14 Eylül 2006
DOĞRUSU, bizim "komplo teorisyeni" kalpazanlar şeytana küláhını ters giydirirler. Ne sihirdir ne kerámet, el çabukluğu marifet, tahrif ettikleri yarı doğruları "yem" diye attıktan ve işlerine gelen pireyi deve yaptıktan sonra, zoka yutturmakta üstád sayılırlar.
Örneğin, dini hissiyattan bir gazetedeki misyonunu "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" veya "bir Katyuşa da benden" kışkırtıcılığıyla ifa eden provokatör daha dün, 11 Eylül’ü bizzat ABD’nin düzenlendiğini, Afgani lider Mesud’un katliyle "ispatlıyordu".
Fesüphanallah!
* * *
FESÜPHANALLAH da, buna ne cevap verebilirsiniz ki? Ne diyebilirsiniz ki?
Gazeteci hüviyetine bürünüp saldırıyı düzenlemiş olan o iki Mağribi alçak olay anında öldüğüne göre, eh, fırıldaklı polis otosuna atlayıp bir koşu cehenneme gidecek değilsiniz!
Zebánileri yeminli şahit yazıp katillerin ifadesini alamazsınız ki!
İstediğiniz kadar canilerin Belçika ve Fransa sicillerini; Cezayir "GİA"sıyla bağlarını; "Taliban"la ilişkilerini sergileyin, gaipten noter tasdikli ifade getirecek haliniz yok!
Dolayısıyla, at atabildiğin kadar, "komplo teorisyeni" tabii ki döktürür.
Ve işte meğersem, "Avrupacı" (!) Mesud’un Strasbourg Parlamentosu’na çağrılması, hem zaten kendine karşı 11 Eylül kıyamını hazırlamakta olan; hem de Afganistan’ın işgalini önceden planlayıp Kabil’de kukla iktidar kurmayı hesaplayan ABD’nin işine gelmemişmiş.
İşte bu yüzden de, manipüle ettiği Pakistan servislerine suikast düzenlettirmişmiş.
* * *
İMDİİ, eğer gelişmeleri çok yakından ve mümkün mertebe ilk elden izlemek yerine şu hazin "internet aydınları"na güveniyor; artı, şimdiki postmodern zamanların "her şeye kádir gizli el" masalına inanıyorsanız, yukarıdaki türden zokaları yutacağınızın resmidir.
Nitekim, tahrif edildikten sonra burada "yem" olarak atılmış olan iki "yarı doğru" var:
Bir, Şah Mesud suikastının 11 Eylül’ün arifesinde gerçekleşmiş olduğu!
İki, Pakistan gizli servisi "İSİ"nin Afgani "Taliban"la ilişki içinde bulunduğu!
Peki ama, bunlar neyi değiştirir ve 21. Yüzyılı başlatan "kıyamet"in bizzat ABD tarafından düzenlenmiş olduğu hezeyanına "ispat" (!) veya "belge" (!) oluşturabilir mi?
* * *
İLKİN, zaten Taliban’a müttefik Bin Ladin’in suikastı planladığı ve böylelikle de, tam 11 Eylül öncesi bir taşla iki kuş vurduğu yönündeki en mantıki tez niçin çöpe atılıyor?
Oysa, tek delili olmayan ve caniler öldüğü için ne aslı, ne tersi ispatlanabilecek gayet esrarengiz; esrarengizliğinden ötürü de sonsuz cazip "komplo teorisi" baş köşeye oturuyor.
"Zehir hafiye" olayı keşfettiğinden, duyduğu nefretten dolayı "katil"i (!) işaretliyor.
Oysa, zokayı yutturmak için ve sanki sır ifşa edermiş gibi "yem" diye attığı, ABD-Paki gizli servis işbirliğini; aynı Pakistan "İSİ"si içindeki "İslami fraksiyon"un da baştan beri "Taliban"ı desteklediğini, dünya basınını bir nebze izleyen sağır sultan zaten biliyor.
* * *
EEE? Sonra? Quo vadis?
Breh breh breh, demek Amerikalı şef Paki şefe "ben 11 Eylül’de kendime karşı kasti kıyam düzenleyeceğim. Fırsat fırsattır, Kabil’i de işgal edip adamımı yerleştireceğim. Sen de tam 9 Eylûl de şu Mesud’u hakla ki, ayak bağı olmasın" talimatını verdi.
Hayır, hayatı ve olayları "internet aydınları" vasıtasıyla değil pertavsızla izleyenler biliyor ki, tam tersine, ABD resti çekti ve "İSİ" içindeki "Talibani fraksiyon"u ayıklattı.
Ve, o hayat ve o olaylar mantık, kültür ve ufuk fukarası "komplo teorisyenleri"nin anlayamayacağı ölçüde çetrefil olduğu içindir ki, onlar "her şeye kádir gizli el"e inanırlar.
Her şeye kádir gizli el yok, her yalana kádir dil ve kalem kalpazanlığı var!
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2006
İNSAF, 11 Eylûl’ün beşinci yıldönümünde dahi "komplo teorileri" gırla gidiyor. Malûm, Washington’daki "Pentagon"a aslında uçak çakılmadığı incilerinden tutun da, saldırı günü Musevi kökenlilerin New York’taki "İkiz Kuleler"e gitmediği iddialarına dek, "flaş"ı (!) ancak ve ancak "sivri akıllar"da çakabilecek her şeyi okuduk, gördük, işittik.
Daha doğrusu, okuduğumuzu, gördüğümüzü, işittiğimizi sanıyorduk.
Zira, 21. Yüzyılı başlatan olaya ilişkin "komplo teorileri"ne bir yenisi daha eklendi.
* * *
MEĞER, söz konusu kuleler bizzat Amerikan servisleri tarafından ve temele patlayıcı konularak çökertilmişmiş. Bitişik yapıların yıkılmaması da buna "delil" (!) oluşturuyormuş.
Oysa, kıyametin hemen ertesinde ve sırf ABD’de değil, Çin’deki Harbin Üniversitesi dahil dünyanın pek çok mühendislik fakültesinde, maketler üzerinde pratik deneyler yapıldı.
Hem hesap kitap, hem de "inşaat termo-dinamiği" testleri, patlamayla doğan ısının o dönem teknolojisindeki metal iskeletleri erittiğini ve dolayısıyla, "WTC" binalarının tıpkı naklen yayınlarda izlendiği gibi, kendi üzerlerine yıkılacağını aritmetik formüllerle ispatladı.
İşte zaten hayati kelime de bu "a-r-i-t-m-e-t-i-k" sözcüğünde odaklanıyor!
* * *
ÖYLE, zira aritmetik yalnız "iki artı iki, eşittir dört" toplamasına tekabül etmez.
Yukarıdaki işlem öz itibariyle bir sonuçtur.
O sonuca götüren "sebepler" ise "rasyonel mantık" dediğimiz "akılcılık"tan doğar.
Kökeni Eski Yunan’a uzanan ve "modern zamanlar"la bütünleşen bu "akılcılık" ise hálen yaşamakta olduğumuz "postmodern zamanlar"ın "gayr-ı mantıkçılık"ıyla uzlaşmaz.
Yani, "aritmetik akıl" asla ve asla "iki artı iki, eşittir üç" hezeyanına inanmaz.
Dolayısıyla da, 11 Eylül’ün Müslümanlara ve ezilenlere karşı "savaş" (!) başlatmak için bizzat ABD tarafından ayarlandığını öne süren "komplo teorileri"ne zırnık prim vermez.
"Somut delilleri ve sebep sonuç ilişkisiyle ispatla bakalım" der, sayfayı kapatır.
* * *
OYSA, adı üzerinde "post", bugünün "zihin kalpazanları" hem kendilerinden önceki "modern mantık"tan etkilendikleri; hem de "rasyonel aklın" hanidir kazanmış olduğu mevzileri öyle kolay kolay zaptedemeyecekleri için, kaçak ve kahpe güreşiyorlar.
Belden aşağı ve minder dışı vuruşlarını da "komplo teorileri"yle gizliyorlar.
Yani, inandırıcı olmayacağı için, dobra dobra "iki artı iki, eşittir üç" diyemiyorlar.
Örneğin, uzun bir dershanedeki sınavda, yukarıdaki kalpazan arka sıra komşunuzdur.
Kopya fısıldar gibi, "tahtadaki ilk rakam iki değil bir, sonuç üç" diye mırıldanıyor.
"Ne münasebet canım, beyaz tebeşirle işte iki yazılı" karşılığını veriyorsunuz.
O, "kuyruğu yamuk ve bir gizli duruyor" diye ısrar ederek sizi kör yerine koyuyor.
Eğer gözlerinize güvenmiyorsanız, işte mandepsiye geldiğiniz resmidir!
* * *
ŞİMDİ iki şık var: Ya "postmodern komplo teorisyeni"nin kasten içinize düşürdüğü kurda kanıp sınav kağıdını "üç" cevabıyla teslim edecek ve heyhat, sınıfta çakacaksınız.
Yahut da, gözbebeğinizden, işlem kurgunuzdan ve yanınızdakinin kalleşliğinden emin olduğunuz için ona "başka enayi ara" diyerek kağıda "dört" yazacak ve sınıfı geçeceksiniz.
Dolayısıyla, ya "İkiz Kuleler"i bizzat ABD servislerinin bombaladığı zavallılığına inanıp bir o kadar zavallı beyninizi enkázın altında bırakacaksınız ki, mehel olsun!
Ya da, "aritmetik aklın" ürettiği "bina termo-dinamiği"nden ve "rasyonel aklın" irdelediği "irrasyonel intihar eylemciliği"nden hareketle, 11 Eylûl’de başlayan 21. Yüzyılın "mantıkçılık"la "gayr-ı mantıkçılık" arasında bir ölüm kalım savaşı olacağını göreceksiniz.
İlk seçenek o lánetli intiharla; ikincisi ise insani hayatla bütünleşiyor!
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2006
LÜBNAN’a asker gönderilmesine karşı çıkmak "pasifizm" olabilir miydi?<br><br>Hayır ve asla! Üstelik, buradaki kelimeyi sırf lügat anlamında kullandım.
Yani, sözcüğü sadece "şiddet karşıtlığı" gibi bir "ahláki" boyutla sınırlıyorum.
Cumartesi günkü yazımda belirttiğim "barışperestlik" mecázıyla teçhiz etmiyorum.
Ve işte, TSK’nın BM Gücü’ne personel sağlamasını reddetmek böylesine "asil" (!); böylesine "temiz" (!); böylesine "yüce" (!) bir "ahlákiyat"la da uyuşmuyordu ve uyuşamaz.
* * *
EVET öyle ve bunu saptamak için "anti" yelpazeye şöyle bir bakmak yetiyor.
Zira, nahif "kuş" kategorisine girse bile yine de "ahláki" sayılabilecek çok marjinal bir kesim hariç, bizim "hayırcı"ların ezici kitlesi özünde "barış"ı zerre kadar umursamıyor.
BM yerleştiği takdirde hem İsrail’in, hem Hizbullah’ın saldırganlığı dizginlenebilir; dolayısıyla da daha az insan ölür ve daha az acı çekilirmiş, bunları düşünen beri gelsin!
Zaten tam tersine, asker gönderilmesine karşı çıkan ciddi bir bölüm aslında kendi kafasındaki "s-a-v-a-ş"ı istediği ve arzuladığı içindir ki, "niet" yaygaracılığına girişti.
* * *
ÖYLE ve de insaf, Davudi yıldızlı orduyu zora soktu diye Lübnan’daki "Allah’ın partisi"ni göklere çıkartanlar; netámeli iki devlet, İran ve Suriye’ye methiye düzenler; gazete sütunlarına "bir Katyuşa füzesi de benden" başlıkları atanlar mı "pasifist" oluyor?
"Anti-emperyalist cihad" nağmeleri döktüren bu "İslamcı ulusalcılar" ne zamandan beri "sulh melaikesi" (!) kesildiler?
Ve tekrar insaf, onların ikiz kardeşi "laikçi ulusalcılar" yine "anti-emperyalizm" adına kasap Miloseviç’e veya katil Saddam’a tapınırken, şimdi "barış"ı mı keşfettiler?
Nihayet, tabii yine insaf, kaldırım taşı sökerek ve vitrin parçalayarak Ankara’nın altını üstüne getiren "ideolojik haytalar" mı artık "şiddet karşıtı" (!) kategoride yer alıyorlar?
Hayır hayır, dediğim gibi, bunlar tabii ki "kendi savaşları"nın peşinde koşuyorlar.
Eğer Türkiye’nin asker vermesine karşı tatava koparttılarsa da bunu "asil" (!), "yüce" (!) ve "temiz" (!) "ahlaki duygular"dan dolayı falan değil; böyle bir gelişmenin o hayal ettikleri "savaş"a daha da büyük sekte vuracağını bildiklerinden yaptılar.
* * *
TBMM’deki muhalefet partisi CHP’nin "anticilik"i ise aynı kategoriye girmiyor
Burada yukarıdaki türden bir şarlatanlık değil demagoji ve ufuksuzluk hüküm sürüyor.
Demagoji, "Güneydoğu’da PKK belásıyla uğraşırken Lübnan’a asker göndermek de neyin nesi" demek argümanında odaklanıyor ki, yine el insaf!
Yarıya yakını denizde olmak üzere bölgeye gidecek personelinin sayısı ve uzmanlığı ortadayken, bunun PKK’ya karşı "açık" yaratacağını söylemek, en azından askeri cehalettir.
Şükür, TSK ne Lüksemburg, ne Uganda ordusudur ve Lübnan’da konuşlandırılacak kuvvet "diş kovuğuna kaçmayacak" ölçüde cûzi bir nicelik taşımaktadır.
* * *
ÖTE yandan, herkes gibi ve haklı olarak, fi tarihinde BM’nin Yugoslavya’ya erken müdahale etmemesini eleştiren ve de üstelik, "sosyal demokrat" geçinerek evrensel değerleri sahiplendiğini söyleyen bir CHP, iş elini taşın altına sokmaya gelince nasıl yan çizebilir?
Türkiye’nin uluslararası sorumluluğu o evrensel değerler açısından es geçilebilir mi?
Kaldı ki, AB’nin Barış Gücü’ne iradi öncü olduğu; bununla eklemleşmenin ise Ankara’ya hem jeo-stratejide, hem de üyelik sürecinde ağırlık sağlayabileceği göz çıkartmıyor mu?
Ve işte tüm bunlardan dolayı Lübnan’a ilişkin patırtı ne "pasifizm"le; ne de "asil", "yüce" ve "temiz" bir "ahlákiyat"la bağdaşıyordu ki, eh, zaten artık geçmişler ola!
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2006
"SALI günü bir iş için ilk uçakla sizin tarafa gelip, akşam uçağıyla döneceğim. Eğer ihtiyar, çirkin ve şişko bir kadınla kahve içmek alçakgönüllülüğünü gösterirseniz, cep telefonum şudur, lütfen bir ’sms’ atın". *
EMİNİM, kaç haftadır hikaye ettiğim "chat maceram" sayesinde hemen anladınız.
Yukarıdaki elektronik mesaj, "sanal álem"de uğruna yanıp tutuştuğum ama bir türlü gerçeğine kavuşamadığım "kırmızı ojeli Maskara Hanım"dan gelmedi.
Bir taşra üniversitesinde felsefe profesörü olan ve zaten bu yüzden de Alman hemcinsi Hannah Arendt’in ismine atfen "H.Arendt" takma adı kullanan hanımefendiden geldi.
"Hanımefendi" diyorum çünkü gerçekten de, yazışmalardaki hariká üslûp bir yana, içerik bab’ında da çok üst düzey bir gradoyla "sohbet ediyor"(!).
Öyle ki, biz ikimiz, Yahudi asıllı Arendt’in hangi akla hizmet, bir ara Nazilerle gerdeğe girmiş diğer dev filozof Martin Heidegger’in hem "mürid"i, hem de metresi olduğu konusunda müthiş derin tartışmalara başladık.
Psikanaliz, etik, yanılgı gibi konularda durmaksızın "klavye oynatıyoruz"(!).
*
EH, "sanal ortam"daki yarenlik bu raddeye varmışken, "ihtiyardır, çirkindir, şişkodur" diye, oradan buraya gelecek bir "H.Arendt"i baştan savmaya kalkışamam.
Kadıncağızla bir acı kahve bile içmemek için bahane uydurmak olmaz.
Velev ki "chat gizliliği"ne sığınayım, "özür dilerim, tam o gün ben de Patagonya uçağına bineceğim" türü bir yalana niyetlenirsem, yüzüm değil ama ekran kıpkırmızı olur.
Artı, ben buraya sırf karşı cins mensuplarını baştan çıkartmak için dalmadım ya!
Tamam, inkár etmiyorum, tabii ki aklım fikrim "kırmızı ojeli Maskara Hanım"da!
Şu pek akıllı fakat pek kaknem felsefe profesörü yerine onun bana "sana kavuşuyorum" müjdesi vermesi için bin takla atardım.
*
NEYSE, hem "H.Arendt" rumuzlu hanımefendinin vermiş olduğu cep telefonuna kendi numaramı gönderdim; hem de onun kutusuna, "Varoluş metafiziğini bu defa sizinle karşı karşıya konuşabilmek benim için büyük bir mutluluk olacaktır. Sabırsızlıkla bekliyorum" gibisinden bir elektronik posta yolladım. Láf tabii!
Dedim ya, "chat profil"indeki estetik ayak fotoğrafından ve bana durmadan attığı "ilán-ı aşk""sms"lerinden tanıdığım "Maskara"mı bekliyor, istiyor ve arzuluyorum.
İşin dobrası, felsefe profesörüyle Aristo’nun "Diyalektiğe Dair"i yahut İbn Rüşd’ün "Tahafût-ûl Tahafût"ü hakkında karın ağrısı tartışmalara girmek zerre kadar cazip gelmiyor.
Oysa, "kırmızı ojeli Maskara Hanım" bana "sabah uçağıyla oradayım" diye "chat çıtlatmış" olsaydı, ojelerinden bin kırmızı bin gülle kendisini havaalanında bekleyecektim.
Zaman geçti ve "H.Arendt"in mesajını unutmuştum bile ki, meğer salı olmuş.
Öğleden sonra nihayetlerine doğru telefon çaldı.
Hiç de cazibeli sayılamayacak; háttá daha açıkçası, gırtlak hançeresinin "kartalozluğu" saklayamadığı bir ses kendisini takdim etti.
"İhtiyar, çirkin ve şişko kadınla kahve içmekte hálá kararlı mısınız" diye sordu.
Ben derhal "teessüf ederim"i yapıştırdım ve o an bulunduğu yerin adresini sordum.
Yakında sayılacak bir mıntıkadaymış.
Doğrusu müthiş centilmen adamım, işim olmadığıdan kendisini hemen almaya geleceğimi ve eğer arzuluyorsa da, dönüş uçağı için havaalanına kadar götürebileceğimi söyledim.
Olurdu, olmazdı; zahmetti, külfetti falan, sonunda anlaştık.
Tabii bu arada, birbirimizi hiç tanımadığımızdan hem kendimi tarif ettim, hem de otomobilimin, markasını, rengini, plakasını verdim.
O da, "canım işte elinde küçük bir yolculuk çantası taşıyan ve şişkoluğundan dolayı siyah tayyörünün düğmelerini tam ilikleyemeyen çirkin ve ihtiyar bir hatun gördüğünüzde, benden başkası olamaz" cevabını veriverdi.
Buyrun bakalım!
*
EVET buyrun bakalım, çünkü kendi kendime "acaba, çirkinin falan da ötesinde hilkat garibesi bir dev anasıyla mı buluşmaya gidiyorum" diye sormaya başladım. Eyvah!
Zira, her ne kadar genel bir kural olmasa dahi, erkek veya kadın, beyin itibarıyla pek cazibeli insanların o beyinle ters orantılı bir çehre ve cüsse sergilediğine çok rastlanır.
Zaten, "sanal profesör" hanımefendinin takma isim olarak benimsediği Hannah Arendt de öyle eline yüzüne bakılacak cinsten bir hatun değildi ki!
Tekrar neyse ve başa gelen çekilir, artık kaçış olmadığından işte otomobile atladım.
Şimdi "chat arkadaşım" bir "ihtiyar, çirkin ve şişko kadın"ı bulmaya gidiyorum.
Onu nasıl bulduğumu gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
"PASİFİZM", yani "şiddete mutlak karşıtlık" modern anlamda bir ideoloji değildir. Zaten de ruhi kökeni Musevi-İsevi iman kültürüne uzanır. İslam’a hayli yabancıdır. İncil’in "sağ yanağına tokat inerse, solunu da dön" metaforunda hayat bulur. Nitekim "pasifist" yelpaze, söz konusu modern ideolojilerin oluştuğu 19. Yüzyılda, onların hem "sol" ve "sağ"; hem de "dindar" ve "laik" varyantlarıyla birliktelik içermiştir.
Kara Katolik papazlarla kızıl sosyalist sendikacıları buluşturan ortak arena sayısızdır. Fakat, "kesinkes barışçılık"ın Batı’da zirveye ulaştığı dönem 1. Harp ertesine rastlar. "Sanayileşmiş savaş"ı insanlık tarihine sokan bu korkunç arbede tüm tarafları dehşete düşürdüğünden, 1914-1918 kıyamı "sonuncular sonuncusu" diye adlandılmak istenmiştir
* * *
"İSTENMİŞTİR" dedim, çünkü malûm, tanımlama ancak bir temenni olarak kaldı. Asla ve asla gerçekle bağdaşmadı.
Aksine, 1. Harp "sonuncular sonuncusu" değil, "başlangıçlar başlangıcı" oldu. Ve en beteri de, Batı "pasifizm"i o birinciyi dahi mumla aratan 2. Savaş’a çanak tuttu. İlkinin zemzem suyuyla yıkanmış kalacağı yeni kıyama "buyrun" dedi.
Japon militarizmi Çin’i; İtalyan faşizmi Habeşistan’ı; Alman Nazizmi de Avusturya’yı henüz yutarken, eğer demokrasiler popo kımıldatıp "barış süngünün ucundadır" demek cesaret ve dirayetini gösterebilselerdi, çok muhtemelen çağdaş tarih başka bir seyir izleyecekti.
* * *
"DE-MOK-RA-Sİ! İşte, hem sihirli, hem de zaaflı kelime burada yatıyor. Zira, "pasifizm" mutlaka "demokratizm"le bütünleşir. Çoğulculuklarla özdeşleşir. Ancak oralarda özgür olabileceği içindir ki, yine ancak oralarda taraftar toplayabilir. Çünkü, zaten din kültüründen inen "kesin şiddet karşıtlığı" özünde bir ahláki ögedir.
Oysa, "sağ" veya "sol" hiçbir totalitarizm bu tür "ahlákiyat"a prim vermez. Tınmaz. Mümkün mü, ceberrut rejimlerde "pasifizm"in "p"si dahi telaffuz edilemez.
Nitekim, Batı kamuoyları 1918-1939 döneminde "yeni savaşa asla" diye kendilerini kandıra dursun, Mussolini’si, Hitler’i, Stalin’i hiç gaflete düşmediler. Şakaya gelmediler.
Bıyık altından güldüler ve el altından da, beşinci kollar vasıtasıyla o demokrasilerdeki "barışperestler"i manipüle ettiler. Káh parayla beslediler, káh mürekkeple boyadılar. Dolayısıyla, demokrasilerin 1940 bozgunu aslında "pasifizm"in bozgununu oluşturur.
* * *
ARTI, aynı senaryo "Soğuk Savaş" nihayetlerine doğru da tekrarlanmak istendi. SSCB kapı gibi nükleer füzelerini yerleştirip Avrupa sahasında taktik üstünlük elde etmişken, kendilerine "güvercin" diyen fakat aslında tabii ki "kuş" olan "pasifistler", NATO’nun da misilleme silahları konuşlandırmasın önlemek için yeri göğü inlettiler.
Oysa, kamuoyunda fışfıklanan yaygaracılığa rağmen Batı bu defa sağlam durdu. İttifak başkentleri kararlılıktan caymayınca Moskova metazori müzakere masasına oturmak zorunda kaldı ki, sonunda her iki tarafın orta menzilli füzeleri "piyasadan çekildi". Barış láfazan "barışperestlik"le değil, iradi bir "barış azmi"yle süreklilik kazandı.
* * *
YUKARIDAKİ tabloyu, şükür ki demokrasi olduğu için ülkemizde de özgürce ifade edilen; ama Lübnan patırtısında yaşandığı gibi, o demokrasilerin zaafından ötürü demagoji ve manipülasyona çok açık olan "pasifizm"in Türkiye’deki "yükseliş’inden dolayı sergiledim.
Ve, bu "barışperestlik" de "kof"tur! Bu "sulhperestlik" de "kuş"tur!
Hiçbir şekilde de ülke, Ortadoğu ve dünya barışına hizmet etmemektedir.
Üstüne üstlüke, zaten ait olmadığımız bir din kültürünün "ahlákiyat"ı bile yoktur. Gerekçelerini ve açıklamalarıını salı günkü yazıma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2006
BREH breh breh, yüzde yetmiş yedi!<br><br>Meclis oylamasından önce "Hürriyet" internet sitesinde yapılan sondaja göre, Lübnan’a Türk askeri gönderilmesine "hayır" diyenlerin oranı işte böylesine bir zirveye ulaşmış. Gerçekten de çok büyük bir rakam oluşturuyor ve üzerinde kafa yormak gerekiyor.
***
AMA tabii en önce, yukarıdaki orana bir o kadar da iskonto payı koymak zorundayız.
Çünkü, yaşadığımız "postmodern zamanlar"ın "sanal álem"indeki sondajlar, anketler, taramalar, bilimsel sosyolojide "nesnel veri" denilen parametrelerle uyuşmuyor.
Başka bir deyişle, militan, partizan, taraftar kitlelerin "tıklama seferberliği" (!) sayesinde, ekranda ortaya çıkmış olan sonuçlar illá genel toplumsal yelpazeyi yansıtmıyor.
Nitekim, bendenizin posta kutum da her Allah’ın günü, "şu siteye gidip böyle ’oy’ (!) ver"; "o hatta bağlanıp şöyle ’fikir’ (!) beyan et" propagandası yapan ve esas olarak hep aynı metni "forwardlayan" yüzlerce elektronik mektupla dolup taşıyor.
Dolayısıyla, bu tür "internet soruşturmaları"na büyük ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.
Onların "doğru"ya projektör tuttuğuna dair bir inanç, bizleri kesin yanılgıya sürükler.
***
NE var ki, ben burada binbir dereden su getirecek de değilim. Bahane aramıyorum.
Yani, "aslında çoğunluk asker gönderilmesini onaylıyor ama, falanca ’ulusalcılar’ın, filanca ’dinciler’in, fişmekan ’pasifistler’in ’Hürriyet’ sitesini ’hayır’ bombardımanına tutmuş olmasından dolayı ortaya böyle bir sonuç çıktı" diye mazeret uydurmuyorum.
Hoşuma gitsin veya gitmesin, gerçekler inatçıdır! Onları kabullenmekle yükümlüyüm.
Tamam, "tıklama seferberliği" yürütülmeseydi oran belki yüzde yetmiş yedinin çok daha altında olacaktı ama yine de şu bir vakıa ki, ülke kamuoyu BM katkısına sıcak bakmıyor.
Oysa, ben sıcak bakıyorum! Paydası yüksek veya alçak, çoğunlukla çelişiyorum.
Ancak, kitlelerde hüküm süren "inatçı gerçeği" nesnel biçimde saptamak bir şeydir; o kitlerin anlamak istemediği diğer "inatçı gerçeği" ısrarla savunmak bambaşka bir şeydir.
Çoğunluğun yanılmayacağına dair bir kural yoktur, olmamıştır ve de olmayacaktır!
***
ZATEN, teşbihte hata olmaz, farklı boyutlara rağmen yine de, hanidir ve hanidir Türkiye kamuoyunda esen rüzgárlar bana, 20. yüzyılın ilk yarısındaki ABD’yi hatırlatıyor.
O ABD ki, Latin Amerika’yı "kollayan" (!) "Monroe doktrini" hariç, "izolasyonizm", yani "tecritçilik" denilen dış politikayı yıllar ve yıllar boyu eksen belledi.
Kendi korungan kalesinin bencilliğinde "dünya işleri"ne bulaşmayı reddetti.
Nitekim, 1. Harp sonlarına doğru Woodrow Wilson; 2. Savaş ortalarında da Franklin Roosevelt, Birleşik Devletleri müttefik safa yönlendirebilmek için akla karayı seçtiler.
Sondajlar orada da yüzde yetmiş yedi; hátta seksen yedi oranla; "Fransa’ya ’coni’ göndermeyelim" veya "İngiltere’ye torpido hibe etmeyelim" sonucuyla noktalanıyordu.
İş bu yüzden de her iki başkan, Kongre’sine, medyasına, lobisine; dolayısıyla ezici çoğunluğu "tecritçi" olan "Amerikan efkár-ı umumisi"ne karşı, cereyana göğüs gerdiler.
Káh bodoslamadan akıntıya kürek çektiler; káh da siyasi mekanizmanın açıklarından yararlanarak, Yeni Dünya’yı milim milim ve siga siga Yaşlı Kıta gailelerine "bulaştırdılar".
Kötü mü ettiler?
***
SORU abestir ve de eğer Prusya militarizmi; Alman nazizmi, Japon faşizmi, hatta Rus komünizmi sulta kuramadıysa, bu, ABD’nin gönderdiği "coni" sayesinde mümkün olabildi.
Sondaj çoğunlukları onaylamasa da, zaman, azınlığın "inatçı gerçekleri"ni ispatladı.
Çoğunluklar gerçeği reddetmekte inatçı olabilir, ama gerçekler onlardan da inatçıdır!
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2006
EVRENSEL kavramların içini boşaltmak; içini boşaltmak ne kelime, onların anlamını yüz seksen derece zıtta dönüştürmek becerisinde hiç kimse biz Türklerin eline su dökemez. Şüphe mi var, táhrifat katakulliciliğinde üstád değil, üstád-ı ázamız!
* * *
"EVRENSEL kavram" derken, milliyetçilik, sosyalizm, pasifizm gibi, esas olarak 19. ve 20. yüzyıl ideolojileri arasında yer alan ve "Batı" patenti taşıyan fikriyatları kastediyorum.
Ama tabii ki kabul, bunların yorumu ve pratiği zamanda ve mekánda görecelik taşır.
Ancak yine de bazı temel kurallar vardır ki, en azından teorik ve retorik açıdan onlara dokunulamaz. Aksi takdirde, "a" artık "a" olmaktan çıkar. Bambaşka bir "b" kimliği edinir.
Örneğin, nasıl ki Hıristiyan dogmayı benimseyip "Mesih Ruh-ul Kûds’ün nefesinden doğdu" diyen kimse Müslüman olamaz; "álámet-i fárika" marşını dahi "Enternasyonal" diye vaftiz etmiş her hangi bir komünist de "milliyetçi" olamaz. "Yurtsever" farklıdır.
Belki ıkınılır sıkınılır ve 1. Savaş Avrupa’sındaki gibi "anti-çarizm" veya "proleter vatan" láfazanlığıyla şoven siyasetlere kılıf uydurulur ama, burada bile lûgate sınır konulur.
Zira, kavramlar ne denli çekiştirilirse çekiştirilsin ve içerikler ne denli tahrif edilirse edilsin, "enternasyonalizm" ve "milliyetçilik"in zıt oluşturduğunu en cahil insan dahi bilir.
Minareyi kılıfa sığdırmak girişiminde de bir "insaf", bir "edep" noktası vardır.
* * *
FAKAT kuşkusuz, "sol"; háttá "sol" bile değil, genel "hümanist" değerlerden yola çıkıp en "sağ" ve en "totaliter" ideolojilere palamar atmış insanlar dünyada ibadullahtır.
Zaten "sol kültür" fukarası bir Türkiye’dekiler, onların yanında devede kulak kalırlar.
Parantez içinde şunu ekleyeyim ki, hem içi kof, hem de totaliter kaviste ikiz kardeş olan bu "sağ" ve "sol" tanımlarını sırf lûgat yerleşikliğinden dolayı kullandım. İnanmıyorum.
Neyse ve işte dediğim gibi, İtalya’da Mussolini’den Almanya’da Röhm’e; Fransa’da Laval’den Belçika’da De Man’e, "ultra sol"dan faşizme ve nazizme çark edenler sayısızdır.
Başka bir deyişle, bizim "ulusalcılar" yine istimi çok sonradan gelmiş birer taklittir.
Şu hayati fark hariç!
* * *
BATI’da sosyalizmden, komünizmden yahut hümanizmden çark ederek faşist ve Nazi ideolojiyi benimseyenler, bu işi bizim "ulusalcılar"dan çok daha dobra biçimde yaptılar.
Kabul, gamalı haç partisi gibi belki bunlardan bazıları "sosyalist" adını tabeláda tuttu ama, kendilerini o sosyalist gelenekle; marksist jargonla; "sol mitoloji"yle özdeşleştirmediler.
Redd-i miras yaptılar ve hilekárlığına başvurmadılar. Zaten de başvuramazlardı!
Zira, kavramların dürüst kullanıldığı bir İtalya’da Mussolini eğer bizim "ulusalcılar"ın Che’yle Atatürk’ü yan yana koymasındaki gibi bir rezalete yeltenmiş ve ülke kurucusu Garibaldi’yi hapse tıktığı Gramsci’yle buluşturmaya kalkışmış olsaydı, ancak nal toplardı.
Yalanda bile bir usûl vardır, oralarda İtalyanlar ve Almanlar; "sağ totalitarizm"lerin hükümranlık sağladığı başka yerlerde ise örneğin İspanyol veya Macarlar bu kadar kör parmağım gözüne mandepsiye gelmeyecekleri için, faşizm ve nazizm başarı sağlayamazlardı.
* * *
HAYIR hayır, tabii ki Türkiye’de de sağlayamayacaklar. Bundan zerre endişem yok!
Fakat utancımdan yerin dibine geçtiğim tek şey şu ki, nasıl oluyor da, böylesine su katılmamış Nazi ve faşist kavramlar yalnız benim ülkemde "sol" (!) diye sunulabiliyor.
Ve nasıl oluyor da, marjinal falan ama yine de, katakulliyi yutanlar hála çıkabiliyor?
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2006
LÜBNAN’daki BM kuvvetine hangi ülkelerin katıldığını tam biliyor musunuz? Verdikleri asker sayısını da parantez içine alarak hepsini teker teker sıralıyorum.
İtalya (2500); Fransa (2000); Bangladeş (1500); Endonezya (1000); Malezya (1000); İspanya (950); Belçika (394); Polonya (300); Finlandiya (250) ve Nepal (en az bir tabur).
Demek Ankara’yla birlikte toplam on bir başkent "UNIFIL" rumuzlu uluslararası güce personel sağlamış oluyor ki, bunlardan dördü Müslüman kimlik taşıyor.
O halde, şimdi şu soruyu sormak gerekiyor:
* * *
İSLAMİ aidiyetten olanları da dahil, yukarıda adı geçen devletlerden herhangi birisinde, asker göndermeye ilişkin olarak Türkiye’dekine benzer bir tartışma duydunuz mu?
Yani, "ABD emperyalizmine ve İsrail siyonizmine hizmet" eksenli sloganların atıldığı: demeçlerin patlatıldığını; "tahliller"in (!) yazıldığını işittiniz, yahut okudunuz mu?
Ben ki meslek yükümlülüğümden dolayı bunların her birini çok yakından izliyorum, oralardan gelmiş böylesine şaklabanlık haberlerini ne duydum, ne işittim, ne de okudum!
Ama eğer yalanım varsa birisi kalksın ve "Bangladeş ’UNIFIL’e asker yollamasın diye şu tarihte Dakka’da dev gösteri yapıldı ve camide cuma vaazı verildi" desin.
Ya da, "Endonezya Cumhurbaşkanı Cakarta’da, ’bizim hayati çıkarlarımız Timor Denizi’nin ötesine geçmez. Tá Allah’ın Akdeniz’indeki bir Lübnan’da ne işimiz varmış’ diye zehir zemberek açıklamada bulundu" diye yüzüme vursun.
Tükürdüğümü yalayacağım ve burada álenen özür dileyeceğim.
* * *
FAKAT doğru, her ülkede káh alçak, káh yüksek sesle tartışmalar yapıldı. Yapılıyor.
Ama bunlar apayrı bir boyutta odaklanıyor. Siyasi değil "teknik" içerik taşıyor.
Yani, benim de kaç kez değindiğim gibi, 1701 sayılı Güvenlik Konseyi kararının BM misyonunu ve onun manevra marjını "muallakta" bırakmış olmasından kaynaklanıyor.
Başka bir deyişle, "iki ateş arasında kalmak" gibi haklı bir endişeyi kapsıyor.
Yoksa kimse, bizim cahil ve fanatik meczuplar gibi, "Barış Gücü ABD’nin Yeni Ortadoğu projesine hizmet etmek ve bir sonraki İsrail’in saldırısına kadar siyonist devletin sınırlarını korumak için gönderiliyor" türü zavallı komplo teorileri uydurmuyor.
Eh, akıl var yakıl var, zaten en baştan "he" demiş olan "Hizbullah"ın ötesinde, onun da hámisi durumundaki bir İran daha önceki gün ve de bizzat Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejad’ın ağzından BM Sekreteri Kofi Annan’a kesin destek" ifade etmişken, bir nebzecik kafası çalışan her insan yukarıdaki cins uydurmasyonlara ancak güler.
* * *
PEKİ, biz neden gülmüyoruz? Böyle kof komplo teorilerini nasıl ciddiye alıyoruz?
Ciddiye aldığımız yetmiyormuş gibi, hangi akla hizmet, káh "İslami dayanışma"; káh "anti-Amerikan mücadele"; káh "anti-militarist barış" yaftaları altında, "Hizbullah"tan daha "inançlı" (!) Müslüman; Ahmedinejad’dan daha saf Amerikan karşıtı; talepkár Lübnan halkından da daha fazla "sulhperest" (!) olduğumuza kendimizi inandırmaya çalışıyoruz?
İspanyollar, İtalyanlar, Lehler kendi askerlerinin canını bizden daha az mı kolluyor?
Endonezyalılar, Malalar, Bengaliler "din kardeşleri"ni bizden daha az mı seviyor?
Ezelden beri Washington’a zıt Fransa göz göre göre "ABD tuzağı"na mı düşüyor?
Bu tuzağı bir tek bizim "kulağı kesikler" fark ediyor da, Roma, Paris, Madrid siyaset sahnesindeki o kadar sosyalist, komünist ve çevreci "militarist besleme" mi oluyor?
Evet, niçin bir tek biz, dünyaya bön bakan cahillerin cesaretiyle ahkám kesiyoruz?
Oysa Lübnan barış; dolayısıyla uluslararası güç; dolayısıyla da Türk askeri istiyor ki, yukarıdaki sonsuz hazin soruların cevabını beklersek iş artık tamamen işten geçmiş olacak.
Yazının Devamını Oku