Hadi Uluengin

Desibel kıvamı

16 Mayıs 2007
KÖROĞLU "delik demir icád oldu, mertlik bozuldu" der ya, işte ben de hiç tereddütsüz "hoparlör çıktı, ezán bozuldu" diyeceğim. Zaten, günde beş defa şerefe merdiveni tırmanmaya üşenen imam efendiler amplifikatörü kasten sonuna kadar açıp o sıtma görmemiş sesle "yayın"a (!) başlamıyorlar mı, ben de anında Tophaneli lûgatimin bütün sayfalarını açmaya başlıyorum.

Háşa, günáha falan da girmiyorum.

Girmiyorum, zira Hazreti Bilál Müslümanları Mescid-i Nebi’de namaza çağırırken şu kadar bin vat kullanmamıştı. Kuran’da da, hadiste de, tefsirde de desibele dair tek cüz yoktur.

Sonra, kendi hesabıma, Yahya Kemal’in "Emr-i bülendsin ey ezán-ı Muhamedi / Káfi değil sadána cihán-ı Muhammedi" beytini öylesine sonsuz severim ki!

Ama ben o ezán-ı Muhammedideki uhreviliği yalnız ve yalnız insan sesinde severim.

Dolayısıyla, madeni dünyeviliğin kulak terbiyeme, estetik kıstasıma ve özellikle de kamusal alanıma tecavüz ettiği konusunda zerre kadar tereddüt taşımam ve taşımıyorum.

***

KASTEN verdiğim yukarıdaki örneğe şimdilik mim koyalım, çünkü desibel skalasının "dindarlık tezahürü" (!) addedilmesi ne düne, ne de AKP iktidarına uzanıyor.

Bu uygulama tá atmışlı yıllarda ve ilk "teknolojik devrim"le başlamıştı.

Ve öte yandan, ezánın kulak zarı tırmalayan hoparlörlerde okunmasını ne kadar tecávüzkár addediyorsam, diskoteklerin, lokallerin, gece kulüplerinin, hatta kafelerin dahi yine kamusal alanı taciz eden "ses iğfali"ni de en az o kadar tecavüzkár addediyorum.

İsterse oralardaki gibi merkep anırtısı değil de Dede Efendi semáisi yahut Schubert konçertosu olsun, tatil beldeleri dahil, kimseye şu veya bu "müzik" (!) zorla dinletilemez.

Özel hayat dışına taşan dünyevi bir eğlencenin dışavurumu kamuya empoze edilemez.

Ve sonsuz defa daha önemlisi, böyle bir rezalet "laiklik" (!) adına savunulamaz!

Ama Türkiye’de olan budur ve Ece Temelkuran’ın İzmir protestocularını tanımlarken kullandığı harikuláde deyimle de, "hayat kıvamı"nın kaçması buradan kaynaklanmaktadır.

Her şeyi, birinci örnekle ikinci örnek arasındaki çelişki belirlemektedir.

***

ÖYLE, çünkü nasıl ki ezán hoparlörü ne kadar çok ve ne kadar yoğun bağırtılıyorsa bu bir "imáni simge"; háttá, onu benimseyenler tarafından bir hayat tarzının dayatılması; daha háttá, bilinçaltında bir "intikam" olarak algılanıyorsa, tersi de aynen geçerlilik taşıyor.

Diskotek anırtısı, aslında bundan kendileri de rahatsızlık duysa bile, "laik" olduğunu öne süren bir kesim tarafından yukarıdakine zıt diğer hayat tarzının sembolü sayılıyor.

Bir "anti" denge, garanti ve yine bilinçaltında ve yine bir dayatma addediliyor.

Başka bir deyişle, "hayatın kıvamı", yukarıdaki örneklerini sayısızlaştırabileceğim bir didişme sürecinde, tarafların kamusal alanı fethetmek çabasından dolayı kaçıyor.

Zamana, mekána, konjonktüre, semte, sosyolojiye vs. göre, káh imani, káh da dünyevi oldukları varsayılan kodlar kendi tahakkümlerini kurmak ve ötekini dışlamak istiyor.

***

BUNLARI saptadım ama yine de çok iyi biliyorum ki, sonsuz çetrefillik arzeden "hayatın kıvamı"nı tutturmak, mayonez kıvamını tutturmak kadar kolay değildir ve olamaz.

Ancak yine de, hayali değil nesnel bir iyimserlik içinde olmamız gerekiyor.

Çünkü gerek diniliği, gerekse laikliğiyle Müslüman álemde başka örneği bulunmayan bir Türkiye’de o kıvamı korumak diğer bütün İslam ülkelerine oranla çok daha kolaydır.

Seküler ve sivil AKP gibi, İzmir’in yine sivil ve yine seküler tepkisi de buna delildir.

Yeter ki, "hayatın kıvamı"nı korumak için camii ve diskotek hoparlörlerini kapatmak konusunda uzlaşalım ve her halükárda da, o hayata desibel ölçeğiyle tarz dayatmayalım.
Yazının Devamını Oku

Hayat kıvamı

15 Mayıs 2007
KENDİSİNİ kıskandım desem yeridir, Ece Temelkuran son İzmir mitingini dünkü "Milliyet"te gerçekten harikuláde ve gerçekten fevkáláde iki kelimeyle özetlemişti. Hayatın kıvamı!

Nitekim, başlığı da ondan aşıremento ediyorum.

* * *

TEMELKURAN, nabız tutmak için katıldığı mitingde aşığıdaki sonuca varmıştı.

Kalabalık oraya şu veya bu somut bir öfkeyi dışavurmaktan ziyade, "hayat tarzı" dediğimiz o yekpáre şeyler bütününde "kıvamın kaçmış" olmasından dolayı toplanmıştır.

Yani, "muhafazakárlaşmaya hayatları daraltılan" insanlar "yeter yahu" demektedir.

Tabii ki öyle ve de zaten her şey burada odaklanıyor!

* * *

EVET evet burada odaklanıyor, çünkü bir; kürsüleri ele geçiren ve sloganları yönlendiren "azılı azınlıklar" aslında tabii ki "deryada damla" oluşturuyorlar.

Sayıları üfürsen uçacak kadar az olan ve siyasi lûgatte "ajitatör - propagandist" denilen bu fanatik ve partizan militanlar kitle psikolojisini kullanmaya çalışıyorlar.

Ancak, "kıvam meselesi" çözümlenmediği takdirde aynı kitlelerin onlara hibe ve hediye edilmesi rizikosu çok büyüktür ki, buna sonra değineceğim.

* * *

İKİ ve zaten hayati nokta bu, sırf İzmir kordonuna değil Tandoğan ve Çağlayan meydanlarına akan kalabalıkları da ezici çoğunluk olarak, aynı "kıvam meselesi" seferber etti.

Başka bir deyişle, son gösterilerin böylesine büyük ve farklı kitleler cezbetmesi, "Şeriat geliyor" ve "Cumhuriyet gidiyor" korkusundan kaynaklanmadı.

Çünkü, dini hassasiyetten ama kesinkes seküler ve cumhuriyetçi bir parti olan AKP ne laikliği, ne de rejimi hukuken zedeledi. Tersini söylemek dehşet bir iftiracılık anlamına gelir.

Zaten de, yukarıdaki "azılı azınlıklar" hariç Türkiye halkının yine ezici çoğunluğu böyle bir iftira atmıyor ve laik cumhuriyetin yasal varlığı konusunda tereddüde düşmüyor.

Fakat, yetmiyor ve yetemez!

* * *

YETEMEZ, çünkü hayat hiçbir zaman hukuki, adli ve zapti yörüngelere indirgenmez.

Hele hele, bireyin o hayatı yaşarken hissettiği "genel ortam" ve aynı "genel ortamı" referans alarak belirlemek zorunda kalacağı kendi hayat tarzı, asla ve asla indirgenemez.

Kağıt üzerindeki kanunlar ve karakoldaki yönetmelikler "kıvamı ayarlayamaz"!

Örneğin, resmen yasak değildir ama, bırakın uluorta cigara bile içilemeyen taşra kasabalarını, İstanbul’un pek çok semtinde dahi Ramazan günü açık meyhane bulamazsınız.

Tesadüfen buldunuz, içeri girip bir kadeh atmak cesaretini göstermek yürek ister.

Veya tersine, üniversitede tesettürlü giyim tercihi yapmış bir genç kız, kokteylin ve flörtün gırla gideceği bir fakülte partisine katılmakta ruhi ve insani tereddütlere düşer.

Göze alıp partiden içeri adım attı, dans etmediği, limonatayla yetindiği, bilhassa da bakışları üzerine topladığı için büyük rahatsızlık duyar.

Oysa, birincisi gibi ikincisi de laik tercihlerdir ve her halükárda, hukuki açığı yoktur.

* * *

İŞTE, laik ve cumhuriyetçi AKP iktidarının da böyle bir yasal açığı mevcut değildir.

Sanal asker muhtırası ve azılı azınlık yaygarası her türlü hukuki argüman yoksundur.

Ama, Ece Temelkuran’ın saptadığı gibi AKP’nin bir "hayat kıvamı" açığı vardır.

Zaten varolduğu içindir de, büyük kalabalıkları buluşturan tek ortak payda o "kıvamın kaçtığı" hükmüdür ki, bunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Oymakbaşı

13 Mayıs 2007
Şu postmodern zamanlarda, karşılık beklemeksizin ve sırf şan olsun diye her gün bir iyilik yapmak ahlákiyatçılığı ancak alaya alınacaktır. İsterdim ki, kuş beynimle geçmişte benim de alaya almak gafletine düşmüş olduğum o izci değerler yeniden zirveye çıksın!

O yıl ilkokul birinci sınıfı bitirdiğime göre tam sekiz yaşında olmalıydım, pırıl pırıl bir yaz başıydı ve ilk defa İstanbul dışına çıkıyordum.

İstanbul dışına derken de öyle uzağı, Kars’ı, Sıvas’ı veya Çin’i, Maçin’i kastetmiyorum.

İşte altı üstü, Koço Amca’larla beraber ve de iki familya olarak Yalova’ya gidiyoruz.

"Bahçe" tipi vapurlardan birinin kıç güvertesinde oturuyorduk ki, adalar açığına geldiğimizde, aşağıdan ulaşan şarkı sözlerini işittik: "Yollar uzun diken olsa da / Bastığın yer üzüntüyle dolsa da"

Nasıl bir mucize gerçekleşti bilmiyorum, ebeveynlerimiz, kimlerin ne söylediğine bakmamız için kısa bir süre yanlarından ayrılmamıza izin verdiler.

Ben, kardeşim ve Hristaki öteki tarafa geçtik ki, meğer izcilermiş!

İzcileri de ilk defa orada ve o zaman gördüm.

Yavrukurtları falan işitmiştim ama, etten ve kemikten; yani üniformadan, şapkadan, fulardan ve çakıdan oluşan cismaniliği ilk kez keşfediyordum.

Sırtçantalarını çımacı mahallinin oraya yerleştirmişler, sonradan "oymakbaşı" denildiğini öğreneceğim şef yönetiminde marşa devam ediyorlardı: "Haydi, haydi, haydi izci / Şarkı söyle neşelen."

LONDRA OYMAĞINDAKİ AŞK

Büyülendim desem yeridir. Dediğim gibi, üniforma, şapka, fular ve bilhassa da o çakı, hangi çocuk büyülenmez ki?

Artı, iyilik, yardımseverlik, hiyerarşi, macera, şarkı, açık hava, kim etkilenmez ki?

Nitekim Baden-Powell da bütün bu zaafları yönlendirerek izciliği icát etmedi mi?

Yalova termalinde kaldığımız o uzun hafta sonu üçümüzün de izcilik oynadığını, büyük ve kız olduğu için bizlere katılmayan Eleniçe Abla’ya ise kızdığımızı hatırlıyorum.

Sonra, çok istedim ama okulda ve civarda bulunmadığından, yavrukurt olamadım.

"İzcilik ruhunu" belki farklı boyutta yansıtan Jules Verne romanlarıyla yetindim.

Biraz daha sonra ise, zaten metazori bile oymağa gitmezdim.

Çünkü, inanılmaz bir burnu büyüklükle artık "Yollar diken olsa da / Bastığın yer üzüntüyle dolsa da" marşını yalnız "gülünç" (!), "naif" (!) ve "aptal" (!) diye alaya almakla kalmıyor, aynı zamanda da "Yolumuz devrim yolu / Gelin kardeşler gelin" diye yaygara kopartarak, dağda ve ormanda kurulabilecek yegáne kampın "gerilla kampı" olacağı konusunda ahkám kesiyordum.

İyi halt ediyordum!

Fakat yine de bilinçaltımın gizli derininden izciliğe karşı bir cazibe, en azından bir sempati duymayı sürdürdüm.

Bu, özellikle on sekiz yaşımda ve Batı Avrupa’ya ilk çıktığımda yeniden tezahür etti.

Yaşıtlarımla beraber olduğum ve dünyanın her ülkesinden gelen gençlerin bulunduğu çalışma kampında, akşamları gitar eşliğinde söylenen şarkıların önemli bir bölümü, iyililik, kardeşlik, yardımseverlik, tabiat aşkı gibi "izci ruhu" temasındaki değerleri işliyordu.

Artı, tabiatın ötesindeki diğer "aşk"ı da Baden-Powell’in anavatanından gelen ve bir Londra oymağında izci olan İngiliz kızda keşfettiğim zehabına kapıldım ki, o şarkıları el ele dinlerken romantikaların zirvesinde uçuyordum.

Kabul, aynı "izci ahlákı"ndan ötürü kız kaçamak öpücüklerin ötesine izin vermediği için yine aynı Baden-Powell’a beddua okuduğum oldu ama, bunu saymamak gerekir.

Daha sonra, çok daha sonra ve büyük bir hayretle keşfettim ki, aslında çocukluğumdan beri sonsuz bir hazla, muazzam bir hazla okuduğum çizgi roman kahramanı "Tenten" özünde, "a"dan "z"ye, onun yaratıcısı Belçikalı sihirbaz Georges Remi, nam-ı diğer Herge’nin bütün bir hayat boyunca yoğrulmuş olduğu "izci ruhiyatı"nı yansıtmaktadır.

Yani bu ruhiyat, "Tenten"in karakterini belirleyen o karşılık beklemeksizin ve "şan olsun" diye iyilik yapmak erdeminde, haniyse patetik bir boyut kazanıyor.

Evet evet, "Yollar uzun diken olsa da / Bastığı yer üzüntüyle dolsa da", "Tenten" veya başkası işte izci yürüyor.

Biliyorum, biliyorum, şimdi bana izciliğin modasının çoktan geçtiği ve tam yüzyıl önce İngiliz subay Robert Baden-Powell tarafından gençliği "doğru yola sevketmek" için kurulan "enternasyonal oymak"ın artık "demode" bile değil, "antika" durumuna düştüğü söylenecektir.

Şu postmodern zamanlarda, karşılık beklemeksizin ve sırf "şan olsun" diye her gün bir iyilik yapmak ahlákiyatçılığı ancak alaya alınacaktır.

Ben öyle düşünmüyorum!

İsterdim ki, kuş beynimle geçmişte benim de "alaya almak" gafletine düşmüş olduğum ve özünde belirli bir insani terbiye ve disiplin yansıtan o "izci değerler", aradan geçmiş olan bir asrın deneylerine göre tekrar şekillendirilse bile, yeniden zirveye çıksın!

Her gün karşılıksız bir iyilik yapmak mutlak hayat düsturuna dönüşsün!

Ve, "yollar uzun diken olsa da", izci insaniyetçiliğin izinde yürüsün!
Yazının Devamını Oku

Blair, sol ve de bizim ’sol’

12 Mayıs 2007
EH, demokrasi geleneğinden süzülen bir Büyük Britanya adası tabii ki Türkiye değil! Hele hele, ora madencilerinin ter, toz ve kazmayla kömüre işlemiş olduğu "proleter kültür", bizim Deniz Baykal veya Rahşan Ecevit’lerin "ömür boyu lider"; partilerinin ise kıymeti kendinden menkûl "sol" addedildiği fasulyeden bir sol hiç değil!

Dolayısıyla, işte Tony Blair daha önce vermiş olduğu söze sadık kaldı ve on yıllık bir süreden sonra İngiltere başbakanlığından istifa etti.

En azından, siyasi dürüstlüğünü selámlamak zorundayız.

* * *

ARDINDAN, dobraya dobra, bir çuval inciri berbat eden ve ne affedilecek, ne de hoşgörülecek bir yanı olan Irak maceraperestliğini "harici feláket" defterine yazdıktan sonra, "dahili bilançosu"nun "m-ü-k-e-m-m-e-l" olduğunu da söylemek zorundayız.

Öyle, çünkü İşçi Partisi lideri insanların daha refah içinde yaşadığı ve geleceğe daha güvenle baktığı bir Birleşik Krallık bırakarak görevden ayrıldı.

Doğru, aristokratik geleneklerine uzanan eşitsizlik skalası değişmedi. Háttá derinleşti.

Fakat, Blair döneminde "ortalama çıta" çok yükseldi. Haydi haydi yükseldi.

Başka bir deyişle, yoksulluğun seviyesi ve onun yoğunluğu en altlara çekildi.

Bugünün İngiltere’sinde zenginler yine zenginse de, on yıl önceyle kıyaslanırsa, zaten artık devede kulak kalan fakirler gerçek anlamda fakir de, fukara da, yoksul da değildirler!

* * *

EVET değildirler, zira açık rakamlar, net istatistikler, sarih bilançolar ortada, Tony Blair’le birlikte "Thatcher’lı yıllar"ın dayatmış olduğu sosyal marjinalleşme nihayete erdi.

İşsizlik sigortasından kreş arzına, siga siga, "ináyetli devlet" tekrar devreye girdi.

Ama ihtiyatlı adam, yukarıdaki "Demir Leydi"nin geçmiş tabuları kırmış olmasından yararlanan ve "sessiz ve derinden" gitmeyi tercih eden Londra lideri bu sıfatı ağzına almadı.

Dolayısıyla da Marksizan kesim tarafından daima "sağcılık"la suçlandı.

Oysa Blair pratikte, sosyal devletin düşkün yurttaşa kol kanat gerdiği politikalar üretti.

Bir anlamda, o Marksistlerin hep dil pelesengi ettiği "zenginliği paylaştırarak fakirliği yenmek"; yani özünde "fakirliği genelleştirmek" popülizmiyle köprüleri attı.

Genel ortalamayı artırarak yoksulu da zenginleştirmek siyasetini fiiliyata geçirdi.

Zaten de, kesintisiz yüzde 2,5 kalkınma hızıyla İngiltere bir Avrupa rekoruna imza attı.

Sanayi devriminden miras köhne ekonomiyi tümden yeniledi. Rekabet gücünü arttırdı.

İşte bu yüzden de, çok değil kısa bir süre öncesine dek "hasta Ada" diye anılan Büyük Britanya bugün bütün Yaşlı Kıta’nın hasetle baktığı bir "gürbüz Ada"ya dönüştü.

Yukarıdaki bilanço ise sırf Blair ve selefi durumundaki Hazine Bakanı Gordon Brown için değil, modern sosyal demokrasi ve sol açısından da bir "örnek zafer" oluşturuyor.

* * *

ANCAK burada hemen bir defa daha tekrarlayayım da yanlış anlamaya yol açmasın.

Yukarıdaki "sosyal demokrasi" ve "sol" deyimlerini evrensel anlamda kullanıyorum.

"Proletarya beşiği" İngiltere’nin şimdi de yapmakta olduğu öncülüğü kastediyorum.

Yani, Blair bilançosu örnek alınmalı derken, ne bileyim ben, hálá iki arada bir derede bocalayan ama yine de madenci kazmasının, işçi tornasının, köylü yabasının gerçek "sol" kültür ve geleneğinden inen Fransız Sosyalist Partisi türünden kurumları çağrıştırıyorum.

Yoksa, sözüm meclisten ve asker muhtırası vesayetli CHP veya DSP’den dışarı, onların "sosyal"le, "demokrasi"yle ve "sol"la uzak - yakın ilgisi olmayan fikrine ve zikrine "nasihat vermek" gibi gaflete düşerek nefes yoracağım sanılmasın. Háşa ve daha neler!
Yazının Devamını Oku

Soluna soğan

10 Mayıs 2007
CHP ve DSP birleşeceklermiş ama eh işte, vekil pazarlığında yine uyuşamıyorlarmış. Bana ne ve de uyuşurlar inşallah, amin!

* * *

EVET bana ne, zira beni hiç ilgilendirmiyor. Her iki partinin de "müşterisi" değilim.

Aklımı peynir ekmekle ve bilhassa da demokrasi, laiklik, çoğulculuk ve özgürlük kıstaslarımı zehir zakkum biberle yemedim.

Hele hele, eninde sonunda kültüründen ve terbiyesinden indiğim "s-o-l" kavramını bu denli ayağa düşürecek kadar cüceleşmedim. Küçülmedim. Ruhumu Deccál’e kaptırmadım.

Zaten beni çıldırtan şeyi de o CHP’ye ve o DSP’ye "sol" (!) denmesi oluşturuyor.

Cinlerim başıma üşüşüyor ve hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlayasım geliyor.

Fakat hayır, yukarıdaki iki partiyi de sağlam geleneklerden ve etik değerlerden süzülen "sağ" kategoriye sokacak değilim. Bu, o "sağ"a çok büyük hakaret ve haksızlık olur.

Bizimkiler, siyasi lûgati özümsemiş her yerde "aşırı sağ" diye tanımlanırlar ki, nokta!

* * *

ÖYLE, çünkü "sol" sözcüğünün bir "değerler manzumesi" olarak yukarıdaki lûgate girmesi Fransız Devrimi’ne ve özellikle de, 28 Ağustos 1789 tarihine uzanır.

Kurucu Meclis Versailles Sarayı’nın "Küçük Hazlar Salonu"nda toplandığında, Kral 16. Louis’in veto hakkını savunan üyeler oturum başkanı Mounier’in sağında; böyle bir ayrıcalığı reddederek kayıtsız şartsız millet hákimiyetini sahiplenenler ise solda oturmuşlardır.

İşte, "sağ" ve "sol" kavramlarının siyaset terminolojisinde ayrışması ve her iki kelimenin de simgesellik edinmesi burada başlar. Oradan da günümüze kadar uzanmıştır.

Ve tabii, döne dolaşa ve bilhassa ve bilhassa şu noktayı vurgulamak gerekiyor.

* * *

"SOL" daha o ilk andan; yani kurulu düzeni ve despotik rejimi temsil eden bir kralın veto hakkını reddettiği sáliseden itibaren "statüko karşıtı" kimlikle özdeşleşir.

Egemen yapıyla ve mevcut paradigmayla uzlaşmamanın sembolizmini yansıtır.

Başka bir deyişle, zamana ve mekána göre, "sol"un mayasında, kanında, genetiğinde; az veya çok; devrimci yahut evrimci, radikal ya da liberal, belirli bir "ásilik" mevcuttur.

"Anti konformizm" denilen türden bir "kalıp ötesi" dürtünün nüvelerini barındırır.

Artı, insaniyetçi hümanizm ve evrensel enternasyonalizm temalarını sahiplenir.

Doğrudur, yanlıştır tartışmasına girmiyorum ama, tá o 28 Ağustos 1789 tarihinden bugüne dek, yukarıdaki genel çerçeve daima ve daima "sol" kavramıyla bütünleşmiştir.

Háttá öyle ki, 1. Harp’in 2. Enternasyonal şovenistlerinden Bolşevik darbenin Lenin ve Stalin cánilerine, aynı "sol" adına dehşet gerçekleştirmiş olanlar bile en azından láfta ve zeváhiri kurtarmak için, yukarıdaki çerçeveye sadakát yemini etmek ihtiyacını hissetmişlerdir.

Yani, asgári bir utangaçlıkla, lûgatin aksini uluorta söylemeye cesaret edememişlerdir.

* * *

ŞİMDİ insaf, Baykal - Öymen rotalı CHP’nin zaten Recep Peker imzalı tek parti ideolojisini benimsesi bir yana, o CHP "láf"ta dahi herhangi bir utangaçlık hissetmiyor.

Geçtim "statüko karşıtı" kimliği; geçtim 1789’un "ási" ruhunu, tam aksine, açık açık ve feryád figán, kendisine o statükonun bekçiliğini vehmetmiş asker muhtırasını alkışlıyor.

Bırakın "Küçük Hazlar Salonu"unda kral vetosu reddetmeyi, "Büyük Şantajlar Kulisi"nde Anayasa Mahkemesi’ni "ters karar iç çatışmaya sürükler" diye tehdit ediyor.

DSP’si ise "misyoner faaliyetine ve yabancılara arsaya hayır" telinden çalıyor.

Ve en hazini de şu ki, siyaset kültür ve terminolojisinin yerleşiklik kazanmış olduğu her yerde derhal "aşırı sağ" diye tanımlanan bu söylemler Türkiye’de "sol" (!) addediliyor.

Eh ne diyeyim, birleşseler de, birleşmeseler de bunların "sol"una "s-o-ğ-a-n"!
Yazının Devamını Oku

Fransa seçimi ve Türkiye (II)

9 Mayıs 2007
HADİ bu defa kendimizi fasulye gibi nimetten saymamış olalım ve de şimdilik Türkiye’ye hiç değinmeden, son derece nesnel bir biçimde şu soruyu soralım: Yeni Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin genel bir Avrupa projesi var mı? Láfa bakarsanız, eh işte káğıt üzerinde var! * * *

ŞÖYLE ki, bir; Paris, Berlin, Londra, Roma, Madrid ve Varşova’dan oluşacak ve AB içinde "esas rolü" oynayacak bir "çekirdek AB"den söz ediyor. İki; Topluluk Anayasası’nın reddedilmesinden sonra, çok fazla derine inmeyen ve kurumları iç bünyede reforme etmeyi hedefleyen "light" bir değişim öneriyor.

Ve nihayet üç, ekonomide liberal ve siyasette Atlantikçi bir Avrupa Birliği’ni savunuyor gözükmesine rağmen, "Fransız hassasiyetli" (!) himayecilikten dem vuruyor. Bunlar çelişkilidir ve de olmayacak duaya amin demekten başka bir şey değildir.

* * *

ÖYLEDİR, çünkü hadi "çekirdek AB" hipotezinin zaten on beş yıldır tartışıldığı ve bunun da "küçük üyeler"i fena halde "işkillendirdiği" gerçeğini şimdilik bir yana bırakalım.

Tamam da, Sarkozy’nin "altı başkentli çelik Avrupa" retoriği, yine kendisinin dile getirdiği diğer iki öneriyle aslında tamamen zıtlaşıyor.

İnsaf, hem böylesine ciddi bir "çekici motor"dan söz edeceksiniz, hem de "gevşek" Avrupa için "light" ve kozmetik "düzeltmeler"le yetineceksiniz.

Hem iktisadi liberalizm ve siyasi Atlantikçilik isteyeceksiniz, hem de geçmişin de Gaulle’cü diskurunu sahiplenip "Fransız hassasiyetli" (!) bir korumacılık önereceksiniz.

Washington’a "yakınlık" konusunda bugünkü Almanya, İngiltere ve Polonya hükümetleriyle aynı çizgide olacağınızı varsayalım, peki de, söz konusu üç devletin ekonomik himayeciliği reddeden yaklaşımlar benimsemesini AB bünyesinde nasıl çözümleyeceksiniz?

Berlin Şansölyesi Merkel ve Londra lideri Blair’le "pro ABD" eksende buluşsanız dahi, "açık pazar" konusunda aynı Merkel’e; "çekirdek öncü" ve başta Türkiye olmak üzere de, genişleme konularında aynı Blair’e yüz seksen derece zıt düşmeyecek misiniz?

Dolayısıyla, tekrarlıyorum, popülist siyasetçi Nicolas Sarkozy, zaten Fransa seçim kampanyası sırasında diş kovuğuna kaçacak kadar bir yer tutmuş olan Avrupa perspektifinde de ufuktan yoksundur ve "fikirler"inin (!) pratiğe uygulanması hemen hemen imkánsızdır.

* * *

NİCOLAS Sarkozy’nin "Amerikancılık"ını; háttá, daha aday olmadan önce ve sırf cevaz alabilmek için resmen elini öpmeye gittiği; zaten de kendisini bizzat telefonla arayarak ilk tebrik eden ABD Başkanı’na endeksli "Bush’perestlik"ini yukarıda kasten vurguladım. Çünkü, Türkiye’nin de onun bu "zaaf"ını (!) gayet iyi kullanması gerekiyor.

Yani, geçmişte olur olmaz devreye sokulduğu için AB başkentlerinde tepki çeken o geleneksel "Amerikan kartı"nı, Ankara diplomasinin işte tam burada oynaması gerekiyor.

Maháret odur ki, tabii ki hem gerek diğer AB ülkeleri; gerekse, İlter Türkmen Usta’nın dün belirttiği gibi, Fransız iş çevreleri üzerinden de Sarkozy’nin "anti Türkiye" yaklaşımını "yontmaya" çalışacaksınız; hem de "sessiz ve derinden" bir biçimde "Sam Amca"ya, "senin şu Paris’teki yeni kopili biraz hizaya sok" diyeceksiniz.

* * *

TEKRARLIYORUM, ne AB, ne de Ankara şu an Fransa gündeminde öncelik taşıyor. Artı, Sarkozy’den sonra aynı Fransa genel seçime gidiyor ve çıkacak tablo bilinmiyor. Daha artı, Türkiye’ye gelene kadar Topluluk’un önünde dağ gibi sorunlar duruyor. Dolayısıyla, Paris’teki yeni "bodur başkan"ı şimdiden çok dert etmeyelim ve her halükárda da, Brüksel parkurunun o Paris’ten değil Ankara’dan başladığını asla unutmayalım.
Yazının Devamını Oku

Fransa seçimi ve Türkiye (I)

8 Mayıs 2007
HİÇ şüphe yok ki, Nicolas Sarkozy’nin önceki gün Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesi Türkiye açısından en kötü alternatifin gerçekleşmesi anlamına geldi. Zira, Elysee Sarayı’nın yeni kiracısı şimdiye dek kullandığı söylemi pratiğe geçirirse, iş, zaten hanidir limoni olan Paris - Ankara ilişkilerinin daha da gerginleşmesiyle kalmayacak.

Fransız liderin tutumu esas olarak Ankara - Brüksel platformunu etkileyecek.

Üyelik perspektifinin tümden suya düşmesi gibi bir kábus senaryosu gündeme gelecek.

O halde ilkin, şu an mevcut durumu ve yakın varsayımlarını inceleyelim.

* * *

SARKOZY daha cumhurbaşkanlığına göz koyduğu andan itibaren, hiç durmadan ve "Küçük Asya"da bulunduğu gerekçesiyle, Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını tekrarladı.

Háttá bunu kısmen seçim kampanyasına da taşımak istedi ama, rakipleri fazla bir polemiğe girmekten kaçındığı için tematik slogana dönüştüremedi.

Her halükárda, popülist belágát üzerine siyaset üreten Fransız politikacının bu yaklaşımını özel bir "Türk düşmanlığı"ndan ziyade, kendi "sağ"ından, bilhassa da Le Pen’in "Milli Cephesi"nden "oy çalmak" hesaplarıyla bütünleştirmek gerekiyor.

Başka bir deyişle, halk dalkavukçusu lider "derin Fransa"nın bir o kadar derin bilinçaltındaki köylü içgüdü ve korkuları "gıdıklayarak" seçmeni cezbetti.

* * *

ÜSTELİK, buradan yola çıkarak fazla iyimser bir tahminde bulunmak yanılgı içerir.

Yani, "canım işte seçim bitti, şimdi ’reelpolitik’ uzlaşmacılığa dönecektir" deyip, iktidara geldikten sonra Sarkozy’nin hemen tornistan edeceği öyle kolay kolay söylenemez.

Mümkündür ama en azından şu aşama böyle bir ihtimal daha uzak gözükmektedir.

Çünkü unutmayalım ki, aynı Sarkozy tüm kampanya boyunca "sözünün eri" (!) bir imaj yaratmak çabası içinde olmuş ve zaten de ciddi bir kesimi bunun için kazanmıştır.

Dolayısıyla, "kendisini bağladıktan" sonra çabucak geri çark etmesi basit iş değildir. Kaldı ki, her ne kadar Türkiye’nin adını teláffuz etmediyse de, "Sarko" námlı lider, cumhurbaşkanlığı kesinleşir kesinleşmez pazar gecesi yaptığı ilk konuşmada, yeni tür bir "Avrupa - Akdeniz işbirliği" kurmak istediğini özellikle vurguladı.

Daha önceki yaklaşımından yola çıkarak da burada, o Türkiye’yi işte bu "ikinci kümeye" dahil etmek istediği yorumu getirilebilir.

* * *

ÖTE yandan, Nicolas Sarkozy daha ilk tur arifesi Brüksel’e gönderdiği dış politika danışmanı aracılığıyla, Ankara’yla müzakerelerin kesilmesinden yana olduğunu bildirdi.

Bir anlamda, AB Komisyonu’nun "cevabi tutumu" konusunda sondaj gerçekleştirdi.

Ve, her ne kadar yukarıdaki "deccál açıklaması" ve "nabız yoklaması" aynı Komisyon tarafından "buz gibi" karşılandıysa da, şimdi o Komisyon’un koridorlarında, Fransa’nın müzakere dosyalarından birisinin açılması veya kapanması sırasında "oybirliği ilkesini" gündeme getirerek, üyelik müzakerelerini fiilen durduracağı rivayetleri dolaşıyor.

Artı, gerek altıgen ülkedeki Ermeni diasporasına verilmiş olan bol kese sözlerden; gerekse yeni hükümette içişleri bakanlığını üstlenmesi beklenen ve yine aynı kökeni taşıyan Patrik Deveciyan’ın Fransız liderle "sağ kol kader arkadaşı" olmasından ötürü, bu "Ermeni boyutu"nun da yabana atılmayacak bir unsur oluşturacağını hesaplamak gerekiyor.

* * *

İŞTE gördük, buraya kadarki tablo Ankara için hiç de iç açıcı bir manzara sunmuyor.

Sarkozy’nin Fransa cumhurbaşkanlığı Türkiye açısından "kábus" izlenimi yaratıyor.

Ama bütün bunlar madalyonun yalnız tek bir yüzünü yansıtıyor ki, diğer yüzünü yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Meşum cuma

6 Mayıs 2007
Hiç uyumadım. Üç tane hapa rağmen gözümü kırpmadım. Oğlanla da kavga ettim. Gecenin köründe geldi ve avaz avaz, berbat bir rock müzik dinlemeye başladı.

Üstelik, bir de kendi gitarıyla eşlik etmeye kalkıştı. Galiba da kafayı çekmişti.

Kalktım ve önce yavaş yollu, sesi kısmasını söyledim.

He dermiş gibi gözüktü ama, umursamadı.


Bu defa yataktan hışımla fırladım. Hem benimle aynı mekánı paylaştığını, hem de aşağıda ve yukarıda insanların oturduğunu tekrarladım.

Toplu iğne yere düşse zaten derhal süpürge sapıyla tavana vuran aşağıdaki o meymenetsiz herifin de kaç defa gece yarısı "yetti" diye kapıyı çaldığını hatırlattım.

"Baba, her şeyime karışıyorsun. Senin de, buranın da burjuva terbiyesinden bıktım" diye diklenince tepem tam attı.

"Senin proleter terbiyeni de, lumpen terbiyeni de sevsinler" diye verip veriştirdim.

Ekmek parasını kazanıp yalnız oturmaya başladığı zaman isterse bin desibellik hoparlörlerle ev duvarlarını titretebileceğini, fakat burada bana ve hayat tarzıma saygı duymak zorunda olduğunu söyledim.

Haniyse üzerine yürüyecektim.

CEHENNEM GİBİ GECE

Sonrası daha da berbat geçti! Cehennem gibi geçti!

Tek kelime yazamadım.

Bu kadar erken saatte açılmadığı için tabii ki kahveye bile gitmedim.

İki, üç, dört, bilgisayarın önünde kendi pişirdiklerimi içtim ama boş ekran bana, ben de boş ekrana bakıyoruz. Nefret ve kinle birbirimizi süzüyoruz.

Ellerim rezilce terledi, cigara pakedi bitti, gün doğdu ve ilerledi, hece çıkartamıyorum.

Belli, "beyaz sayfa sendromu" beni tımarhanelik edecek.

Durumu telefonla Ayşe’ye anlattım, Hüseyin’e de söylemesini ve bugünlük idare etmelerini rica ettim.

Melek kız "meraklanma" dediği an, tek bir hûzme ışık girmesin diye yatak odasının perdelerini seloteyple duvara yapıştırdıktan ve iki telefonu da devre dışı bıraktıktan sonra tekrar uyku hapı, yeniden zıbardım.

Bitkinlikten biraz içim geçmişti ki, ısrarla kapı zilinin çalındığını duydum.

Kalk ve bak ya, efendi oğlum! Üstelik de bitişikteki odasına seslendim. Ne gezer!

Hazret bütün gece fıçı fıçı devirdiği biraların mışıl uykusuna öyle bir dalmış ki, değil zilin veya babasının sesini duymak, kulağının dibinde top patlasa işitmeyecek.

Ben de kalkmadım. Kim geldiyse geldi ve de canı cehenneme!

Tekrar dalmışım.

EVDE AVARE

Saat kaça gelmişti bilmiyorum, canım oğlum, cancağızım oğlum kapıyı tıklatıp içeri girdi ve yatağın kenarına ilişip önce "Sana bir kahve yapayım mı" diye sordu.

Sonra da, "Dün gece için kusura bakma, asıl terbiyesizliği ben yaptım" dedi.

Öpüştük, koklaştık, konuştuk haniyse ağlaştık ve kalkmak istedim.

İlaçların etkisinden başım çok fena halde dönüyor, banyoya kadar zar zor gidebildim.

Oradaki radyoyu bu defa ben rock istasyona çevirdim ve uzun, çok uzun müddet duşun altında kaldım.

Çıktığımda, deminki bütün günáh çıkartmalarına rağmen oğlan yine selamsız sabahsız sırra kadem basmıştı.

Derhal, yemeğe ayartabilmek için hanidir uğraştığım ve nihayet buna razı edebildiğim bir kadına telefon açıp, buluşmayı bir başka defaya ertelememizi istedim.

"Çocuk oyuncağı mıyım" türünden bir cevapla ahizeyi suratıma kapadı.

N’apim, onun da canı cehenneme ve piç olmuş bir günün akşamına da böyle girdim.

İki lokma bir şey yedim ve öyle, evin içinde avare avare dolandım.

Biraz caz dinlemeye çalıştım, notalar kulağımı tırmaladı.

Biraz kitap okumak istedim, satırlar gözümü körleştirdi.

Gece yarısını biraz geçmişti ki, ne var, ne yok diye internet sitelerine bakayım dedim.

Ah meşum cuma! Ah meşum 27 Nisan 2007!

Günün ilk saatlerinden itibaren yaşadığım o bütün huzursuzluklarla ve o bütün sancılarla içime mi doğmuş nedir, her ekranda "asker muhtıra verdi" manşeti beliriyordu.

Ne diyeyim, tekrar ah meşum ve meşum cuma!
Yazının Devamını Oku