17 Ağustos 2006
OLUMLU veya olumsuz bir cevap getirmesem dahi salı günü bu sütunda yayınlanan makalemde, Lübnan’daki ateşkesinin kalıcı olup olamayacağı konusuna şüpheli yaklaştım. .Oysa, Çengiz Çandar aynı gün kaleme aldığı yazısında tereddüte mahal bırakmayan bir "evet, olur" yanıtını verdi. Milimetrik gerekçeleri de alt alta ve teker teker sıraladı.
O halde, benim kuşkumu artık hesaba katmayın ve Çandar’ın yorumunu temel alın.
Dolayısıyla da, üç hafta önce benim yine muğlak bıraktığım öteki denklemi; yani Türkiye’nin BM kuvvetine asker verip vermemesi gerektiği sorusunu "evet"e dönüştürün.
Çünkü, yüzde doksan dokuz ihtimalle Çengiz Çandar’ın varsayımı doğru çıkacaktır.
Böyle bir durumda da Ankara’nın barış gücünden "yan çizmesi" düşünülemez.
* * *
HAYIR, kırk yıllık yoldaşıma, arkadaşıma, sırdaşıma "yağcılık" (!) yapıyor değilim.
Ne onun buna ihtiyacı var, ne de aramızdaki hukuk lûtufkárlık üzerine kuruludur.
Fakat şunu belirtmekle yükümlüyüm ki, bütün nesnel kıstaslara göre, Çandar genel olarak uluslarası siyaset; özel olarak da Ortadoğu konusunda gerçek bir "cevher"dir.
Bırakın şu vasatlıklar Türkiye’sine grado itibariyle zaten kat be kat "fazla" gelmesini, hiç şüphesiz ki, kendisi "d-ü-n-y-a" çapında bir bölge gözlemcidir.
Bunu iyicene farkedebilmek için de hem o dünya basınındaki "erbáb kalemler"in, hem de Cengiz Çandar’ın aynı konuya ilişkin yorumlarını aynı anda izlemek gerekir.
* * *
ÖYLE, çünkü söz uçar, yazı kalır ve dolayısıyla da, bir, iki, üç, dört, on; beyaz kağıda kara mürekkeple düşülmüş öngörülerin doğruluğu daha sonraki gelişmelerin ışığında sınarır.
Çünkü, dahili veya harici, her siyaset yorumcusu bizzat zamanın terazisinde tartılır.
Ona güven derecesini tahlillerin gerçekleşme payı belirler. Bu, evrensel bir kuraldır.
Ama tabii, vasatlığınızdan ve kıskançlığınızdan ötürü, çok, çok çetrefil uluslarası konularda çok, çok az yanılgıya düşmüş Çandar gibi "Sezar’ın hakkı" kalemlere o hakkı vermemek kompleksinde direnirseniz, eh "körler diyarındaki şaşı sultanlar"a fit olursunuz.
O körler diyarındaki şaşı sultanlar ki, kimisi kendini "stratejist" (!) diye sunan ve gökte şimşek çaksa şuçu liberal aydınlara yükleyen "nasyonal cumhuriyetçi" emekli elçidir.
ABD askerlerinin Bağdat’a girdiği günün aynı sabahında "savaş uzayacak" buyurur.
Ama ziyánı yoktur, çünkü Türkiye’de zırvanın ve ıskanın "entelektüel bedeli" yoktur.
Afiyetle yutulur ve bir Allah’ın kulu çıkıp da, "yahu, her öngörünüz hep çuvalladı ama yine de ’strateji’mi (!) belirlemek istiyorsunuz. Alnımda enayi mi yazıyor" demez.
* * *
VEYA, aynı "körler diyarı"nda, internet dedikodusuyla komplo teorisi uydurmak ve "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" provokasyonu kışkırtmak misyonunu üstlenmiş başka bir "şaşı sultan"dır ki kör kütük cehaleti şimdi de, ABD’nin İran’a atmak üzere İncirlik’e, kelimeye dikkat, "a-t-o-m" bombası istiflediğini yumurtlamak raddesine vardırır.
Hayır hayır, vallahi şaka yapmıyorum ve billahi iftira atmıyorum.
Hani atmışbir yıl önce ilk ve son defa kullanılmış silah var ya, işte onu kastediyorum.
Çünkü, ister inanın, ister inanmayın, "İslami kesim"e hitap eden bu "şaşı sultan" dünkü "dış politika öngörüsü"nü (!) aynen bunun üzerine kuruyordu ve de üstelik, o atom bombalarının da Türk limanlarında bildiğimiz kargo konteynırlarıyla taşındığını çağrıştıyordu.
Ne diyebilerim ki? Ne dememi beklersiniz ki?
ABD askerinin Bağdat’a girdiği gün "savaş uzayacak" buyuran "stratejist"lerin (!) ve İncirlik’ten İran "atom bombası" attırtan "yorumcu"ların (!) birer "şaşı sultan" olarak bilgiyi, tahlili ve tabii ki okuyucu haraca kestiği bir "körler diyarı"nda bu cevabı siz bulun.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2006
NOBEL ödüllü Alman yazar Günter Grass, cuma günü yayınlanan ve çok büyük gürültü kopartan demecinde, ilk ergenlik çağı sırasında Nazi eğilim taşıdığını "itiraf etti". Üstelik de, şaka maka değil, Hitlerciler tarafından oluşturulan ve gaddarlığıyla ün salan o en ölümcül "Waffen SS" tugaylarına gönüllü kaydolmuş olduğunu açıkladı.
