4 Eylül 2006
Horoz vakti yataktan fırladığım gibi, gözümün çapağıyla ilk iş bilgisayarı açıyorum. Hemen her defasında da, aşk sözcükleriyle donatılmış o mesaj beni bekliyor oluyor. İŞLER karışmasın diye şimdiye kadarki gelişmeleri kısaca özetliyorum:
İşte kaç pazardır anlattığım gibi, Avusturyalı ressam Moriz Jung’un desenini görüntü ve Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard ismini takma ad olarak kullanıp internetin "chat meydanı"na çıktım ki, iki tane "sanal partöner" edindim.
Birincisi "Maskara" rumuzunu kullanan ve "profil"ine yerleştirmiş olduğu çok cazip ayak fotoğrafından ötürü "kırmızı ojeli Maskara Hanım" sıfatını taktığım genç bir kadındır ki, cep telefonuma numarası meçhûl "sms" mesajları göndermek de dahil bendenize "ilan-ı aşk" etmesine rağmen fiilen ortaya çıkmamaktadır.
Yani, somut ortamda buluşmak yalvarmalarıma mutlaka bir kulp takarak, ekranın gizliliği arkasına sığınmayı sürdürmektedir.
Diğeri ise kendisini "ihtiyar, çirkin ve şişko ama akıllı" diye takdim eden ve Alman filozof Hannah Arendt’in kısaltmasıyla "H.Arendt" müstear adını kullanan bir hatun kişidir.
Zaten ilk "chat"leşmemizden itibaren, bu hanım gerçekten de bir taşra üniversitesinde felsefe profesörü görevini ifa ediyor. Fakat tabii onunla "sanalı aşmak" niyetini taşımıyorum.
Aynı "sohbet odası"nda iki üç kelime konuştuğum başka kişileri ise saymayacağım.
Çünkü onlar hem ancak çerez niyetine klavyemden geçtiler; hem de pek çok defa, kullanmakta oldukları fonetik imlá kısaltmalarını ve "duyum işaretleri"ni anlamadım.
*
HER neyse de, işte şimdi ben "kırmızı ojeli Maskara Hanım"la rastlarım diye gece gündüz ve akşam sabah söz konusu "chat meydanı"na bağlanıyorum. Esrarkeşe döndüm.
Hayat ritmim ve de bilhassa meslek tempom bozulmaya başladı.
Horoz vakti yataktan fırladığım gibi, gözümün çapağıyla ilk iş bilgisayarı açıyorum.
Acaba "Maskara"mdan gelmiş bir mesaj var mıdır?
Özellikle de, acaba nihayet bana ulaşacağını müjdelemekte midir?
Hemen her defasında da, aşk sözcükleriyle donatılmış o mesaj beni bekliyor oluyor.
Hátta çoğu kez, "chat"e bağlandığımın işaretini gördüğü an bizzat kendisi canlı olarak, "Günaydınlar sevgilim Gece rüyana girdim mi?" diye ekrana "dial" atıyor.
Ama tabii yine mutlaka bir mazeret buluyor ve kavuşmamızı başka bahara erteliyor.
Bu arada ben yarı şaka, yarı ciddi "Maskaracık, hiç başka işin gücün yok da bütün yirmi dört saatini klavye başında mı geçiriyorsun" diye sorduğumda, "Belki hatta bağlanırsın umuduyla seni bekliyordum" cevabını veriyor.
Gelin de dayanın, bendenizde hoşafın yağı kesiliveriyor.
*
SONRA, dediğim gibi adet; adet ne kelime, efsunlu bir ihtiras haline getirdim ki, belki beni bekliyordur diye artık çalışma saatleri sırasında da "chat"e girmeye başladım.
Diyelim ki, Ortadoğu’daki muhtemel barış perspektiflerine veya "W" rumuzlu George Bush’un dış politika hezeyanlarına ilişkin olarak gayet ciddi bir yazı yazıyorum.
Ve malûm, makaleyi belirli bir zaman sınırı içinde yetiştirmek zorundayım.
Oysa o ne, ben "sanal sevgilim"(!) "kırmızı ojeli Maskara Hanım"la aşk meşk konuşuyorum. "Canım ciğerim, şu ekranın içinden bir çık" diye diller döküyorum.
Tabii aklım havalarda olduğu için de, şimdiki İsrail başbakanı Olmert’in yerine otuz sene önceki bir Golda Meir’ı falan zikrettiğim yetmiyormuş gibi, Gazete’den haklı olarak, "Poponu sallasana! Sayfa senin keyfini mi bekleyecek" türünden papara telefonları yağıyor.
Elim ayağım dolanıyor ve yazıyı usturuplu bitirebilmek için metazori sohbet hattından çıkıyorum ki, bu defa da acaba "Maskara"nın kalbini mi kırdım diye sonsuz hayıflanıyorum.
Artı, bütün bunlar olurken bir de şunu öğrendim.
*
HAYIR hayır, patronlara, işverenlere, müdürlere, şeflere yaranmak için ispiyonculuk yapmayacağım ama aşağıdaki gerçeği de dobra dobra saptamak zorundayım: Tabii bu arada ekleyeyim, ben yalnız dişi cinsiyet açısından konuşuyorum ama çok muhtemelen aynı olgu erkekler için de şey geçerlidir.
Tecrübelerimle gözlemlediğim kesin vakıa şu ki, gündüz vakti ve çalışma saatleri sırasında "chat"e bağlanan kadınların çok önemli bir kesimi, sekreter yahut memure türü meslekler icra ettikleri için ellerinin altında her daim bilgisayar bulunanlardan oluşuyor.
Nitekim, kaç defa ve kaç defa başıma geldi ki, eh belli mi olur, fazla mal göz çıkartmaz ve belki de boş atar dolu tuttururum diye "profil"i cazip bir karşı cins mensubuyla tam laga lugaya başlamışken, ekranda önce İngilizce bir "sorry" kelimesi beliriyor.
Ardından da "chat meydanı"na, "Biraz bekle, baş belásı şef yine çağırdı. Savdıktan sonra hemen geleceğim"; yahut, "Kusura bakma ara verdim. Müşteri telefonunu şu benim hep ortadan sır müdüre bağlayana kadar canım çıktı" ibareleri yazılıyor.
O halde şimdiden üç tahmin yürütebiliriz.
*
BİR; yakın bir gelecekte, tıpkı bilgisayar virüslerini ve "spam" reklamlarını engelleyen koruyucu programlar gibi, en azından mesai saatlerinde "chat"leşmeyi de önleyecek yeni internet programlarının piyasa sunulması kaçınılmazdır.
Ve bire bin bahse girerim ki bunu icád eden bilişimci derhal dolar milyarderi olacaktır.
Zira, personel verimliliği peşinde koşan tüm dünya işletmeleri programı kapışacaktır.
İki; yine yakın gelecekte ücretli işveren sözleşmelerine "chat maddesi" eklenecektir.
Söz konusu maddede de, "iş üstünde" (!) yakalanan böyle bir ücretlinin tek kuruş tazminatsız ve anında kapı dışarı edileceği zikredilecektir.
Tabii, çalışma kanunları ve iş mahkemeleri de aynı yönde bir seyir izleyecektir.
Ve nihayet üç; yukarıdaki olgu "sanayi ötesi postmodern toplum trendleri"ni inceleyen ve inceleyecek sosyologlar açısından muazzam bir cevher oluşturmaktadır.
Fakat bildiğim kadarıyla, işte bu satırların náçiz yazarı hariç, şimdiye dek "yeni fenomen"e kıyısından köşesinden dokunmuş bir Allah’ın kulu henüz çıkmamıştır.
Neyse, bu satırların naçiz yazarı "chat macerası"nı gelecek pazar da devam ettirecek.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2006
"İHTİYAR, çirkin, şişko ama akıllı sayılabilecek bir kadınla biraz láflamak ister misiniz? Buradaki ’profil’iniz çok ilgimi çekti ve sizinle mutlaka konuşmayı arzuladım". İmza: "H.Arendt"
Haydaa ve de buyrun bakalım!
*
EY aziz okuyucu, tekrar elini vicdanına koy ve şu sorunun cevabını ver:
Kaç pazardır anlattığım gibi, Avusturyalı ressam Moriz Jung’un desenini görüntü ve Danimarkalı filozof Sören Kirkeegaard ismini takma ad olarak kullanıp internetin "chat meydanı"na çıkmış olan bu satırlar yazarı, sabah sabah yukarıdaki elektronik mesajı alıyor.
Tamam da, "ihtiyar, çirkin, şişko ama akıllı sayılacak bir kadın"ı neylesin?
Çünkü onun aklı fikri, "Maskara" rumuzunu ve erotikalı ayak fotoğrafını ekrana yansıtarak kendisine haniyse ilán-ı aşk etmiş olan "esas sanal sevgili"sindedir.
Yine ballandıra ballandıra anlattığı gibi, "kırmızı ojeli Maskara Hanım’ı" baştan çıkarabilmek; yani soyutu somuta dönüştürebilmek için, elinden her geleni yapmaktadır.
*
KABUL, "aşk"ı (!) karşılıksız kalmamaktadır ama, eh altı üstü, numarası meçhûl bir cep telefonundan sevdalı "SMS" mesajları ve uzun uzadıya "mail" postaları almaktadır.
Yani, "sanallık" gerçekliğe, platoniklik ise realiteye ulaşamamaktadır.
"Şuraya gel; buraya gideyim; orada buluşalım" türünden yalvarma ve yakarmaları her defasında, "şimdi mümkün değil; gelecek sefere; yakında" gibisinden kaytarma cevaplarla geçirilmektedir.
Zaten de, şu sabahın köründe eğer yine yeniden "chat hattı"na bağlandıysa, klavyeye kuvvet, bu defa ne edip edip "Maskara Hanım"ı kafese koyabilmek içindir.
Fakat işte bağlandı ve o ne, "nihayet birbirimize kavuşuyoruz" müjdesi yerine, sarı çizmeli Mehmet Ağa’dan; daha doğrusu, herhalde "pörsük göbekli Fatma’nım"dan gelmiş olan yukarıdaki mesajı buluyor.
İhtiyarmış, çirkinmiş, şişkoymuş ama akıllıymış. "Profil"im de ilgisini çekmişmiş.
Çekmeseydi efendim! Oraya mıknatıs koymadım ya!
Peki ama, soruyu tekrarlıyorum, siz benim yerimde olsanız ne yapardınız?
*
NE yapardınız ve "Kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın aşkıyla yanıp tutuştuğunuza; üstelik, ekran önü boşboğazlıklarıyla kaybedecek vaktiniz olmadığına göre, sanal álemdeki boşluk marjından yararlanıp, "H.Arendt" rumuzlu şahsın mesajını cevapsız mı bırakırdınız?
Háttá hanesinin üzerine "istemezük" çarpısını tıklayıp, selámı sabahı keser miydiniz?
Yoksa, bana burada ağzınızı açar ve gözünüzü yumar, "Ayıp yahu! Bak kadıncağız kendi niceliğini saklamadan sana son derece kibar bir ’uvertür’ yapmış. Sen bu kadar uçkur düşkünü ve bu kadar görüntü budalası bir adam mısın ki, ihtiyardır, çirkindir, şişkodur diye, alt tarafı ’sanal’ bir temastan bile kaçınıyorsun" azarını mı çekerdiniz?
Hayır, ne nasihatınıza, ne azarınıza ihtiyacım var, çünkü ben zaten ikinci şıkkı seçtim.
Yani, "H.Arendt" rumuzlu mesaja, "Estağfurullah hanımefendi! Náçiz şahsıma aláká göstermekle zaten büyük teveccüh bahşetmiş oldunuz. Sizinle bir kaç kelime yazışabilmek benim için bahtiyarlık anlamına gelecektir" gibisinden bir cevap yolladım.
*
EVET böyle bir cevap yolladım, zira benim esas ilgimi çeken noktayı "ihtiyar, çirkin ve şişko" hanımın "H.Arendt" rumuzunu kullanıyor olması oluşturdu.
Gerçekten de, burada, sözünü etmiş olduğu "akıllılığı"nı daha ilk anda kavradım.
Çünkücüğüme, "H.Arendt" takma adı aslında 20. yüzyılın çok önemli filozoflarından olan Hannah Arendt’in isminden kaynaklanıyor ki, kendi hesabıma onun "ulus devlet totalitarizm" teorisine katılmasam dahi, Martin Heidegger’in de hem öğrencisi, hem metresi olmuş olan bu büyük ve çileli kadının kitaplarını cilt cilt devirmişliğim vardır.
Eh, tıpkı benim Danimarkalı Kierkegaard’ım gibi, çağdaş Alman feylezofu kendisine rumuz edinmiş bir kadınla herhalde epey "chatlaşacak" şeyim olacaktır.
Kabul de, n’apim ve hani benim "kırmızı ojeli Maskara Hanım"ım?
*
NEYSE, "ihtiyar, çirkin, şişko, fakat akıllı" partnerime názik yanıtı "mailledim" ama, yalan söyleyecek değilim, ondan gelecek yeni bir cevabı zerre kadar umursamıyorum.
Hátta gelmese çok daha iyi olur, çünkü ekran karşısındaki gudubet bir hatunla "ulus devletin dejeneransı, eşittir totalitarizmin doğuşu" gibi karın ağrısı tartışmalara girmek değil, Alaattin’in lambasındaki gibi, "sanal yavuklum"u o ekrandan çıkarmak istiyorum.
Haldır haldır, "chat" listesinde ve posta kutusunda "Maskara" işaretini arıyorum.
*
FAKAT heyhat, "Maskara" tekrar maskaralığını yaptı.
Yine meçhûl bir numaradan cep telefonuma "Sevgilim, seni ne kadar özlediğimi ve kollarının arasına bürünemediğim için ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezsin" diye bir "SMS" mesajı gönderdi. O kadar!
Bütün gün ne "chat"a geldi ne de elektronik kutuma tek satır attı.
Cazi hüzünlerin indiği akşama doğruydu ki, aynı elektronik kutuma sırf H.Arendt’ten bir ileti gelmiş olduğunu gördüm. Açmak ihtiyacı dahi duymadım ve ertesi sabaha bıraktım.
"Kırmızı ojeli Maskara Hanım"ın "sanal yokluğunu" unuturum umuduyla da dışarıya, mavi notaların ve viski buharlarının dolaştığı bara vurdum.
Postadan ne çıktığını, daha doğrusu çıkmadığını ise gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
"HİCÁP" ve "mahrem" kavramları üzerinde bugün ayrıntıya girecek değilim. Semávi yahut pagan, istisnasız her din felsefesinde ve her iman pratiğinde mevcut olan bu ögeleri uzun uzun ele almak gerekiyor ki, çetrefil konuyu başka bir yazıya bırakıyorum.
Ancak, "bikini sorunu"na (!) gelebilmek için şunu baştan vurgulamak zorundayız:
* * *
İSLAM terminolojisinin yukarıdaki kelimelerle; diğer imanların ise farklı sözcüklerle tanımladığı ve aynı kapıya çıkan her iki kavram da, "anti-erotika" eksen üzerinde yükselir.
Yani, çarşamba günü Kadim Yunan’daki "arzu tanrısı" Eros’tan hareketle sözünü ettiğim ve "tensel şehvet"le özdeşleşen "erotik" dürtünün tam zıt kutbunda yer alır.
Zira, saç gizlemek, çehre örtmek, cinsiyet ayrıştırmak gibi uygulamalarla ortaya çıkan bu kurallar bütünü cinsel uyarıcılığı dizginlemek; ona karşı tedbir almak azminden doğmuştur.
Ve, mikro botanikteki ilkel yosunlardan yine mikro zoolojideki tek hücrelilere, söz konusu cinsel uyarıcı canlılar evreninde genel olarak "dişi" tarafından "salgılanır".
Dolayısıyla da, erkek hükümránı ataerkil toplumlarında kabak kadının başına patlar.
"Mahrem"e "hicáb"a bürünmesi zorunlu kılınan cinsiyet "dişi" olanıdır, çünkü zaten malûm, "baştan çıkarıcılık" (!) tá Havva annemize kadar çıkartılır.
Ancak burada, aynı "mahrem" ve "hicáb"ın ailevi ensesti önlemek ve köleci toplumu kısmen özgürleştirmek gibi, insanlığın geçmişinde oynadığı sosyal role girmiyorum.
Konu "tensel uyarıcı" bikiniyle özleştiği için tekrar "erotika"ya dönmek gerekiyor.
* * *
KADIN bedenlerindeki saçları - başları, şunları - bunları gizleseler dahi, hemen hiçbir din aynı bedenlerdeki ayaklara ilişkin olarak yasak getirmedi. Bu organ "erotik" addedilmez.
Çünkü, o kadın ister bedevi çadırında göçebe, ister sapan arkasında köylü olsun, daha bebeklikten itibaren kumda ve toprakta yıpranmaya başlamış bir ayakla erkeği "uyaramaz".
Kaldı ki, onları "mahrem" arkasında gizlemeye kalkışarak pabuç, çarık, kundura zorunluğu getirmek muazzam bir ekonomik külfet oluşturur ve de bunun altından kalkılamaz.
O halde, kadın ayağı gerçekten erotikadan arınmış ve cinsellikten soyutlanmış mıdır?
Hem evet, hem hayır!
* * *
EVET, çünkü açıkladığım gibi, yukarıda geçerli olan toplumsal şartlarda öyleydi!
Ama aynı zamanda bin defa hayır, zira zamanlar; dolayısıyla da "erotika" dönüştü!
Aşiret reisinin haremiydi; büyük ağanın kızıydı; tefeci bezirgánın karısıydı falan, sosyal ayrıcalık sayesinde kızgın kumda, dikenli tarlada, engebeli kaldırımda daha az dolaşan; bu yüzden de yürüme organlarını daha az yıpratan kadının ayakları giderek cinsellik edindi.
"Kitap"lar "mahrem" addetmediği için de, parmağa kına, bileğe halhal ve nihayet tırnağa oje derken, ayak "erotika"ın bile ötesinde "fetişist" bir uyarıcılık kazandı.
Nitekim, peçeye, burkaya, çarşafa bürünmüş Körfez, Afgan, Mağrib kadınlarındaki ayak teşhirciliği göz değil, iskarpin, sandalet, terlik çıkartır. "Tensel şehvet" kodu değişir.
Üstelik, yukarıdaki "açık gizli" görünüm çoğu kez hem bikinili plajdan sonsuz defa daha fazla "heyecan uyandırır"; hem de yine çoğu kez, mümtaz bir okuyucumun çarşamba günkü hatamı düzelttiği gibi, bir "hissiyat" değil bir "hassasiyet" olan "estetik"le çelişmez.
* * *
O halde demek ki, geçmişin bazı "hicáp" ve "mahrem"leri bugün hiç işlev taşımaz.
Fakat buna karşılık, dinlerin oluşum döneminde "erotika" arzetmediği için "yasak"a dahil edilmeyen ama sonradan "tensellik" edinen yeni kodlamalar birincilere rahmet okutur.
Ve, bikini mayonun üstü de, göbeği de, altı da, yukarıdakinin yanında solda sıfır kalır.
Giydir giydirebildiğin kadar, çıplak, çırılçıplak olan şey "erotika" değil "ah-lák-tır"!
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2006
BİKİNİNİN utana sıkıla plajlara girişi 2. Savaş’ın biraz sonrasına uzanır. Ancak, çift parça deniz kıyafetinin kolektif hafızaya yerleşmesi, Roger Vadim’in 1956 yılında Brigitte Bardot’la çevirdiği "Ve Allah Kadını Yarattı" filmiyle başlamıştır.
Hani şu, o sıra henüz yeni emekleyen "people" medyanın "seks sembolü" sıfatıyla yere göğe sığdıramadığı; hani şu, İzmirli Dario Moreno’muzun son heceye vurgulama yaparak "Bi-ri-ji-teee Bardo, Bardo" diye şarkısını söylediği; hani şu, ilk "paparazzi"lerin Saint Tropez kasabasında gece gündüz nöbetini beklediği ve hani şu, alkolizm ve faşizmle flört ettikten sonra şimdi de "hayvanperest" kesilen Fransız aktris var ya, onu kastediyorum.
* * *
BARDOT, yukarıdaki filmin "erotikalı" bir sahnesinde "mambo" raks eder.
Doğrusu, o sekansta da bikinili olup olmadığını şimdi tam hatırlamıyorum.
Ama kendisi hemen daima altlı üstlü mayoyla poz verdiğinden, "Ve Allah Kadını Yarattı"yla birlikte bikininin de kitlesel olarak "yaratıldığını" söylersek yanlışa düşmeyiz.
Ve işte o gün bugündür, aslında Pasifik Okyanusu’ndaki mikroskopik bir "atol" adasının isminden kaynaklanan deniz giysisi modern zamanlar efsaneleri arasına girdi.
Hiç hazzetmedim!
* * *
HAYIR hayır, tabii ki bikini mayodan söz etmiyorum.
Daha sonra geleceğim, bunu sevdiğim de, sevmediğim de olur. Önyargım yok!
Çünkü, böylesine durumlarda harici "zarf" değil, dahili "mazruf" önemlidir.
Zaten, dün değindiğim "estetik erotika" ilişki ve ilişkisizliği de burada odaklanıyor.
Konuya tekrar dönmeden önce şunu açıklayayım ki, yukarıda "hiç hazzetmedim" derken, "cinsel simge" (!) Bardot’u çağrıştırıyorum.
* * *
EVET, en "azgın" (!) ergenlik çağımda dahi, ister bikiniyle, ister monokiniyle, isterse de "yokini"yle olsun, Fransevi aktris beni ne estetik, ne erotik olarak cezbetti.
Onun hal ve oluş tarzında; giyiniş biçiminde; şahsiyet dışavurumculuğunda daima, "kitsch" denilen türden bir "uyumsuzluk" keşfettim.
Benim henüz oluşmakta olan estetik kıstaslarıma çelişen bir "sakálet" buldum.
Ama, yine dün kaydettiğim gibi, esas olarak "tensel şehvet"le bütünleşen "erotika"da illá estetik boyut aranamayacağı için, Bardot’a karşı sırf böyle bir "arzu" duyabilirdim.
O da gerçekleşmedi!
* * *
GERÇEKLEŞMEDİ ve "tipim değil" desem değil; "şeytan tüyü bulamadım" desem değil; ne münasebet, "faraş ağzını sevmedim" desem hiç değil, belki de sırf zirveye ulaşmış bir teşhircilikten ötürü Brigitte Bardot benim açımdan "libido" uyarıcı olmadı.
Ayağa düşmüş bu teşhircilik erotika tahayyülümü köreltti. Háttá hadım etti.
Ama buna karşılık, çok daha kapalı biçimde olsa dahi, John Ford yapımı "İguananın Gecesi" filminde "Ve Allah Kadını Yarattı"dakine benzer bir dans sahnesini yansıtan Ava Gardner, benim de gecelerimi sırılsıklam kıldı. Aynı ergenlik "azgınlığım" zirvelere çıktı.
Oysa, aransa belki çıkar ama, Gardner’in "seks sembol" fotoğrafları hiçbir zaman, Bardot’unkiler gibi, "people" dergilerin "paparazzi" sayfalarını doldurmamıştı.
İzmirli Moreno’muz da onun için "Ava Gard-nerr, Gard-nerr" diye şakımamıştı.
Her halükárda, asla bikini mayoyla özdeşlemeyen Amerikalı artist hem estetik, hem de erotik açıdan beni, o bikiniye simge olan Fransız hemcinsine oranla sonsuz defa fazla cezbetti.
Tabii ki "anormal" (!) falan değilim ve dün üstü, bugün göbeği derken, "bikinin altını" cumartesi günkü yazımda çıkartacağım.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2006
YAZIYA Yunani kökenli iki sözcükle başlayacağım.
"Estetik" kelimesi "hissiyat" anlamına gelen "aisthetikos"tan türemiştir.
Modern lûgatte genel bir "uyum"u tanımlar. Esas olarak da "göz adábı"nı çağrıştırır.
Bu uyumu az çok açıklayabilmek için de Hegel’den Lucaks’a sayısız teori üretilmiştir.
O halde şunu da ekleyebiliriz: "Estetik" son tahlilde öznel ve göreceli bir kavramdır.
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2006
GÖNLÜM, háttá mantığım esas itibariyle "evet"e meylediyor olsa dahi, Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi konusunda hálá "acaba mı" sorusunu sormaya devam ediyorum. Ancak dikkat, benim bu şüphem herhangi bir partizan yaklaşımdan kaynaklanmıyor.
Yani, onlarla mevcut kesin ayırım çizgisini çok net biçimde çizmek gerekiyor ki, ben, káh "laikçi" (!) láfazanlıkla, káh "dindar" (!) borazanlıkla ikiz komplo teorisi üreten her boy ve her soydan "ulusalcı"nın ortak ağızdan üfürdüğü "tez"lere (!) kapik değer biçmiyorum.
Efendicağızıma, "BM gücüne katılmak ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin kumpasına gelerek ’Yeni Ortadoğu’ projesine maşalık etmek" olacakmış.
Fesüphanallah, böyle şeyler beni ancak güldürür ve de güldürüyor.
***
ÖYLE, çünkü insaf buyurun, son dört haftanın gelişmelerini hep beraber izledik mi?
Ateşkesi mümkün mertebe ertelemeye çalışan ve barış gücüne taş koyan tarafın İsrail ve onun "ağababası" ABD olduğunu kendi gözlerimizle görmedik mi?
Bunların her ikisi de ancak neden sonra ve hem uluslararası camianın tepkisi, hem de Davudi yıldızlı ordunun bocalaması karşısında, kerhen "he" demek zorunda kalmadılar mı?
Artı, BM’ye duyduğu marazi alerji malûmken ve de sanki başka imkánı yokmuş gibi, "tek süper güç" Ortadoğu’yu şekillendirmek ve "ulusalcı" komplo zevatının bol keseden attığı gibi, İran ve Suriye’ye saldırmak için New York örgütünü kalkan diye kullanacak!
Tekrar insaf ki, akıl var, yakıl var ve hezeyan uydurmada da bir sınır var!
Üstelik, sorarım, Güvenlik Konseyi’nin benimsediği ve "kolluk kuvveti"nin manevra marjını önemli ölçüde sınırlayan 1701 sayılı karar, içeriği büyük oranda boşaltmadı mı?
***
İŞTE, prensipteki "evet"ime rağmen Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesine ilişkin olarak benim kafamı kurcalayan soru da zaten tam bu noktadan kaynaklanıyor.
"Emperyalizme ve siyonizmine maşa olmak" türü zırva "öngörüler"den (!) değil!
İlter Türkmen Usta cumartesi günü enine boyuna açıkladığından burada tekrar ayrıntısına girmeyeceğim.
Ama, hem Güvenlik Konseyi barış gücünün misyonunu kesin belirleyemediğinden; hem de, yine Türkmen’in Sedir Ülkesi’ne ilişkin olarak kullandığı ve tümüyle nesnelliği saptayan "statükonun bütün temel unsurlarıyla birlikte yaşamak gerekecek" öngörüsü çok ciddi rizikolara gebe olduğundan, "acaba mı" demekten kendimi alamıyorum.
Başka bir deyişle, farklı boyutta da olsa daha önce vuku bulduğu gibi, BM kuvvetinin batağa saplanması veya acilen tası tarağı toplaması ihtimallerini düşünüyorum.
Düşünmek istemesem bile, gerçekler inatçıdır, yine de düşünüyorum.
***
ANCAK diğer taraftan da, gerçekler yine inatçıdır, tabii ki şunu da düşünüyorum.
Láfla peynir gemisi yürümediğinden ve barış "kahrolsun-yaşasın" edebiyatıyla sağlanmadığından, riziko miziko, birilerinin elini taşın altına sokması gerekiyor.
Bosna’da, Kosova’da, Kongo’da olduğu gibi, kavga edenleri ayıracak ve mecburiyet doğarsa da saldırganın tepesine bindirecek bir "uluslararası zaptiye" zorunluluk oluşturuyor.
Yoksa, ahlák ve vicdan nedir ki? Yoksa, sorumluluktan dem vurulabilir mi?
Hele hele, bir yandan "mazlum Lübnan halkının çektiği acılar" diye feryat figan eden; fakat öte yandan, o acıları az biraz dindirebilecek somut girişimler gündeme geldiğinde "ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin oyununa gelmeyelim" diye mangalda kül bırakmayanlar o "ahlak", o "vicdan" ve o "sorumluluk" láfını ağzına alabilir mi?
Cevabı size bırakıyorum ve ben iki inatçı gerçek arasında bocaladığımdan, BM gücüne katılım konusunda hálá ne kesin bir "evet", ne de kesin bir "hayır" diyebiliyorum.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2006
"GÜNAYDIN sevgilim! Yahut şık olarak, "sabah şerifler hayr’olsun sevgilim"! Veya, "tatlı rüyalar sevgilim"!
Ya da, "başımı omzuna koymayı ve kokunu solumayı çok özlüyorum sevgilim"!
*
İŞTE, gündüz aydınlığı, gece karanlığı, akşam laciverti falan, hiç beklenmedik bir anda; háttá bazen gayet münasebetsiz bir zamanda cep telefonuma böyle "SMS" mesajları yağmaya başladı.
Kimden mi geliyor? Ben de bilmiyorum!
Daha doğrusu, "sanal sevgilim" (!) "Maskara Hanım"dan geldiğini biliyorum ama, gönderenin numarası aparat ekranında belirmiyor.
Aşikár ki, hani şu Genelkurmay Başkanı paşaya karşı düzenlenen komploda olduğu gibi, mesajlar bir bilgisayar merkezi aracılığıyla ulaştırılmaktadır.
Fakat onun kumpasından söz edersem "Maskara Hanım"a haksızlık yapmış olurum.
Çünkü, böyle bir yöntem kullanacağını en önceden haber vermişti.
Birinci "chat"laşmamızdan sonra elektronik posta kutuma gönderdiği ve hani geçen pazar yarıda bıraktığım mektubuna şöyle devam etmişti:
*
"PROFİLİME yazdığım gibi, 38 yaşında ve o ’nezih aile’ (!) denilen gelenekten inen bir kadınım. Ayrıntıyla açıklamama hácet yok, anladığınızı biliyorum.
Hani şu el bebek gül bebek yetiştirilme; solfej ve piyano dersleri; Anglosakson kolej sıraları; estetik kaygı ve kıstaslar falan var ya, işte onların hepsi birden!
Ergenlik bitimi bunlarla köprüleri attım. Uzun bir ’isyán’ devrinden sonra da, láf olsun kábilinden edinmiş olduğum hastabakıcı diplomasıyla bir taşra şehrine çekildim.
Bazen çok fazla bunalsam da, epeydir orada oturuyor ve çalışıyorum. Ve yine dediğim gibi, klasik müzik ve felsefe kitaplarıyla yaşamaktayım.
Şimdi, ’chat’ profilime kasti provokasyon olarak koyduğum o ayak fotoğrafı ötesindeki ’BEN’i tanımanız için, elektronik postanıza bir kaç resmimi yolluyorum.
Lütfen siz de bana kendinizinkilerini yollayın.
Sanallık iyi güzel de, asgári bir görselleşmeye gitmeden karşısındakini yerli yerine oturmak benim becerebildiğim iş değil!
Artı, yine lûtfen, kendinizi bana anlatın, anlatın, anlatın! Hiç durmadan anlatın!
Sırf vermiş olduğunuz ipuçlarıyla dahi size bir çırpıda ’aşık olabileceğimi’ çıkartıyorum ama, yanılmadığıma inanmak için daha çok güvenceye ihtiyacım var.
Háttá, bir sakıncası yoksa cep telefonu numaranızı verin ki, yine bilgisayar vasıtasıyla olmak kaydıyla, içimden size hitáp etmek arzusu geçtiği an ’sms’ mesajı gönderebileyim. Rahatlarım.
İyi akşamlar diliyorum."
*
EY okuyucu, şimdi kendinizi benim yerime koyun!
Yani, beş pazardır anlattığım gibi, Avusturyalı ressam Moriz Jung’un desenini kendisine fon görüntüsü edindikten sonra şu postmodern internet áleminin "chat meydanı"na Danimarkalı filozof Sören Kirkeegaard’ın müstear adıyla çıkmış olan bu "sanal adamcağız"ın yerine koyun.
Sabahın köründe "sanal partöner"iz böyle bir mektup göndermiş. Birden eliniz ayağınız dolaşıyor.
Artı, fotoğraf yollamış olduğunu da öğreniyorsunuz.
*
NEYSE, o program uymadı, bu program uyuşmadı falan derken, nihayetinde fotoğrafları açtım. Ne görsem beğenirsiniz?
İnanılmayacak şey, karşımda değme artist bozuntusuna taş çıkartacak bir kadın duruyor ve de üstelik, üzerinden "klaslık" akıyor.
Tabii, burada size "sanal sevgilim"in kaşını, gözünü, endámını tárif edecek değilim.
Devenin nalı! Kıskanç sayılmasam bile yine de mezhebi geniş kocalara benzemem.
Ama sırf şu kadarını açıklayayım ki, "kırmızı ojeli Maskara Hanım" gerçekten çok hoş bir kadındır ve de giyimi, kuşamı, edásıyla "zevk ábidesi" olduğunu ortaya koymaktadır.
Ne mi yaptım?
*
İNSAF yani, ayağıma, daha doğrusu "chat" sayesinde elektronik posta kutuma gelmiş böyle bir fırsatı ıskalayacak kadar aptal değilim.
Başta sözünü ettiğim "sms" mesajlarının varlığından zaten anlamışsınızdır, tabii ki derhal klavyeye sarıldım ve onun arzusuna uyup, kendimi uzun, uzun, uzun anlattım.
Edebiyatla süslendim ve felsefeyle püsledim.
Artı, gazetenin bilişim arşivinden zar zor yürüttüğüm bir kaç fotoğrafımı da yolladım.
Daha artı, hiç çekinmeden cep telefon numaramı da gönderdim.
Sabahları bana "günaydın sevgilim" ve akşamları "tatlı rüyalar sevgilim" mesajları gönderen "kırmızı ojeli Maskara Hanım"la sürdürmeye başladığım büyük "aşk"ın devamını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
MALÛM, George Bush’un kullandığı yukarıdaki ifade büyük kıyametler koparttı. Doğaldır, zira bu deyim semávi bir inançla modern totalitarizm arasında ilişki kuruyor.
Artı, "dinime küfreden bari Müslüman olsa" misáli, láfı söyleyen kişinin şeceresi zaten belli olduğundan, daha ilk anda ortaya bir iticilik çıkıyor.
Peki ama, bunlara rağmen gerçekten de bir "İslami faşizm" var mıdır ve olabilir mi?
* * *
EVET, vardır! Mevcuttur!
Zaten sadece "İslami faşizm" değil, bir "Katolik faşizm"; bir "Protestan faşizm"; bir "Yahudi faşizm" de vardır. Yukarıdaki 20. Yüzyıl modernitesiyle birlikte oluşmuştur.
Ve, kimin ağzından çıkarsa çıksın, doğru "doğru" olduğu içindir ki, gerçeğin Bush gibi bir "yanlışlıklar timsáli" tarafından dile getirilmiş olması o "doğru"yu değiştirmez.
Nedenlerine gelmeden önce kısa bir parantez açacağım.
* * *
BEN burada, ırkçılık dahil her türlü zorba ve ceberrut totalitarizmi tanımlamak için başvurulan "faşizm" deyimini ancak kerhen kullanıyorum. Çünkü genelleme "y-a-n-l-ı-ş"tır.
Evrensel lügatteki hatayı Nazizm’in ikiz kardeşi komünizm, Radek’in 3’üncü Enternasyonal’de yaptığı ve cahil ve cáni Hitler’i; estetikten felsefeye çok daha sofistike bir "muhafazakár devrim" ideolojisi olan faşizmle kasten aynı kaba koyan, sözümona tahlille empoze etmiştir.
Oysa, kısmi benzerliklere rağmen bunların ikisi arasında dağlar kadar fark mevcuttur.
Bugünkü durumda da "İslami faşizm"den ziyade bir "İslami Nazizm" söz konusudur.
* * *
ÇÜNKÜ, din uhrevi bir inançtır ama onun yansımaları dünyevi biçimde ortaya çıkar.
Ve, her dindeki bazı unsurlar da, o dünyevilikte seküler olarak hüküm süren siyaset pratiklerinden ve ideolojilerinden etkilenirler. İtiraf etseler de, etmeseler de, etkilenirler.
Sayısız örnek sıralayabilirim ama Almanya’da Paul Schaffer’in "Protestan Nazizmi" veya Slovakya’da Jozef Tiso’nun "Katolik faşizmi" gibi çok bildik emsállerle yetineceğim.
Buradan itibaren modern totalitarizmin yöntem ve şiarlarına "semáviyet" kazandırılır.
İsa Mesih adına Yahudi, Bakire Meryem adına da Çingene kesmeye "cevaz" çıkartılır.
Peki, İslam’ın bağışıklığı mı var ki o İslam’ı "faşistleştiren" Müslüman çıkmayacak?
* * *
NE kendimizi, ne başkasını kandırmaya kalkışalım, tabii ki çıktı, çıkıyor ve çıkacak.
Savaşı Berlin’de geçirecek ölçüde bir Hitler çömezi olan ve Reich altınıyla beslenen dünün Kudüs Müftüsü El Hüseyni’den; Bin Ladin’i, Zerkavi’si ve fasa fisosuyla bugünün "terör mücahitleri"ne, "İslami faşist"ler; daha doğrusu "İslami Nazi"ler ortada kol geziyor.
Buradaki "İslami" sözcüğünden mi rahatsızlık duyuyoruz? Niye duyacağız ki?
Tersine, cesur tanımlamalardan korkmadığımız takdirde, o "İslam"ın asla "İsla-Mİ" faşizm olmadığını ve olamayacağını bizzat biz; hem retorikte, hem de pratikte ispatlayacağız.
* * *
ARTI, siyaset terminolojisi ana hatlarıyla nesneldir. Dini sıfat o nesnelliği değiştirmez
"Müslüman demokrat" denildiğinde álá da, "Müslüman faşist" denince kaka mı?
Oysa her ikisi de önce bir imani eksen, sonra da bir siyasi tercih yansıtıyorlar.
Ve, "İslam faşizmle bağdaşmaz" tezi "İslam demokrasiyle bağdaşmaz" tezi kadar soyuttur ki, biri ne denli doğru ve yanlışsa, diğeri de o denli doğru ve yanlıştır.
Üstelik, işte meczûp bir eline Kur’án’ı, diğer eline "Kavgam" kitabını almış ve Mussolini’nin de değil, Hitler’in yaptıklarını Müslümanlık adına sahipleniyor ve uyguluyor.
"Dindaş"ımızdır(!) diye havaya bakıp ıslık mı çalacağız. Adını koymayacak mıyız?
Onun bir "İslami faşist", daha doğrusu bir "İslami Nazi" olduğunu es mi geçeceğiz?
Bunun yerli versiyonu olan bizim "İslami ulusalcı"ları başka yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku