5 Ağustos 2006
AFYON’un bazı Emirdağ köylerinde dokunan halı ve kilim motifleri, bugün Çin sınırları içinde bulunan Doğu Türkistan motifleriyle çok benzeşirler. Son derece de doğaldır. Çünkü, bu Anadolu yöresi insanları göçebelikten yerleşikliğe geç tarihte geçmişlerdir.
Dolayısıyla da, etno-antropolojik yakınlığın hüküm sürüyor olması yadırgatıcı değildir.
Nitekim, DNA testi yapılmış olsa muhtemelen genetik uyuşma da ortaya çıkacaktır.
* * *
FAKAT, sarışın veya kumral Emirdağlı tanışlarımın olmasından dolayı bizzat kendim de biliyorum, belki bazılarındaki genel ve kısmi hatlar hariç, bölge sakinlerinin Uzak Asya Türkleriyle illá aynı çehre ve fizyonomiye sahip olduğu hiçbir şekilde iddia edilemez.
Zaten, böyle bir şeyi düşünmek dahi abestir. Saçmalıktır. Bilgisizliktir.
Şu kadar yüz çadırla Küçük Asya’ya girmiş biz Oğuzların, şu kadar bin senede yerli halklarla hiç karışmayıp "safkan" (!) kalabildiğini tahayyül etmek için deli olmak gerekir.
Hele hele, çok milletli bir imparatorluğun mirasını devraldığımız hesaba katılırsa, "melezleşme"nin (!) diğer kapalı kavimlere oranla daha da yaygınlaşmış olacağı su götürmez.
"Ne mutlu bize" dedikten sonra, şimdi bambaşka bir coğrafyaya atlayacağım.
* * *
"MARRANES" kelimesi İspanyolca da domuz demek olan "marrano"dan türemiştir.
İberya Yarımadası’ndaki Hıristiyanların kullandığı aşağılayıcı bir deyim olarak da, "Engizisyon" kılıcı zoruyla Musevilikten Katolikliğe vaftiz edilmelerine rağmen, Tevrat’ta mekrûh hayvanın etine dokunmamayı hálá sürdüren "gizli Yahudiler"i tanımlar olmuştur.
Ve malûm, "marranes" olmayı reddedenler; daha doğrusu, "ya İsa’ya iman, ya kelleye kurban" dayatmasından kurtulabilenler İmparatorluğumuza göçmüşlerdir ki, bu, şimdiki konuma girmiyor.
* * *
NEYSE, "gizli" anlamına gelen "kripto" kelimesinden dolayı "kripto Yahudiler" de denilen bu "içsel" cemaatlerden bazıları, kara Katolik zulmün İspanya’ya bile rahmet okuttuğu Portekiz’de, ülkenin kuzeydoğusuna tekabül eden ve fazla "göze batmayan" (!) bir bölgede, tá 15. yüzyıldan bugüne dek varlıklarını sürdürdü.
Artık hemen hemen sona erse de, domuz yememek ve İbranice duaları saklamak dahil, Musevi inancın bazı kısmi ve sınırlı adetlerini kolektif hafızada devam ettirdiler.
Peki, onları hálá Yahudi olarak mı adlandırmak gerekiyor?
* * *
NE münasebet! Çünkü tam tersine, Portekiz "marranes"leri yukarıdaki "teolojik folklorik" öğelere rağmen, cuma günleri etten perhiz ve pazar sabahları kliseden takdis, hem iman, hem de ritüel bab’ında tamamen "dini bütün" Hıristiyanlara dönüştüler.
Zaten, durum yetmişli seksenli yıllarda ortaya çıkıp İsrail veya başka ülkelerden yöreye giden hahamlar "siz Musevisiniz, aslınıza rûcu edin" dediklerinde, bir iki istisna hariç, cemaat mensuplarından hiç kimseyi "baştan çıkartamadılar" (!).
"Kripto Yahudiler"in ezici çoğunluğu, beş küsur yüzyıldır "farklı biçimde" benimsemiş oldukları Katolikliği devam ettirdiler ve bugün de ettirmeyi sürdürüyorlar.
* * *
ŞİMDİ belki, "canım, Emirdağ halılarındaki Doğu Türkistan motifleriyle, Portekiz’deki ’marranes’ cemaatleri arasında ne tür bir ilişki var" diyeceksiniz.
Var, var! Hem de sonsuz yakın bir ilişki var!
Aslında ırkçılıkla hiç ilgisi bulunmadığı için bu konuda boşu boşuna günahına girilen faşist fikriyatla falan değil; açıkça "n-a-z-i" bir ideoloji olarak piyasaya sürülen "Sabetayist" (!) komplo teorileriyle çok yakın ilgisi var ki, açıklamasını salı günkü yazıma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2006
ON beş, en kabadayısı on altı yaşındayım ki, dümeni "sol" (!) rotaya kırmaktayım. Yani, henüz kendim bile farkına varmadan "cinnet yılları"na doğru yelken açıyorum.
Tam o sırada da, "komutan" lákaplı Che’si ve "sakallı" sıfatlı Fidel’iyle Küba hemen bütün dünyada "romantika komünizmi"in (!) anavatanı addedilmektedir.
Nitekim, Paris "entellokrasi"inin kibirli tahtından etrafa puan dağıtan ve burnundan kıl aldırmayan Mösyö Sartre Hazretleri, tropikal Ada’yı táváfa ve teftişe gitmedi mi?
Ardından da övgü üstüne övgü düzmedi mi? Puanları iftihar hanesine yazmadı mı?
Eh, Kamber’siz düğün olmaz, Küba’yı illá ben de öğreneceğim diye, binbir zorluğa rağmen, resmi organ addedilen "Tricontinental" ve "Granma" dergilerini postayla getirttim.
Hatırlatırım ki, henüz atmışlı yılların ikinci yarısındayız ve uzak Karaibler Denizi’ndeki egzotika Havana’sı nire, Karadeniz Boğazı’ndaki bizim İstanbul nire?
* * *
ULUSLARARASI propaganda olan ilk dergi Fransızcaydı. Onu yutarak okudum.
İkincisi ise Cervantes lisanında neşredilmişti.
Önce, "Frenç-Amerikan Kitabevi"nden bir İspanyolca sözlük aldım.
Sonra da bir heves, Gümüşsuyu’ndaki İspanya konsolosluğunun dil kursuna yazıldım.
Varsın o dönemin İberya ülkesinde Franco diktatörlüğü hüküm sürsün, fiil mastarları ve zamir takıları siyasi yelpazeye göre değişecek değil ya!
* * *
NEYSE de, derslere ya iki, ya üç defa gittim ve gerisini astım.
Hayır, maymun iştahlılığımdan değil!
Aynı konsolosluğun tam karşındaki "İTÜ"den Dolmabahçe’ye doğru koşarak ve "İki, üç, dört daha fazla Vietnam / Ernesto’ya bin selám / Ho, ho, Ho Şi Minh" diye bağırarak 6. Filo askerlerini kovalamak daha cazip geldiğinden!
Artık hem "cinnet yılları"na bodoslamadan dalmış oldum; hem de aynı dergiler vasıtasıyla, Fidel’in kardeşi Raul Castro’nun "ikinci adam" addedildiğini o tarihte anladım.
* * *
ANLADIM, çünkü Bolşevik hiyerarşiye uygun olarak, "Küçük Birader"in fotoğrafı "Büyük Birader"in geri planında, fakat yine de "önem"i vurgulayacak biçimde yer alıyordu.
Zaten kısa sürede de, Raul Yoldaş’ın ağabeyinden "ileri"de (!) olduğunu öğrendim.
Fidel Castro başlarda muallák bir "üçüncü yol"dan dem vururken, Doğu’da dolanmış bu "Küçük Birader" BM kürsüsünde aniden, "biz komünizmi seçtik" diye buyurmuştu.
Ancak, en baştan beri "halef" addedilen ve Stalin hayranlığını gizlemeyen hazretin yüzlerce "karşı devrimci"yi (!) kurşuna dizdirdiği kesinse de, kokain ve silah ticareti yaptığına dair rivayetler Miami mültecisi fanatik muhalifler tarafından yayıldığı için, önceki gün iktidarı ağabeyinden resmen devralan Raul’un günahına bu noktada girmek istemem.
* * *
KABUL ama, işte aradan kırk sene geçti ve zaten on yıl önce kendim gördüm, sefalet sınırındaki geçimini sübyancılık dahil ancak "fuhuş turizmi"yle sağlayan bir Küba’da iktidar, "Büyük Birader"den "Küçük Birader"e "hanedan" mirasıyla aktarılıyor.
Ve, bazıları bu ülkeyi hálá "komünizmin son kalesi" diye adlandırmaktan utanmıyor.
Ve, böylesine totaliter; böylesine megaloman; böylesine despotik; böylesine çürümüş bir yönetimi "emperyalizme karşı direniş" olarak nitelendirmekten de yüzleri kızarmıyor.
Ben utandığım ve kızardığım içindir ki, tropikal veya kutupsal dehşetlere fikren suç ortağı olduğum dönemi "cinnet yılları" diye tanımlamak dürüstlüğünü gösteriyorum.
Oysa, bir "Büyük Birader"den bir "Küçük Birader"e "hanedan" geçişini gözünü kırpmadan ve vicdanı sızlamadan hálá yiyip yutanların "cinnet yılları" hiç bitmeyecek mi?
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2006
AÇIKLAYACAĞIM nedenlerden dolayı imkán ve ihtimal dahilinde değil ama yine de varsayalım ki, Orgeneral Yaşar Büyükanıt alçakların iftira ettiği gibi Musevi kökenlidir. Eee? Sonra? Quo vadis?
Benim postam da dahil, "genç subaylar" imzasıyla sağa sola "ihbar mesajı" (!) göndererek belden aşağı vurmaya yeltenen rezillerin, af buyurun, bir yerine bir şey mi battı?
Sorarım, herhangi bir etnik, dini, mezhebi, felsefi veya beşeri aidiyet, "laik" ve "eşit" Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sivil ve askeri bürokrasisinde "yasak" mı oluşturuyor?
Şimdi cevaba lütfen çok dikkat, çünkü heyhat ki heyhat, "e-v-e-t", oluşturuyor!
* * *
OLUŞTURUYOR ve de hep oluşturdu, zira tıpkı pasaport seri numaralarında mevcut şifre formülleri gibi, Türkiye’de "resmen" adı konmamış iç hizmet yönetmelikleri geçerlidir.
TC vatandaşı gayrimüslim azınlıklar sivil ve askeri bürokraside "kariyer" yapamaz.
Háttá öyle ki, en azından kısa bir süre öncesine kadar, er yahut yedeksubay olarak kışla görevini ifá eden aynı ekalliyet mensupları "hassas" (!) noktalara dahi getirilmezlerdi.
Zaten yukarıdaki nedenden ötürüdür ki, bir Ermeni, bir Rum veya bir Yahudi aile reisi, evládı pırıltılı Bahriye üniformalarına yahut şıkıdımlı diplomat kátipliklerine pek imreniyor olsa dahi, çocuğunu böylesine mesleki ufuklar açan eğitim kurumlarına yönlendiremez.
Duruma göre, "hadi Kirkor, hadi Yani, hadi Moiz, boş hayále kapılma ve geleceğe şu tornayı döndürerek; şu kepengi açarak; şu muayenehaneyi sürdürerek hazırlan" der.
Demek zorundadır, çünkü "yazılı yasa" (!) olmasa da, o kapılar daha baştan kapalıdır.
Dolayısıyla, Bursa’daki sağır sultanın bile bildiği bu gerçeği bilmeyen bir "çoğunluk" hálá varsa şimdi öğrenmiş olsun ve azınlıkların serbest meslek tercihinin "parabazlık"tan (!) değil, o "çoğunluk"un dayattığı bir toplumsal zorunluluktan kaynaklandığını artık anlasın.
* * *
FAKAT, Orgeneral Büyükanıt’a belden aşağı vurmaya yeltenen reziller yukarıdaki nesnel gerçeği bilmemenin ve "antisemitizm" denilen iğrenç Yahudi düşmanlığından medet ummanın ötesinde, Türkiye’nin başka bir gerçeğini de ortaya koyuyorlar.
O da şu ki, muhtemelen "softa ulusalcı" kategoriye giren bu zevat argüman, yöntem ve beyin sistemi itibariyle, ikiz kardeşi "laikçi ulusalcı" kesimle tamamen ayniyet arzediyor.
Nasıl ki bu ikincisi "dincihükümet"i (!) kastederek sarı çizmeli Mehmet Ağa bir "genç subayların rahatsız olduğu" (!) provokatörlüğüne girişmişti; şimdikisi de yine "genç subaylar" anonimliği arkasına saklanarak, Genelkurmay Başkanı’nın Musevi; daha doğrusu, uydurmasyon deyimle "Sabetayist" (!), yani "dönme" kökenli olduğunu çağrıştırıyor.
* * *
OLSA ne yazar ayrı mesele de, şu zırva "Sabetayist" komplo teorisinin zavallı mucidi, dün Apo’ya "buyrun Başkanım" diye susta duran ve bugün Cumhurbaşkanı’na "ekselansları" diye yaltaklanan, meczûp ve cahil "solcu ulusalcı"nın tá kendisi değil midir?
Yani, "öteki"ne duyulan korku ve nefret; dolayısıyla da öyle olduğu varsayılanı iftira ve ihbarla tasfiye içgüdüsü, "softa"sında ve "laikçi"sinde ortak payda oluşturmuyor mu?
"Laikçi ulusalcı" o "öteki"ni Nurcu, Fethullahçı, Ticáni; "softa ulusalcı" ise diğer "öteki"ni Alevi, Yahudi, dönme diye ispiyonlamıyor mu?
Oysa, her kim olursa olsun, dini aidiyetten; mezhebi kimlikten; etnik kökenden; cinsel tercihten; özel hayattan dolayı "belden aşağı vurmak" kadar alçakça bir şey düşünülebilir mi?
Biri kendini "ultra ateist", diğeri "süper mümin" ilán ediyormuş, başlarına çalsınlar, bunlar ufkumuzu kapatmak ve bileğimizi prangalamak için ahláksızlıkta yarışmıyorlar mı? Dolayısıyla, siyasi yaklaşımına ilişkin daha önceki eleştirilerimi tamamen saklı tutmak kaydıyla, Orgeneral Büyükanıt’ı Genelkurmay Başkanlığı makamında candan kutluyorum.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2006
İSRAİL kaybediyor! Hayır, "yor"u fazla, şimdiden ve daha şu anda kay"b-e t-t-i." <br><br>Üstelik, hem taktik açıdan, hem de stratejik açıdan kaybetti. Pazar günü Lübnan’da sebep olduğu Kana katliamı ise bunun son ispatıdır.
* * *
EVET evet, Yahudi devleti önce taktik açıdan, yani "muharebe alanı"nda kaybetti.
Çünkü, tıpkı Gazze’de de yaptığı ve yapmakta olduğu gibi, asker rehinlerini bahane göstererek ve aslında "Hizbullah"ı tasfiye etmek amacıyla Sedir ülkesine karşı başlattığı "kolektif cezalandırma" operasyonunda başarı kazanamadı. Háttá, fiyaskoya uğradı.
Harekát üçüncü haftasına girdi ki, ilk kez Hayfa’nın da aşağılarına dek uzanmak dahil, Şii örgüt elindeki İran yapımı roketler vasıtasıyla kuzey İsrail’i "taciz etmeyi" sürdürüyor.
Artı, Davudi yıldızlı birlikler hiç beklemedikleri direniş karşısında, "terör yuvası" (!) addedilen Bint Cbeil’den bile çekilmek zorunda kaldılar.
Dolayısıyla, başta istihbarat ağı ve kurmay değerlendirme olmak üzere, "Tshal" rumuzlu Siyonist ordunun "yenilmezlik" efsanesi önemli bir darbe yedi.
* * *
ŞÜPHESİZ, yukarıdaki gelişme "Hizbullah"ın askeri zaferi anlamına gelmiyor.
Fakat, Şeyh Hasan Nasrallah liderliğindeki milislerin İsrail’i "taktik planda" durdurabilmiş veya yavaşlatabilmiş olması hem bizátihi örgütün kendisi için; hem de onun dayandığı Tahran-Şam açısından ciddi bir "stratejik başarı" oluşturuyor.
Çünkü, "ortalık yatıştıktan" (!) sonra Sedir ülkesinde yeni bir "iç hesaplaşma"nın gündeme gelebileceği düşünülebilir ama, sergilediği direnişten ötürü "Hizbullah"ın Lübnanlı kitleleler nezdinde sahip olduğu prestij bugün dünkünden de daha çok yüksektir.
Zaten, Sünnilerden Marunilere uzanan güçlerin "sizin yüzünüzden ülke berhava oldu" diye aynı "Hizbullah"a karşı ayaklanacağı hipotezi kısa vadede bir hayaldir.
Zira, Şii milislerin "sivillerin arkasına gizlenmek" tuzağını seve seve kabullenen ve son Kana katliamı dahil bütün bir halkı kolektif biçimde cezalandırmak cürmünü işleyen Yahudi devletine yönelik öfke, en azından şu aşamada Lübnan ulusunu birleştirmektedir.
Ve, yukarıdaki gelişmelerin doğal sonucu itibariyle de, "Allah’ın partisi"ni perde arkasından denetleyen ve yönlendiren İran ve Suriye Ortadoğu’da şimdi daha fazla etkindir.
Yani, İsrail’in muharebe alanındaki "taktik yenilgisi"ne bölgesel açıdan bir de "stratejik yenilgi" eklenmektedir.
* * *
TABİİ burada bazıları, "İsrail taktik ve stratejik yenilgiye uğramadı, çünkü ABD’yle birlikte Şam ve Tahran’a saldırı ortamı yaratıyor" diye komplo teorisi üretecektir ama ben kafamı bunlarla yormuyorum ve her ikisinin de diğer "stratejik yenilgisi"ne geliyorum.
Görmemek için kör olmak gerekiyor, Siyonist devlet ve onun fütursuzluklarına göz yuman Birleşik Amerika bugün dünkünden de daha tecrit ve yalnız durumdadırlar.
Zaten Kana katliamı da, Washington’un ezeli "çömez"i Londra’yı dahi çileden çıkartacak ölçüde bardağı taşırdı. Eli kolu bağlı olsa da, uluslararası camianın canına tek etti.
İşte, Davudi yıldızlı ülkenin "bölgesel"i aşan "küresel" stratejik yenilgisi de budur.
Ve, ne denli küstah olursa olsun, İsrail bir yerden sonra dünya kamuoyunu es geçemez.
Ama eğer Ehud Olmert hükümeti saldırganlığı sürdürür ve de üstelik, bile bile ládes diyerek "anti semitizm"in ve fanatizmin değirmenine su taşırsa, İsrail’in stratejik yenilgisi hem "bölgesel"i, hem de "küresel"i aşarak artık tamaman "evrensel"e dönüşmüş olacak.
İnsanlığın vicdanında ve tarihin silinmezliğinde!
DÜZELTME: "Farz-ı muhal" deyimi, geçen cumartesi günkü yazımda "farz-ı mahal" olarak geçtiği için düzeltir, okuyuculardan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
Bendeniz şimdi takma isim, yani bu álemde geçerlilik taşıyan lügate göre "nick" olarak Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’ın soyadını kullanan ve kendi suretini de Viyanalı ressam Moriz Jung’un deseni arkasına gizleyem bir "sarı çizmeli Mehmet Ağa"yım ki, hattın başka yerindeki "kırmızı ojeli Maskara Hanım"la "tanışmaya" başlıyorum.
BİLGİSAYAR ekranına yakın plan bir fotoğraf ve estetik bir ábide yansıyan kadın ayaklarından sonsuz cazibe fışkırıyordu. Derhal klavyeye saldırdım.
Üstelik de, "merhabalar" türü asgári bir nezáket girizgáhı dahi yapmadım.
Alelacele ve imlá hatalarına çok dikkat ederek, "Fetişist değilim ama böylesine çekici bir anatomi sahibesinin niçin ’Maskara’ gibi itici bir takma ad kullandığını öğrenmek isterdim. Erotika dağarcığımın genişlemesine yardımcı olacaktır" cümlesini yazdım ve karşı tarafa yolladım.
Birkaç saniye geçti geçmedi ki bu defa benim ekranıma, "Yoksa, Kierkegaard’ın varoluş felsefesiyle ilgilenmekten O’nun konuya ilişkin olarak geliştirdiği teorileri atladınız mı?" satırları düştü.
Afalladım ve henüz cevap vermeye vakit bulamadan, aynı ekranda tekrar, "Moriz Jung’un desenindeki adam Viyana kahvesinde otururken mesele hakkında düşünmedi mi?" diye ikinci bir mesaj daha belirdi.
Ve o an, hayretten klavyenin üzerine pat diye düşüp bayılabilirdim.
*
ÇÜNKÜ en önce, demek karşımda "Maskara" takma adının sanallığına gizlenen kadın, "sıradan insanlar" (!) için bir "meçhul meşhur"dan başka bir şey olmayan Danimarkalı filozofu biliyor.
İki; onun "eros tezler"ini okuduğu; en azından haberdar olduğu anlaşılıyor.
Üç; yine bir o kadar "meçhul meşhur" olan Avusturyalı ressam Jung’u da biliyor.
Ve nihayet dört, aksanlar dahil, gönderdiği mesajlarda tek bir imlá hatası bulunmadığı gibi, uyduruk kısaltmalar kullanmadan eli yüzü son derece düzgün cümleler kuruyor.
Tabii bütün bunlara bir beşinci faktör olarak da, ayakların cazibesiyle ancak bir upucu verilmiş olan kişiliğin "bütünlük esrarı"nı eklemek gerekiyor.
Gel de, "Maskara"nın maskaralığı karşısında heyecandan titreme!
*
ANLADINIZ, iki pazardır burada girizgáhını yaptığım ve internet vasıtasıyla "sanal diyalog" ortamı yaratan şu "chat" álemindeki ilk mesajlaşmamdan söz ettim.
Bendeniz şimdi takma isim, yani bu álemde geçerlilik taşıyan lügate göre "nick" olarak Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’ın soyadını kullanan ve kendi suretini de Viyanalı ressam Moriz Jung’un deseni arkasına gizleyen bir "sarı çizmeli Mehmet Ağa"yım ki, hattın başka yerindeki "kırmızı ojeli Maskara Hanım"la "tanışmaya" başlıyorum.
Ancak yukarıda dediğim gibi, bu "Maskara Hanım"ın bana getirdiği olağanüstü yanıtlarla öylesine şaşırdım ki, şimdi en azından birkaç saniye zaman kazanmam gerekiyor.
Çünkü, zahir işi hiç ciddiye almadığımdan, "profil" denilen ve "chat"a yansıyan veya yansıtılmak istenen "kişisel bilgiler"i okumak zahmetine dahi katlanmamıştım.
O ilk mesajı da sadece ekranda beliren ayakların cazibesine kapılarak yollamıştım.
Cevap vermeden önce "Maskara"nın dışavurduğu "profil"e bakarak bir nebzecik bigi sahibi olmalıyım ki, açıkçası, "keklik"i kaçıracak bir pot kırmayayım.
*
HANİ poker oynarken masadaki para yükselir ve de birisi "rest" çekerse, karşısındaki düşünmek için "rölans" kelimesini telaffuz eder ya, işte ben de buna benzer bir şey yaptım.
Çabucak ve rezalet kısaltmalar kullanarak, "telefon çaldı, lütfen bir dakika" cümlesini, "tlf çaldı, ltf 1 dak" diye yazdım ki, karşıdan da "ok" geldi.
Tabii telefonun çaldığı falan yok, sırf zaman kazanarak "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın "profil"ini inceleyeceğim.
*
ASLINA bakarsanız, çok küçük birkaç ayrıntı hariç, öyle dişe dokunur bir ek bilgi bulamadım.
Otuz sekiz yaşında, bekár, 1.70 boyunda, 63 kilo, yeşil gözlü, cigara içmiyor, bilmem ne burcundan ve yakın bir taşra şehrinde ikamet ediyor.
Başta Akdeniz sebzeleri olmak üzere her türlü yemeği ve piyano çalmayı seviyormuş.
Zaten de, "favori müzisyenleriniz" hanesinde Chopin’e ek olarak Granados, Berg, Poulenc gibi çok çağdaş ve çok "zor" (!) sayılabilecek kompozitörlerin isimlerini zikretmiş.
Meslek bölümüne ise "sağlık memuresi" yazmış.
İşte burada ikinci bir defa daha şaşırdığımı itiraf etmezsem, yalan söylemiş olurum.
*
HAYIR hayır, yukarıdaki meslek mensupları tabii ki alınmasın ve de onları "küçük görmek" (!) ne kelime, tam tersine başımın üstünde yerleri var!
Fakat bu defa da siz itiraf edin ki Kierkegaard’dan varoluş felsefesi okuyan; Jung’dan "art deko" desen seçen; Granados’tan "senfonik süvitler" dinleyen ve de muhtemelen bunları piyano başında kendisi çalan bir "sağlık memuresi"ne (!) her revirde raslanmıyor!
Enjektörü poponuza batırırken, canınız yanmasın diye size Poulenc’ten bir "tövbe iláhisi"ni mırıldanacak "sağlık memuresi"ni kim bulmuş da, tatlı canı pek kıymetli hangi avanak almamış?
Ben onlardan değilim ve şu "chat" sanallığında gezinen "sarı çizmeli bir Mehmet Ağa" olarak da "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ı mutlaka almalı; yani, sanaldan gerçeğe sıçrayabildiğim takdirde damarıma enjektör değil isterse kör şırınga batıracak olsun, mutlaka ve mutlaka "baştan çıkartmalıyım" (!).
O mu çıktı, ben mi çıktım, cevabını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
"LAİK kesim"! Veya bunun karşısında, "İslami kesim"! Tamamen abur cubur biçimde kullandığımız yukarıdaki iki deyim de aslında öylesine kof, öylesine boş ve öylesine soyut ki, öz itibariyle hiçbir anlam ifade etmiyorlar.
Ve, bazen parantez içinde ünlem işareti eklemeyi unutarak aynı vahim yanlışa ben de düştüğüm için, yazılarımı tekrar okuduktan sonra utancımdan yerin dibine geçtiğim oluyor.
Çünkü, siyaset terminolojisine dönüşen her genelleştirme zaten "hata payı" içerir.
Üstelik, o genelleştirici tanıma bir de inanç ve iman sıfatlarını eklerseniz ok yaydan tam çıkar ki, radikal farklılıkları yahut milimetrik nüansları tamamen yok saymış olursunuz.
* * *
NİTEKİM, Müslüman aidiyetten bir agnostik olan bu satırlar yazarı kesinkes laik kategoriye girdiğine göre, örneğin Yekta Güngör Özden türü "laik kesim"de mi yer alıyor ?
"Öteki taraf"ta ise mütedeyyin insanlardan, Fethullah Gülen Hocaefendi camiasına uzanan ve ancak "dini hassasiyetli" diyebileceğimiz geniş kitleyi aynı kefeye mi koyacağız ?
Bu çok yoğun yelpazeyi, farz-ı mahal, "Yeni Şafak" Gazetesi’nin provokatör yazarı İbrahim Karagül türevi bir "İslamı kesim"le (!) ortak bünyede mi değerlendireceğiz?
Tabii ki hayır! Böyle bir genelleştirme bizi en önce fos tahlillere götürür
Ardında da, o "öteki taraf" (!) kutuplaşmasına sürükler. Aymazlığa çanak tutar.
Ama, yukarıdaki fasileyi "softa ulusalcılar" diye tanımlarsak yanlışa düşmüş olmayız.
* * *
YANLIŞA düşmeyiz, çünkü her iki kelime de somut ve yönlendirici ifadeler taşıyor.
Önce, "softa" sözcüğünün kolektif hafızamızdaki geri plan çağrışımları, o "softa"yla "mütedeyyin" arasına kalın ve ayrıştırıcı bir çizgi çekmiş oluyor. Dindarı kastetmiyoruz.
Ama kelimenin dini mahiyeti de laikten farklı bir şeyin devreye girdiğini vurguluyor.
"Ulusalcı" sıfatı ise, malûm, komplo teorisyenliğinden şoven dışlamacılığa ve "öteki" ödlekliğinden Batı düşmanlığına uzanan postmodern bir hezeyan ideolojisini isimlendiriyor.
Dolayısıyla, "softa ulusalcılık" dediğimizde soyut bir "İslami kesim"in (!) bütününü değil, bir o kadar soyut "laik kesim"de (!) de ortakları bulunan ve háttá, kullandığı lûgat dahil "feyz"ini (!) onlardan alan bir "nefret çizgisi"ni ve "kompleks trendi"ni saptamış oluyoruz.
* * *
SALDIRGANLIĞI bu satırlar yazarına "satılmış kalem" (!) demek cüretine vardıran "Yeni Şafak" yazarını kasten "stereotip örnek" olarak aldım. Çünkü, aynı gazeteye mensup arkadaşlarım vasıtasıyla biliyorum ki, kendisi o "softa ulusalcı" kesimde çok okunuyor.
Tıpkı, "laikçi ulusalcı" saldırganların da çok okunması ve büyük prim yapması gibi!
Doğaldır, zira Bolşevik lisanda "ajitasyon çekmek" denilen "kahrolsun yaşasın" uslûbu aynı; paranoyak bir "internet kültürü"nden (!) beslenen ve Refik Hariri’yi ABD’nin öldürdüğünden Amerika’yı Müslüman Çinli Zheng’in keşfettiğine dair Batı düşmanı "ifşaat" (!) ve komplo teorileri aynı!
Eh, Türkiye gibi şizoid travmalı bir toplumda, laik ve dindar, buna "müşteri" çoktur.
Zaten "sokaktaki adam" da, "efendi, göster Hariri’nin katline dair delilini"; veya, "Zheng’in haritası 1492’den sonra çizildi" diyemeyeceğinden, "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" (!) provokatörlüğü dahil, mavalları yutar ve tuzaklara düşer.
* * *
ŞİMDİ, vahim genellemeleri ve "öteki taraf" (!) kutuplaşmalarını engellemek için, "İslami kesim"deki birilerinin de bu "softa ulusalcılığa" artık bir şeyler demesi gerekiyor.
"Laik kesim"deki birileri, "laikçi ulusalcılığa" bunu demesini bildiler ve biliyorlar.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2006
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice Hanım "yeni bir Ortadoğu için zaman geldi ve biz kazanacağız" buyurdu ya, ben de bu kerámet hakkında yazmayı düşünüyordum. Özet olarak da, "Miss, yanlış ata oynuyorsunuz ve kazanamayacaksınız. Ha, ama eğer ’kazanmak’tan Irak ’zaferi’ni anlıyorsanız, o takdirde láfımı geri aldım" diyecektim.
Tabii bunu açıklamak için de, bölgedeki temel sorun Filistin’den, Washington’daki "yeni-muhafazakár Jakobenizm"in iflásına, bir dizi unsur sıralayacaktım. Fakat vazgeçtim.
Çünkü, içeriğe tam katılmasam bile, Ali Bulaç’ın dün kaleme aldığı ve "Ortadoğu" kavramını sosyo-etimolojik çerçevede irdelediği makale bana çok daha cazip geldi.
"Zaman" Gazetesi yazarının iznine sığınarak konuyu ben de biraz deşeceğim.
* * *
GİRİŞTE, "her isimlendirme bir tanımlama, her tanımlama ise bir müdahaledir" gibi çok mükemmel saptama yapan Bulaç daha sonra, "Ortadoğu" teriminin ilk kez 1902 yılında ve İngiliz Amiral Sir Alfred Thayer Mahan tarafından kullanıldığını kaydediyordu.
Öyledir ve Anglo-Sakson deyim, zirvedeki Britanya emperyalizmiyle lügáte girmiştir.
Çünkü, Fransa başta bütün Latin Avrupa kısa bir süre öncesine kadar, Mağrip Afrika’sından başlayıp İran’a uzanan "geniş Akdeniz" çevresini "Yakındoğu" diye adlandırıyordu.
Bu "yakın" zaten aynı dili kullanan ABD’nin hükümranlığıyla "orta"ya dönüştü.
Eh, içdenizin batı sahillerinden bakarsanız Mısır kıyısı "yakın"; ama Manş, hele hele Atlantik limanlarından bakarsanız, o "doğu" çok daha uzakta, dolayısıyla "orta"da gözükür.
Yani, mekán mesafeleri göreceli; bu yüzden, onların isimlendirilmelerini de izafi kılar.
* * *
FAKAT, ister "yakın"ı, ister "orta"sı olsun, her iki tanım da aslında çok, çok yenidir.
Modern zamanlar ertesinde yerleşiklik kazanan jeopolitik kavramlar içinde yer alırlar.
Zira, Ortaçağ’dan itibaren "Batı" o "Doğu"yu daima, güneşin doğduğu yer anlamına gelen "levant" kelimesiyle olmuştur. Fransızca haliyle yerleşmiştir ama aslında Latince’dir.
Muhtemelen de, doğumları kutsayan Roma tanrıçası Levena’nın isminden türemiştir.
Uzak Haçlı seferlerinden 20. asrın "Napoli Lövan Tarifeli Vapur Kumpanyası" tabelásına kadar da, "O"nun "BEN"i gördüğü yer hep bu doğumun "levant"ı olmuştur.
Ve hiç şüphesiz, tıpkı "ışık doğudan yükselir" anlamındaki "ex oriente lux" deyimi gibi, buradaki "doğuş" bir olumlulukla, bir arayışla, hattá bir hayranlıkla bütünleşir.
O halde demek ki, tanımlar sırf mekánlarda değil, zamanlarda da görecelilik taşıyor.
* * *
ÇÜNKÜ, gel zaman, git zaman, kendisinin artık "ileri"; buna karşılık "öteki"nin "geri" olduğunu keşfeden "Batı" yukarıdaki "olumlama"yı "olumsuzlama"ya dönüştürdü.
Latin Katolik, Ortodoks, hátta Protestan İseviler dahil, söz konusu "Doğu"da ikámet edenleri genel bir "levanten" kelimesiyle sıfatlandırırken, bu sözcüğe mecázi anlam kattı.
Bizim sırf "Avrupaileşmiş" olanlarını kastederek "tatlı su Frengi" diyeceğimiz o "levantenler" bizzat Avrupa’daki "gerçek Frenkler" nezdinde tümüyle grado yitirdi.
Káh bezirgánlıkla, káh "taş kafalılık"la, káh yeteneksizlikle özdeşleşti.
Zaten bunu, ancak "Doğu’ya yetecek kapasitede" (!) olduğu varsayılan öğrencilerin diplomalarına vurulan "Şark’ta muteber" damgasıyla tamamlarsak, değişim göz çıkartır.
* * *
ANCAK, ne "yakın"ı veya "orta"sıyla "Doğu"; ne de, onu "olumlayan" yahut "karalayan" (!) "Batı", zamanda ve mekánda göreceli olan bu tanımlamalara indirgenemez.
Hele hele, Edvard Said türü kompleksli "Doğu münevverleri"nin "suç ve cürüm"ü (!) "Batı"ya yıkmaya kalkıştığı "Şarkiyatçılık" uydurmasyonlarına hiç indirgenemezler.
O "Doğu"nun o "Batı"yı isimlendirmek göreceliğini ise bir başka yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2006
KİM derdi ki, NATO küllerinden doğacak? Kim tahmin ederdi ki, "Duvar"ın yıkılması ertesinde, "sebeb-i hikmeti" kalmayan ve dolayısıyla ruhuna alelacele mevlit okunan şu yarım küsur asırlık Atlantik Paktı, önce misyon yenileyecek; sonra da eski coğrafi sahayla ilgisi olmayan alanlarda kolluk görevi üstlenecek?
Çünkü, Afganistan’ın ardından o yeni "misyon" bugün de Lübnan’a doğru kayıyor.
* * *
ŞU an, söz konusu ülkeye ilişkin olarak çok önemli bir denklemin önündeyiz.
Muhtemel gelişmeler de Türkiye’yi çok, çok yakından ilgilendiriyor ve ilgilendirecek.
Zira, Lübnan’a onu işgal etmek için değil dengeleri iyice kendi lehine çevirmek için saldıran ve beklenmedik bir direnişle karşılaşan İsrail, Pazar akşamı baklayı ağzından çıkarttı.
Savunma Bakanı Amir Peretz, "tercihen" NATO bayrağı altında olması kaydıyla, uluslararası bir barış kuvvetinin sınır boyuna yerleşmesi projesine "yeşil ışık" yaktı.
Hemen ardından da, Birleşik Amerika’nın BM Daimi Temsilcisi John Bolton, New York örgütü tarafından "görevlendirilecek" bir Atlantik Paktı gücüne sıcak baktığını belirtti.
Artı, dün ben tam bu satırları yazarken, ajans bültenlerinden yukarıdaki "sinyal"leri doğrulayan ve Beyrut, Gazze, Kudüs turundaki ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin önceki akşam Lübnanlı yetkililere, 60, 90 günlük bir geçici süre için, İsrail sınırına Kuzey Atlantik Paktı birliklerinin yerleştirilmesini önerdiğini duyuran haber düştü.
Zaten, Ankara diplomasisi lideri Abdullah Gül’ün de katılımıyla, bugün Roma’da gerçekleşecek olan Ortadoğu Konferansı’nda sorun mutlaka masa başına gelecek.
Dolayısıyla, en geç yarından itibaren konu Türkiye’nin de gündemine oturmuş olacak ki, "nabız yoklamaları ve temaslar" ışığında, durum şimdilik şöyle şekilleniyor:
* * *
ASLINA bakarsanız, "acil kolluk kuvveti" projesinin arkasında kendisini ezelden beri Lübnan’ın "hámi"si addeden Fransa var ki, esas olarak Türkiye’ye güvenmek istiyor. Yani, İsrail’i "incitmemeye" çalışarak "pro-Arap" politikalara yakın duran Paris, hemen hemen kendisiyle aynı özelliklere sahip ve üstelik Müslüman kimlikli bir "bölge gücü" olan Ankara’dan "daha mükemmel partöner bulunamayacağı"nı düşünüyor.
Washington ve Tel Aviv’in ise "prensip olarak" ne "kolluk kuvveti"ne, ne yoğun TSK mevcudiyetine itirazları var ama, her iki başkent de birliklerin BM değil, NATO komutası altında "jandarmalık" görevi üstlenmesinden yana tutum takınıyorlar.
Oysa, zaten Kuzey Atlantik Paktı’na "alerji" duyan Fransa, Brüksel merkezli askeri kurumun bir de Arap kitleler nezdinde tümüyle ABD’yle özdeşleştiğini vurgulayarak, muhtemel "barış gücü"nün New York örgütü şapkası altında bulunmasını savunuyor.
Dolayısıyla, bugün Roma’da ortaya çıkabilecek yeni formül ve alternatifleri bir kenara bırakırsak, yarı sorulu yarı cevaplı tablo aşağıdaki gibi şekilleniyor:
* * *
EN önce, Lübnan’a asker göndermek için irademiz var mıdır ve olacak mıdır?
Bunun hem bölge barışına, hem de ülkemizin etkinliğine hizmet edeceği kesindir.
Somali’den Bosna’ya ve Afganistan’dan Kongo’ya, yedi Kıta’da bayrak gösteren bir TSK, küresel Türkiye’yi temsil eder ve ediyor ki, zaten "emperyal açı" da işte biraz budur.
Ancak, geçmiş tecrübeler ve Lübnan kaypaklığı hesaba katılırsa, ihtiyat da elzemdir.Söz konusu "ihtiyat" kapsamına ise, başta "BM şapkası mı, NATO şapkası mı" denklemi olmak üzere, İran ve Suriye dahil tarafların tutumu; ABD’nin "mükáfat" jesti; askerlerin kalış süresi gibi bir dizi faktör girmektedir ki, yanıtlarını bugün henüz bilmiyoruz.
Muhtemelen, yarın sabahtan itibaren biraz daha fazlasını bileceğiz ve "ordu Lübnan’a mı" sorusunu yeni cevaplar çerçevesinde tartışacağız.
Yazının Devamını Oku