Federal Cumhuriyet şimdi bu "skandal"la çalkalanıyor.
* * *
TAMAM da, böyle bir mazi, "Teneke Trampet" veya "Kalkan Balığı" gibi dev başyapıtların altına imza atmış olan Grass’ın edebi değerini sıfıra mı indirgemiş oluyor?
Ne münasebet! Asla!
Önce hatırlayayım ki, Goethe lisanının yazarı bugün 78 yaşındadır.
Gamalı haç ideolojisine meylettiği dönem ise 15-18 yaş arasını kapsamaktadır.
Dolayısıyla, daha beşikten itibaren Goebbels propagandasıyla beyni yıkanan o günkü Alman gençliği göz önüne alınırsa, daha henüz "arayış çağı" emeklemesine girmiş bir yetişkinin Nazi eğilim taşıması da, "Waffen SS" gönüllüsü olması da yadırgatıcı sayılamaz.
Zaten, hangisi olursa olsun, totalitarizmlerin en büyük gücü de buradan kaynaklanır.
Ne Mussolini, ne Stalin, ne Hitler, toplumlarda kendiliğinden mevcut olan "şer çiçekleri"ni çayırdan topladılar.
Cehennem bahçelerinin serálarında, zehirli tohum ve ağulu gübreyle yetiştirdiler.
İşte bu yüzden, Günter Grass geçmişinden ötürü "suçlu" (!) sandalyesine oturtulamayacağı gibi, "karanlık mazi" de onun edebi değerini hiçbir şekilde tırpanlamaz.
* * *
FAKAT doğru, Dantzig kökenli yazar asla affedilemeyecek ve mezarında bile onu rahat bırakmayacak olan çok vahim bir suç işledi. Suç ne kelime, büyük bir cürmün faili oldu.
Çünkü, sustu! Seksenine merdiven dayayana dek, "sükût ederek" yalan söyledi.
Bunun özrü mözrü yok ve aramaya kalkışmak bile başlıbaşına suç hanesine girer.
Zira, kaç defa yazdım, hiçbir bağışıklık ve ayrıcalıkları olmadığı için, gerçekten "entelektüel" anlamdaki "aydın"lar da en korkunç ve en rezil totalitarizmlerle uzlaşabilirler.
Yandaşı, taraftarı, partizanı; háttá ve hátta, ideoloğu dahi olabilirler.
Picassso’nun çizdiği Stalin desenlerinden Celine’nin bıraktığı "Defter" satırlarına da, hayatlarının sonuna kadar aynı yanlış tercihlerde ısrar etmiş olanlar sayısızdır.
* * *
FAKAT, hanidir Alman "solunun vicdánı" addedilen Grass örneğinde olduğu gibi, "cinnet yılları"nın "gençlik hatası"ndan kısa veya uzun vadede "dönenler" daha da çoktur.
"Aydın", fi tarihinde flört ettiği bir totalitarizmle köprüleri atar. Ona karşı mesafe alır.
Ancak, söz konusu "flört"ün dobra dobra açıklamak; özeleştirisini álenen yapmak; "günáhını çıkartıp" mumunu dikmek de "ah-lá-ki" bir zorunluluktur. Etik yükümlülüktür.
Ve, susarak dahi olsa, her kim ki geçmişini sis arkasına saklamak ve pisti bulandırmak rotasını çizer, o şahıs "ahláki" değerlere ikinci bir defa ihanet etmiş olur. Suç işler.
Kimliğinden dolayı da, "entelektüel"ün bu suçu diğerlerinden daha çok affedilmezdir.
* * *
İŞTE, büyük Alman yazar Günter Grass bu sonsuz vahim suçu işledi.
Ergenlik çağında "Waffen SS" tugayına Nazi gönüllüsü olması; çok, çok daha sonra da, o vakit burada eleştirdiğim gibi, "Duvar"ın yıkılışı ertesinde Alman birleşmesine "soğuk bakması" hiç umurumda değil ama, Grass’ın yukarıdaki "suskunluğu" affedilemez.
Fakat sonra etrafıma bakıyorum ve asla bir "Teneke Trampet" başyapıtı yaratamamış olan bizdeki sayısız çapsız ve sayısız yüzsüz başka tür "Waffen SS" gönüllüsünü görünce, bunların yanında zemzem suyuyla yıkanmış Grass’ı affetmek gerekebileceğini düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2006
DÜN ben aşağıdaki satırları yazmaya başladığımda Ortadoğu’dan gelen ilk haberler, BM tarafından Lübnan’da öngörülen ateşkesin fiilen uygulamaya girdiğini müjdeliyordu. Fakat tabii ki, bu, hiçbir şey demek değildir. Yanılma payı çok yüksektir.
Belki de siz yazıyı okurken, sedir ülkesi ağaçlarının tekrar tutuştuğunu öğreneceğiz.
Çünkü, aynı Ortadoğu’dan Balkanlar’a, çok yakın tarihte tanık olduğumuz ve masaya vurulmadığı müddetçe ancak kağıt üzerinde kalan nice ateşkes örneğini hepimiz biliyoruz.
Ve, yine hepimiz biliyoruz ki, çokuluslu New York örgütünün yaptırım iradesi ve uygulama marjı, bizatihi o "çokulusluluk" niteliğinden dolayı son derece sınırlıdır.
Zaten ben de bugün İsrail-Filistin-Lübnan sorununun muhtemel gelişmelerinden ziyade, BM’nin "krizi" (!) üzerinde durmak istiyorum.
* * *
BİRLEŞMİŞ Milletler’in "áciz durum"u daima "kriz" (!) kelimesiyle ifade edildiği için ben de aynı tanıma başvurdum ama bana sorarsanız, aslında böyle bir şey yok!
Daha doğrusu, BM de, tıpkı mirasını devralmış olduğu Cemiyet-i Akvam gibi hep "krizli" yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak.
O Cemiyet-i Akvam ki, malûm, 1. Harp sonrası ve dönemin ABD Başkanı Wilson’un adıyla anılan "prensipler" çerçevesinde kurulmuştu. "Ebedi cihan sûlhü"nü sağlayacaktı.
Oysa, Cenevre’deki örgütün bilançosu gerçek bir fiyaskoya tekabül eder.
Çünkü, İtalya Habeşistan’a saldırdı; Japonya Çin’i işgal etti; Almanya Avusturya’yı yuttu, fraklı diplomatlar istif bozmadan Leman gölü önünde puro tüttürmeyi sürdürdüler.
Ancak, daha farklı bir şey beklemek zaten abesle iştigal ederdi. Ediyordu.
Zira, Wilson ertesi tekrar kendi "tecritçi" kabuğuna çekilen o "öncü" ABD’nin bile üye olmaması bir yana, Cenevre’deki kurum hiçbir somut yaptırım gücüyle donatılmamıştı.
Mussolini’nin, Hitler’in, Konoe’nin süngüleri her halde, guguklu saat hatırası da satan ilk dükkándan alınacak küçük İsviçre çakısıyla durdurulmayacaktı.
* * *
SONRA, 2. Savaş galipleri 1945 San Fransisco Konferansı’yla şimdiki BM’nin temellerini atarken, en azından iyi niyetli biçimde, geçmişten ders çıkartmaya çalıştılar.
Silahlı kolluk kuvveti dahil, yeni örgütü yaptırım gücüyle techiz ettiler.
Tamam da, ana organ Güvenlik Konseyi’ne o "beş galipler"i "daimi üye" kaydedip kendilerini veto hakkı tanıdılar, bundan sonra ne beklenebilir? Hangi mucize umulabilir?
Çünkü, isterse tüm dünya "evet" desin, yukarıdakilerden tek bir tanesi "hayır" dediği an akan sular durmaktadır ki, demek o beklenecek şey daha en baştan "agári"yle sınırlıdır.
Bir kararın "kuvve"den "fiil"e dönüşebilmesi için istisnasız herkesi birleştirecek bir uzlaşma gerektiğine; oysa, bırakın yedi düveli, böyle bir şeyin ise aile fertleri arasında dahi gerçekleşmesi sonsuz zor olduğuna göre, kolay ve çabuk bir işleyiş tabii ki mümkün değildir.
İşte, geleneksel "BM krizi" edebiyatı da, son Ortadoğu ateşkesi sürecinde yaşandığı gibi, aslında daima varolmuş olan handikap çok fazla göz çıkarttığında, tekrar ivme kazanıyor.
* * *
HAYALE kapılmayalım, bundan başka bir şey de zaten mümkün değildir! Olamaz!
Unutmayalım ki, Kıbrıs’a ilişkin New York kararlarına uymadığı için kırk küsur yıldır Güvenlik Konseyi’ne adaylık koyamayan bir Türkiye’nin yurttaşlarıyız.
"Özrü kabahatinden büyük" hezeyanlara kapılarak "BM krizi"nden dem vurmak; onun "ácizlik"inden yakınmak; şu veya bu ülkenin uyguladığı engelleme veya geçiktirme siyasetlerine beddua okumak, ne kendimizin, ne de dünyanın gerçeğiyle bağdaşır.
Ateşi çok yüksek bir dünyada yaşıyoruz ve dolayısıyla, hastalığı tedavi eden değil, ancak harareti tedricen düşüren ve nöbeti kısmen kesen "ateşkes"lerle yetinmek zorundayız.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2006
Yarım asırdır somut hayatta asla raslayamadığım "ideal kadın" (!) şimdi aniden, "sanal álem"de mi hüviyet kazanıyor? "Maskara Hanım" beni bu yaştan sonra "baştan çıkartıp", lánet okuduğum şu postmodern zamanlar karşısında beni bana maskara mı edecek? SABAH, elektronik posta kutumda "Maskara" imzasıyla şu mektubu buldum:
"Demin hattı aniden kapattığım için çok özür dilerim. Utanıyorum. Fakat bilin ki, bu hareketim bir terbiyesizlikten ziyade, sanal dünyada bile olsa, hem size karşı duyduğum çekingenlikten, hem de kendime güvensizlikten kaynaklandı".
*
ANLADINIZ, yukarıdaki cümlelerle başlayan mektup, dört pazardır burada ballandıra ballandıra anlattığım gibi, Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’ın soyadını takma isim ve Avusturyalı ressam Moriz Jung’un desenini de fon görüntüsü olarak kullanarak internet álemindeki "chat meydanı"na çıkmış olan bendenize; onun kullandığı takma isim ve ayak fotoğrafından dolayı yine burada "kırmızı ojeli Maskara Hanım" diye sıfatlandırdığım, "sanal partöner"imden geliyordu.
Hani şu, bana ekranda okkalı láf oturttuktan sonra cevap vermeme fırsat bırakmadan "chat"i çat diye suratıma kapatan "hatun kişi" (!) var ya, işte ondan!
Anlaşılan, gece bir "vicdán muhasebesi" yapmış ve de elektronik posta adresim otomatik olarak belirdiği için, sabaha doğru falan, yukarıdaki mektubu yollamış.
Zaten gerisini de size olduğu gibi aktaracağım, çünkü tá o zaman bilgisayarımın hafızasına kaydetmiştim ve günü gelir de kullanırım diye, şimdiye dek silmedim.
İşte, "kırmızı ojeli Maskara Hanım" şöyle devam ediyordu:
*
"EVET evet, ’chat’i selámsız sabahsız terkettim, çünkü beni korkutuyorsunuz.
’Profil’inize yansıttığınız sinik ve sinikliğinden dolayı daha da çok cazibe kazanan ipuçlarıyla kişiliğinizi aşağı yukarı çizebiliyorum. Korkutan şey de bu!
Zira, ikimiz de ’anlayana sivrisinek saz’ kategorisinden insan grubuna giriyoruz.
Yani, ortak dil konuştuğumuz aşikár! İlk bakışta göz çıkartıyor.
Zaten, bunu hemen farkettiğimiz içindir ki siz bana ’chat’ mesajı yollamak; ben de karşılığında size meydan okumak ihtiyacını hissettik.
Neyse, nezaketsizliğimi bağışlatmak için kendimi biraz tanıtayım ki, aynı zamanda, sorduğunuz sorunun ötesinde de cevaplar getirmiş olurum".
*
BAKIN, bakın, bakın! Şu işe bakın!
Dün gece ekranı aniden suratıma kapatarak beni çileden çıkartmıştı ama, demek yine de ilk tahminimde kıl payı yanılmamışım.
Sadecene yukarıdaki girizgáh dahi, "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın son derece "vasatüstü" bir kişilik sergilediğini ispatlamaya yetiyor.
Evet haklı ve evet aşikár, aynı ortak dili konuşuyoruz.
Aynı "anlayana sivrisinek saz" kategorisindeki insan grubuna giriyoruz.
Zaten çok muhtemelen de, meslek hanesine koyduğu o "sağlık memuresi" sıfatıyla kasti bir provokasyon yapıyor.
Hadi zoka atıyor demeyeyim de, karşısındaki tartmak için bir ölçek belirliyor.
Aman aman, yoksa, yerde aradığımı gökte mi buldum?
Yani, birbirlerini sonsuz uyumlu şekilde tamamlayan kadın ve erkekleri tanımlamak için İspanyolların "portakalın yarısı" diye efsaneleştirdiği o "öteki yarım"a mı ulaştım?
Yarım asırdır somut hayatta asla raslayamadığım "ideal kadın" (!) şimdi aniden, "sanal álem"de mi hüviyet kazanıyor?
"Maskara Hanım" beni bu yaştan sonra "baştan çıkartıp", lánet okuduğum şu postmodern zamanlar karşısında beni bana maskara mı edecek?
*
İŞTE, mektubun ilk cümleriyle birlikte diyelim ki içimde bir "ateş tutuştuğundan"; en azından işin daha ciddi bir boyut kazanmakta olduğunu farkettiğimden, devamı okumadan önce hemen mutfağa fırladım.
Küçük kahve makinasında kendime, teneşir masasına uzanmış kadavrayı dahi bir çırpıda dipdiri ayağa kaldıracak cinsten bir espresso pişirdim.
Fincanı alıp tekrar ekran başına döndüm ve sabahın ilk cigarısını yaktım.
Bakalım, "Maskara Hanım" kendi niceliğini nasıl tasvir ediyor?
*
KUSURA bakmayın ve de sakın kızmayın, yavaştan yavaşa bir "sanal sevgili"ye (!) dönüşmekte olan "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın mektubundaki devam bölümünü gelecek pazara bırakıyorum.
Çünkü, işte kavun karpuzlu yaz mevsimindeyiz ve turfanda addedilecek bir "portakalın yarısı"nı öyle obur biçimde ve bir çırpıda yersek, onun tadına varamayız.
Önce parmak uçlarımızla pütürlerini hissedeceğiz; sonra burun deliklerimizle rayihasını koklayacağız; daha sonra da, usûl usûl kabuğunu soymaya başlayacağız.
Zaten "erotika" denilen şey de bunların toplamıyla oluşmuyor mu?
Kaldı ki, dediğim gibi, "Maskara Hanım"ın "chat" ekranına yansıtmış olduğu estetik ve cazibeli ayak fotoğrafı, bizzat aynı "erotika" için bir manifesto haykırıyor.
Dolayısıyla, teveccüh gösterip bendenize posta atan ama bu arada da, "n’olur, bana bir kıyak yap da gelecek pazarı bekletmeden şunun devamını mail’ime yollayıver" diye eklemeyi unutmayan "chat" ve "sanal álem" tiryákisi aziz okuyucularım hiç alınmasın.
İlkin, kimseye iltimas geçemem. Sonra da, tekrarlıyorum işte yaz mevsimindeyiz.
Yani, postmodern sanallığı "kırmızı ojeli Maskara Hanım"da "somutlaştıran" şu benim "yaz tefrikası"nı takvimsel sonbahardan önce aceleye getiremem.
Haftaya...
