21 Nisan 2007
HALEP oradaysa arşiv buradadır ve eğer bana inanmayan çıkarsa, derhal araştırabilir. Soruyorum, gırtlaklama vahşetine varan şu misyoner nefretini Türkiye’ye kim soktu?
Hayır yanıldınız, "dini" veya "İslami" yaftalı her hangi bir örgüt ve kişi değil.
* * *
DEĞİL, çünkü tam tersine, "ultra laik" geçinen o "Maocu - Ulusalcı" taife soktu.
Hani gizli servislerin "fabrikatör" kod adıyla şifrelediği ve yayınladığı provokatör dergiden ötürü "Karanlıkçılar" diye bilinen şebeke var ya, işte bu meláneti de onlar yaydı.
Duyan da beş vakit namazında dini bütün Müslüman; háttá üç ayları bile tutan sofu sanacak, "Maocu - Ulusalcı" yaygaracılar sabah akşam "protestan misyonerler Türkiye’yi Hristiyanlaştırıyor" yalancılığıyla nefret, kin, korku ve garez tohumu ektiler.
Bu tohumlar da ilkin, Attila İlhan’dan Rahşan Ecevit’e uzanan ve kıymeti kendinden, sıfatı lûgatten menkûl bir "sol"un kıraç toprağında demagoji başaklarına dönüştü.
Ve de tabii ki, sáftirik ve fanatik bir "İslami kesim" de tongaya basmakta gecikmedi.
Zaten bu kesimin damarlarında mevcut olan "kan kültürü" sayesinde de iş Trabzon ’da rahip katletmeye; İstanbul’da Dink öldürmeye ve Malatya’da kitapçı gırtlaklamaya vardı.
* * *
BURADA en önce şunu saptayalım ki, "laik" ve "dini"; "sağ" ve "sol" bağnazların "öteki"ne beslediği kin; dolayısıyla da o "öteki" karşısında duyduğu korku, ortak paydadır.
Bunların bazen düşman gözüküyor olması yukarıdaki ortaklığı asla değiştirmez!
Taşra kentlerindeki misyoner katliamları, İstanbul sokaklarındaki Dink cinayetleri, sayfiye mülkiyetlerindeki yabancı panikleri, gazete köşelerindeki sermaye düşmanlıkları falan, bunlar aslında aynı "öteki" dehşetinin ve aynı "öteki" nefretinin farklı tezahürleridir.
Dolayısıyla, "ulusalcılık" diye zuhur eden akımla bir kesim "dincilik" arasında bugün sonsuz büyük paralellikler mevcuttur. Bütünlük ayrışmadan çok daha güçlüdür.
Belágatte, sloganlarda, komplo teorilerinde ikisi de aynı kaba def-i hacet eylemektedir.
Kaldı ki, tarihi süreçte Türkiye’nin Türkleşmesi ve Müslümanlaşması at başı bir seyir izlemiş olduğundan, bunların birbirlerini tamamlaması o kadar da fazla yadırgatıcı sayılamaz.
* * *
ÖTE yandan, yakın geçmişte "Türk-İslam sentezi" diye formüle edilen ve "sol"la kendisi arasına etik bir çizgi çekmiş olan yaklaşım nitelik değiştirmiştir. O çizgi artık yoktur.
Aynı şekilde, yine geçmişte ve yine geleneksel "sağ"la yine belirli bir etik temelinde farklılaşmış olan "sosyal-marksizan" bir "sol" da yoktur. Çizgi flu bile değil, görünmezdir.
Şu postmodern zamanlar bunların ikisini lağvetmiştir. İlla terminoloji kullanılacaksa da, şimdi muhtemelen bir "sosyo - teokratik totalitarizm"den söz etmek gerekmektedir.
Ama tabii ki, esas eğilimlere göre "sosyo" veya "teokratik" yön ağır basmaktadır.
* * *
BURADA "teokratik" öğeden; daha doğrusu "İslami" unsurdan söz ettiğimizde ise, heyhat ki heyhat, yöntemin daha da "vah-şi-leş-ti-ği-ni" kabullenmek zorundayız.
Zira, çöl - göçebe geleneğinin daha sonra ve de Kur’án’a rağmen "dinileştirilmiş" olması şiddeti, háttá vahşeti, Müslüman pratik ve ritüelde olağan kılıyor. Sıradanlaştırıyor.
Kendimizi kandırmayalım ve binbir dereden su getirmeyelim, ne Irak Zerkavi’sinin kamera önünde rehine kesmesi; ne Cezayir GİA’sınin vahá çadırında kadın boğazlaması ve de tabii ki, ne Malatya meczûbunun kitapçı dükkanında misyoner doğraması tesadüfi şeylerdir!
Artı, öküz altında buzağı arayıp ve ikiz kardeş "ulusalcılar"a özenip, o Malatya’nın, o Trabzon’un, o Osmanbey’in arkasında bir "görünmez el" keşfetmenin de álemi yoktur.
Zira "kan kültürü"nün daha rengi, "öteki"ni yok etmek azmini sıradan kılmaktadır.
Ve tek çözüm, "kan kültürü" yerine "öteki kültürü"yle barışmaktan geçmektedir.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2007
AŞAĞIDAKİ pasajı, Cumhuriyet ideolojisinin en önemli ve en tutarlı sözcülerinden birisi olan Falih Rıfkı Atay’ın "Denizaşırı" kitabındaki notlardan alıntılayacağım. Yazarın Brezilya yolculuğunu kapsayan bu notlar ilk kez 1927 yılında ve CHP yayın organı durumundaki "Hakimiyet-i Milliye" (sonra "Ulus") gazetesinde tefrika edilmiştir.
Pasajı kendisini Rio’ya götüren transatlantikteki maskeli balo tasvirinden aktarıyorum.
* * *
"GECE bir travesti balosu oldu. Kılıkların en tuhaflarını herkes Şark’tan alıyor.
Bizim daha iki sene evvel bıraktığımız ve kadınlarımızın henüz terketmedikleri maskara Şark kıyafeti!
Kadınlardan (balodakiler kastediliyor), bizim henüz Şile’de bile rastladığımız esvaplardan giyenler ’Türk gibi’ dedikçe, ben hemen atılıyorum.
’Hayır Arap gibi, bizimkiler şimdi sizden farksızlar’ diyorum".
* * *
ASLINDA şu kısacık pasaja muazzam, çok muazzam bir kimlik tragedyası yansıyor.
Şimdi, tam seksen yıl sonra dahi tümüyle geçerli olan unsurları teker teker saptayalım.
Háttá, bunun bilinçaltını Freud Usta’nın kanepesinde psikanaliz seansına yatıralım.
* * *
BİR; Doğu "tuhaflık"la özleşmektedir. Her halükárda da, onun kılığı "maskara"dır.
O halde Cumhuriyet tabii ki Batı’yı hedeflemektedir.
Üstelik, aynı Batı’daki normalliği bir bütün olarak hedeflemektedir.
İki; 1925’te "kıyafet devrimi" gerçekleşmiştir, ama henüz topluma mal olmamıştır.
İstanbul’un burnu dibindeki Şile’de bile kadınlar hálá eski tarz giyinmektedir.
İşte bu yüzden de Falih Rıfkı, gerek "devrim"in yeterince hızlı gitmemesinden, gerekse genel bir kolektif direnişin mevcudiyetinden ötürü yakınma çağrıştırmaktadır.
* * *
SONRA üç; ne dehşet ve hüzün verici şeydir ki, "öteki" o Doğu’yu, o "tuhaflık"ı, o "maskaralık"ı "Türk"le; yani "ben"le bütünleştiriyor.
Oysa "ben" artık iradeci biçimde mutlaka "öteki" olmak istiyorum. Kararlıyım.
Dolayısıyla da, aynı "öteki"ne "hayır, ’ben’ ’sen’im" diye haykırmak zorundayım.
Bunu hálá bilmediği ve bilhassa da direndiği içinse, aynı zamanda ona öfkeliyim.
Ve nihayet dört; ama benim de şimdi başka bir "öteki"m var!
Genel olarak "Arap" diye tanımlamakla, aslında reddettiğim Doğu’yu kastediyorum.
Yani artık "ben", "sen" olduğum içindir ki, senin "öteki"n neyse, işte benimkisi de o!
* * *
EVET, Atay’ın kısacık satırlarına rağmen psikanaliz kanepesinde upuzun bir seansa dönüşen ve en az seksen yıldır süren bu sonsuz derin ve vahim travmayı hálá yaşıyoruz.
Zaten, Tandoğan Meydanı’na tüm varyantlarıyla ve tüm çetrefilliğiyle yansıyan genel "Cumhuriyet ideolojisi"nin dramı da tam burada odaklanıyor. Bilinçaltı aráz devam ediyor.
Tamamen Batı’ya ait olan laiklik ve cumhuriyetçilik adına, aynı Batı’ya küfrediyorum.
Çünkü, balodaki "maskara"nın "ben" olmadığını "öteki"ne onaylatmak istiyorum.
Ama, "tuhaf" özelliklerimde ısrar ettiğim için, onaylamıyor. Veya kerhen onaylıyor.
Dolayısıyla, o "öteki"ni bu kez düşmana dönüştürüyorum. Tereciye nane yediriyorum
Ve malûm, ruhbilimde buna "aşk-nefret" ilişkisi deniliyor. Hissiyatları karmaştırıyor.
Ancak, insan hayatında bile psikanalitik tedavi çok uzun sürdüğüne göre, toplumların hayatında seksen yıl nedir ki, arázın bugün de devam etmesini fazla yadırgamamak gerekiyor.
Tamam da, hiç unutmayalım ki "ben"i ve "öteki"ni barıştıracak bir tedavi her şeyden önce, itiráftan korkmadan, o psikanaliz kanepesinde yatmak cesaretini göstermekten geçiyor.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2007
1923 Cumhuriyetimiz ve Mustafa Kemal Atatürk Batı’ya düşman mıydı?<br><br>Ne demeli, zahir öyleymiş! Çünkü, cumartesi günü Tandoğan Meydanı’nda taşınan pankartlara, bağrılan şiarlara ve yapılan konuşmalara göre, meğer her ikisi de ezelden beri o Batı’yla kanlı bıçaklıymış.
Eh, insaf ki insaf ve de tahrifatın daniskası diye işte tam buna denir!
* * *
EVET buna denir, çünkü nasıl ki, dün sözünü ettiğim siyasal İslam bugün geçmiş "Müslüman altınçağı" ve onun şahsiyetlerini sahiplenerek aslında tam zıt yönde bir ideoloji vaaz ediyor ise şu an Türkiye’de "cumhuriyetçi" ve "Kemalist" yaftasıyla piyasa çıkanlar da işte aynı taktik ve aynı stratejiyi uyguluyorlar.
Tıpkı "sofu tahrifatçılar" gibi "laik tahrifatçılar" da efsaneler, dokunulmazlıklar, tabular ve nostaljiyalar ekseninde "öteki" nefretini üretiyorlar.
Ve al birini vur ötekine, farklı hedef gütseler de totaliter özde birleştikleri içindir ki, her ikisi de zaten kendi konteksinden soyutladıkları maziyi bir bütün olarak çarpıtıyorlar.
* * *
OYSA hayır, bin defa hayır, ne Cumhuriyet, ne de Mustafa Kemal Batı düşmanıydı! Tam tersine, her ikisi de fikriyatta Batı düşüncesinin ürünü olarak ortaya çıktılar.
Siyasette ise aynı Batı tercihinin izdüşümünü yansıttılar. Bunu daima idame ettirdiler.
Daha ilk andan itibaren "Garp rotası" çizmiş olan Tanzimat ve Meşrutiyet atılımlarının mirasçısı durumundaki o Cumhuriyet ve o Atatürk yoksa "Doğucu" muydu?
"Muassır medeniyet" derken Çin, Maçin, Patagonya falan mı kastedilmişti?
Ama biliyorum, şimdi "keskin" (!) bir edáyla derhal denilecektir ki, "fakat Kurtuluş Savaşı’nı Batı emperyalizmine karşı vermiştik".
* * *
EEE? Sonra? Bir hasımla mücadele etmek onu ebediyen reddetmek mi oluyor?
Eğer bu kural tarihi geçerlilik taşısaydı yeryüzünde ortak hiçbir şey bulamazdık.
Kaldı ki, Kurtuluş Savaşı’nı o Batı emperyalizminin "b-i-r" cihetine karşı vermiştik.
Ne çabuk unutuyoruz, çünkü aynı emperyalizmin diğer safında yer alarak yenilmiştik.
Zaten söz konusu Batı kendi bünyesinde ayrıştığı içindir ki, Mustafa Kemal İttihatçı maceraperestlerin "batıdaki Doğu" olan Almanya dayatmasına daha ilk anda karşı çıkmıştı.
Harp kapıya dayandığı takdirde "batıdaki Batı" olan İtiláf devletlerini seçmişti.
Yani, otoritarizm ve militarizmle özdeşleyen Prusya’ya karşı demokrasiyi seçmişti.
* * *
NİTEKİM, Kuvvai Milliye sırasındaki Fransa ve İtalya uzlaşmasıyla; İzmir İktisat Kongresi’ndeki serbest piyasa nutkuyla; Terakkiperver ve Serbest fırka deneyleriyle; Cemiyet-i Akvam başvurusuyla; Nazizmden kaçan Musevilerin kadrolaşmasıyla ve Mihver’e karşı da Balkan Paktı’yla, aynı Cumhuriyet ve aynı Atatürk içeride ve dışarıda daima "Batı’ya gitti".
Üstelik, yukarıda dediğim gibi o "Batı’nın da batısı"na gitti ki, geçmişte "demokrasi cephesi" diye tanımlanan bu tercih günümüzde aşağı yukarı AB değerlerine tekabül ediyor.
Dolayısıyla, Cumhuriyet "cumhuriyetçilik"le; Kemal de "Kemalizm"le sıvanmaz.
"Sofu"su ve "laik"iyle, zıt kutupta ikiz kardeş olan "azılı azınlıklar"ın şu meydanda ve bu avluda taşıdıkları pankart, attıkları slogan, getirdikleri tekbir tahrifatı "gerçek" kılmaz.
Tabii, tarihteki o gerçeği aramak ve bunu önyargısız değerlendirmek azmindeyseniz!
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2007
ZIRDELİ fanatik olanlarını hariç tutarsak, dünya sathındaki siyasi İslam, genel Müslüman uygarlığın tarihi kahramanlarını sahiplenir. En ılımlısından en aşırısına skala skala, bu eğilimin mensupları örneğin bir İbn Rüşd’ü, bir İbn Arabi’yi yahut bir İbn Haldun’u da baş tácı ederler.
İftihar vesilesi addederler ve sancak simgeselliğiyle donatırlar.
* * *
OYSA aslına bakarsanız, çağımızda genel olarak "fundamentalizm" veya "köktencilik" diye tanımlanan bu akımın yukarıdaki "devler"le hiçbir ilgisi yoktur. Olamaz.
Aksine, bunlar birbirleriyle yüz seksen derece çelişirler.
Şöyle bir kıyaslayın, Batı düşüncesinin nüvesini oluşturan Kadim Yunan felsefesinden esinlenip kendi dönemlerinde hümanizmanın, mantıkçılığın, sorgulamacılığın, háttá sekülarizmin öncülüğünü üstlenmiş "Müslüman altınçağ" dáhileri kim, şimdinin "siyasi İslamcılar"ı kim?
Birincilerin tam tersini vaaz eden ve de üstelik bunu 21. yüzyılda uygulamaya çalışan bugünün softa ve sofu ikincileri, nasıl olur da böylesine zıt şahsiyetleri bayrak edinebilirler?
* * *
ŞUNDAN dolayı edinebilirler ki, burada tek bir ortak payda vardır: İslam kelimesi!
Çünkü, tabii ki şüphe yok, o Rüşd’ler, o Arábi’ler,o Haldun’lar, o Harezmi’ler vs. tarihi açıdan ve bir bütün olarak Müslüman uygarlık çerçevesinde algılanıyorlar.
Eh, siz de bugün aynı "Müslüman" sözcüğünden yola çıkarak siyaset teori ve pratiğine soyunduğunuza göre, söz konusu uygarlığının "idol"lerini, "kahramanlar"ını, "dáhi"lerini birer araç olarak kullanabilirsiniz.
Bilhassa da, bir "devr-i saadet" nostaljiyası üretir ve bunu efsaneleştirirsiniz.
* * *
EVET evet, geçmişe dair hayali bir nostaljiya üretir ve de bunu efsaneleştiririrsiniz.
Zira biliyorsunuzdur ki, ezici çoğunluk hiçbir zaman "işin derini"ne vakıf değildir!
Örneğin, aynı ezici çoğunluk ne o Rüşd’ün Gazali dogmatizmine cevap verdiği "Teháfüt-ül Teháfüt" polemiğindeki boyuttan; ne bizzat Gazali’nin daha sonra kendi dogmatizmi hakkında düştüğü şüpheden haberdardır.
Dolayısıyla, siz şimdi fikir de, zikir de tam zıt kutbu hedefliyor olsanız bile, genel bir sloganlanlaştırma ve "pathoslaştırma" ekseninde pekálá, karman çorman ettiğiniz bütün şahsiyet, dönem ve düşünceleri "araçlaştırabilirsiniz".
Ve bunu gerçekleştirirken de bilhassa ve bilhassa, bugüne ilişkin hoşnutsuzluğu ve insan benliğinde mevcut "öteki" korkusunu kıyasıya kamçılarsınız.
Hoşnutsuzluğu isyankárlığa ve korkuyu nefrete dönüştürmek kartını oynarsınız.
Nihayetinde de, Nil deltasında Kıpti Hıristiyan katleden Mısırlı fellahlardan, metroda "desperados" intihar saldırısı düzenleyen Londralı Müslümanlara, "adam devşirirsiniz".
İkisinin arasındaki çok geniş yelpazede ise "siyasi İslam"ı kitleselleştirirsiniz.
Bütün bunlar tabii ki işin "dini" veçheli versiyonunu oluşturuyor.
* * *
ANCAAK, işin bir de "laik" versiyonu var!
Yukarıdaki yöntem tıpı tıpına aynıdır. Zerre kadar farklılığı yoktur.
Yani, şimdiki taleplerin tamamen zıt kutbunda yer almasına rağmen tahrif edilen bir geçmiş dönemi ve şahsiyetleri sahiplenmek; bunlardan nostaljiya ve efsane üretmek; bugünün hoşnutsuzluğunu isyankárlığa ve "öteki" korkusunu da nefrete dönüştürmek çabaları aynen geçerlidir ki, bunun "flaş sahneleri"ni de cumartesi günkü Tandoğan mitinginde gördük.
İkinci tahrifatı oluşturan bu konuyu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2007
Tekrar kırmızı ışık yandığında artık tam yanındaydım.<br>Bu son şansımdır, kaçmaz. Kaçırılamaz. Kaçırma hakkım yok!<br>Anladınız, üç pazardır sürdürdüğüm hikáyenin sonuna geliyorum. Evet, hani şu Dimitri Şostakoviç’in Opüs 93, mi minör 10. Senfonisi’ni direksiyon başında dinlerken kendimi şef yerine koyup hayali bir orkestraya komut işaretleri veriyordum ve bunu bitişik otomobilden fark edip bana işitemediğim bir şeyler söylemiş olan hoş kadını trafiğin hercümercinde kaybetmiştim ya, işte şimdi yeniden onun yanındaki şeritteyim.
Üstelik, ikimiz de ışığın birinci hattında olduğumuz için bir sonraki işarete kadar şimdi önümüz serbest.
Eğildim ve zaten açık sağ camdan, ’Söylediğinizi işitemedim, lütfen bir daha tekrarlar mısınız’ diye seslendim.
Gülerek, ’Kabul, hiç fena değil ama yine de itiraf edin ki Stravinski’nin eline su dökemez’ demez mi!
Buyrun bakalım! Buyrun bakalım ve de derhal otomobilden fırlayıp, iki kaporta arasındaki asfalt boşluğa diz çökerek hoş kadına şakkadak ilán-ı aşk etmeyin? Çünkü düşünün ki o İgor Stravinski yirminci yüzyıl musikisinde tapındığım iláhtır. Kulak terbiyemi onun ihtilálci kıldığı tınılarına borçluyum.
Ve, otomobil komşum ona methiye düzüyor.
İnkár edecek değilim, bütün ’yırtıklığıma’ rağmen bir an elim ayağım dolaştı. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Bocaladım. Tereddütlere düştüm.
Oysa, hemen bir şeyler bul be adam, işte birkaç saniye sonra ışık yeşile dönecek.
Buldum, buldum.
AYİNE DEVAM
Daha önce söylediğim gibi hava pırıl pırıldı ya, o an tek cümleyle ’áyine nerede devam edelim’ dedim.
Stravinski’ye atıfta bulunduğuna göre benim kastettiğim şeyi anlamaması imkansız.
Çünkü ’áyin’ kelimesiyle tabii ki dáhi bestecinin ’Bahar Áyini’ni çağrıştırıyorum.
Nitekim o da otomobilin camından bana doğru eğildi ve ’Buzları çözülen Volga’nın kıyısında’ cevabını verdi.
Yani, kompozitörün partisyona dökmüş olduğu Rusyalar mevsiminde demek istiyor.
Sonra ışık birden yeşile döndü; buna bana tekrar bakmadan ani vites değiştirdi ve şimdi önümüz boş, çabucak bir, iki, üç, hızla, büyük bir hızla gidiyor.
Sanki yangından mal, daha doğrusu ’Bahar Áyini’nden nota kaçırıyor.
Sadecene, dikiz aynasından arkaya çabucak göz attığını fark ettim. Peşini bırakmam. Bırakamam.
Şu pagan bale süvitinin step sonsuzluğunda sahnelediği ’kaçırma oyunu’nu şu şehir cangılının kaos bulvarında tekrarlayamassam bana yuh, yuhlar olsun.
Direksiyon başındayken Dimitri Şostakoviç’e İgor Stravinski’yle meydan okuyacak hoş kadınlar dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir trafiğinde mostralık niyetine sergilenmiyor.
Böylesine ’talih kuşları’ Nimet Abla gişesinde bile insanın başına konmuyor.
Ben de gazladım.
Daha doğrusu, hayáli orkestrama en hızlı ’vivace’; daha ötesi, ’molto vivace’ temposuyla davranmasını işaretini verdim.
IŞIKTA YAKALADIM
Tabii ki yakaladım.
Yakaladım da, deminden beri gıdım gıdım ilerleyen mübarek trafik şimdi aniden açılmış ki, sanki feráh fezá otoyoldaymış gibiyiz. Hızla gitmeyi sürdürüyoruz.
Hoş kadının hizasına geldim ve aynı süratte seyretmeye başladım.
Bıyık altından hafifçe gülümsediğini sezinliyorum ama, pür dikkat direksiyon kullanırmış gibi yapıyor ve hiç benden tarafa bakmıyor.
Öyle akordu bozuk obuaymış gibi korna çalmak yahut önüne geçip kasten frene basmak gibi küçüklüklere de ben tenezzül etmem. Nasılsa bir yerde yeniden kırmızı ışığa geleceğiz.
Zaten de işte geldik.
Geldik ve fırladım. Motor çalışıyor, kapıyı açıp fırladım.
Eğer ışık tekrar yeşile dönerse, şu an arkamda birikmekte olanlar isterlerse beni oracıkta kıtır kıtır kessin zerre umurumda değil, hızla dışarı çıktım ve hoş kadının şimdi kapatılmış olan sol camını tıkladım.
Şaşırmışmış gibi yapsa da, aslında bunu beklediğini anlamayacak kadar toy değilim.
Hafiften gülümseyerek indirdi.
O an, otomobilin içinde kendisinin de Stravinski dinlemekte olduğunu işitim. Ve, hoş kadına bir şey söyleyerek cüzdanımdan çıkarttığım kartviziti verdim. O kadar.
Gerisin geri arabama bindim ve oğlumla buluşacağım yere doğru döndüm.
Lüften mahremime karışmayın ve hoş kadına ne söylemiş olduğumu, sonra da onu tekrar görüp görmediğimi sormayın. Sizi ilgilendirmez.
Ama eğer pek, pek merak kumkumasızyasız, o halde İgor Stravinski’nin başka bir bale süitini, ’Perinin Öpücüğü’nü en civcivli trafik sıkışıklığında dinleyin.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2007
ŞİMDİYE dek cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda tek, ama tek bir satır yazmadım. Sadecene ’Hürriyet’in internet sayfasındaki sondajı cevaplandırdım ki, orada da ’Erdoğan adaylığını koyacak mı, koymayacak mı’ sorusuna ’hayır’ yanıtını verdim.
Ve şimdi kendi kendime soruyorum: Bu cevap bilinçaltımdaki dileği mi yansıtıyordu?
Yani, ’aday olmayacak’ demekle aslında o tahminin gerçekleşmesini mi istiyorum?
* * *
BİLMİYORUM. Evet evet, yemin ediyorum ki bilmiyorum. Hálá net bir fikrim yok!
Zaten açıkçası, Çankaya’ya kim çıkacak diye de içim içimi yemiyor. Heyecan duymuyorum. Benim ufkum Ankara bozkırıyla sınırlı değil ki, bunu büyük dert edineceğim.
’Ali’ de olsa, ’Veli’ de olsa ne dünyanın, ne Türkiye’nin sonu gelecek.
Kaldı ki, o Türkiye başkanlık veya yarı - başkanlık sistemiyle yönetilmiyor.
Bu ülkede ’nihai çark’ı daima hükümetle döndü, dönüyor ve dönecek ki, nokta!
* * *
ÖTE yandan, AKP liderinin adaylığını kastederek ’Ali’ye alışamayız’ diye feryát figán edenlere de metelik vermiyorum. Meraklanmayın, alışırlar! Bal gibi alışırlar! Aynı yaygarayı Turgut Özal için de kopartmışlardı da, sonrasını biliyoruz. Zaten insaf eyleyin, geçmişte, háşá huzurdan lákabı herkesçe malûm bir Cevdet Sunay’a bile alıştıktan sonra, her hangi bir ’x’nin veya ’y’nin láfı mı olurmuş?
Dolayısıyla da, sanki ülke batıyormuşçasına piyasaya sürülen ’tehlikenin farkında mısınız’ sloganlarına; sanki 1923’te kurulmuş devlet yıkılıyormuşçasına düzenlenen ’cumhuriyetçi yürüyüşlere’; sanki rejim militarizmle özdeşleşiyormuşçasına fışfıklanan ’ordu göreve’ provokasyonlarını ciddiye almıyorum. Cirmi kadar yer yakarlar.
Eğer paşa gönlü öyle çekiyor ve demokratik mekanizmayla uyuşuyorsa ’Ali’; yani burada kastettiğim Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olur ve de kimsenin gıkı çıkamaz.
* * *
TAMAM da, tabii ki çocuk değilim ve gerek Türkiye’nin, gerekse Erdoğan’ın ’nev-i şahsına münhasır’ kimliklerinden dolayı işin yukarıdaki kadar kolay olmadığını biliyorum.
Ülkemize ilişkin birinci özellik konusunda ayrıntıya girmeyeceğim. Eğer o ülke ki bir bütün olarak genelkurmay başkanının basın toplantısına ve onun iki dudağı arasından çıkacak sözlere kilitleniyor, yorumu ortadadır.
Demokrasi vardır ama eh işte, söz konusu demokraside de ’özel’ bir şey vardır.
* * *
AKP liderinin yukarıdaki ’münhasırlık’ı; yani gelmiş geçmiş cumhurbaşkanlarına olan farklılığı ise kendisinin sırtına yapışmış olan ’siyasi İslam’ etiketinden kaynaklanıyor.
’Sırtına yapışmış’ ifadesini kasten kullandım. Zira aslında ne Başbakan, ne de partisi ’siyasi İslam’ı temsil ediyorlar. Böyle bir ideolojiyi sahiplenmiyorlar. Ama doğru, Erdoğan ve AKP belki ’Müslüman hassasiyetten’ diye tanımlanabilirler
Ancak her ikisi de evrensel demokrasi kıstaslarına ve siyaset terminolojisine göre ’seküler muhafazakár’ kategoriye giriyorlar. ’Dinci’ değil, olsa olsa dindar sayılabilirler.
Dolayısıyla, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması durumunda sanılmasın ki hiç olmassa ’Şeriat’ın ’ş’si öncekinden daha vurgulu teláffuz edilebilecek.
Hayır, çünkü ne kendisi, ne de partisi böyle bir hedef ve proje güdüyorlar!
* * *
PEKİ, eğer gerçekten içimde varsa, ’Hürriyet’in sondajına vermiş olduğum ’hayır, Erdoğan aday olmayacak’ cevabımdaki bilinçaltı dilek nereden kaynaklanıyor? Çok muhtemelen ’kozmetik’ dediğimiz ’dış şeylerden’ kaynaklanıyor ve kaynaklanabilir ki, bunu salı günkü yazımda daha derinlemesine açacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2007
EVET evet, Taksim Meydanı’ndaki Atatürk Kültür Merkezi yıkılmalıdır!<br><br>Çünkü, o meydan İstanbul’un, dolayısıyla da Türkiye’nin ne denli kalbiyse, iki gündür haykırdığım gibi, gudûbet AKM de "kültür"ün (!) kalbine saplanmış paslı bir kamadır. Haydi buldozerler, haydi grayderler, haydi ekstravatörler, betonu yerle bir edin!
Ancaak!
* * *
ANCAĞI şu ki, mutlaka aynı yere ve de mutlaka yeni merkez inşa edilmelidir.
Başka bir yere ve başka bir şey değil! Buna ilişkin olarak da kesin güvence gereklidir.
Aksi takdirde, yıkımda "ideolojik kılıf" arayanlar gerçekten haklı konuma geçerler.
Zaten böyle bir ihtimal karşısında derhal aynı safta yer alacak olan bu satırlar yazarı da, "kılına dokundurtmayız" kampanyasına can-ı gönülden katılacaktır.
* * *
İKİ; mevcut yapının tek bir kiremiti ve tek bir tuğlası yerinden oynamadan evvel yenisinin de her şeyi hazır olmalıdır. Yıkımdan önce yapım çerçevesi alestáya geçirilmelidir.
Ve tabii ki buna en başta finansman kaynağını ve inşa süresini katıyorum.
"Boz da, istim arkadan gelir" mantığına karnımız tok! O "arkası" hiç gelmeyebilir.
Yahut gelir ama, gider eteri, gelir beteri misáli gelir ve AKM’yi bile projektörle aratır.
Dolayısıyla, yağma yok, yenisi belirlenmeden eskisi yıkılamaz ve yıkılmamalıdır.
* * *
PEKİ de, aynı yere inşa edilecek aynı kültür mekánı nasıl olmalıdır?
Açıkçası, bilmiyorum! Evet evet, bilmiyorum. Zaten şu anda da bilmem gerekmiyor.
Daha doğrusu, ancak ana hatlarıyla tahayyül ediyorum.
Yani, tabii ki operası da dahil olmak üzere, sergileri, oditoryumları, atelyeleriyle falan "kültür" denilen olgunun tüm altyapısını kapsamalıdır ama, gerisi benim işim değil!
Kılı kırk yararak yukarıdaki "sipariş defteri"ni veririm ve sonrasını beklerim!
Beklerim ki, kim, nasıl ve hangi tekliflerle gelecektir.
Malûm, buna genel olarak ihále; mimari dilinde ise "proje yarışması" deniliyor.
* * *
EVET, Taksim’e inşa edilecek yeni merkez için hemen ve derhal yarışma açılmalıdır.
Üstelik de uluslararası nitelikte ve dünya çapında bir proje yarışması açılmalıdır!
Yerli - yabancı, planına güvenen ne kadar "sı-ra-dan-üs-tü" mimar varsa, şartlarımı içermesi kaydıyla, yine "sı-ra-dan-üs-tü" teklifleriyle gelsin. Buyursunlar. Bir göreyim.
Göreyim ve de zaten işte tam orada ben tekrar devreye gireceğim.
Çünkü projeyi ben seçeceğim, kararı ben vereceğim ve de papeli ben bastıracağım.
* * *
AMA evet, bin defa evet, bana sunulacak projeler tabii ki "sıradanüstü" olmalı!
Kimse vasatla ve harcıálemle karşıma çıkmasın! Aydinger kağıdı oracıkta yırtarım.
Bu şehir sıradan mıdır ki ben onun "kültür" merkezine vasatı láyık göreceğim?
Hadi Paris’in Beaubourg yahut Tokyo’nun Edo merkezlerindeki olağanüstü mimariyi o kentlerin şöhretinden dolayı zaten doğal karşılıyoruz diyelim ama, şu şehr-i Stambul kıytırık Bilboa’nın o harikuláde Guggenheim’ine bile utana sıkıla mı bakacaktır?
Artı, yok Osmanlı çağrışımı, yok Bizans esinlenmesi, yok İslam motifi falan, öyle yerellik merellik de istemez. Çirkin gibi güzel de her yerde güzeldir ve evrenseldir.
Dolayısıyla, adı üstünde "kültür", mimar, bize en öncü ve en görkemli estetikler çiz!
Sen tam AKM’nin yerine çiz ve de mühendis tam oraya inşa etsin ki, sahnesinde operanın, salonunda müziğin, sergisinde resmin, yani sanatın yakamozları pırıldasın.
Ve, evrensel şehrin evrensel kültürü evrensel mimariyle, hakettiği en zirveye çıksın!
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2007
AKLI sıra ’cumhuriyetçilik’e toz kondurmayacak ya, vasat bagetinin kıymeti eh işte kamıştan menkûl bir orkestra şefimiz, ’devrim vidası sıkmak gerekiyor’ buyurmuştu. Sonra, zahir ’üstád’ından feyz ve de gaz almıştı ki, yine körler diyarında şaşı sultan diğer bir batı müziği ’besteci’miz, alaturka musikiyi ’meyhane edebiyatı’ diye tanımlamıştı.
O klasik müziği ’meloman’ deliliğinde sevmesine rağmen bu satırlar yazarı da, her iki hazrete, hangisi olursa olsun, tınıların ideolojik zapturapta alınamayacağını haykırmıştı.
* * *
ANCAK, ’AKM yıkılsın mı, yıkılmasın mı’ tartışması gerçeği tekrar orta koyuyor.
Yani, Türkiye’de ’kültür ve sanat sorunları’na illá ve illá yukarıdaki ideolojik at gözlükleriyle bakmak ahmaklığı, aptallığı, fanatikliği, partizanlığı hálá sürüyor.
’Hayır, bina dursun’ mu diyorsunuz, ilericiliğe, laikliğe, Atatürkçülüğe terfi ettiniz.
Yook, eğer benim gibi Taksim’deki çirkinlik ábidesinin beline kazma vurulmasını mı istiyorsunuz, o halde ’gerici’, ’şeriatçı’, ’iktidar yalakası’ damgasını yediğinizin resmidir.
Nitekim, elektronik posta kutuma yağan çağrılarda, klasik müzik severlerin 14 Nisan’daki ’Cumhuriyetçilik’ yürüşüyüşe katılması isteniyor. İstimlák ancak bu sayede önlenirmiş.
Breh, breh, breh, kafamı kör testereyle kesseler katılmayacağıma göre, demek şimdi ben siyasi bab’da ’hanedancı’, nota bab’ında ise ’dümbelekçi’ kategoriye girmiş oluyorum.
* * *
ÖNCE, aslını inkár eden námerdlerden değilim. Yani, eğer bugün klasik Batı müziği tutkunuysam, buradaki kulak disiplinimi tabii ki genel ’Cumhuriyet kültürü’ne borçluyum.
İstanbul İl Radyosu’nun senfoni dalgalarını ve iki haftada bir naklen yayınlanan pazar konserlerini dinlediğim içindir ki, o kulağım terbiye oldu. Gustom yontuldu ve inceldi.
Üstelik, yukarıdaki ’terbiye süreci’ne, daha sonra ancak iç güveysinden hallice birer ’vasat’ olduklarını keşfetsem dahi, ’Türk Beşleri’ denilen kompozitörleri de katıyorum.
Haram süt emmedim, yumurtadan çıkıp da kabuğunu beğenmeyen civcim olamam.
* * *
FAKAT, ben nasıl kültürel evrimi sonsuz doğal addediyorsam, Batı güzel sanatlarını Türkiye’de Cumhuriyet’le başlatan ve özdeşleştiren fanatikler de artık hizáya gelsin!
Dogmatizmi, militanlığı, şablonculuğu, bilhassa da cahilliği bıraksın!
Çünkü, özellikle o Batı musikisi bizim ülkemize 1923’den çok, çok önce girmişti.
Hadi ’Dar-ül Bedai’yi, ’Sanai-i Nefise’yi, ’Dar-ül Elhan’ı falan geçeyim ama insaf, birader Donizetti yönetimindeki ’Mızıka-ı Hümayûn kemanları tá 1827’de akord edilmiştir.
İmparatorluk nihayete erdiğinde bu kurum haniyse bir asırdır öğrenci yetiştiriyordu.
Artı, kimse gökten zembille inmez, Cumhuriyet’e ’medar-ı iftihar’ sayılan yukarıdaki ’Türk Beşleri’ dahi ilk ve esas formasyonlarını son Osmanlı döneminde edinmişlerdi.
* * *
O halde, klasik Batı müziği kültürünün oluşumunda Cumhuriyet’i ’milád’ addeden ve onun bir ’yok’tan bir ’var’ yarattığını öne süren tez baştan sona kadar safsatadır.
Tıpkı, mimari ve estetik açıdan Taksim Meydanı’nı kirleten şu gudubet AKM’nin yıkımını istemenin, gizli yahut açık bir ’anti - cumhuriyetçilik’ (!) olduğu iftirası gibi!
Kaldı ki, mübarek bina bir heykel, bir mezar, bir marş falan da değil ki ’cumhuriyetçi simge’ yerine konsun. O çimento yığınına bu misyonu kim, hangi seláhiyetle bahşetmişmiş?
Sakın, ’devrim vidası sıkmalı’ komutu veren ama asli işi olan müzik şefliğinde hiçbir evrensel orkestraya baget komutu veremeyen şu ’vasatlık zaptiyesi’ ideoloji olmasın?
Elimle koymuş gibi biliyorum ki, evet o! Betonu sıradanlık jandarmaları simge kılıyor.
Aynı AKM’nin aynı vasatlığı nasıl aşması; yani, yıkıldıktan sonra mutlaka yine oraya ve mutlaka yine o sıfatla nasıl inşa edilmesi gerektiği konusunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku