiyi kullanarak rota saptama kitabı yazarsınız.

"Açıklık" o ihtiyaçtan doğmuş olur ve buna da "emperyal düşünmek" denir.

Ve, bütün bunları, Lübnan’la İsrail arasına NATO şapkalı bir uluslararası güç yerleştirilmesi ihtimalinin ortaya çıkmasından dolayı anlattım ki, konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Sanal ve bezgin

23 Temmuz 2006
Eh, eninde sonunda, Kierkegaard "nick"inin arkasına saklanmış bir "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa"yım! Karşımdakiler müneccimbaşı değil ya, "chat" kimliğimi zikrederken kadınlarda endámlılarını; romanslarda erotikalılarını; muftaklarda zeytinyağlılarını; müziklerde Stravinski’lilerini veya resimlerde Schiele’lilerini tercih ettiğimi duyurduğum için, benim gerçek niceliğimi şıppadak keşfedecekler. Ancak tabii, iş fotoğraf faslına gelince durum değişiyor. GEÇEN pazar anlattığım gibi, Danimarkalı filozof Kierkegaard’ın ismini kendime "nick" yani takma ad edindikten sonra, oğlumun aracılığıyla ilk "a-be-ce"sini öğrendiğim sanal áleme yelken açıp, internet ortamında bini bir paraya kol gezen "chat" odalarından birisine kaydoldum.

Şimdi ekran önünde ve klavye başında, varolduğu varsayılan insanlarla "sohbet ediyor" (!) olacağım.

Aslına bakarsanız, burada sözü tamamen ters çevirmek gerekiyor, "sohbet bahane", şu lánet olası postmodern zamanların yeni "iletişim kültürü"yle tanışacağım.

*

HEMEN şunu da eklemem gerekiyor ki, yaş, baş; boy, pos; ikámetgáh, tercih gibi, o "varolduğu varsayılan" sanal kişilikler hakkında asgari bilgilerin "ifşa edildiği" (!) ve "profil" denilen çeteleyi tek kelime yalansız doldurdum.

Eh, eninde sonunda, Kierkegaard "nick"inin arkasına saklanmış bir "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa"yım!

Karşımdakiler müneccimbaşı değil ya, "chat" kimliğimi zikrederken kadınlarda endámlılarını; romanslarda erotikalılarını; muftaklarda zeytinyağlılarını; müziklerde Stravinski’lilerini veya resimlerde Schiele’lilerini tercih ettiğimi duyurduğum için, benim gerçek niceliğimi şıppadak keşfedecekler.

Ancak tabii, iş fotoğraf faslına gelince durum değişiyor.

*

DEĞİŞİYOR, çünkü herhalde o "profil"e kendi suretimi yerleştirecek değilim!

Daha neler, bari bebekleğimden itibarenki tüm aile albümümü koyayım da, bütün bir "sanal álem" benim familya hayatımla da müşerref olsun!

Devenin pabucu ve her şeyin bir sınırı; bilhassa da "postmodern iletişim kültürü"nün bir "hop dedik" noktası var!

*

MORİZ Jung adında ve o 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı Viyana’sının "lánetli" (!); zaten lánetli olduğu için de muhteşem sanat çevresi içinde yer almış olan bir desinatör vardır ki, çok değil, ancak 7-8 sene önce ve bir "refakatçi" aracılığıyla keşfetmiştim.

Yukarıda sözünü ettiğim Egon Schiele’ye ve aynı mekán ve zaman ressamlarına ek olarak, psikanalizin yaratıcısı Sigmund Freud’dan solfejin ihtilalcisi Alban Berg’e uzanan ve varoluş sancısını dehşet modernist bir biçimde yansıtan Orta Avrupa ekolüne mensuptur.

İşte, dediğim gibi 7-8 sene oluyor, söz konusu "refakatçi" bana yine Viyana’dan o Moris Jung’un "Wiener Cafe: Der Litterat" başlıklı deseninden bir kartpostal yollamış ve arkasına da sadece, "aynana bak" yazmıştı.

Doğru, bin defa doğru! Aynam oradan bana kendi suretimi yansıtıyor.

Bacakları kendisine çok uzun gelen ve halinden bezmiş bir adam, "art deco" motifli bir kahve kanapesine kaykılmış, masa üzerindeki boş kağıda değil, diğer bir boşa bakıyor.

O "Ben"im ve ben de "O"!

*

KARTPOSTALI alınca öylesine hayretlere düştüm ki derhal, hem, aslında pek tanınmış birisi olmayan Jung hakkında bütün bilgileri edindim; hem de ne yapıp yapıp, söz konusu desenin daha büyük ebattaki bir röprodüksiyonunu buldum.

Çerçevelettim ve kütüphane önündeki küçük resim sehpasına yerleştirdim.

O gün bu gündür, sabahtan akşama ve geceden gündüze, karşılıklı bakışıp duruyoruz.

"Chat" odasının "profil"inde kendimi "teşhir etmek" için bundan daha gerçekçi, daha inandırıcı ve daha objektif bir ayna olabilir mi?

Dolayısıyla, Danimarkalı filozof Sören Kirkegaard’ın "takma adı" arkasına sakladığım "sanal kişiliğimi" bu defa da, Avusturyalı ressam Moriz Jung’un deseniyle cismánileştirmeye karar verdim.

Kendi "fotoğraf"ımı (!), Viyana kahvesinde kanapeye kaykılmış ve halinden bezmiş adamla yansıtacağım.

*

ANCAK, şu "postmodern iletişim kültürü"nün "manevi" (!) boyutu gibi "maddi" (!) boyutunu da bilemediğim için bir alay teknik sorun çıktı.

Deseni "scanner"dan geçirip "chat" sitesine yerleştirmeye çalıştım, beceremedim.

Aradım, taradım ve internette buldum ki, oradan kopyalamaya kalkıştığımda, yok "copyright" hakkı, yok şifre formülü derken, tekrar yüzüme gözüme bulaştırdım.

İmdadıma yine oğlum yetişti ve bir çırpıda, benim Kirkegaard sanal kimliğimi Jung resminin "sanal varoluş"uyla yekpáre bir bütün kıldı.

Belki diyeceksiniz ki, "Geçen hafta ’chat’e girizgáhı estetik ve bakımlı bir kadın ayağı fotoğrafından yola çıkarak yapmıştın, oysa şimdi de ondan değil kendi fotoğrafından söz ettin."

Doğru ve haklısınız!

Ancak yine de izninize sığınarak, upuzun bacaklı ve boş bakışlı bezgin adam deseniyle, erotika cazibeli ve hoş fotoğraflı kadın ayağı arasındaki "sanal ilişki"yi gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Tezkerenin ceremesi

22 Temmuz 2006
25 Ocak 2003 günü bu sütunda yayınlanan ve Bush’un henüz başlatmamış olduğu Irak maceraperestliğini yorumlayan makalem, "ABD Savaşı Kaybetti" başlığını taşıyordu. Oysa, harekát ancak hipotez aşamasındaydı. Hálá "barış umudu"ndan söz ediliyordu.

Ben, böyle bir "ümit"in hayalden öteye gitmediğini ve Washington’un artık geri adım atmayacağını kaydetmeme rağmen, geleceğe ilişkin olarak aynen şu ifadeyi kullanmıştım:

"Evet, kaybetti. İsterse Bağdat’a iki günde girsin ve Saddam Hüseyin’i üçüncü gün yağlı kazığa oturtsun, ABD savaşı şimdiden kaybetti. Bu, böyle biline!"

Halep oradayda arşiv burada ve gelişmeler de ortada ki, yorumunu size bırakıyorum.

* * *

ANCAK, henüz başlamamış savaşta Birleşik Amerika’nın orta-uzun vadeli yenilgiye mahkûm olduğunu vurguladım ama aynı zamanda da; biri diğeriyle çelişmez, tamamlar, ülkemizin yine orta-uzun vadeli çıkarlarına "reelpolitik" yaklaşarak, Türkiye’nin o Amerika’ya "operasyonel transit hakkı" tanıyacak izni vermesini savundum.

"ABD uşağı", "vatan haini", "müstemleke aydını" türü küfürlere tınmadan, 1 Mart tezkeresinin onaylanmasını destekleyen çok sınırlı sayıdaki birkaç kalem arasında yer aldım.

Geçmedi ve tabii ki boynum kıldan ince, "egemenlik ulusundur" ilkesine riayet ettim.

* * *

ETTİM ama "birey muhalefet"imi sürdürdüm ve büyük çoğunluk "ret" kararını "zafer" diye tanımlarken ben tam aksine, kasten ironik bir "Kuzey Irak mı?" başlığını attığım 5 Mart 2003 yazımda "hayır"ı getireceği çok tehlikeli sonuçları söyle sıraladım:

"Havada bulut, sen bunu unut, TBMM kararından sonra Türkiye’nin yeni bölge oluşumlarında söz sahibi olmak hakkı ve şansı kalmamıştır (...)

"Mucize gerçekleşip savaş patlamasa bile Irak’ı mutlaka gasp edecek ve bölgeyi şekillendirecek olan ABD, Ankara’nın
’Kürt politikası"na artık izin vermeyecektir (...)

"Israr ettiğimiz takdirde de bu kez karşımıza peşmerge değil
’Coni’ çıkacaktır".

Tekrarlıyorum, birinci makale gibi bu ikincisi de daha Körfez savaşı patlamadan önce yazılmıştı ve yine Halep oradaysa arşiv buradadır, isteyen doğruluğunu denetleyebilir.

* * *

İŞTE, aradan geçen üç buçuk senede dere tepe düz gittik ve benim 5 Mart 2003’te "havada bulut, sen bunu unut" diye tanımladığım sürecin göz çıkarttığı noktaya vardık.

Yani demek istiyorum ki, ortalığa pompalanan "cengáver hava" tamamen kuru sıkıdır ve ne denli çocukça olursa olsun, yine de böyle kalması ve bir maceradan evládır.

Çünkü, Tezkere’yi redderek tá o gün Kuzey Irak denkleminde "söz sahibi olmak hak ve şansını yitirmiş" bir Türkiye’nin, çok sınırlı hava operasyonu veya çok kısa sıcak takip hariç, yukarıdaki bölgede artık bir "manevra marjı" yoktur ve olamayacaktır.

Aynı yazıdaki metaforik "Coni" benzetmesiyle kastettiğim gibi de, ısrar edildiği takdirde karşımıza bu kez peşmerge değil, başta ABD, hem Batı, hem Arap álemi çıkacaktır .

Ülkemizin ve ulusumuzun kaderiyle oynamak anlamına gelecek olan böyle bir varsayım hakkında ise kalem dahi oynatmak istemiyorum.

* * *

DOLAYISIYLA
, iktidarın "gaz vermesi" dahil, siyaset ve medyada estirilen "seferi havayı" tadında bırakalım ve ayağımızı 1 Mart 2003 sonrasının nesnel tabanına basalım.

Hele hele, uzağı gördükleri için Tezkere’yi savunmuş olanlara dün "Amerikan uşağı" veya "Siyonist ajanı" diyen ve "İslamcı"sından "ulusalcı"sına uzanan sığ ufukluların şimdi de, sanki Davudi yıldızlı devletin saldırganlığı bir matahmış gibi İsrail’i örnek göstererek, "bizim elimiz niye armut topluyor" diye koparttığı yaygaraya metelik vermeyelim.

Kendi düşen ağlamaz ve Tezkere’nin düşürdüğü yerden artık gerçekçilikle kalkalım.
Yazının Devamını Oku

No pasaran!

20 Temmuz 2006
HER "resmi tarih" kendi efsanesini üretir. Geçmişteki bir "gerçek"i kendine göre yontar. Yorumlar ve de "süsler". Yahut, asla mevcut olmamış her hangi bir "gerçek"i yoktan var eder.

Ancak dikkat, yukarıdaki "resmi" kelimesiyle illá devletler tarafından yazılan, öğretilen ve háttá dayatılan "tarih"leri kastetmiyorum.

İster azınlık, ister çoğunluk olsun, uhrevi dinlerden dünyevi ideolojilere ve mikroskopik yapılanmalardan diaspora gruplaşmalara, efsaneler bir süreklilik nedenidir.

"Bugün"ü sürdürebilmek için "dün"ü mitosa dönüştürmek zorunluluk oluşturur.

Oysa, "mümkün mertebe nesnel" bir "tarih" bu değildir ve olamaz!

* * *

"NO pasaran"! Bu ifade İspanyolcada "geçemeyecekler" anlamına geliyor.

Yukarıdaki slogan ilk kez 1936 - 1939 İç Savaş’ı sırasında ve asi General Françesko Franko ordusuna karşı Madrid’i savunan Cumhuriyetçi kuvvetlerin "maneviyatını yükseltmek" amacıyla, Komünist Parti lideri Dolores İbarruri tarafından kullanılmıştı.

20. Yüzyılın "resmi tarih" efsaneleri arasında da en baş köşeye oturur.

Bir, iki, háttá üç kuşak "sol mitoloji" yukarıdaki şiar üzerinde yükselmiştir.

Eh, meşru hükümete isyan etmiş ve Faşist İtalya’yla Nazi Almanya’nın desteğini arkasına almış başıbozuk bir apoletliye karşı "geçemeyecekler" diye meydan okumaktan daha asil, daha vicdani, daha insani bir şey düşünülebilir mi?

Buna bir de, o Cumhuriyetçileri desteklemek için dünyanın dört bir yanından İspanya’ya koşan "Uluslararası Tugaylar"ı ekleyin ki, çok uzun dönem yukarıdaki efsaneye iman etmiş birisi olarak, haniyse şimdi bile tüylerim diken diken oluyor.

Ancak, yine "mümkün mertebe" diye vurguluyorum, "nesnel tarih"i yansıtmıyor.

* * *

YANSITMIYOR, çünkü hadi hoşgörülü davranalım ve zaten sicilli bir Stalin ajanı olan İbarruri Yoldaşın yukarıdaki "geçemeyecekler" sloganını dahi, Fransız Mareşal Petain’in 1916’daki Verdun savunmasından çaldığı gerçeğini bir "ayrıntı" (!) sayalım.

Fakat, ne İç Savaş’ın İspanyol Sahrası’ndaki 17 Temmuz 1936 "general isyanı"yla başladığı; ne "Cumhuriyetçiler"in "Milliyetçiler"den daha haklı zemine oturduğu; ve bilhassa, ne de birinin diğerinden daha "insani" (!) olduğu ve davrandığı doğrudur.

Çünkü, ruhbanların kellesini kitlesel olarak kesmek dahil, birincilerin korkunç kıyamda ikincilerle atbaşı yarıştığı İspanya İç Savaşı aslında 1934 Şubat’ında başladı.

Viraj, Sosyalist Parti’nin proletarya diktatörlüğü için gizli komite kurmasıyla dönüldü.

İki yıl sonra resmen "Halk Cephesi"nin "zafer" kazandığı söylenen ama sonuçları asla açıklanmadığı için Franko’nun "kazan kaldırması"na yol açan diğer bütün gelişmeler ise, 1 Nisan 1939’daki "nihai nokta"ya kadar birer karşılıklı vahşet ve katliam dizidir!

Efsaneler yalandır ve taraflardan hiçbiri "masum" (!) veya "mağdur" (!) değildir!

İç Savaş içinde iç savaş, komünistlerin KGB aracılığıyla rakiplerini "temizlemesi"ne girmiyorum, "Milliyetçiler" ne denli suçluysa "Cumhuriyetçiler" de en az o kadar suçludur.

İşte İspanya’da "mümkün mertebe nesnel tarih" budur ve galiplerin ve mağlupların birbirlerine zıt efsanelerle üretmiş olduğu "resmi tarih"lerin kıymet-i harbiyesi sıfırdır.

* * *

ASLINA bakarsanız, Franko ertesindeki demokratik İspanya bu "mümkün mertebe nesnel"e çok yaklaşmıştı. Bizzat kendi akademik tarihçileriyle zıt efsaneleri tırpanlamıştı.

Ama şimdiki Zapatero hükümeti İç Savaş’ın 70. yıldönümüdür diye "Frankizm mağdurları"na ilişkin yasa çıkartıyor ki, tekrardan "resmi tarih" anlayışına çark ediyor.

Oysa, "mümkün mertebe nesnel tarih" er geç her "no pasaran"ı aşıyor ve aşacak.
Yazının Devamını Oku

Et konservesi ve G-8 zirvesi

18 Temmuz 2006
"İTHALAT pazarımızı açmadan önce Amerikan gıda sanayiinin sığır etini sıhhate uygun biçimde dondurup dondurmadığını denetlememiz gerekiyor". Buyrun bakalım!

* * *

ÖYLE, çünkü yukarıdaki gerekçeyi öne süren kişi Rus Dış Ticaret Bakanı oldu.

Nedenini de, cumartesi günü Sen Petersburg’da başlayan ve benim bu satırları yazdığım sırada devam etmekte olan "G-8" zirvesindeki "limoni" hava oluşturdu.

Zira, tabii en başta ABD, Batı ülkeleri, hanidir ve hanidir "Dünya Ticaret Örgütü"ne üye olmaya can atan Moskova’ya "ama siz de ithalátı serbestleştirin" itirazını tekrarladı.

Dolayısıyla da, aşağı yukarı anlaşıldı ki, Vladimir Putin’in bir "prestij meselesi"ne dönüştürdüğü üyelik yine bir "başka bahara" kalacaktır.

Oysa Rus bakanın minaresi burada ne kılıfa, ne torbaya, ne de çuvala sığıyor!

* * *

ÇÜNKÜ insaf, şu et dondurma işini zaten tá 20. Yüzyıl başında bizzat "yankee"lerin icad ettiğine ek olarak, üstelik sen bütün bir 2. Savaş boyunca Kızılordu’nun karnını, onların sana şilep şilep gönderdiği "corned beef" tayınları sayesinde doyurmuş olacaksın.

Artı, Rusya’nın adı "Dünya Sağlık Örgütü"nün gıda sanayiine ilişkin "hıfzı sıhha" raporlarında en, en alt sıralarda yer alacak.

Ama sen şimdi kalkıp, "ithalat izni vermeden önce ’Westinghouse’ buzdolaplarının kompresör basıncını ölçmem gerekir" türünden bir mazerete başvuracaksın.

Tavariş, oldu olacak, bari ineklerin otladığı çayırlardaki ot kalitesini ve kasapların kullandığı bıçaklardaki biley derecesini de denetlemek için, her Amerikan merásına ve her Amerikan mezbahasına birer "komiser" yolla!

* * *

ASLINA
bakarsanız, "G-8" zirvesi sırasında diş kovuğuna kaçmayacak ölçüde bir ayrıntı oluşturan yukarıdaki gerekçeyi kasten öne çıkarttım.

Çünkü, velev ki Ortadoğu’daki son gelişmeler Sen Petersburg toplantısı gündemini allak bullak etmiş ve dikkatleri Baltık şehrinden Akdeniz Beyrut’una çevirmiş olsun, oturum henüz noktalanmadan şunu hemen söyleyebiliriz:

Rusya’nın sırf ABD’yle değil, Avrupa ülkeleriyle de arası giderek daha çok açılıyor!

Neva ırmağının nispeten birbirlerine yakın kıyıları da bu gerçeği gizleyemiyor.

Zaten burada da, yukarıdaki "sığır eti" (!) gerekçesinin traji-komikliğine ek olarak, Vladimir Putin Rusya’sının diğer tüm "G-8" devletlerine olan farklılığını vurgulamak için, yine "ayrıntı"ymış gibi ama özünde işte o "farklılığı" yansıtan olguyu saptamak gerekiyor.

* * *

"G-8" bugüne dek nerede toplandıysa istisnasız hepsinde, "Zenginler Zirvesi"ne karşı çıkan yerli ve uluslararası "anti-küreselleşmeciler" orada ikinci bir mihrak oluşturdular.

Çoğu defa hır güre dönüşen kitlesel gösteriler düzenlediler.

Her halükárda da, belki bizzat liderler kadar medyanın odak merkezine dönüştüler.

Onaylarız veya onaylamayız apayrı bir mesele ama, bu, sivil toplum geleneği üzerinde yükselen demokrasilerin "olmazsa olmaz" ifade özgürlüğü içinde yer alır.

Sen Petersburg’dan böyle "alter-küreselleşmeci" haber duydunuz ve okudunuz mu?

Yok, çünkü zaten vize verilmediği için oraya ancak bir avuç olarak gelebilen ve "cö" demeleri bile yasaklanan o tek tük "anti-küreselleşmeci" dahi şehrin öte yakasındaki bir futbol stadyumuda, eli maşalı zaptiye tarafından "mecburi kampa" alınmış bulunuyor.

Evet evet, Vladimir Putin Rusya’sının farklılığı daha ilk ayrıntıda göz çıkartıyor.

Káh "et konservesi" bahanesinde, káh "alter-küreselleşmeci" kampında!
Yazının Devamını Oku

Hür vicdantırıs İsrail

15 Temmuz 2006
BEN kimsenin hoşuna gitmek için yazmıyorum. Yazmadım da! Yazmayacağım da! Ben inandıklarımı yazıyorum ve buna, "vicdanı hür, kalemi hür" olmak deniliyor.

* * *

YUKARIDAKİ girizgáhın nedenini, İsrail’in mazlum ve mağdur Filistin halkına karşı Gazze’de saldırı başlatmasını eleştirdiğim salı günkü yazıma gelen yoğun tepki oluşturuyor.

Burada, Siyonist devletin fütursuzca uyguladığı "kolektif cezalandırma" yöntemiyle, Alman diplomat Von Rath’a 1938 Kasımında düzenlenmiş suikast arasında ilinti kurmuştum.

Failin Musevi kökenli olmasını bahane eden Nazilerin tüm Yahudilere karşı pogrom düzenlemesiyle; Olmert hükümetinin asker kaçırmayı fırsat bilip bütün Gazze ahalisine karşı mezálime girişmesinin, devletler ve savaş hukuku açısından paralellik taşıdığını kaydetmiştim

Vay sen misin bunu söyleyen!

* * *

İSTANBUL’daki İsrail Başkonsolosluğu’nun gönderdiği kınama metni dahil, Davudi yıldızlı devlet politikalarını kayıtsız şartsız destekleyen bir bölüm okurdan protesto yağdı.

Nasıl olur da "holokost" soykırımıyla Gazze operasyonu aynı kefeye koyar mışım?

"Siyonist Devlet" terimini niçin "küfür" (!) gibi kullanıyor muşum?

Ne sinsi Nazi hayranlığım, ne de gizli "anti-semit" Yahudi düşmanlığım kaldı.

* * *

ÖNCE, okuduğunu anlamayanlar kendi derdine yansın. Alfabe öğretecek değilim!

Çünkü, korkunç "holokost"u İsrail saldırısıyla özdeşleştirecek kadar aptal değilim.

Artı, istisnai bir tanım olan "soykırım"ı olur olmaz kullanacak kadar da cahil değilim.

Dolayısıyla, kimse mugalátaya yeltenip, 1938 pogromuyla Gazze mezálimi arasında kurduğum ilişkinin "kolektif cezalandırma" yöntemiyle sınırlı olduğunu tahrife kalkışmasın.

Sonra, Siyonizm Davudi yıldız bayraklı ülkenin özünü yarattığı içindir ki, "Siyonist Devlet" deyimi uluslarası terminolojiye girmiştir. Bütün dünya medyası tarafından kullanılır.

Bir "küfür" yahut bunun tam tersine bir "övgü" değil, sonsuz nesnel bir ifadedir.

* * *

ÖTE
yandan, bana gizli veya aleni Yahudi düşmanı diyecek olanın alnını karışlarım.

En can arkadaşlarının ve hayatına girmiş bazı kadınların Musevi aidiyet taşımasına; veya, Arend felsefesinden Levinas etiğine, Yahudi kültürdeki derinliğe hayranlık duymasına ek olarak, Halep oradaysa arşiv buradadır, bu satırlar yazarı iğrendiği ve tiksindiği "anti-semitizm"e karşı Türk basınında en tavizsiz mücadeleyi vermiş olan kalemlerin başında gelir.

Zaten bundan dolayıdır ki, adı bir yandan "Dünya Yahudi Kongresi" raporlarında "ádiller" sırasına yazılıdır; diğer yandan da, o "anti-semit" çirkefliğe prim vermediği ve İsrail’in meşru devlet varlığını savunduğu için kendisine yağan ve yağmakta olan "Yahudi tohumu" (!); "Sionist ajan" (!); "Sabetayist casus" (!) küfürlerinin bini bir parayadır.

* * *

TEKRAR başa dönüyorum, oysa be ne oyum, ne de buyum. Fikrim ve vicdanım hür!

19. yüzyıl milliyetçiliklerine dahil bir ideoloji olarak tümden reddettiğim Siyonizmin yine de ırkçı olmadığını bilmek dahil; "anti-semit" Yahudi düşmanlığına karşı en ön safta mücadele etmeyi ve İsrail’in meşru devlet varlığını sonuna dek sahiplenmeyi sürdüreceğim.

Fakat bu, asla ve asla, aynı İsrail mağdur ve mazlum Filistin halkına karşı uyguladığı saldırganlıkla uzlaşmak anlamına gelmez. Gelmeyecektir. Saplarla samanları karıştırmıyorum.

Üstelik, Tel-Aviv denetimli "entelektüel terör lobisi"nin cazgırlığı karşısında sus pus olup, o Filistin halkının en az İsrail kadar meşru olan haklarını savunmaktan caymayacağım.

Bir bölüm fanatik bana "Yahudi tohumu" diye küfrediyormuş, vız gelir!

Zıt kutuptaki diğer fanatiklerin "Yahudi düşmanı" küfürleri de, eh işte, tırıs geçer!
Yazının Devamını Oku

Vatan toprağı mı, yalan toprağı mı

13 Temmuz 2006
TAHA Akyol "vatan toprağı elden gidiyor" cazgırlığına cevap getirdiği dünkü enfes yazısında, hem Dr. Serhan Ada’nın "Türkiye-Fransa İlişkilerinde Hatay Sorunu" başlıklı araştırmasından; hem de söz konusu ilimize ilişkin tapu ve kadastro verilerinden yola çıkarak, yukarıdaki paranoyanın kocca bir yalandan ibaret olduğunu "a" artı "b" formulle teşhir etti. Akyol’un iznine sığınarak, makaleyi okumamış olanlar için kısa bir özet aktaracağım.

* * *

BİR; "ulusalcılar"ın üfürdüğü ve "Hatay’ın yüz yıl sonra Suriye’ye iade edileceği" türü gizli bir maddenin de 1939 referandumunda onaylandığı yalanı, tam zırzır deli zırvasıdır.

Zaten de yalan öyle göz çıkartıyor ki, uyduranların "zeká yaşı" düzeyini ele veriyor.

İnsaf, perde gerisindeki diplomatik anlaşma değil ve adı üzerinde, kamusal ve açık bir "halkoylaması" ki, bunun "gizli madde" içerebileceğine hangi cahil ve hangi budala inanır?

Rabb’ım "ulusalcılar"a tez zamanda akıl ve zihin şifası eyleye, amin!

* * *

SONRA iki; Haziran 1939 anlaşması uyarınca Hatay’dan göçen ama bazı taşınmazları satmayan Suriyelilerin malları tá o tarihten beri Tapu ve Kadastro Dairesi’nde "Suriye emlákı" olarak gözüküyor ki, aynı şekilde, karşı tarafta da "Türkiye emlákı" bulunuyor.

Yani, şimdi kopartılan tatavaya rağmen aslında "doğu cephesinde yeni bir şey yok"!

Taha Akyol’un resmi kayıtlardan aktardığına göre de, söz konusu 4.599 taşınmazın mülkiyeti 2.485 Suriye uyrukluya ait ve bunlar toplam 149 bin 133 dönüm araziyi kapsıyor.

Üçüncüde ise daha, daha da sıkı durun!

* * *

EVET evet daha sıkı durun, çünkü aynı antlaşmadan sonra bu defa ters yönde Türkiye ’ye göçen yurttaşlarımız şu an Suriye’de sahip olduğu arazi ne kadar, bir tahmin edin bakalım.

Tam "1 m-i-l-y-o-n, 24 b-i-n dönüm"! Suriyeli mülkünün yedi katına tekábül ediyor.

Üstelik, 2 milyon 285 bin dönüm üzerindeki hak iddialarımız da sürüyor.

Şimdi gel de, somut, nesnel ve soğuk rakkamları teker teker sıraladıktan sonra Akyol’un kináyeyle sorduğu "kim kimi satın alıyormuş" sorusuna hak verme!

* * *

FAKAT biliyorum, vermezler. Vermeyeceklerdir.

Yine binbir dereden su getirecek; yine binbir kulp takacak; yine binbir mitoman yalanı ve komplo teorisi uyduracak ve "vatan toprağı elden gidiyor" yaygarasını sürdüreceklerdir.

Tıpkı, internet ortamında aylar ve aylardır dolaştırdıkları ve Bekaa’da çekilmiş PKK anıt - mezar fotoğraflarını "işte Diyarbakır" provokasyonuyla yutturmaya çalıştıkları gibi!

Tıpkı, "üyelik süreci sırasında Türkiye bölünürse Kürdistan da müzakerelere dahil edilecektir" diyen inanılmaz ahmaklıktaki metnin altına resmi AB damgası vurup, yine aynı ortamda ve yine aylardır her bir tarafa yolladıkları gibi!

Yahut tıpkı, öz be öz TC vatandaşı Musevi yurttaşlarımızı gammazlamaya yeltenen Rahşan Ecevit’in tek delil sunamadan, İsrail’in onlar aracılığıyla GAP’ı "kapattığı" iftirasını atmaktan utanmadığı; veya alnı asla secdeye değmemiş "karanlıkçı maocular"ın "misyoner faaliyetine son" provokatörlüğüyle Hristiyan ruhban katlini kışkırttığı gibi!

* * *

VE işte, "ulusalcı- kızılelmacı- neo-ittihatçı" cephe sırf artık "delirum"a varmış paranoyadan dolayı değil, "müşteri ayartmak" için mitoman yalanına ve komplo teorisine bel bağladığındandır ki, "vatan toprağı elden gidiyor" bezirgánlığından medet umuyor.

Oysa Hatay oradaysa kadastro burada, "elden giden" şey asla "vatan toprağı" değil!

Efendiler, "elden giden" şey sizlerin "yalan toprağı" ki, tapu dairesi bile kurtaramaz.
Yazının Devamını Oku

Basayev ve Rus dayatması

12 Temmuz 2006
HİÇ şüphesiz ki, Çeçen terörist Şámil Basayev’in pazar gecesi Rus güvenlik birimleri tarafından öldürülmesi Moskova açısından çok önemli bir başarı oluşturdu. Hele hele, "imha harekátı"nın tam, aynı Rusya’nın dönem başkanlığını yaptığı ve cumartesiden itibaren St.Petersburg’da toplanacak olan "G-8 zenginler zirvesi" arifesinde sonuç verdiği göz önüne alınırsa, bunun bir "zafer"e tekábül ettiği dahi söylenebilir.

Neva nehri kıyısındaki toplantıya zaten kendi görüşlerini mümkün mertebe dayatmak azmiyle hazırlanan Putin, şimdi daha da geniş bir manevra marjına sahip olacaktır.

Ancaak!

* * *

ANCAĞI şu ki, bana sorarsanız, yukarıdaki "zafer" (!) orta-uzun vadede bir "Pirüs zaferi" olmaktan fazla öteye gidemez. Gidemeyecektir.

Çünkü, Basayev’in eli kanlı ve ruhu lánetli bir katil olduğu tabii ki tartışılamaz ama, Vahabi fanatik esas itibariyle bir "sebep" değil, bir "sonuç" oluşturuyordu.

Başka bir deyişle, onu, şûrekásını ve müritlerini yoktan var eden şey, Büyük Rus şovenizminin mazlûm ve mağdur Çeçen halkına revá gördüğü korkunç kıyam ve eziyet oldu.

Dolayısıyla da, bu umutsuz "desperados"ları yaratan ve onları sezaryenle doğurtan politika sürdüğü takdirde, Şámil Basayev tipi yeni meczûpların ortaya çıkması mukadderdir.

Barometredeki basınç sistemi tayfunu haber verdiği müddetçe, rüzgárın belki geçici bir süre durulması, vartanın atlatıldığı ve fırtınanın patlak vermeyeceği anlamına gelmez!

O halde, buradaki gerçek "sebeb"e, yani Vladimir Putin yönetimiyle birlikte Rusya’nın "aslına rücû" etmesi boyutuna dönmemiz gerekiyor.

* * *

EN önce şunu vurgulayalım ki, Temmuz-Kasım 1917 Kerensky dönemi hariç, tüm "havailik"lerine rağmen, Boris Yeltsin Rusyalar tarihindeki yegáne "liberal parantez" oldu.

Unutmayalım, komünist generallerin "palyaço darbesi"ni onun cesareti şapa oturttu.

Artı, Çeçenistan’a geniş özerklik tanınması da dahil, SSCB bünyesindeki ulusların "milletler hapishanesi"nden gönül rızasıyla ayrılması yine Yeltsin sayesinde gerçekleşebildi.

Oysa, zaten gizli servis formasyonu itibariyle "Sovyetik ekol"ün doğal bir ürünü olan Putin, farklı boyut yansıtsa bile özünde, Çarlık otokrasisinin ve Lenin-Stalin despotizminin bayrağını "merkeziyetçi devletçilik" ve "şoven milliyetçilik" ekseninde tekrar yükseltti.

Üstelik de asla inkár edilemez, sivil ve demokratik gelenekten yoksun Rusya halkının desteğini cidden arkasına aldı. Petrol fiyatları "tavan" yaptığından da, şansı çok yáver gitti.

Söz konusu halk kitlelerinin günlük hayatında somut iyileşme yaşandı ve yaşanıyor.

O halde diyebiliriz ki, Vladimir Putin’in ekonomiyi denetime; özgürlükleri askıya ve milletleri dizgine alarak "rayına oturttuğu" şema aslında, Konfüçyüsçü Güneydoğu Asya ülkelerinde uygulanmakta olan "otoriter kalkınma" modelinin Slav varyantlı bir uzantısıdır.

Ve esas itibariyle de Çeçen sorunu, yukarıdaki üç şıktan en çok sonuncusuna dahildir.

* * *

İŞTE, Basayev’in tasfiyesiyle söz konusu "sorun"daki pratik engeli "şimdilik" aşan Putin, haftasonu St. Petersburg’da başlayacak olan "G-8" zirvesine daha da rahat gidiyor.

Zaten dayatmaya çalışacağı politikaları şimdi "dört as" kağıtla masaya sürecek.

Yani, "enerji güvenliği" eksenli toplantıda, kendi doğalgaz emniyetlerinin sırf Rusya’ya bağlanmasından endişe duyan ve alternatif arayan AB ülkelerine resmen "fırça" atacak.

"Gazprom" devi vasıtasıyla o ülkelerde kurduğu ve tamamlamayı hedeflediği tekel önlenmeye kalkışıldığı takdirde, artık tümüyle Asya "yöneleceği" şantajıyla rest çekecek.

Ve tabii ki Çeçenistan da dahil, demokrasi ve özgürlüğe ilişkin eleştirilere tınmayacak. G-8" sonuçlarına göre, yukarıdaki hayati konuyu gelecek hafta tekrar işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku