7 Ekim 2006
ALMAN Şansölye Angela Merkel Ankara ziyareti sırasında "ahde vefa ilkesine sadık kaldık" derken doğruyu söyledi. Gerçekten de, Hıristiyan Demokrat lider tüm seçim kampanyası boyunca Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini değil "imtiyazlı ortaklık"ını savunmuş olmasına rağmen Başbakan statüsünü edindikten sonra, kendisinden önceki hükümet tarafından verilmiş olan söze uydu.
Devlet sürekliliğini korudu ve müzakereleri çıkmaza sokacak bir girişimde bulunmadı.
Teorik olarak böyle imkánı vardı ve yapmadığı için de kendisine şükrán borçluyuz.
* * *
ANCAK burada burnu havalara bürünüp, Merkel’in tutumunu "tornistan etti" veya "tükürdüğünü yaladı" deyimleriyle tanımlamak hem hayalcilik, hem de terbiyesizlik olur.
Çünkü ilkin, Dresdenli siyasetçi "ana fikrinden" vazgeçtiğine dair bir işaret vermedi.
Fakat esas olarak, hem Sosyal Demokratlarla koalisyon hükümeti sürdürüyor olması; hem de dış siyasette realpolitik yaklaşım benimsemesi, onu bu doğal mecráya yönlendirdi.
Başka bir deyişle, on-on beş yıl sonra gerçekleşecek bir hedefe şimdiden taş koymak ve dolayısıyla da şimşekleri üzerine çekmek, çok beceriksiz bir diplomasiye tekabül ederdi.
Angela Merkel böyle bir yanılgıya düşmedi ve son tahlilde kendi kamuoyunu da pek fazla rahatsız etmeyen bir "ahde vefa" ilkesiyle, en azından dört yıl için "işi yatıştırdı".
* * *
BÜTÜN bunlara tamam da, Federal Şansölye’nin diğer bir boyutunu; yani Schröder’in Irak politikasına sert muhalefet dahil, "pro-Amerikan" kimliğini unutmamak gerekiyor.
Ve hiç ama hiç kimse şüphe duymasın ki, zaten daha Başbakan seçilmeden önce ABD ziyareti gerçekleştirmiş olan Merkel’in şimdiki Türkiye siyaseti bu boyuttan soyutlanamaz.
Daha açık konuşalım, yukarıdakilerine ek olarak Washington’un Ankara konusunda Berlin liderine "telkin" iletmesi ve ona, "sakın ha, çomak sokmaya falan kalkışma" demiş olması, Angela Merkel’in "pratik değişimi"nde hiç de yabana atılmayacak bir rol oynadı.
* * *
BU olgu sadece Almanya açısından değil, yakında Fransa da olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi açısından geçerli olan ve olacak olan bir vakıadır.
Türkiye’nin başında bir "nimet kuşu" olarak durmaktadır.
"İnce ayar"ını çok iyi kollamak ve "tadını kaçırmamak" kaydıyla da, ülkemiz diplomasisinin elinde bir "joker koz" niteliğini taşımaktadır.
Yani, yine dobra dobra konuşalım, Ankara’nın Brüksel yolu Washington’dan geçer!
* * *
ÖYLE, çünkü AB istediği kadar ABD’nin kanadı altından çıkmak ve müdaheleciliğini aşmak iradesi taşısın, "ultra süper güç"ün "ricalar"ını (!) duymamazlıktan gelemez.
Yakın gelecekte bunun tersinin gerçekleşeceğine dair de hiçbir emáre yoktur.
Nitekim, bunu ancak zaman ispatlayacak, başkanlık seçimleri öncesi Ankara’ya karşı şimdi Merkel’den bile fazla atmakta olan ve yine onun gibi, fotoğraf çektirtmek için Bush’u tavafa giden Fransız sağ aday Nicolas Sarkozy eğer Elysees Sarayı koltuğuna oturursa, yukarıdaki "vakıa"yı Alman şansölyeden de daha çok hesaba katmak zorunda kalacaktır.
* * *
O halde demek ki, gerek içinde bulunduğumuz coğrafyadan, gerekse yaşadığımız konjonktürden dolayı, Türkiye Yaşlı Kıta’ya ancak Yeni Dünya aktarmalı olarak varabilir!
Berlin’e, Paris’e ve tabii ki Brüksel’e, Washington ekseninden geçerek ulaşabilir.
Daha doğrusu, ABD’yi "kollamadan" Avrupa’ya "kavuşamaz"
Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, ikisi arasındaki "ince ayar"ı çok mahiráne yapmak ve "tadını kaçırmamak" kaydıyla ki, bu, başlıbaşına ayrı bir yazı konusu oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2006
DARBE olur mu?<br><br>Hayır olmaz! Olmayacak ve olamaz! Ve de üstelik kötü Türkçe’yle, "o-la-bi-le-mez"!
* * *
ASLINDA, bir müddet önce yine aynı soruyu sormuş ve yine aynı cevabı vermiştim.
Fakat, hangi gerçek demokraside başka örneği görülmüştür ben bilmiyorum ve bilen varsa bir zahmet bana da öğretsin; Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükyanıt’ın şu kadar TV kanalında naklen yayınlanan ve üstelik, Başbakan’ın "ultra süper güç" lideriyle görüştüğü güne denk getirilen konuşmayla birlikte, yukarıdaki "denklem" (!) tekrar gündeme oturdu.
Eh, Büyükyanıt toplumsal ütopyamızı oluşturan AB’den, sivil şeffaflık ilkesini sahiplenen TESEV’e kadar bir dizi kurumu hedef aldı ya, bazılarının etekleri zil çalıyor.
Özünde "darbe olur mu" değil "ah bir darbe olsa" diyen ve "ordu kılıcını atar, ha" tehdidiyle aba altından yaba gösterenler sevinçten uçuyor.
Tamam da, onların hevesleri kursaklarında kalacak ve ülkemizde bundan böyle ne "klasik" anlamda modern; ne de "andıç" türünden postmodern bir darbe olacak ki, nokta!
* * *
ÖNCE, Türkiye’deki askeri müdahaleler dış konjonktüre koşut veya ona zıt düşmeyen zamanlamada başarılı olabilirler. Oysa ne bugün, ne yakın ufukta böyle bir momentum vardır.
Bocalamalara rağmen çağımızın "esas doğrultusu" demokrasi rotasını izlemektedir.
Ülkemiz ise bu rotaya "fasulye devletler"le de kıyaslanmayacak oranda girmiştir.
OYAK’taki yabancı sermaye şaka değildir ve ekonomimiz dünyayla eklemleşmiştir.
Bir darbe macerası ise bunun derhal tırpanlanması anlamına gelir ve gelecektir.
Daha ertesi sabah, o maceraperest burun içinden çıkamayacağı kaosa sokulacaktır.
Siyasi iplerin anında kopması bir yana, ithalat yasaklamaktan kredi sıfırlamaya, bu kez ABD’de de dahil tüm demokrasiler, bizim darbecilerin gırtlağına "iktisadi ilmik" atacaktır.
* * *
OYSA, potansiyel sergüzeştler radyoda marş çalarak ve markette marş marş komutu vererek ülkeyi "bir ekmek, bir hırka" mahrumiyetine razı edemezler. Devrán değişmiştir.
Köprülerin altından çok sular akmıştır ve iktidar gaspından bir hafta sonra benzin dolduramayacak bir halk, aynı gaspçıları bir ay sonra o köprü suyunun bir kaşığında boğar.
Dolayısıyla, Türkiye’deki çoğulcu demokrasinin temel iki güvencesi bugün şunlardır:
Bir; ulaştığımız refah seviyesi ve iki; bütünleştiğimiz küresel kapitalizm!
* * *
ARTI, Ankara’da "dini hassasiyetli" bir hükümet bulunduğu için "dış konjonktür"ün "laikçi" bir darbeye "müsamahayla bakacağı" tezi tam anlamıyla bir hezeyandır.
Tersine, bugün böyle bir "müsamaha" dünkünden bile daha çok imkánsızdır.
Hür iradeyle seçilmiş ve seküler kimlik korumuş bir iktidara piştov sıkıldığında Batı’nın bunu yiyip yutacağı; dolayısıyla da, İslam álemi radikallerinin "işte kefere demokrasisi" diye medeniyetler çatışması tırmandırmasını en baştan kabullenmiş olacağı düşünülebilir mi?
Hayır, o İslam álemindeki tek demokrasiye kılıç atmaya yeltenecek gafilleri önce İsevi demokrasiler cezalandıracaktır ki, maceraperestler tüm ülkemizi okka altına sürükleyecektir.
* * *
HA, tüm bu nesnel gerçeklere rağmen bir serdengeçti taife darbeye niyetlenemez mi?
Büyük konuşmamak lázım, delidir ne yapsa yeridir misáli, tabii ki yeltenen çıkabilir.
Ancak, radyodaki ilk marştan itibaren o darbenin ve o darbecilerin geleceği yoktur.
Halkın demokrasi iradesi ve refah seviyesi bu defa onları bir kaşık suda boğacaktır.
Dolayısıyla, şu "darbe olur mu" dehşetini unutalım ve tabii ki marş marş komutuyla falan değil, adımımız tıpış tıpış ve gönlümüz feráh fezá, demokrasi yolumuzda yürüyelim.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
"HERKES sivil iradeye uymak zorunda" diyen Başbakan Erdoğan tabii ki haklıdır. Tersi düşünülemez! Tasavvur edilemez!
Zaten de, aşağıda ayrıntısıyla değineceğim gibi, bu evrensel ilke sırf demokrasilerde değil, "militarizm" hariç istisnasız bütün rejimler için geçerlilik taşır.
Dolayısıyla, "cihet-i askeriye"ler de yukarıdaki iradeye uymak zorundadırlar.
* * *
ÖYLEDİR, çünkü ordular yalnız ve yalnız siviller için vardır. Aksi mümkün değildir.
Apoletli üniforma sahipleri kendi başlarına ne bir sosyal katman, ne bir üretici güç, ne de bir toplumsal "amaç" oluştururlar.
Askerlik mesleği daha ilk çağlardan itibaren sivillerin ihtiyacını karşılamak için ve bizzat yine aynı siviller tarafından bir "araç" olarak yaratılmıştır. Öyle ikáme ettirilmiştir.
Dolayısıyla, ihtiyaç değiştiğinde ordular da değişir. Değişmek zorundadırlar.
Ve burada asla tartışılamayacak nokta da, söz konusu "ihtiyaç değişimi"ni saptayan ve saptayacak olan yegáne unsurun yukarıdaki "sivil irade" olduğu gerçeğinde odaklanır.
* * *
HAYIR, yukarıdaki temel ve hayati ilke sadece demokrasiler için geçerlik taşımıyor.
"Herkesin sivil iradeye uyması" zorunluluğu illá çoğulcu rejimle özdeşleşmiyor.
Çünkü, imparatorluklara, krallıklara, otokrasilere, diktatoryalara ek olarak, bilhassa ve bilhassa cumhuriyetler de dahil, söz konusu evrensellik tüm yönetim tarzlarında hüküm sürer.
Yegáne iki istisnayı ise "militarizm" ve ona meyleden "bonapartizm" oluşturur.
* * *
YUKARIDA "cumhuriyet dahil" derken, altını "bilhassa" diye kasten çizdim.
Zira malûm, çoğulcu demokrasi ve açık toplum düşmanı bizim "statüko zaptiyeleri" şimdi pek bir "cumhuriyetçi" kesildiler. Akılları sıra da, ikisi arasına barikat kuracaklar.
Tabii ki doğru değil ama kabullendiğimi varsayalım. Fakat orada da çuvallıyorlar.
Çünkü, "ordu sivil iradeye uyar" ilkesi en önce bir "cum-hu-ri-yet-çi" amentüdür.
* * *
EVET evet öyledir ve zaten bunun içindir ki, Korsikalı meşhur amcadan ziyade, daha sonra peşpeşe darbe yapan ve nihayet kendisini imparator ilán eden yeğen Louis - Napoleon’dan dolayı lugáte "bonapartizm" olarak girmiş olan "cihet-i askeriye dayanaklı" zapturapt ideolojisi, 1789’un öz be öz anavatan Fransa’da o cumhuriyetçiliğin baş düşmanı addedilir.
Ve yine bunun içindir ki, aynı Fransa ordusu sivil hayata müdahil olamayacağından "dilsiz ejderha" diye adlandırılır. Oradaki cumhuriyetçi gelenek erdemlerinin başında sayılır.
Sonra, kızıl komünistinden háki nazisine, totaliter rejimler de durum farklı olmamıştır.
Politbüroya subay almayan Stalin’in ha bire general tasviye etmesinden, Mussolini’nin yıldızının orduyla barışmamasına; Hitler’in kurmaylığı bile üstlenmesinden, Mao’nun "tetiği siyaset çeker" sözüne, asla demokrasi olmayan cumhuriyetler de aynı ilkeyi sürdürmüşlerdir.
Çünkü tekrar en başa dönmek gerekiyor, ordu bir "amaç" değildir ve bir "araç"tır!
* * *
ORDULARIN kendilerine "amaç" vehmettiği ideolojiye ise "militarizm" deniliyor.
Bu ideolojinin "uyarıcı dürtüleri" ise iki temel eksen üzerinde yükselir.
Birincisi, apolet dokunulmazlığını ve lonca tipi kast ayrıcalığını korumak arzusudur.
Diğeri ise askerlik mesleğinin doğasında olan "katı kuralcılığı" ve zaten adı üzerinde "uniforma"; yani tek biçim tarzları sivil hayata da empoze etmek içgüdüsünden kaynaklanır.
Günü geldiğinde bu konuyu da işleyeceğim ama şunu bir daha tekrarlayayım:
Kimse tersini vaaz ederek katakulli yutturmaya kalkışmasın, orduların "siyasi iradeye uymak" zorunluğu demokratlıktan bile çok önce, "cum-hu-ri-yet-çi" bir yükümlülüktür!
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
DSP "manevi lideri" (!) Rahşan Ecevit kanla sulanmış vatan toprağının yabancılara satılamayacağını bir defa daha tekrarladıktan sonra, hükümete aynen şu tavsiyede bulunmuş: "Avuçlarını açsınlar ve halktan açıkça yardım toplasınlar...
Ben de 62 yıldır parmağımda taşıdığım nişan yüzüğümü vermeye hazırım".
İláhi Rahşan Hanımefendiciğim, iyi güzel de, şimdi bendeniz neyleyeceğim?
* * *
ÖYLE, zira eğer sizin yüksek tavsiyelerinize uyulur ve "vatan toprağını verme, altın yüzüğünü ver" şeklinde dev bir kampanya başlatılırsa, yandı gülüm keten helva, náçiz kulunuz o vatana "hıyanet"ten gümbürtüye gidecek demektir. Boğazına ilmik geçirilir.
Çünkü, yok! Gıdımı yok!
Yalan söylüyorsam námerdim, vallahi de, billáhi de bende ne yüzük, ne altın var!
* * *
TAMAM, toyluk çağında tongaya basıp nikáh memuru önüne oturduğumda, sabık kayınvalidemin yarı rica, yarı tehdit ısrarlarına dayanamayıp adet yerini bulsun diye parmağıma halka geçirilmesini metazori kabullendiğim doğrudur. İnkár etmiyorum.
Fakat daha ay bitmemişti ki, refikamla ilk kavgada onu kubura attım ve sifonu çektim.
Sonra, sen sağ ben selámet, bırakın herhangi bir "medeni hal simgesi"ni (!), yok şövalyesi; yok tárikisi; yok şıkıdımlısı, asla ve asla başka bir yüzük takmadım.
Üstelik, yukarıdaki ilk ve son alyans dahi altından falan değil, harcıalem tenekedendi.
* * *
O halde, şimdi ben ne yapacağım muhterem Rahşan Hanımefendi?
Sizin ve benzerleriniz gözünde "vatanperverlik"imi hangi delille ispatlayacağım?
İsabetle tespit buyurduğunuz gibi, "Sevr’i hortlatmak isteyen" şu kahrolası "Düvel-i Muazzama"nın ahı gitmiş vahı kalmış yabancı emeklileri kasten "ajan" olarak kullanıp tatil yörelerimizde ev almasını engellemek için, karınca kararınca, nasıl bir katkıda bulunacağım?
"Avucunu açacak" olan devlet-i álimizin o avucuna hangi sadakayı koyacağım?
Şimdi sizin, "çocuklarına takılmış altınları bağışla" dediğinizi işitir gibi oluyorum.
* * *
ŞU mübarek Ramazan günü yalan söyleyecek değilim, o da yok! Zerresi yok!
Dört çoğumun yüzlerini görmek nasip olmasın ki, familyamın cimriliğinden midir nedir, tek bir Allah’ın kulu çıkıp da onların kundağına tek bir altıncık takmadı.
Halbuki adettendir, doğum vûku bulduğunda yakın aile efrádı kuyumcular çarşısından alınmış Reşat altınlarını çengelli iğneyle beşiğe iliştirir. Oysa benim fukaralar hep hava aldı.
O halde, DSP "manevi lideri"nin (!) arzusunu burada da yerine getiremeyeceğim.
Zaten, yemin ederim ki, atababamdan miras ve kellemi kör testereyle kesseniz kimseye bağışlamayacağım gümüş köstekli alaturka saat hariç, sofra takımı, cigara tabakası, enfiye kutusu falan, mütevazı hanemde kıymetli madenden üretilmiş tek bir şey bulunmuyor.
* * *
AMAN durun durun, az daha günáha girecektim, evet var!
"Gazeteciler Cemiyeti"nin ödül olarak verdiği bir Cumhuriyet altınını unutuyordum.
Hatıra diye çekmecede saklamaktaydım ama, işte bağışladım gitti! Helál-i hak olsun!
Rahşan Ecevit "şehit kanıyla sulanmış vatan toprağı satılmasın" diye "62 yıldır taşıdığı nişan yüzüğünü" parmağından çıkartacağına göre, benim hatıra altının láfı mı olur?
Hálá saklamaya çalışırsanız, "hıyanet-i vataniye"den darağacı ilmiğini hak edersiniz.
Evet evet, verdim gitti Rahşan Hanımefendi, verdim gitti ve "vatan sağolsun"!
Peki de, ey vatan, şu 21. yüzyılın başında bile ciddi ciddi, seni yüzük bağışıyla "kurtarmaya" kalkışan bir dilenci ideolojisine ve bir gariban yakarmasına sen ne diyorsun?
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
Denir ki, eskiden ancak zengin aileler iyi beslenebildiği için, "güzellik" kavramı da dolgun vücutlu dişilerle özdeşleşirdi. Ne zaman ki sanayi devrimiyle birlikte yoksul sınıflar da iyi kötü karın doyurmaya ve az çok kilo almaya başladılar, artık "şişkoluk modası" geçti. HABERİ okuduğum an ilk iş eski bir gözağrıma telefon açtım. "Gözün aydın ve meraklanma, gerisi de gelecek" diye müjdeyi verdim.
Hangi haberi mi kastediyorum?
Tabii ki, "Sıska manken diktatoryasına son" haberini kastediyorum.
Evet evet, hani yerel yöneticiler ilkin Madrid ve Barcelona’da; ardından da Milano ve Edinburgh’da belirli bir boy cüsse oranı saptayıp, altında endám sergileyen şu zafiyetli hatunların moda podyumuna çıkmasını yasaklamış ya, işte ona ilişkin müjdeyi verdim.
Çünkü, sözünü ettiğim kadın, eh, bayağı bayağı etine buduna dolgun sayılır.
Zaten hep, "Ah, neden Rubens çağında yaşamadım" diye hayıflanıp dururdu.
Tamam, yukarıdaki kararlar illá, Felemenk ressamın o bir poposu yerde, bir memesi havada kadın tablolarına avdet ettiğimiz anlamına gelmiyor.
Fakat yine de, kadın bedenlerine ilişkin estetik kıstaslarda belirli bir viraja girildiğinin ilk sinyallerini çakıyor.
"Kadın bedenlerine ilişkin estetik kıstaslar" mı dediniz?
*
EFENDİM, aslına bakarsanız ben de upuzun bir müddet; háttá, demek sakallının abuk subukluklarıyla bilinçaltım öylesine şartlanmış ki, "Das Kapital" yazarıyla köprüleri attıktan sonra bile, yukarıdaki "bedensel tercih" bab’ında hálá Marksist düşünmeyi sürdürdüm.
"Ezeli sınıf mücadelesi" uydurmasyonuna giren çok klasik teoriyi muhtemelen siz de biliyorsunuzdur ama, burada bir defa daha tekrarlayayım.
Denir ki, eskiden ancak zengin aileler iyi beslenebildiği için, "güzellik" kavramı da dolgun vücutlu dişilerle özdeşleşirdi.
Buna karşılık, açlıktan nefesleri koktuğu için kemiklerinin üzerinde bir dirhem et bulunmayan fukara kadınlar çirkinlik timsali addedilirdi.
Fakaat, ne zaman ki sanayi devrimiyle birlikte yoksul sınıflar da iyi kötü karın doyurmaya ve az çok kilo almaya başladılar, artık "şişkoluk modası" geçti.
Dolayısıyla da, kadın bedenlerine ilişkin "estetik kıstaslar"da zayıflık ön plana çıktı.
Daha ilk bakışta, teori pek bir oturaklıymış gibi geliyor, değil mi?
*
ÖYLE geliyor ama, aslında hiçbir iler tutar tarafı yok!
Yok, çünkü en önce, tıbbın besin kalori cetvelini keşfetmesinden beri hesabını kitabını artık biliyoruz ki, o "yoksul kadınlar"ın (!) yetinmek zorunda kaldığı varsayılan kara ekmek, kuru somun, lokma hamur türü yiyecekler, en az "aristokrat hanımlar"ın taam eylediği sülün bifteği veya çilek turtası kadar şişmanlatıyor.
Zaten, dünyanın bazı bölgelerinde "sınıfsal beslenme adetleri"nin (!) hemen hemen hiç değişmemiş olmasına rağmen, gövdesi şalvarına sığmayan yahut kalça çıkıntıları üzerinde testi taşıyan devasa cüsseli köylü kadınlara ne diyeceğiz?
O çok bilmiş "Marksist estetik uzmanları"nı (!) kulaklarından tutup, "Hadi beyim, her Allah’ın günü şunu bir ziftlen de, bakalım hep çiroz sıskası mı kalacaksın; yoksa bir ay sonra göbek göbek yağ mı bağlayacaksın" diyerek, burunlarını tarhana çorbası tenceresinin veya mısır bulamacı kazanının içine mi sokacağız?
Geçelim efendim, geçelim, yukarıdaki "zayıf manken" teorisinin tıp bilimi açısından hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmuyor.
*
SONRA, aslında hiç değil ama, hadi yine de şunun doğruluğunu kabul etmiş olalım.
Yani, Rubens veya Rembrandt tablolarındaki kadınların "şişman" (!) gözüküyor olmasını, onların daima zengin kadınlar resmettikleri gerekçesiyle açıklayalım.
Peki ama, ailecek elleri fırça tutan ve pederi mahdumu; ağabeyi kardeşi; küçüğü büyüğüyle, tá bağ bozumu bayramlarından han odası cümbüşlerine kadar Ortaçağ nihayeti - Yeniçağ başlangıcı "yoksul sınıflar hayatı"nı tuvale yansıtmış olan; üstelik de yukarıdaki iki ressamla aynı milliyeti taşıyan bütün bir Breugel familyası yalan mı söylüyor?
Onların çizmiş olduğu köylü, hizmetçi, maraba, háttá dilenci kadınlara şöyle alıcı gözüyle bir bakın bakalım!
Hemen hepsi, yeşil çayırda iyicene semirmiş Felemenk ineği gibi gayet de filetoludur.
Hayır hayır, kadın vücutlarına ilişkin "güzellik kıstasları"nın dönüşümünü "sınıf mücadelesi"ne indirgeyen Marksist estetik teorisyenleri yine çuvalladılar.
Tıp, tarih ve sosyoloji onları burada da yalanlıyor.
Ve hiçbir şekilde de, bir poposu yerde, bir memesi gökte alımlı ve cüsseli kadınlardan; "manken podyumu"nda boy göstermelerine hele şükür artık "dur" denilen ve zaten ne poposu, ne memesi olan hatun numunelerinin "güzel" (!) addedilmesini açıklamıyor.
Peki, söz konusu kadınları işkenceye; erkekleri ise riyakárlığa mahkûm eden şu "sıskalık diktatoryası" nereden kaynaklanıyor?
Buna gelecek pazar değineceğim ki, eti budu yerinde eski gözağrıma müjdesini verdiğim gibi, aynı gabarideki kadın okuyucularım da şimdiden müsterih olsun.
Açıklamam hoşlarına gidecek ve bir ölçüde, onları vücut ölçüleriyle de barıştıracak.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
ŞU 2006 takvimi öylesine çok yuvarlak rakam yıldönümüne denk geliyor ki! Belki unuttuklarım da vardır ama hatırladıklarımı teker teker sayayım:
1936 İspanya İç Savaşı’nın yetmişinci; 1956 Macaristan ayaklanmasının ve Bolşevik Partisi 20. Kongresi Kruşçof raporunun ellinci; 1966 Çin "Kültür Devrimi"nin(!) kırkıncı ve nihayet, 1976 Mao’nun ölümünün otuzuncu yıldönümlerini idrak ediyoruz.
* * *
"KUTLUYORUZ" fiilini kullanmak yerine kasten "idrak ediyoruz" dedim.
Çünkü, her biri birer tragedyaya uzanan bu olayların kutlanacak yanı bulunmuyor.
Olsa olsa, ancak ağlanabilir.
Biraz mantık ve ahlak sahibi insanlar ise bunları "idrák yıldönümü" olarak algılar.
Yuvarlak rakam anmalarda olduğu gibi, bilanço çıkartılır ve vicdan muhasesi yapılır.
* * *
ARTI, İberya’da kızılların "geçemezler" masalı ve Çin’de Mao’nun "uzun yürüyüş" mavalı, yıldönümlerinin hepsi de "tarihin en büyük yalanı" olan komünizmle ilişki taşıyor.
Ve, inanılmayacak şey, Türkiye’de bunu dobra dobra söylemek cesaret gerektiriyor.
Kıymeti kendinden menkûl ve "Şark’ta muteber" cinsi bir "sol münevverán" öyle sulta kurmuş ki, alnınıza "emperyalist uşağı"(!) ve "dönek gerici"(!) yaftasını vuruveriyor.
Oysa, "Duvar"ın yıkılmasından on yedi sene sonra bile bu tür bir "entelektüel terör"ün hüküm sürebildiği ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmez ki, onların cibilliyeti de bellidir.
Peki, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca en forslu Marksist partisinin dahi taş çatlasa yüzde üç destek bulabildiği bir Türkiye’de, nasıl oluyor da böyle bir dehşet estirilebiliyor?
Komünist zihin sistematiği neden bir tek bizde "dokunulmazlık" zırhı edinebiliyor?
* * *
BELKİ bunun ilk "duygusal nedeni"ni(!), "düşenin dostu olmaz" sözüyle aslında tersi arzulanan ve mağluba merhamet hissiyatı yansıtan olumlu bir yaklaşımla açıklayabiliriz.
Tamam da, o mağlup merhameti hak etti mi? Edebilir mi ve ediyor mu?
Kırk yıl önce "Kültür Devrimi" diye bir kültür vahşetine imza atan ve otuz yıl önce öldüğünde de arkasında on milyonlarca cinayet bırakan Mao ve Maoculuk affedilebilir mi?
Elli yıl önce, bir yandan totaliter rejimi sürdürebilmek için, ancak Nazi Almanya’sıyla kıyaslanabilecek soykırımlar dizisini fısıltıyla açıklamak zorunda kalan; diğer yandan da, Macar halkının özgürlük isyanını tank namlularıyla bastıran bir sistem mazur görülebilir mi?
Hayır hayır, böyle bir merhamet suç ortaklığı anlamına gelir ve ceremesi sonsuzdur.
* * *
"KADER arkadaşı" statüko zaptiyelerinin son çare olarak komünist hortlaktan medet ummasını bir başka yazıya bırakıyorum, tam cehalet değil ama işin içine bilgisizlik de giriyor.
Zira, "Duvar" yıkıldığından ve dolayısıyla "kızıl arşivler" kısmen açıldığından beri, "tarihin en büyük yalanı"nın ipliğini somut belge ve delillerle pazara çıkartan ve son on on beş yılda Batı dünyasında yayınlanan kitapların büyük çoğunluğu Türkçeye çevrilmiyor.
"Komünizmin Kara Kitabı"nı hariç tutarsak, dev Fransız tarihçi François Furet’in "Bir Hayálin Mazisi"; Alman meslektaşı Ernst Noltke’nin "1917-1945 Avrupa İç Savaşı"; ikilinin yazışmalarını kapsayan "Faşizm ve Komünizm" ve Cung Şang ve Con Halliday’in o olağanüstü "Mao" biyografisi dilimize kazandırılmadı. Bu başyapıtları çok az insan okudu.
Hayır, bunu "sol münevveran"ın(!) yayın hayatındaki tasallutuna bağlamıyorum.
Fakat, böyle bir komplo teorisi üretmiyorum ama şu da kesin ki, yukarıdaki bilgilerden mahrum bir "intelligentsia" 2006’a denk düşen yıldönümlerinin derinliğini idrak edemez.
O halde, İspanya Savaşı’nı zaten yapmıştım, ben kendi hesabıma ve Aralık bitmeden önce, yukarıdaki yıldönümlerini teker teker "idrák etmeyi" ve "et-tirt-me-yi" sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2006
RAMAZAN geldi ama, gerçekten de hoş mu geldi?<br><br>Hayır, bazı Müslüman göçmenlerin yaşadığı Batı ülkelerine ne hoş, ne de sefa geldi! Örneğin, ilk sahur gecesinin sadece Paris banliyösündeki bilançosu, komaya sokulmuş bilmem kaç polise ve kodese tıkılmış şu kadar it kopuğa tekabül etti.
Önceki gecenin Brüksel göbeğindeki "davulcu bahşişi" ise, yağmalanmış onlarca dükkán ve yine kodesi boylamış bir o kadar başka it kopukla ödendi.
Ramazan-ı şerife kimlerin böyle "hoş geldin" dediğini açıklamaya hacet var mı? Tabii ki, ezici çoğunluğu Mağribi kökenden inen ve "İslam" geçinen haşert takımı!
* * *
ANCAK, eyvah ki eyvah, henüz mübarek ayın başındayız ve dahası gelecek.
Şimdiden buraya yazıyorum ve eğer doğru çıkmazsa yüzüme vurun!
Yukarıdaki iki şehre ek olarak, Rotterdam, Bristol, Madrid ne bileyim ben Lyon gazetelerinde, "oruç tutmuyor diye fabrika kantininde bıçaklandı"; yahut, "teravih namazından sonra otomobiller kundakladı" türünden haberler yer alacak.
"Kelime-i şehadet getir" deseniz yüzünüze alık alık bakan ve sahte iftarını esrar çekerek açan her hangi bir hırbo ise bir melánetten dolayı yine suçüstü hakimi karşısına çıkartıldığında, "oruç başıma vurdu, farkında değildim" mazereti arkasına saklanacak.
Zaten baronun temin ettiği avukat da "ibadete hürmeten" tahliye isteyecek. Artı, bazı "İslami ağırlıklı" mahallerde yerli ahali dahi cigarayla dolaşamayacak.
Gaflete düşen en hafifinden, "pis ırkçı, dinimize niye hürmet et" diye zılgıt yiyecek. Es káza, "dur yahu, burası benim memleketim ve üstelik laik bir ülke" cevabını verirse de, aynasızlar yetişene kadar, alimallah sokak ortasında mariz yiyecek.
* * *
SONRA, şükür bayram gelecek ama, en azından Belçika başkentinde, zaptiyenin tüm tedbirlerine rağmen "adet" yerini bulacak. Yıllardır yerleşmiş olan ritüel tekrarlanacak.
Yani, iki elini göbeğine değil iki bileğindeki eroin deliğine bağlayıp bayram namazına durmuş olan taife sünnet hutbeyi beklemeden ipini kopartıverecek.
Hurra ve zaten adı üstünde, "mal bulmuş Mağribi" güruhlar çete çete, önceki geceye taş tıkartacak yeni bir yağmayla "Aid"i "kutlamış" olacak.
Bunu bayram müjdesi sanan Hristiyan ahali de, "aman aman, sen sağ ben selámet şu Ramazan bitti ya, başımızın gözümüzün sadakası olsun" diye biraz rahat nefes alacak. O halde tekrar soruyorum, mübarek ay oralara hoş ve sefa gelmiş olabilir mi?
* * *
İNCİTİCİYMİŞ boş verin, artık bunları birilerinin dobra dobra haykırması gerekiyor. Artık, "ırkçı" ve "islamofobi" iftirálarına tınmadan "kral çıplak" demek gerekiyor.
Bilhassa ve bilhassa da, yukarıdaki gerçeği haykıranın bu satırlar yazarı gibi, kendini Müslüman aidiyetten hisseden insanlar olması gerekiyor. Mutlak bir zorunluluk oluşturuyor.
Çünkü, yukarıdaki sonsuz doğru ve sonsuz rezil manzara karşısında susmak, aynı "ırkçılık" ve aynı "islamofobi"nin değirmenine su taşımaktır. Gürül gürül beslemektir.
Zaten, bu "ırkçılık" ve bu "islamofobi"leri tartışılamayacak Sarkozy’ler, Le Pen’ler, Villiers’ler, örneğin Fransa’da gökten zembille inmiyorlar. "Sıradan insanlar"ın derece derece tepkisini derece derece demagojilerle yönlendirdikleri içindir ki "müşteri" topluyorlar
Dolayısıyla da, hoş ve sefa gelmiş olması gereken Ramazan, ibadet adına kendi dağ bağnazlığını üzümünü yediği bağa empoze eden ve etrafı haraca kesen lumpen ve fanatik gürûhların İslam’la özleşmesinden dolayı, Avrupa’ya öyle hoş moş değil, kábus gibi geliyor.
Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovabilirler ama o doğrular yine de inatçıdır! Mübarek Ramazan ayında ise, inatçılığın da ötesinde, sevaptır!
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2006
"DÜŞMANIMIN düşmanı, dostumdur" ! Dün dediğim gibi, yukarıdaki "ilke" (!) tabii ki ahlákla, etikle, namusla bağdaşmaz.
Böylesine çıkarcı bir oportünizmin dürüstlükle zerre kadar ilgisi yoktur ve de olamaz.
Tamam ama devletler arası ilişkilerde böylesine "lüks" erdemlere yer bulunmuyor ki !
* * *
EVET bulunmuyor ve daha ilk klan topluluklarından itibaren insanlık tarihine girmiş olan bu "ilke" modern ulus yapılanmalarında da sürüyor. "Realpolitik" diye adlandırılıyor.
Nitekim, bütün bir "Soğuk Savaş" boyunca bunun sayısız örneğini görmedik mi?
Komünist SSCB "ilericilik" diye Afrika’daki kabile örgütlerini kollarken, ona zıt bir demokratik ABD, Afgani çeteler dahil en rezil despotları "direnişçilik" adına kayırmadı mı?
Oraya bile gitmeyelim, Pangalos’un dangalosluğundan ötürü Atina’nın Apo’ya safari turu attırması, aynı "düşmanımın düşmanı, dostumdur" siyasetinden kaynaklanmadı mı?
Dolayısıyla, Chavez’li Venezüella’nın veya Kim’li Kuzey Kore’nin de, tıpkı kendileri gibi genel olarak Batı, özel olarak ABD’yle cebelleşen bir İran’la al takke, ver küláh olması ve Tahran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’la gerdeğe girmesi, onlar açısından yadırgatıcı değildir.
Peki de, bizim "Mahmut Ahmedinejad aşıkları"nın sevdası nereden kaynaklanıyor?
* * *
DİYECEKSİNİZ ki, "W" rumuzlu George Bush’a duyulan öfkeli tepkiden!
Kabul, kovboy yönetimli ABD’nin yediği herzeler hepimizi bezdirdi. İllállah dedik.
Tamam da, salt yukarıdaki "realpolitik" devlet diplomasisi açısından baktığımız takdirde bile, bizim pireye kızıp yorgan yakmak gibi bir "lüks"ümüz olabilir mi?
Türkiye, Venezüella gibi tá Karayip yahut Kore gibi tá Sarı Deniz kıyısında mıdır?
Başta Acem ülkesiyle upuzun bir sınır, Ortadoğu’nun göbeğinde bulunmuyor muyuz?
Tahran’ın nükleer silahla donanmasının ise bölge dengelerinin altüst edeceği ve böyle vahim bir gelişmenin de Ankara’yı sonsuz olumsuz yönde etkileyeceği bir vakıa değil midir?
Zaten daha şimdiden, TSK’nın füzesavar sistemler edinmek ihtiyacını hissetmesi ve peyderpey sipariş vermesi, İran’ın orta - uzun menzilli füze üretiminden kaynaklanmıyor mu?
Sırf "homo economicus" türü bir "iktisadi insan" açısından hesapladığımızda dahi, metazori bir silahlanma yarışının "refah süreci"mize darbe vuracağı göz çıkartmıyor mu?
* * *
SONRA, bizim "Ahmedinejad aşıkları"nın o gözü öylesine kör mü ki, zaten büyük bir imparatorluk geleneğinden süzülen İran’ın esas itibariyle Irak-Körfez Lübnan eksenli bir "Şii Halka" stratejisi inşa etmekte olduğunu göremiyorlar?
Nitekim, Arap ülkelerinin aynı Lübnan’daki Hizbullah "çıkış"ına son derece soğuk bakmaları onların "pro Amerikanlık"ından falan değil, en azından yukarıdaki stratejik senaryoyu farkedecek kadar hesap kitap bilmelerinden kaynaklanıyor.
Kraldan fazla kralcı kesilen bizim "taş kafalar" anlayamıyor ama, Mahmud Ahmedinejad’la birlikte Tahran’da yeniden iktidar pekiştiren odak, yarı teokratik yarı seküler "emperyal Şia"yı fiilen hayata geçirmek için şimdi uygun adım ilerliyor.
O halde?
* * *
O haldesi şu ki, işi Yahudi soykırımını inkára vardıran Ahmedinejad’ın fanatizmini hadi geçeyim ama, sırf "düşmanımın düşmanı, dostumdur" türü bir "realpolitik"ten yola çıksak dahi, yukarıdaki türden bir İran hiç kuşkusuz, Türkiye’nin hayati çıkarlarıyla çelişir.
"W" rumuzlu bir Bush’un ABD’siyle bile asla kıyaslanmayacak ölçüde çok çelişir.
Bunu anlamamak ve görmemek için de, açıkçası, ancak "taş kafa" olmak gerekir.
Yazının Devamını Oku