Hadi Uluengin

Ahmedinejad aşkı

26 Eylül 2006
RUŞEN Çakır’ın dünkü makalesi "Ahmedinejad’ı sevmek zorunda mıyız?" başlığını taşıyordu. Vatan" Gazetesi yazarı daha sonra da İran Cumhurbaşkanı’nın BM Genel Kurulu’na paralel olarak New York’ta sergilediği şovu inceliyor ve noktayı şu cümleyle koyuyordu:

"Bush’u sevmeyenler Ahmedinejad’ı sevmeye mecburlar mı’ sorusunun cevabı ’asla’ olacaktır".

Evet evet, yanıt tabii ki "asla" olacaktır ama gel de bunu taş kafalara anlat!

* * *

BURADAKİ mecázi "taş kafa" benzetmesiyle, Mahmud Ahmedinejad’la al takke ver küláh gözüken ve Tahran önderine yaranmak için haniyse Ramazan’da sahura kalkacak olan Venezüella Cumhurbaşkanı Hugo Chavez gibi popülist bir demagogu kastetmedim.

"Sönmez kutupyıldızı" (!) sıfatıyla Kuzey Kore’deki "kızıl hanedan"ı pederinden devralan ve Şii lidere methiye düzen Kim Jong Il gibi korkunç bir despottan da söz etmedim.

Hayır, onların omuzlarının üzerinde "taş kafa" taşımadıklarını söyleyecek değilim.

Fakat hiç olmazsa, bu hazretlerin taşı mermer veya granit türü bir "kıymet" arz ediyor.

* * *

YANİ demek istiyorum ki, her ne kadar yine yanlış ata oynuyor olsalar bile, Karakas yahut Pyongyang efendileri son tahlilde "devlet siyaseti" güdüyorlar.

Son derece klasik bir "düşmanımın düşmanı dostumdur" reelpolitiğinden yola çıkarak, kendileri gibi ABD’yle cebelleşen bir İran’ı "doğal müttefik" addediyorlar.

Zaten, Güney Amerika ve Uzak Asya nire, burnumuzun dibindeki Ortadoğu nire?

İran’ın nükleer bombası herhalde Karayip yahut Sarı deniz ülkelerini tehdit etmeyecek.

Artı, Chavez’li Venezüella’nın petrol, Kim’li Kore’nin de aynı atom şantajı ekseninde Tahran’la buluştuğu düşünülürse, esas yadırgatıcı şey onların farklı tutum alması olurdu.

* * *

SONRA, bu iki "star"ın (!) benimsediği "dansöz diplomasisi"yle Ahmedinejad’ın uyguladığı "çalkalama diplomasisi" arasındaki benzerlik öylesine göz çıkartıyor ki!

Nitekim, daha düne kadar "atom çekirdeğini ’ehlileştirmek’ (!) projesinden asla vazgeçmeyeceğiz" diye müthiş yükseklerden uçan Tahran lideri şimdi ne yapsa beğenirsiniz?

"Washington Post" Gazetesi’ne verdiği demeçte, "ABD eğer İran’da iktidar yıkmak sevdasından cayarsa, biz de her şeyi tekrar müzakere etmeyi kabulleniriz" demez mi?

Buyrun bakalım!

* * *

TAMAM, "W" rumuzlu Bush yönetimindeki "ultra süper güç"ün her bir tarafa kovboy tabancası çektiği doğru ama, yine de biraz "izánlı atmak" gerekir.

Zira el insaf, bırakın zaten Irak batağına batmış o ABD’nin Acem diyarında "iktidar yıkmak" hevesini; önlem farklı olsa bile, Rusya’sı ve Çin’i dahi Tahran’daki "atom hedefi"nin bir provokasyon olduğunu ve uluslararası yükümlülükleri çiğnediğini baştan beri söylüyor.

Fakat buna rağmen sen şimdi kalkacaksın ve göz göre göre yalan savurarak satranç tahtasına yeni bir "şantaj piyonu" süreceksin ki, tekrar el insaf!

* * *

HAYIR, Bush’u sevmeyenlerin Ahmedinejad’ı sevmek zorunluluğu yoktur. Olamaz.

Ne iki yanlış bir doğru eder; ne de vebayla kolera arasındaki tercih sıhhate kavuşturur.

Hele hele, Chavez’in veya Kim’inki gibi hiç olmazsa granitle dolu olan "taş kafa"lar kadar bile değil, beyin boşlukları dere boyundaki çakılla dolu olan bizim "taş kafalar"ın Mahmud Ahmedinejad aşkı ülkemizi, bölgemizi ve dünyamızı uçuruma sürükler.

Bu konuyu yarınki yazımda inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Son maskara

24 Eylül 2006
Başımdan savmak için havaalanına götürdüğüm o ihtiyar, çirkin ve şişko sanal partnerim; yani, internet ortamında Alman meslektaşının adını kullanan felsefe profesörü aniden ifşaatta bulundu. "BEN, Maskara’yım!"

Ben de o an düştüm. Ben de o an bayıldım. Ben de o an çakıldım.

Elim ayağım buz kesildi, başım döndü, midem bulandı, bağırsaklarım guruldadı.

Ama yine de siz okuyucuların verilmiş sadakası varmış ki, oracıkta sekte-i kalpten öteki tarafa gitmediğim için bu yazıyı kaleme alabildim.

*

EVET evet, aynen böyle oldu.

Ve kabul, haftalardır anlattığım ve bugün sonuna geldiğim "chat maceramı" belki arada bir süsledim püsledim ama, eğer yukarıdaki "i-t-i-r-a-f" konusunda tek kelime yalanım varsa, Rabb’ım çocuklarımı bir defa daha görmeyi benden esirgesin.

İşte, başımdan çabucak savmak için havaalanına götürdüğüm o "ihtiyar, çirkin ve şişko", "sanal partner"im; yani, bir taşra üniversitesinde felsefe profesörü olan ve "internet ortamı"nda Alman meslektaşının adını kullanan "H.Arendt", aniden bu ifşaatta bulundu.

"Profil"ine yerleştirmiş olduğu sonsuz cazibeli ayak fotoğrafından dolayı "kırmızı ojeli Maskara Hanım" adını taktığım ve haftalardır bana yine "sanal biçimde" ilán-ı aşk eden "genç, güzel ve endámlı" kadının aslında mevcut olmadığını; onu, "beni fethedebilmek için" kendisinin yarattığını açıkladı.

Ancak baklayı ağzından çıkartana kadar da bir melodram; háttá bir tragedya yaşandı.

Bunu da açıklayayım.

*

GEÇEN pazar anlattığım gibi, "H.Arendt"in uçağı bir an evvel kalksın diye kulağım anons hoparlöründe ve gözüm hareket tablosunda, o havaalanı kafeteryasında hiç konuşmadan, iki kukumav kuşu gibi karşılıklı oturuyoruz.

"İhtiyar, çirkin ve şişko" kadın aniden ağlamaya başladı.

Şaşırdım. Afalladım. Son tahlilde terbiyeli insanımdır ve pot kırmadığımdan eminim.

Ama yine de derhal, "N’oldu, sizi inciltecek bir şey mi yaptım" diye sordum.

Bu defa ağlama hüngürdemeye dönüştü. Garsonu ve müşterisiyle etraf bize bakıyor.

Kıpkırmızı olduğumu hissettim ki, şimdi iki defa utanıyorum:

Bir; böyle şeylerden zaten nefret ederim ve elálemin içinde rezil olmaktan korkarım.

İki; o elálem es kaza karşımdaki "ihtiyar, çirkin ve şişko" kadının benim "yavuklum" olduğunu düşünür ve belki seyahatten, belki tatsızlıktan dolayı ayrıldığımız için ağladığı hükmüne varırsa, açıkçası, böyle bir "birliktelik" (!) sergilemek daha da beter!

Her neyse ve işte "H.Arendt" hıçkırıkların arasında "Ben, Maskara’yım" dedi.

Ve, bu taş kafalı adam ilkin anlamadı.

*

EVET evet, anlamadım, çünkü malûm "maskara" sözcüğü bir hal ve oluş sıfatıdır.

Dolayısıyla, karşımdaki kadının birden "Ben maskarayım" demekle, gerçekleştirmiş olduğu garip ve sıradışı bir işten yola çıkarak hafif özeleştiri yaptığını düşündüm.

Belki de, şu "sanal buluşmaları"mızı neden gerçeğe dönüştürdüğünü kastediyordur.

Ancak, devrik cümle kullanıp tekrar "Maskara benim" dediğinde, tabii ki anladım.

Ve, sonra sıraladı:

*

SIRALADI ki, "chat meydanı"ndaki "portre"m çok hoşuna gitmiştir; fakat, benimle "sanal ilişki" kurmak için dahi "erosta da cázip" bir kişilik yaratmak ihtiyacını hissetmiştir.

Dolayısıyla, "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ı yoktan var etmiş ve ardından da hem onun, hem "H.Arendt"in kimlikleriyle benimle "chatlaşmaya" başlamış ve böylelikle, "Kierkegaard" rumuzlu bu satırlar yazarının "karakter dürüstlük"ünü sınamıştır.

Yani, birisine dediklerim, ötekisiyle uyuşuyor muymuş?

Buyrun bakalım!

*

TABİİ buyrun bakalım, çünkü şimdi ben de pür hiddet, "Eh, ben de sizin sahtekárlık karakterinizi sınamış oldum" desem haksızlık mı ederim.

Ama demedim, zira karşımdaki "ihtiyar, çirkin ve şişko" kadın gerçekleştirmiş olduğu hilekárlıktan ötürü öylesine hüzünlüydü ki, kin ve intikam içgüdüleriyle bunun acısını çıkartmaya kalkışmak ancak ilkellik olurdu.

Dolayısıyla, kendi kendime, "Budala yárim, işte ’Kırmızı ojeli Maskara Hanım’ın ’sanal aşk’ıyla yanıp tutuşup nihayetinde böyle tongaya basarsın ki, ağzının payını alıp bir güzel şapa oturursun. Mehel olsun" dememe rağmen, hiç bozuntuya vermedim.

"H.Arendt"i, "Aa, bu tecrübeyi yaşamam aslında çok isabetli oldu ve ’sanal álem’ hakkında yazmam için konu çıktı" diye teskin ettim.

*

OLDU mu, olmadı mı; inandı mı, inanmadı mı bilemiyorum ve zaten de zerre kadar umursamıyorum ama, o sırada "ihtiyar, çirkin ve şişko" kadının uçağı için anons yapıldı.

Bu defa, gerçekten iki dostmuş gibi vedalaştık ve onu tam yolcu ettim.

Ardından, süratle parkingdeki otomobile yürüdüm; hızla havaalanından eve döndüm; hışımla masamdaki bilgisayarı açtım.

"Chat meydanı"ndaki "sanal profil"im "Kierkegaard"ı bir daha geri gelmemek üzere iptal, yok ve hiç ettim.

Danimarkalı filozofu, artık asla hortlayamayacağı biçimde tekrar mezarına soktum.

Sonra da, "kişilik çiftlemesi" hakkında ruhbilim kitapları devirmeye başladım.

"Kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın "sanal aşk"ıymış, şu melûn, şu lánetli ve şu hilebaz postmodern zamanların bilişim teknolojisi aracılığıyla somutlaştığı son "mas-ka-ra-lık" yeter, isterse küt tırnaklı ve kazma ayaklı olsun, ama yeter ki aşklar "ger-çek" olsun!
Yazının Devamını Oku

Lozan mı delik kevgir mi delik

23 Eylül 2006
"CEP delik, cepken delik / Kol delik, mintan delik, / Yen delik, kaftan delik, / Kevgir misin be kardeşlik?"<br><br>Orhan Veli’nin bu enfes dörtlüğünü malûm "Lozan edebiyatı"ndan dolayı hatırladım. Nitekim, AB uyum paketleri çerçevesinde yer alan ve özel eğitim yönetmeliğiyle vakıf mülkiyet haklarının değiştirilmesini öngören yasa tasarıları önceki gün TBMM gündeminde tartışılırken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal yine "Lozan deliniyor" buyurmuşlar.

Aynı partinin sözcüsü Onur Öymen ise "Sevr hortlatılıyor" kelámını telaffuz etmiş.

Fesüphanallah ve de neresinden başlayayım?

* * *

EN önce şunu vurgulayayım ki, isteyen 23 Temmuz 1923 tarihli antlaşmayı madde be madde incelesin, CHP iddialarının aksine, metinde her hangi bir "etnik kimlik" zikredilmez.Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani yoktur ve sadece "gayr-ı Müslim" deyimi kullanılır.

Tabii burada derhal, "a benim ’laiklik bekçisi’ geçinen particiğim, din referanslı bir antlaşmayı ’deldirtmemek’ sana mı kaldı" denilebilir ama, meselenin özü burada yatmıyor.

Çünkü bir; Heybeliada Ruhban Okulu’nun 1971’e dek öğrenim sürdürmesi ve vakıf mülkiyetlerinin korunması dahil, Lozan ortalama yarım yüzyıl "deliksiz" uygulandı.

Başka bir deyişle, "dahili planda" o "delik"i açan taraf bizzat Türkiye’dir.

Dolayısıyla, yeni yasa aslında antlaşmanın tekrardan yamanması anlamına gelecektir.

Ama bilhassa çünkü iki, "harici planda" da Lozan’ı "delen" başkent yine Ankara’dır.

* * *

ÖYLEDİR, zira Leman gölü kıyısındaki metin Boğazlar egemenliğimizi tırpanlar.

Fakat, emir demiri ve antlaşma sözleşmeyi kestiği içindir ki, 20 Temmuz 1936’da ve diğer İsviçre kenti Montrö’de imzalanan belgeyle, Türkiye o egemenliği yeniden kazanmıştır.

Artı, Lozan haritası Hatay’ı kapsamaz. Hattá, zorunluluktan dolayı Misak-ı Milli’den bile çıkartılmıştır. Ancak, 16 Haziran 1939’da Sancak ülkemiz sınırlarına dahil edilmiştir.

Bu takdirde, eğer illá birisi "Lozan’ı deldirtmeyiz" (!) diye feryád edecekse, bunun aslında Boğazlar’ı ve Hatay’ı egemenliğimize bırakmak zorunda kalan ülkeler olması gerekir.

Zaten, fi tarihinin Stalin Rusya’sı ve sonranın Suriye’si de aynen bunu yapmıştır.

Ancak, özünde bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur ve her kim dil pelesengi ederse etsin, tıpkı "Sevr’i hortlatmak" gibi, "Lozan’ı deldirtmek" edebiyatı tümden zırvadır.

* * *

O Sevr ki, müttefiklerin 1919’da Almanya’ya dayattığı "Esas Antlaşma"dan dolayı "Versay Sistemi" denilen ve 1. Savaş ertesini belirleyen genel sürece dahil bulunuyordu.

Rapallo, Trianon, Sen Jermen falan da onun diğer ülkelere ilişkin uzantılarıdır.

Oysa, sonsuz büyük bir adaletsizlik içeren bu süreç istikrarlı barış sağlayamazdı.

Nitekim, ilkin Lozan’la olmak üzere, sapır sapır yıkıldı. Defter çoktan kapandı.

Zaten, fi káza, İtalya’da "Rapallo’yu deldirtmeyiz" veya Avusturya’da "Sen Jermen’i hortlatmayız" diyen çıkarsa, adamı ilk ambulansla ve acilen tımarhaneye sevkederler.

O halde?

* * *

O haldesi şu ki, kolektif hafızasındaki travmayı tedavi edemeyen tek ulus niçin biziz?

Nasıl oluyor da, Sevr’den seksen altı yıl sonra "hortlamak" ve Lozan’dan seksen üç yıl sonra "deldirmek" demagojisi hálá prim yapabiliyor? Neden "müşteri" bulabiliyor?

O Sevr’i yırtmış ve o Lozan’ı imzalamış bir Meclis’te nasıl ciddi ciddi tartışılabiliyor?

Bari Orhan Veli’nin şiirini şöyle değiştireyim:

"Beyin delik, göz delik / Kafa delik, ufuk delik / Bilgi delik, fikir delik / Kevgir misin be cahillik?"
Yazının Devamını Oku

Bir darbenin anatomisi

21 Eylül 2006
"TAYLAND’da darbe oldu"!Flaş haber salı öğleden sonra bilgisayar ekranına düştüğünde, doğrusu pek afalladım. Çünkü, tüm Soğuk Savaş boyunca göz yumulan ve iki süper devletten biri tarafından sırtı sıvazlanan; hátta çoğu kez onların fışfıkladığı müdahaler, bayağı bayağı azalmıştı.

İstinalar hariç, "Duvar" yıkıldığından beri ajans teleksleri zırt pırt, "filanca Latin Amerika devletinde sinyor albay iktidara el koydu" veya "falanca Kara Afrika cumhuriyetinde yamyam çavuş hükümeti devirdi" türü "müjdeler"i (!) duyurmaz oldular.

Bazen göstermelik möstermelik ama, demokrasi dünya sathında ciddi mevzi kazandı. Üstádlar bile artık alttan alta ve "andıç""postmodern darbe" ihtiyacını hissettiler. Dolayısıyla, Bangkok’tan gelen habere çok şaşırdım ve de sanki eski Siyam ülkesiyle göbek bağım varmışmış gibi, gelişmeleri dakika be dakika izlemeye başladım.

* * *

ŞİMDİ belki bana, "başkası olsa hadi anlardık ama, sen sözümona gazeteci sıfatı taşıdığına göre, niye hayret ediyorsun" diyeceksiniz. Sonra da, Latin Amerika devletleriyle atbaşı yarışan Tayland’ın üç çeyrek yüzyılda toplam yirmi üç darbeye veya darbe girişimine sahne olduğunu hatırlatarak, "bir yirmi dördüncüsü daha vuku bulmuş, vaka-ı adiye sayılır" diye ekleyeceksiniz.

Háttá eminim, "ordu göreve" pankartı açan ve "genç subaylar rahatsız" manşeti atan "ulusalcı" taife şimdi derhal kısa dalga anteni edinip pür heyecan Bangkok radyosunun marş yayınlarını dinlemeye çalıştığından, bana şöyle gözdağı vermeye kalkışacaktır:

"Ne o hazret, yüce Tayland silahlı kuvvetlerinin emperyalist ve gerici iktidarı devirmesiyle, yakında senin de tepene inecek olan dipçiğin korkusuna mı kapıldın?"

Ne diyeyim, büyüklük yine bende kalsın.

* * *

EVET bende kalsın, çünkü "ulusalcı" cehaleti tekrar bağışlayıp ve bıyık altından gülüp, General Sonthi Bunyaratglin öncülüğündeki darbenin aslında buram buram "taç koktuğunu" vurgulayacağım. Yani, cunta mutlaka ve mutlaka Kral Buhimidol Adulyadej’den zımni destek aldı.

Dolayısıyla, o kralın Başbakan Taksin Şinavatra’ya hanidir zılgıt geçtiğini de ekleyip, "ulusalcılar"a, "her gördüğün süngülüyü komitacı baban sanma" demekle yetineceğim. Tamam da, burada ciddi bir ikilemle karşı karşıya kaldığımı itiráf etmek zorundayım.

* * *

ÖYLE, zira Karun zengini sabık başbakanın ülkeyi büyük ölçüde "sen, ben, bizim oğlan" nepotizmiyle yönettiği ve rüşveti kurumsallaştırdığı hiç şüphe götürmüyor. Artı, Şinavatra’nın devlet kaynaklarını hem etrafına "ulûfe dağıtmak"; hem de kırsal sakinlerine "sus payı" vermek için kullandığı bir sır oluşturmuyor. Zaten, zahir kokuyu sezdiğinden, servetinin bir kısmını geçen hafta Londra’ya aktardı.

Bu takdirde, ahláki açıdan bakarsak, iktidara yapışmak huyu da olmayan Tayland ordunun müdahalesini, "darbelere ilkesel karşıtlık" amentüsüyle reddetmekte zorlanırız. Kaldı ki, cunta dün yönetimi iki hafta sonra sivillere devredeceğini duyurdu.

Kabul de, madalyonun diğer yüzünde, şehirli orta sınıf ve seçkin muhalefetine rağmen, köylü ve yeni zengin destekli hükümetin seçim çoğunluğuyla iktidara geldiği gerçeği duruyor. Alavere dalavere belki gırla gidiyor ama, ciddi bir kesim de bundan şikayet etmiyor. O halde, böyle durumlarda "ilkesel tutum" nedir, ne olmalıdır ve de olabilir mi?

* * *

BEN
cevabı bilmiyorum ve her biri için kılı kırk yarmak gerektiğine inanıyorum. Bildiğim tek şey, cehálette cüretkár "ordu göreve"nin de asla cevap olmadığıdır.
Yazının Devamını Oku

Papa, nal ve mıh

20 Eylül 2006
KABUL, Papa Hazretleri yenilip yutulmaz bir halt eyledi.

Yine kabul, olay yaratan konuşmasında velev ki teolojik bir diyalog aktarmış olsun, 16. Benediktus’un İslam’a ilişkin olarak “buyurduğu” sözlerde iler tutar taraf bulunmuyor.

Ve tekrar kabul, kasti veya değil, Roma Başpiskoposu Müslümanlığı âlenen çarpıttı.

***

ÖYLE, çünkü İbn Rüşd’den Farâbi’ye, diyalektik dahil Aristo mantıkçılığını tekrardan Batı’ya aktarmış; dolayısıyla da bizatihi Hıristiyanlığın evrimini tamamen etkilemiş olan İslam’ı mantıkçılıktan soyutlamak için ya kör cahil, ya dehşet önyargılı olmak gerekir

Hele hele, Vatikan kiracısının sırf Katolik âlemin ruhani önderi değil aynı zamanda devlet lideri sıfatı taşıdığı düşünülürse, cübbeli muhteremin kırdığı pot daha da göz çıkartıyor.

Zaten aslına bakarsanız da, Bavyeralı ruhbanınn “yediği herze” onun böyle bir sıfatı üstlenecek ufka sahip olmamasından kaynaklanıyor.

***

EVET, bir önceki papa 2. Yuhanna Pavlus ne denli dev siyasetçi ve diplomat kimliği sergileyerek adını 20. Yüzyıl tarihine yazdırdıysa; esas itibariyle salt ilâhiyatçı olan ve “İsevi değerlerin gerilemesi”ni kişisel ve kurumsal bir takıntıya dönüştüren Kardinal Ratzinger, kutsal tahta oturduğu günden beri, selefinin eline su dökemeyecek bir basiretsizlik yansıtıyor.

Yazının Devamını Oku

Yanılmaz papa

19 Eylül 2006
PAPA özür dilemeyecektir!<br><br>Dileyemez! Dilemesi de beklenemez! Dolayısıyla, en önce ve kıpkırmızı mürekkeple şu koskoca noktayı koymuş olalım.

* * *

BUNUN
tersini düşünmek ise olmayacak duaya amin demektir.

Hıristiyanlığı, bilhassa da Katolikliği bilmemekten kaynaklanır.

Çünkü, özür dileyen bir papa artık "Papa" olamaz.

Çünkü, Vatikan önderleri "nedámet getiremez". "Tükürdüğünü yalayamaz".

Çünkü ve çünkü, papalar "ya-nı-la-maz"!

* * *

"YANILAMAZ" dedim ama tabii bunu "Katolikler tarafından ’yanılmadığı’ varsayılır" diye okumak gerekiyor.

Buradaki dogma Aziz Matta’ya göre İncil’de İsa’nın "kıyamete kadar sizinleyim" kelámına; yani Aziz Petros’tan itibaren Mesih’in yeryüzündeki "temsilciler"ine uzandırılır.

Ve malûm, Hıristiyanlık açısından İslam’daki "kelime-i şehadet" ölçüsünde hayatiyet arzeden "Üçlü Teslis" dogması da, Rabb’ın o İsa’da cismaniyet kazandığı üzerine kuruludur.

Eh, Rabb tabii ki yanılmayacağına; dolayısıyla Mesih de yanılmayacağına göre; daha dolayısıyla, onun dünyevi sözcüleri olan papalar da yanılmazlar.

* * *

YUKARIDAKİ teolojik iman tedrici bir süreçte ve Papalık kurumunun kendini pekiştirme veya savunma sıçralamalarına paralel olarak önce 325 İznik; sonra 1543 Trente ve nihayet 1870 1. Vatikan konsilyumlarıyla "mutlaklık" (!) kazandı.

Zaten, birincisi Doğu-Batı kilisesinde ayrışma; ikincisi Protestanlıkla "hesaplaşma" ve üçüncüsü laisizmle "cebelleşme" dönemeçleri olmak üzere, her üç piskoposlar toplantısı da imani dogma etrafında, dünyevi bir doktrin perçinlediler.

Ancak, dogmasız din yoktur ve olamaz!

Dolayısıyla da, "papasal yanılmazlık"a inanmayan bir Hıristiyan asla Katolik olamaz.

Veya, es kázá dogmayı sorgulamaya kalkışırsa, tarihte çok örneği yaşandığı gibi, "sapkınlık" suçlamasından aforoz cezalandırmasına uzanan bir dışlamaya maruz kalır.

O halde, şimdi şunları saptayalım:

* * *

BİR:
16. Benedikt İslam’ı rencide eden sözlerinden ötürü özür dilemez. Dileyemez.

Tersi kendi kendinin inkárı anlamına gelir ki, din paradigmasını baştan aşağıya yıkar.

İki: Vatikan önderi allem edip kallem edip, önce sözcüsü aracılığıyla; sonra da ayin sırasında bizzat kendisinin yaptığı gibi, "tevil" yöntemiyle "gönül almayı" seçecektir.

Üç: Zaten bir "geçiş dönemi papası" olan ve "gericilik"i su götürmeyen Bavyeralı kardinal kırdığı bu yeni potla, istavrozlu asayı eline aldığı günden beri kendisine getirilen "köşeli kafa" eleştirilerin haklı olduğunu tekrar kanıtlamıştır. Prestiji daha da darbe yemiştir.

Dört: Ancak, tepkiler ne kadar haklı olursa olsun, en başta "ulemá"; yukarıdaki Katolik dogmaları iyi bilmesi gereken Müslüman "din otoriteleri"nin Papa’nın şu an içinde bulunduğu "çıkmaz"ı görmesi ve ona bir "açık kapı" bırakması son derece yararlı olacaktır.

Hangi iman aidiyetini taşırlarsa taşısınlar, "sürç-ü lisanlar" dahil, o "din otoriteleri" birbirlerinin dilini herkesten daha iyi anlarlarlar.

Beş: Böylesine soğukkanlı ve metin bir yaklaşım da hem "medeniyetler çatışması" iblisinin kol gezdiği şu meşûm günlerde İslam’la özdeşleşen "hoşgörüsüzlük" önyargısını kırmaya hizmet edecektir; hem de bir anlamda, turnusol kağıdı işlevi görecektir.

Ve altı; şu "mutlak yanılmazlık" dogması şimdi dünkünden de daha "a-z" mutlaktır.
Yazının Devamını Oku

Sondan bir önce

17 Eylül 2006
Yok yok, zira eminim ki, eğer yanımda şu ihtiyar, çirkin ve şişko kadıncağız yerine "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ım oturuyor olsaydı, o gerçek bambaşka olacaktı. HAYIR efendim, karşımda "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ı bulmadım. En önce bunu açıklamak ihtiyacını duymam ise şundan kaynaklanıyor:

Pek çok okuyucu bendenize, yani "sanal álem"in "chat meydanı"na Danimarkalı filozof "Kierkegaard"ın adıyla çıkmış bu satırların yazarına elektronik posta yağdırdı.

Sanki müneccimbaşıymış gibi de, sonuna gelmediği tefrikaya noktayı koyuverdiler.

Dediler ki, "Bizi enayi mi sanıyorsun? Şimdi buluşmaya gittiğin ve ekranda kendisini ’ihtiyar, çirkin ve şişko’ diye tarif etmiş şu ’H.Arendt’ rumuzlu üniversite profesörü aslında senin abayı yakmış olduğun o sonsuz cazibeli ’Maskara Hanım’dır".

Buyrun bakalın, ne münasebet!

*

EVET ne münasebet ve keşke dediğiniz gibi olsaydı.

Zaten itiraf edeyim ki, ben dahi bir an bunu düşünmekten kendimi alamadım.

Randevu mıntıkasına belki de "ihtiyar, çirkin ve şişko" taşra felsefecisine değil, hanidir bana gizem arkasında "ilán-ı aşk" (!) etmekte olan "Maskara"cığıma kavuşacağım.

Çehresi ve bedeni de "chat profil"inde sergilediği ayak fotoğrafı kadar harikuládedir.

Aniden kollarıma atlayacak ve sonsuz estetik parmaklarını saçlarımın arasında gezdirerek, "Sevgilim, biliyorum seni çok beklettim. Ama işte nihayet, icát ettiğim başka bir kimliğin arkasına saklanarak sana gelmek cesaretini gösterdim" diyecek.

Ah ne mutluyum, ah ne mutluyuz ve yaşasın "sanal álem" ki, işte gerçeği de bizimdir.

Eh, fakirin ekmeği umut, hadi ye "Kierkegaard", ye!

*

NEYSE, zar zor yer bulup otomobili park ettim ve buluşma noktasına yürüdüm.

Ve, uzaktan; epey epey uzaktan ve onca kalabalık arasında "H.Arendt"i tanıdım.

İnkár etmek için kör olmak gerekir, evet, "ihtiyar"dı; "çirkin"di; "şişko"ydu!

Üstelik, açıkçası, hadi "ihtiyarlık" boyutunu geçeyim ama, şöyle böyle değil, gerçekten de "çirkin"di ve gerçekten de "şişko"ydu.

Eh, yiğitliğe bok sürdüremem ve şimdi tornistan edip tam istim kaçacak değilim!

Adımlarım geri gitse bile, "chat uğruna" başa gelen çekilir kaderciliğiyle felsefese profesörünün yanına ulaştım ve "hanımefendi, bendeniz buradayım" dedim.

*

DAHA anında, ikimizin de derhal sezinlediği çok gerilimli ve elektrikli bir rüzgar esti.

Fakat, yine ikimiz de renk vermedik ve cadde ortasında, "memnun oldum"lu, "zahmet ettiniz"li, "rica ederim"li sahte bir tanışma faslına giriştik.

Sonra da, damağında kopasıca dilim demin gaflete düşüp telefonda söz vermiş olduğu için tekrar metazori, "uçağınıza götüreyim, yolda ve havaalanında konuşuruz" dedim.

Taksi parası mı yoktur nedir, bu defa hiç mırın kırın etmedi.

"Kierkegaard" şimdi bütün "centilmenlik"iyle (!) onun tekerlekli valizini kaldırımda takır tukur otomobile doğru çekmektedir ki, hiddetinden olacak, koşar adım ilerliyor.

"H.Arendt" hanım ise oflaya puflaya arkadan yetişmeye çalışıyor.

*

BAGAJ, kapı, buyrun, kontak falan, şimdi de hışımla havaalanına uçuyorum.

Hoş, gerçekten uçsam ne olacak?

Aksine, alana ne kadar erken götürürsem, orada onunla o kadar çok kalacağım.

Zaten, yol boyu "seyahat nasıl geçti"; "şu ’chat’ da amma tesadüf yaratıyormuş"; yahut "arabayı pek hızlı kullanıyorsunuz"un dışında hiçbir diyalog kuramıyoruz.

Sanki, Martin Heidegger’in felsefesinde de nazi tohumların bulunup bulunmadığı; veya İbn Rüşd’ün Aristo yorumunda "hakikát"in işlenip işlenmediği konularında derin "chatlaşmalar"a girişip, bazen ekran önünde birbirlerini yemiş olan iki insan biz değiliz!

Demek "sanallık" bir yerde istop ediyor ve gerçek dayattı mıydı, akan sular duruyor.

Yok yok, zira eminim ki, eğer yanımda şu "ihtiyar, çirkin ve şişko" kadıncağız yerine "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ım oturuyor olsaydı, o gerçek bambaşka olacaktı.

Kabul, dayanamayıp, direksiyon tutarken onun orasını burasını kurcalayacağımdan belki kaza yapmak ihtimalim artabilirdi ama, son uçağı da kaçırması için otomobili kağnıdan bile yavaş kullanacağımdan, böyle bir kaza sinek kanadını bile incitmezdi.

*

NEYSE, zoraki refakatçim tabii ki uçağını kaçırmadı. Zaten de, maazallah eğer böyle bir şey vukû bulmuş olsaydı, onu kiralık jetle postalamak için olmayan servetimi dökerdim.

Tekrar neyse, parkingde yer bulması; yeniden o meret valizi çekmesi; hatuncağızın alı al, moru mor "çeking" yapması falan, havaalanındaki bir kafeteryaya doğru revan olduk.

Masaya oturduk, garsona içeceğimizi söyledik ve daha çok vakit bulunmasına rağmen yine de gözüm saatte ve kulağım anonsta, eh, bakışıyoruz.

Asla çağdaş olmamalarına rağmen "sanallık"ın yüzü suyu hürmetine artık aynı dönemde yaşamak zorunda kalan şu Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard ve şu Alman meslektaşı Hannah Arendt, işte bir havaalanı köşesinde karşılıklı bakışıyorlar.

Bırakın "kumruluk"un kıyısından köşesinden geçmeyi, hariçten göz atan bir kimse akbaba - baykuş meydan okumasından söz edebilir.

Sükût, sükût, sükût!

Şuraya veya buraya kalkan uçakların anonsu dışında, bitmeyen bir sessizlik!

*

SONRA, "H.Arendt" rumuzlu "ihtiyar, çirkin ve şişko" profesör hanım o sessizliği birden bozdu ki, "chat tefrika"mın da nihayetini getirecek "söz"ü haftaya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Motor ve müjde

16 Eylül 2006
SADECE son iki gün içinde, AB bünyesinde "motor rol" oynadıkları için Ankara üyeliği konusunda da esas sözü söyleyecek olan Almanya ve Fransa’dan iki müjde geldi. Fakat, bunların "müjde" niteliğini ancak geniş perspektifli bir çerçevede görebiliriz.

Federal Cumhuriyet’ten başlayalım.

* * *

KENDİSİ patronum olduğu için şimdi "yağcılık" yaptığımı söyleyen çıkacaktır ama umurumda değil, zira aynı inisiyatifi her kim almış olsaydı, onu da can-ı gönülden alkışlardım.

Yani demek istiyorum ki, "Euro D" kanalının 10. yıldönümü nedeniyle Aydın Doğan’ın Alman Şansölye Angela Merkel’i çarşamba günü Frankfurt’taki "Hürriyet" tesislerinde ağırlaması; üstelik, "misafir"in de burada dört saat kalması, bir "sivil lobicilik başarısı"dır.

Bunu "diplomatik başarı"ya dönüştüren şey ise Berlin liderinin, önceki hükümet tarafından Ankara’ya verilmiş sözü tutacağını; yani "ahde vefa" göstereceğini tekrarlamasıdır.

Oysa hepimiz biliyoruz ki, Hıristiyan Demokrat lider iktidara gelmeden önce kullandığı retorikte hemen daima, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğu temasını işlemişti.

Peki, şimdi fikrini mi değiştirdi?

* * *

HAYIR
ve kendimizi kandırmayalım! Değişen şeyler şu noktalarda odaklaşıyor:

Zaten bir koalisyon iktidarı yürüten Merkel, uzun yıllara yayılacak müzakere sürecine şimdiden "taş koymak" niyetini taşımıyor. Fikri terk etti. O vakte kadar kim öle, kim kala!

Diğer noktayı ise, Washington Ankara’nın sırtını sıvazladığı müddetçe, "proABD" eksenli Alman Şansölyenin açıkça "nein" demeyeceği ve diyemeyeceği gerçeği oluşturuyor.

O halde, en azından şimdilik, Ren Nehri’nin doğu kıyısında asayiş berkemal demektir.

Suyun batı yakasına, yani AB bünyesindeki diğer "motor" Fransa’ya gelirsek...

* * *

ASLINDA, kısmi farklara rağmen altıgen ülkede de aynı hava hüküm sürüyor.

Daha doğrusu, geçen yıl seçim öncesi Almanya’da esen rüzgar şimdi burayı yalıyor.

Malûm, Angela Merkel gibi "Amerikancı" çizgiye yakın duran ve büyük olasılıkla da Fransız "sağ"ının başkan adayı olacak olan Nicolas Sarkozy Türkiye üyeliğini reddediyor.

Zaten de, daha geçen cuma günü bunu Brüksel organları önünde tekrardan dile getirdi.

Öte yandan, sondajlara göre hem "sol" aday, hem de Paris’in ilk kadın cumhurbaşkanı olması ihtimali yüksen gözüken Segolene Royal, gerek seçim öncesi angajmana girmemek, gerekse Sosyalist Parti içinde "çalkantı" yaratmamak için ne "evet", ne "hayır" diyor.

Ancak, Sarkozy’nin yaklaşımına karşı olduğunu vurgulamak için de, henüz iki gün önce ve yine aynı Brüksel organları önünde "Türkiye konusunda sarsıcı açıklamalardan kaçınmak gerekir" cümlesini telaffuz etmek ihtiyacını hissetti.

Şu an nüans oluşturan bu tutum Royal iktidara geldiği takdirde de renge dönüşecektir.

* * *

AMA diyelim ki, potansiyel "sol" rakibi önde gözse dahi seçimi "sağ" aday kazandı.

"Pro-Amerikanlık"ta Alman Şansölye’yi bile geride bırakan o Nicolas Sarkozy’nin, tıpkı Merkel gibi, başkanlık koltuğuna oturunca "hizaya girmeyeceği"ni kim iddia edebilir?

Onun da "ahde vefa"ya dönerek ve müzakerelerin kim öle, kim kala uzunluğunu göz önüne alarak, Ankara’nın yoluna taş koymaktan vazgeçmesi yüksek bir olasılık değil midir?

Paris’teki "sol" bir başkanın Ankara’ya çok daha açık davranacağı ise zaten kesindir.

Demek ki, bir "dış dinamik" olarak başlayan AB sürecinde "dış asayiş" de sakindir.

Ancak, "motor rol" işlevini artık bizzat bizim kendi "iç dinamik"lerimiz üstlenmiştir.

Almanya - Fransa motoru durmaz ve de duramaz, yeter ki Türkiye pistonu teklemesin.

O halde aslında müjde yok, biz kendimize "müjde" vermezsek!
Yazının Devamını Oku