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2006
DAHA henüz hiç yazılmadı, "kehánet"i (!) ilk burada duymuş olun. Eğer, bizim her boy ve her soydan "komplo teorisyenleri" bugünden itibaren yepyeni inciler döktürmeye başlamazsa ben de kalemimi, daha doğrusu klavyemi kıracağım.
Hangi konuda mı diyorsunuz.
Elbette ki, İngiliz polisinin çarşamba gecesi ortaya çıkarttığı ve pek çok uçağı Atlas Okyanusu üzerinde infilák ettirtmeyi hedefleyen son terörist girişim hakkında!
Ve, "copyright" hakkımı saklı tutarak müthiş kumpası yine en önce ben açıklıyorum.
* * *
EFENDİM, bir defa "kalleş İngiliz"in (!) sözüne güven olur mu? Ona kim inanır?
Tony Blair ki zaten "W" rumuzlu George Bush’un bir dediğini iki etmeyen bir çömezdir, şimdi de "ağababa"sından aldığı talimat uyarınca yeni bir dümen daha kurdu.
Eh, Irak’taki ABD fiyaskosuna ek olarak İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırıları dünya kamuoyunu çok rahatsız etmiyor mu, o halde ne yapıp yapıp rüzgárı değiştirmek gerekiyor.
Dolayısıyla, vur abalıya ve elin gariban Pakicikleri üzerine iftira at!
Ortada fol yok, yumurta yokken, "11 Eylül’den sonraki en dehşet tedhiş eylemini düzenleyeceklerdi" diye, onları gayet dramatik bir biçimde "potansiyel suçlu" ilán et!
Buyrun bakalım, işte komplonun daniskası!
* * *
ÜSTELİK tabii, inandırıcılığı sağlayabilmek için, hava trafiğindeki kargaşanın; borsa tahtasındaki düşüşün; denetim ağındaki hercümercin sadece bir günde yarattığı yüz milyonlarca, belki de milyarlarca sterlinlik zararı hesaba katmamak gerekiyor.
Kaz gelecek yerden tavuk mu esirgenirmiş?
Batı bu sayede, "Yeni Şafak" gazetesindeki provokatör yazarın muazzam bir saptama yeteneği; muazzam bir ufuk genişliği ve muazzam bir bilgi birikimiyle çooook önceden haber verdiği gibi, "Müslümanlara karşı soykırım" (!) gerçekleştirmek için zemin hazırlıyor.
Rica ederim, zaten aslında aynı girişim tá 11 Eylül’de başlatılmamış mıydı?
Malûm, hiç yoktan ve tamamen hayáli bir Bin Ládin icat edildi; "Boeing"ler ikiz kulelere çarpmadan önce Yahudi kökenlilerin binaları terk etmesi sağlandı ve de zaten, Pentagon’un içinde kasten bomba patlatılıp, uçak çakıldığına dair kuyruklu yalan uyduruldu.
* * *
İŞTE, farklı bir boyutta da olsa aynı şey şimdi İngiltere aracılığıyla tekrarlanıyor.
Yani, bir taşla iki kuş vurmak için "İslami teröristler" tarafından hazırlanan tedhiş eylemlerinin son anda önlendiği yalanı uydurularak hem Ortadoğu’ya odaklanmış dikkatler dağıtılıyor; hem de fanatizmle özdeşleştiren Müslümanlığa karşı "haçlı ruhu" (!) bileniyor.
Ah Batı; ah emperyalizm; ah Siyonizm, bunları yiyip yutacağımızı mı sanıyorsun?
Yağma yok, artık maymunun gözü açıldı ve tongaya basmıyoruz!
* * *
İMDİİ, bir defa daha tekrarlıyorum ve burada duyuruyorum, eğer yukarıdakine benzer "komplo teorileri" bugünden itibaren basında yayınlanmaz, ekranda yorumlanmaz, internette "çıtlatılmazsa", ben kalemi ve klavyeyi kırmanın ötesinde, ekranımı da tuzla buz edeceğim.
Çünkü, böylesine inanılmaz, böylesine hayali, böylesine kaderci "komplo teorileri"ni üreten sığ, cahil, fanatik ve kompleksli zihin sistematiklerinin ve bilinçaltı ruhiyatlarının nasıl işlediğini milimetrik ölçekte biliyorum ki, tersi tahayyül edilemez.
İngiltere’deki tedhişçi eylem girişimin "yalan" (!) olduğuna ve de neden öyle olduğuna dair olarak, ana hat itibariyle benim yukarıda ürettiğim senaryoyla çok uyuşacak yeni "komplo teorileri" sayfa sayfa okuyacak ve kulak kulak işiteceksiniz.
Ne diyeyim, Allah akıl fikir ihsan eylesin ve de amin!
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2006
FRANSIZCA kökenden inen "rate" deyimi gayet nüanslı bir mecázi anlam yansıtır. Fakat, benim bilebildiğim kadarıyla bunun tam karşılığı hiçbir lisanda bulunmuyor.
Mümkün mertebe tercüme etmeye çalışırsak da, sözcük, saptadığı hayat perspektifini "ıskalamış" veya hedeflediği entelektüel gradoda "çuvallamış" insan kategorisini tanımlar.
* * *
ANCAK dikkat, "rate" şahıs illá "IQ"sü düşük bir "geri zekálı" değildir. Hayır!
Yani, klasik anlamdaki "ebleh" veya "aptal" kelimeleri kavramı tanımlamaya yetmez.
Çünkü, kendine dahi itiraf etmese ve háttá, bugün sahip olduğu konumla pek övünse bile, o "rate" insan, "ıskaladığı" ve "çuvalladığı" şeyin değerini kavrayacak kadar akıllıdır.
Artı, şan, şöhret, para, pul, dahil zirveye ulaşmış ve etrafına mürit de toplamış olabilir.
Fakat, mánen ve fikren erişemediği ve hiçbir zaman erişemeyeceği bazı birikimlerin, bazı statülerin, bazı kimliklerin asla ve asla yanından geçemeyeceğini de "domuz gibi" bilir.
Zaten "rate"yi murdar hayvanla özdeşleştiren "domuz" sıfatı da buradan kaynaklanır.
* * *
ÖYLE, çünkü yukarıdaki derin ve vahim kompleks, psikolojide "früstrasyon" denilen ve bilinçaltına bir travma olarak yerleşen "ezilmişlik" dürtüsünü yaratır.
Ancak, buradaki "ezilmişlik" de edilgen ve kaderci bir biçimde tezahür etmez.
Aksine, "rate" kişi, "ıskalamış" olmanın sorumlusunu herhangi bir "öteki"nde arar.
Ve, aptal değilse bile yine de zeká seviyesi "vasat"ın üstüne çıkamadığından; zaten de bizzat o vasatlık kendisini "rate" kıldığından, çabucak, "suçlu"yu bulduğu zehabına kapılır.
Dolayısıyla da, o "öteki"ne karşı kin ve intikam güder. "Vasatlık zaptiyesi" kesilir.
Ama en önemlisi, suçluyu ve sorumluyu daima "öteki"nde keşfettiği içindir ki, zihnen "komplo teorileri"; fikren de totaliter ideoloji ve sloganlar üretmek mecrásına sürüklenir.
Burada somut bir örnek vereyim.
* * *
BİYOGRAFİLERİ teker teker inceleyin, başta, ressamlık hayali kurmuş fakat fırça vasatlığından dolayı o fırçayı ancak badanacılıkta kullabilmiş ve bunu da "sanat álemindeki Yahudi komplosu"yla (!) açıklamış Adolf Hitler olmak üzere, bir nebze Goering hariç, Alman Nazi partisinin tüm ideolog ve yöneticileri tamamen "rate" kimselerden oluşur.
İçlerinden o Georing gibi "egzantrik" olanları çıkmıştır. Ama tek "pırıltılı" yoktur.
Ve, tarihi yine ayrıntıyla incelersek, daha sonra en zirveye ulaşmış olmanın, Parti öncülerindeki "çuvallama" ve "ıskalama" ezilmişliğine "devá getirmediğini" saptarız.
Psikanaliz koltuğunda uzun tedaviden geçmediği müddetçe kompleks, kompleks kalır.
İktidar Berlin’de, "öteki"nden intikam almak için korkunç bir araca dönüşmüştür.
Yahudi, demokrat, liberal, aristokrat veya Hıristiyan bir kimlikle "suçlu" sandalyesine oturtulan o "öteki", sonsuz "rate" ve sonsuz "vasat" Nazilerin kompleks bedelini ödemiştir.
* * *
İŞTE, bizim her boy ve her soydan "rate"ler de badanacı "ressam" (!) Adolf Amca’larının lánetli yolunu izleyip ve "enfes Türk lokumu" (!) katıp, iğrenç ve dehşet Yahudi düşmanlığını akıllara sezá bir "Sabetayist komplo" uydurmasyonunuyla zenginleştiriyorlar.
Yetmedi, önceki günden beri buna bir de "Çerkes ihaneti" (!) rezilliğini eklediler.
Derin bir ruhi travma olarak yaşadıkları kuyruk acısıyla, "çuvallamış" ve "ıskalamış" olmanın intikamını "öteki"nden almaya çalışıyorlar. Nefretle o "öteki"ni hedef gösteriyorlar.
Eli kulağındadır, yakında pergelle kafatası ölçecek; eldivenle sünnet denetleyecek; Kur’an’la kelime-i şehadet getirtecek ve tükürükle DNA testi yaptırtacaklar.
Hayır, asla izin vermeyelim ve bu "vasat" ve bu "rate" alçakların hiç bitmez ve hiç tükenmez aşağılık kompleksini o tükürüğümüzle boğalım ki, insanlığımıza láyık olabilelim!
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2006
"BENİM Almanlığımı kimse benden çalamaz! Almanlar bile!" Yukarıdaki cümle 2. Savaş arifesindeki Alman Yahudiliğinin gerçeğini haykırıyor.
Bu hayati "nokta"yı 1935 yılı notları arasına düşen bilge kişi ise son andaki Dresden bombardımanı sayesinde soykırımdan bir mucize eseri kurtulan ve iki bin küsur sayfalık 1933 - 1945 "Defterler"ini satır be satır ezberlediğim Profesör Victor Klemperer’dir.
* * *
O 1935 yılı ki, insanlığın modern zamanlar tarihinde bir "utanç virajı" oluşturur.
Çünkü, Hitler’in iktidara gelmesinden iki sene sonra Nüremberg’de toplanan Nazi Partisi 7. Kongresi, 15 Eylül’de, aynı şehrin adıyla anılacak olan ve Reich sınırları içindeki Davudi kökenlileri toplumsal hayattan tümüyle dışlayan "yasa" (!) dizisini çıkarttı.
Kanun, ilkokul öğretmenliğinden revir hemşireliğine ve kadastro memurluğundan gece sekreterliğine, "kamusal alan" addedilen branşları Musevilere yasaklamakla yetinmez.
"Kan hukuku" iğrençliğiyle, "ari ırk" (!) araştırmasını yedi göbek öncesine uzatır.
* * *
ÖYLE ki, söz konusu "Nüremberg Yasaları", kuşaklar öncesi melez evliliklerden; yahut yine nesiller öncesi din değiştirmelerden doğmuş olanları da Cermen kabul etmez.
"Yarı Yahudi", "çeyrek Yahudi", "şüpheli" gibi grado grado istifleme yapar.
Her birine ayrı "paha biçerek" (!), örneğin, "çeyrek Yahudi"lerin askere alınmasına izin verir ama, muharebede en büyük kahramanlığı göstermiş olsalar dahi, onların onbaşı rütbesi üzerine terfi etmelerine ve madalyayla mükáfatlandırılmalarına set çeker.
Zaten, tedricen Musevilerin evcil hayvan beslemesini veya tramvayların ön sahanlığında durmasını da yasaklamak gibi "delirium" maddelerle "zenginleştirilen" (!) bu "Şoah" soykırımı habercisi "kanun", "madalya meselesi"ne tekrardan döndü.
Yahudi kökenli muharip gazilerin 1. Dünya Savaşı sırasında kan ve can pahasına edinmiş oldukları madalyaları álenen taşıması yasakladı.
* * *
OYSA, 2. Wilhelm dönemindeki Prusya militarizminden "saf kan" Cermenler kadar etkilenmiş olan Almanya Yahudileri, subay ve er; ölü ve yaralı; şehit ve gazi, savaş sırasında büyük yararlık göstermişlerdi. Pek çoğu da "1. Derece"den madalyalarla ödüllendirilmişti.
Artı, aynı Musevilerin Alman milliyetçiliği cenk marşı bestelemekle de kalmadı.
Naziler yasaklayana kadar, aralarından "Nasyonal Sosyalist Genç Alman Yahudileri Birliği" kuranlar çıktı. Háttá daha da sonra, Hitler Çekoslovakya’nın Südetler bölgesini işgal ettiğinde, Karlsbad’da gamalı haç bayraklı karşılama töreni düzenleyenler de oldu.
Ve, velev ki ideolojik tercih yanlış olsun, bundan daha doğal bir şey düşünülebilir mi?
Çünkü, Cermen Musevileri en az Bismarck’tan beri, "ulus" kavramında en temel belirleyiciliği arz eden "kader birliği"nde kendilerini tamamen "A-l-m-a-n" hissediyorlardı.
Yahudiliği ancak neden sonra, o da bir alt kültür aidiyeti olarak yaşamaktaydılar.
Dolayısıyla, "ari ırk" (!) ahali arasındaki siyasi ayrışma aynen onları da kapsıyordu.
Zaten işte bu yüzden de, büyük Victor Klemperer "Benim Almanlığımı kimse benden çalamaz. Almanlar bile!" diye Hitler’e meydan okurken, gerçeği ifade ediyordu.
* * *
VE bugün, kökeni yukarıdaki Hitler’e uzanan aynı hırsızlık, aynı gangsterlik, aynı eşkıyalık, káh iğrenç ve çirkef bir Yahudi düşmanlığıyla; káh rezil ve uydurma bir "Sabetayizm" (!) komploculuğuyla; yine aynı ırkçılığa, yine aynı yalancılığa ve yine aynı anti-semitizme bulanmış olarak Türkiye’de de gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Yurttaşlarımızın "Türklük", háttá "Müslümanlık" sıfatı onlardan çalınmak isteniyor.
Hırsızların kumpasını ve gangsterlerin maskesini yarınki yazımda teşhir edeceğim.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2006
Kendimi övmek gibi olmasın da, sanal yahut gerçek, "kadın ruhiyatlarına hitáb" (!) konusunda az buçuk doktora tezi kaleme alabileceğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla, havadan sudan değilse bile yukarıda kafamı kurcalayan sorudan hareket ederek, "uvertür"ü bir müddet daha uzatmaya karar verdim.
İŞTE böyle, üç pazardır anlattığım gibi, bu satırlar yazarı önce "postmodern iletişim kültürü"nün internet aracılığıyla yarattığı "chat" sevdasına kapıldı.
Kapıldı ve de Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’dan takma ad; Avusturyalı ressam Moriz Jung’dan kopya portre aşırarak şu "sanal er meydanı"na (!) çıktı.
Anında da, ekrandaki ayak fotoğrafı pek estetik, "profil"indeki kişilik bilgileri ise pek akıllı olan ve "Maskara" rumuzunu kullanan bir "kadın partöner"e abayı yakıverdi.
Çünkü, yine anlattığım gibi, insanı haniyse fetişist kılan o kırmızı ojeli ayak cazibesi bir yana, felsefeden musikiye, buradaki "Maskara Hanım"ın bir "bilgi deryası" olduğu ve inanılmaz zeká fışkırttığı daha ilk anda göz çıkartıyor. Birinci "chatlaşmada" farkına vardım.
Kabul, meslek hanesine yazmış olduğu "sağlık memuresi" ibaresinden işkilleniyorum.
Ama olur a, belki de ıssız dağ köylerine tetanos iğnesi yapmaya giderken walkmen kulaklıklarında Granados senfonileri dinleyen veya revir odalarında nöbet beklerken Hölderlin şiirleri okuyan, epey idealist, tamamen otodidakt ve hepten aykırı bir insandır.
Böyle kadınların çekiciliğine dayanamam ve bir eli yağda, bir eli balda "sosyetikler"e bin defa tercih ederim.
*
TAMAM da, "qwerty" klavye önünde "sanal er meydanı"na çıkmış olmam, herhangi bir kahve masasının; bir bar tezgahının; ne bileyim ben, bir lokanta menüsünün önünde ve bu defa "a" artı "b" somutluğunda bir "baştan çıkartmaya" (!) götürecek midir?
Yani, teori pratiğe ve kuvve fiile dönüşecek midir?
Kendimi tanıyorum, isterse Kafdağı’nın arkasındaki peri kızı olsun, ne öyle uzun uzadıya "flört uvertürleri"ne vakit harcayacak; ne de bu yaştan sonra, platonik aşların hayallerine kapılarak fantazmalar üretecek sabrım vardır.
Hele hele, ekran karşısındaki bir "kırmızı ojeli ’Maskara’ hanım" için hiç olamaz.
Dolayısıyla o ekrana birazdan, "kırmızı ojeli ’Maskara’ hanım, sanal kimliğinizle bendeniz ’Kierkegaard’ı pek, pek, pek cezbetmektesiniz. Buyrun, telefon numaram şudur. Önce ahizede konuşalım, sonra da hemen bir mekánda buluşalım" diye yazacağım.
Háttá, eh deli dolu adamım, ekleyeceğim ki, "taşra şehrinde ikámet ettiğinizi zikretmişsiniz, farketmez. Eğer siz buraya gelemiyorsanız ben ya ilk uçağa atlayarak; ya da bütün gece direksiyon sallayarak anında yanınıza vasıl olmakta tereddüde düşmem".
*
FAKAT tabii, sabırsızım falan ama yine de adábı var ve yukarıdaki "deklarasyon"u damdan düşer gibi yumurtlayıp kadını hemen ürkütecek; yani onun "Kierkegaard"ı anında "chat"ın "istemezük" listesine tıklamasına çanak tutacak kadar da "tecrübesiz" değilim.
Kendimi övmek gibi olmasın da, sanal yahut gerçek, "kadın ruhiyatlarına hitáb" (!) konusunda az buçuk doktora tezi kaleme alabileceğimi söyleyebilirim.
Dolayısıyla, havadan sudan değilse bile yukarıda kafamı kurcalayan sorudan hareket ederek, "uvertür"ü bir müddet daha uzatmaya karar verdim.
"Sizin gibi ’sağlık memuresi’ her hastanın başına! Bu engin kültürünüzle bu harcıalem mesleğinizi bağdaştıran esrarengiz perdeyi bir nebze aralarsanız, merak kumkuması bendenizi bahtiyar etmiş olacaksınız" türünden tumturaklı bir mesaj yolladım.
Daha doğrusu, sanal álem lisanıyla konuşursak, "chat attım".
*
CEVAP, gayet soğuk ve gayet kısa bir, "sizinkisi ne" sorusuyla geldi.
Yalan söyleyecek halim yok ya, "gazeteci" diye yanıtladım.
Ekranda bu defa son derece sinik ve müstehzi, "sumo güreşi müsabakalarını mı izliyorsunuz" satırları belirdi. Buyrun bakalım!
Şeytan "elinin körü" diye değil, "profil"e yerleştirilmiş o ayak fotoğrafından dolayı, "tabanının nasırı" cevabını ver diye dürttü.
Uymadım. Uyar mıyım? Tongaya basar mıyım?
Çünkü, aslında harikuláde bir zeká pırıltısı yansıtan böylesine "meydan okumalar"ı hemen okumak ve ondan geri kalmayacak bir zeká pırıltısıyla taşı gediğine oturmak gerekir.
Ben de tuttum, "Maateessüf, oraya terfi edemedim. Harcıalem tatil beldelerinde, sütyensiz artist numunelerinin paparazziliğini yapıyorum" cümlesiyle "chat attım".
Sonra da hemen, "ama yakında başka gazeteye transfer olacağım. Artık, moda tatil beldelerinde gerçek starları izlemem isteniyor. Çok mutluyum, meslek kariyerimde dev bir sıçrama yapıyorum" diye ekledim.
*
BU defa da, dört beş tane "a" konulmuş "amaaaan ne iyi!" ünleminden sonra, "sağlık memuresi tecrübemle söylüyorum, artık silikonlu memelerin anatomisi hakkında cilt cilt kitap yazararak meşhur ve zengin olursunuz" satırları belirdi.
Ve hemen ardından, "Maskara"nın "chat" devresinden çıktığına dair işaret gözüktü.
İşte çıldıracağım! Hiddetimden hop oturup hop kalkıyorum.
Şeytan şimdi de, al şu kül tablasını ve ekrana fırlat diye dürtüyor ki, parası marası umurumda değil, elektrik kontağından çekinmesem, yaradana sığınıp tuz buz edeceğim.
"Kırmızı ojen" batsın "yılan dilli Maskara Hanım", eğer şu lánet olası "sanal ortam"da (!) sen tekrar benim klavyeme düşersen, bak gör, ben senin o ojeli tırnaklarını paslı kerpetenle yolacağım ve o yılan dilini kör testereyle keseceğim.
Kaçak güreştiğin "chat"ın her bir harfini fitil fitil burnundan getireceğim.
Düştü mü?
Cevabı gelecek pazara kalsın!
Yazının Devamını Oku