10 Nisan 2007
ATATÜRK Kültür Merkezi’nin temeli ben doğmadan beş yıl yıl önce atılmış-m-ı-ş.<br><br>Ancak, 1978 yılındaki esas açılış gerçekleştiği vakit, saçım sakalım haniyse ağarmıştı. Varın, inşa süresini siz hesaplayın.
* * *
O AKM ki, eğer estetik kıstaslardan az biraz nasiplenmişseniz, daha ilk andan itibaren gözünüzün ırzına geçer. Taksim’deki yapı bir çirkinlik abidesi değil, çirkinliğe mersiyedir.
Planı çizmiş olan Hayati Tabanlıoğlu, tıpkı diğer "eser"ini (!) oluşturan ve bugün iç hatlarda kullanılan Yeşilköy Havaalanı terminali gibi, meydana bir hilkat garibesi dikmiştir.
Açıkçası, Atatürk Kültür Merkezi hacimden dekorasyona ve fonksiyonaliteden ışıklandırmaya, hem dış, hem de dış mimari itibariyle gerçek bir "f-e-c-a-a-t" oluşturur.
* * *
AMA sanmayın ki, yapının illá Stalinist veya faşist üslûp andırdığını iddia edeceğim.
Hayır, AKM’de "ideolojik eksen" (!) aramak ancak öküz altında buzağı aramak olur.
Taksim’deki bina sadece, şu ismi batasıca modernist mimar Le Corbusier’nin tavşan kafeslerinden esinlenen ve 2. Savaş sonrasına damga vuran o insaniyetsiz tarzın kopyasıdır.
Daha da beter ve daha da çömez bir kopyasıdır. O kadar!
Başka bir deyişle, mekánın içindeki opera repertuvarında cumhuriyetçilik veya Osmanlıcılık keşfetmek ne denli abesse, onun dışındaki beton armatürde de Kemalizm veya teokratizm aramak o denli ahmakçadır. Çirkine kılıf uydurmaktan başka bir şey değildir..
Oysa çirkin çirkindir ve nitekim de, Bonn’dan Prag’a ve Brüksel’den Pekin’e, farklı rejimler altında inşa edilmiş aynı tür yapıların örnekleri bugün hálá durmaktadır.
Dolayısıyla, Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılmasından yana olmak, herhangi bir fikre, düşünceye, ideolojiye de "kazma vurmayı" istemek anlamına gelmez ve gelmiyor.
Çünkü, kestirmeden söylüyorum, evet "yı-kıl-ma-lı-dır"!
* * *
ŞİMDİ diyeceksiniz ki, "şu şehri Stambul’daki diğer çirkinlik abidesi yapıların bini bir paraya ayağa düşmüşken, sanki şeytan dürtmüş gibi, işe oradan başlamak niye?"
Aslında kent simgeselliği açısından sonsuz önem veriyorum ama hadi yine de, Taksim Meydanı’nın İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin kalbi olması özelliğini şimdilik unutayım.
Ancak, evet AKM yıkılmalıdır, çünkü bilhassa, içinde k-ü-l-t-ü-r" kelimesi vardır.
Zira, bu sonsuz kapsamlı kelime tabii ki opera da dahil olmak üzere müziği, tiyatroyu, resmi, heykeli vs. içerir ama, her şeyden önce ve bir bütün olarak "es-te-tik" kavramını içerir.
* * *
EVET, kültürün "k"sında çok geniş anlamıyla "güzel"i arayış; yani estetik vardır.
O estetik ise tüm insani mekánlarda mimariyle başlar. Girizgáhı o yapar.
Tuğla, çimento, sıva falan gözü az buçuk terbiye etmelidir ki, sonrası gelebilsin.
Oysa, eğer yukarıdaki girizgáh anından itibaren sefil bir AKM’nin iç ve dış mimarisi "kültür" (!) ve "sanat" (!) diye "kakalanmaya" kalkışılıyorsa, yandı gülüm keten helva!
Buradaki kültür olsa olsa, eh işte, bostan laboratuvarlarında test edilen ve genetik formülü değiştirilen, biyolojik lügattaki cinsten bir "pırasa kültürü" olur.
Kaldı ki, "kültür ve sanat merkezi" etiketi taşıyan bir mekánın mimari tarzda da sıradanlığı aşması ve öncü, hattá ihtilálci, an azından görkemli estetik sunması gerekir.
Nitekim, eğer o kültür ve o sanatla özdeşleşen bir Sydney Opera’sının, bir Paris Beaubourg’esinin, bir Tayvan Kaohsiung’usunun, yahut bir Bilbao Guggenheim’esinin yapı üslûbunda da olağanüstülük arzetmesi ve hafızaya öyle yerleşmesi, tabii ki tesadüfi değildir!
Ve AKM bunların fuaye tuvaletine taharet suyu bile dökemez ki, çığrından çıkmış şu "cumhuriyetçilik" (!) tartışması bir yana, yarın yenisi nasıl yapılmalı konusunu alacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
Kitapçıdasınız ve dediğim gibi hoş bir karşı cins mensubunun ciltlere göz attığını fark ettiniz. İşte o an çabuk davranın, fakat asla da zampara izlenimi uyandırmadan, biraz damdan düşercesine, hemen söze girin. Tecrübeyle sabittir ki, kitapçı rafları biiir; plakçı dükkanları ikiii ve de market reyonları üüüç, buralar alımlı ve akıllı kadınları fethedebilmek için umut mekánı oluşturur. Daha doğrusu, tabii ki çantada kekliktir demiyorum ama, böyle yerlerde "fütuhat seferberliği"ne girişmek öyle deveye hendek atlatacak ölçüde zor değildir!
Nasıl mı?
Kitapçıdasınız ve dediğim gibi hoş, ama hiçbir şekilde de "boş" (!) olmadığı anlaşılan bir karşı cins mensubunun ciltlere göz attığını fark ettiniz.
Siga siga o yöne doğru seyredebilir ve de hangi kapakları incelediğinde mütereddit çehre takındığına bilhassa dikkat edersiniz.
İşte o an çabuk davranın ve bir nebze çekingenlik alameti göstermeden, fakat asla da "zampara" (!) izlenimi uyandırmadan, biraz damdan düşercesine, hemen söze girin.
Örneğin eğer o kitabı okumuşsanız, "tavsiye ederim" türünden bir girizgáh yapın.
Tabii, romansa yazarına, felsefeyse içeriğine, şiirse de üslubuna ilişkin bir eklemede bulunmak büyük fayda getirir. Yoksa sarı çizmeli Mehmet Ağa’dan ne farkınız kalır ki?
Yahut da tam tersine, hoş kadının evirip çevirmekte olduğu kitabı kastederek, "Aman değmez, ikinci sayfada uykunuz gelir" diyebilirsiniz.
Veya aynı girizgáhı, "Beni de cezbediyor ama mütercim konusunda şüphelerim var" cümlesiyle de ifade edebilirsiniz.
Ve o andan itibaren de "karşı tarafta" (!) en azından bir merak uyandıracaksınız.
Çünkü aklı başında hiçbir kadın, kendisine duyulan ilginin satır aralarından sezdirildiği ve çağrıştırıldığı bu centilmen ve usta yöntem karşısında lakayt kalamaz.
KAHVEYE DAVET
Sonra, gerisini getirmek, meselá Levinas etiğine ya da Tanpınar büyüsüne ilişkin olarak tezgáh arasında başlamış konuşmayı "şu köşedeki kahvede devam ettirsek" teklifiyle tamamlamak, size kalmıştır.
Hatta "isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara" ilkesini benimsemiş bir fütursuz; yani hasetten çatlayan bazı kıskançlara göre "yüzsüz"seniz (!), söz konusu öneriyi hiç çekinmeden, "Benim kütüphanem de hiç fena sayılmaz. Üstelik birkaç tane de orijinal litografim var. Eğer görmeyi arzularsanız, acı kahvemi içmek için bana buyurun"a bile tahvil edebilirsiniz.
Tuttu tuttu, tutmadı tutmadı, hiç olmazsa telefon değiş tokuşunu gerçekleştirmelisiniz.
Kitapçılardaki bu kaide aynen plakçılar için de geçerlidir.
Ne var ki benim açımdan buranın mutlaka klasik veya caz reyonları olması gerekir.
Pop, hit, hat, hut falan, bunlar anladığım şeyler değil, dolayısıyla oralarda göz gezdiren bir kadına yukarıdaki türden bir girizgáh yapabilmem zaten maddeten imkánsızdır.
Çok rahatlıkla, Schubert’in "Kış Yolculuğa" lied’lerine bakınan birisine hemen "Mutlaka Dietrich Fischer Diskau icrásını tercih edin" yahut, Kerem Görsev CD’lerini inceleyen diğer birisine derhal "A Morning in New York’u bilhassa dinleyin" diyebilirim ama, en son tekno parçalar tezgáhında dolanan bir üçüncüsüne, söz konusu "musiki"den (!) yola çıkarak alabanda etmem mümkün değildir.
Zaten aslına bakarsanız, söz konusu klasik, caz, hadi bilemediniz etno-folk reyonları dışında oyalanan kadınlar ne beni ilgilendirebilir, ne de ben onları ilgilendirebilirim.
Kasa kuyruğunda yarenliği ilerlettikten ve piyano merakını keşfettikten sonra yüzümü kızartıp, "Nadir bir Rubinstein versiyonundaki Şopen noktürnleri dinlemek isterseniz, fakirháneme teşrif buyurmakla bana büyük bahtiyarlık bahşedersiniz" demem mümkündür ama, anıran bir zırtapozun eski veya yeni plağı zaten benim evimin eşiğinden içeri adım atamayacağı için, bu tür müzik tutkunlarına zaten ben yüz kızartmam.
HESAPLI FATİHLİK
Üçüncü "ideal mekán"larda, yani süpermarketlerde, bilhassa da gıda tezgahlarında ise durum tamamen farklıdır. Bunlar kitapçılara ve plakçılara benzemez.
Oralarda seçkinci davranmamak gerekir. Böyle bir yaklaşım hayal kırıklığına götürür.
Çünkü, her ne kadar ilk bakışta endámı, giyinişi, hal ve oluş tarzı gayet hoş gözükse dahi, sütlü mamûlat reyonunda yağsız yoğurt seçmekte olan bir kadının kitapçıda da Pessoa cildi, plakçıda ise Schönberg CD’si seçeceğine dair kendi kendinize bahse giremezsiniz.
Girdiğiniz ve aynı reyonda o hanımefendi"ye (!) kibarca, "Tatsız tuzsuz yoğurtla niye kendinize işkence yapıyorsunuz ki? Gördüğüm kadarıyla ölçüleriniz değme mankene taş çıkartır" dediğiniz takdirde belki de tam bir Sulukuleli ağzıyla, "İşine bak mendebur! Benim şalvarımın derdi, seni mi gerdi" türünden bir cevap alabilirsiniz ki, siz de çaresiz soluğu rakı reyonunun yarım karafakisinde alırsınız.
Dolayısıyla, "fetih alanları"na dahil olsa bile süpermarketlerde müşkülpesentlikten uzak durmak ve bütün rizikoları hesapladıktan sonra, "fatihlik"e kalkışmak gerekir.
Ha, dördüncü bir "ideal mekán", daha doğrusu bir "ideal süreç" daha var!
Otomobil direksiyonu! Daha doğrusu, trafik sıkışıklığındaki otomobil komşuluğu!
Zaten yukarıdaki üç mekána da kasten değindim.
Yani bütün bunları, Dimitri Şostakoviç’in araba radyosunda dinlemekte olduğum 8. Senfoni’sinden yola çıkarak anlattığım ve geçen hafta kırmızı ışıkta kaybettiğim o direksiyon komşum hoş kadının "dördüncü seçenek"ine bağlamak istedim.
Ama n’apim, láfı uzattım ve yine gelecek pazara kaldı!
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
İRAN’a yönelik bir ’ihtiyati saldırı’ neden en kötü ihtimaldir?<br><br>Yani, Tahran’ın nükleer silahla donanmasını önlemek amacıyla ABD veya İsrail’in Acem ülkesine karşı bir askeri harekát düzenlemesi niçin ’feláket tercihi’ olur? *
ÇÜNKÜ her şeyden önce, belki komando destekli ama esas olarak mutlaka havadan gerçekleştirilecek böyle bir operasyonun başarısı ’çantada keklik’ değildir.
Bunu en başından beri hesaplamış olan Farsi devletin atom tesislerini muhkem sığınaklara ve geniş coğrafyalara yaydığı herkes tarafından bilinen gerçeklerdir.
Aynı şekilde, Amerikan ordusunun da ’her ihtimale karşı’ Arizona çölünde tahrip gücü çok yüksek bombalar denediği bilinmektedir ama, hiçbir bomba mutlak garanti veremez.
Kısmi yıkım ertesi İran’ın kolları tekrar sıvaması; dolayısıyla akımların yinelenmesi; daha dolayısıyla da ’fiili savaş hali’nin yerleşiklik kazanması çok ciddi bir ihtimaldir.
*
KALDI ki,’ihtiyati saldırı’nın bizzat kendisi ’de facto’ savaş anlamına gelecektir.
Operasyon başarı oldu veya olmadı, Tahran’ın eli tabii ki armut toplamayacaktır.
Denetlediği terör odaklarını tüm dünya sathında derhal aktive etmek bir yana, Molla yönetimi Irak, Lübnan ve Körfez sahalarındaki ’Şii ekseni’ hemen harekete geçirecektir.
ABD ve İsrail’in ’emdiği sütü burnundan getirmek’ seferberliğini başlatacaktır.
Üstelik, yukarıdaki iki devletin tek tabanca yahut ortaklaşa harekátı, zaten Washington ve Tel Aviv’e nefret besleyen bütün bir Müslüman álemdeki infiáli zirveye çıkartacaktır.
Medeniyetler çatışması yangını bacanın en yukarısını da saracaktır. Kaos esecektir.
Ve nihayet, geniş muhalif kitleler dahil bu tür bir saldırı İran halkını kenetleyecektir.
Ulus ve mezhep dayanışmasıyla Ahmedinejad iktidarını güç kazanmış olacaktır.
*
OYSA, aynı Mahmud Ahmedinejad yönetiminin ’yumuşak karnı’ da tam buradadır.
Çünkü, son belediye seçimlerinin de ispatladığı gibi, ’ultra muhafazakár’ denilen ve ’nükleer kart’a oynayan bugünkü iktidar şehirli ve genç kesimin desteğinden yoksundur.
O şehirli ve genç kesim ki nüfusun ciddi bir bölümünü oluşturmaktadır. Daha refah içinde, daha demokratik ortamda ve daha çağdaş şartlarda yaşamak için yanıp tutuşmaktadır.
Fakat, yukarıdaki odağın tüm vaadlerine rağmen ufukta böyle bir perspektif yoktur.
Üstelik, ana tüketim ve sanayi maddeleri dahil, İran ekonomisi dışa bağımlıdır.
Dolayısıyla da, Tahran’ı ’yola getirmek’ için alınması gereken tedbir maceraperest bir ’ihtiyati saldırı’ değil, tedricen ve uluslararası planda uygulanacak bir iktisadi ambargodur.
*
İMKÁNSIZDIR diye büyük konuşmak istemiyorum ama, İran bunu kolay kaldıramaz.
Tamam, ambargo netleştiğinde Tahran da petrol misillemesiyle tehdit edecektir. Ama aynı Tahran’ın dışa bağımlılığı dünyanın Farsi petrole olan bağımlılığından çok daha fazladır.
Acem ekonomisinin çarkı ithalát olmadan dönmez. Hayat seviyesi ise balıklama dalar.
Kaldı ki, Farsi ulus Saddam sultası altındaki Irak milleti değildir. Kendisini ’parya’ durumuna düşürmekten sorumlu bir yönetim karşısında suskun kalmayacak kadar olgundur.
Nitekim Amerikan diplomasisindeki son gelişmeler ABD’nin dahi, zaten AB, Çin ve Rusya’nın ’ana strateji’ olarak saptadığı bu ambargo alternatifine doğru kaydığı yönündedir.
O halde, yeter ki Washington ve Kudüs’teki acullar maceraya girişmesin, uluslararası camia Tahran’ın ’atom inádı’nı yukarıdaki seçenekle bertaraf etmek tercihinde birleşecektir.
Ama biz dost ve kardeş İran halkının esenliği ve dünya ve bölge barışının yerleşikliği için umalım ki, her iki tercih de hiç gündeme gelmeden o İran o ’atom inádı’ndan vazgeçer.
Fakat tekrarlıyorum, ihtar tedbir veya şamar tehdit, bu inádın sonu yok ve olmayacak.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2007
İRAN nükleer silah üretmek aşamasına ulaştığı takdirde ABD ve İsrail’in bunu cebren ve mutlaka önleyeceğini yazıyorum ya, bana da bini bir paradan küfürnáme yağmıyor. Yok "Amerikan uşağı"ymışım, yok "Siyonist ajanı"ymışım!
Fesüphanallah ve hadi buyrun bakalım ama, hayır kuş beyinli efendiler, hayır!
"Kötü varsayım" üretmek, o varsayımı arzulamak ve desteklemek anlamına gelmez.
Nitekim, aynı varsayımı kastederek daha dünkü yazımı bilhassa, "asla cebri raddeye varılmamalıdır" cümlesiyle bitirdim. İnsaf ve de kör kör parmağım gözüne!
Ancaak, evet, gerçekler inatçıdır! Bunlar irádi, ahláki ve öznel kıstaslarla değişmez.
Ve uluslararası ilişkilerde de "en kötü hipotez"in gerçekliğini derhal görmek gerekir.
* * *
ÇÜNKÜ o "en kötü hipotez"i, yani Washington ve Tel Aviv’in Tahran’a karşı tüm bölgeyi tutuşturacak bir harekát düzenlemesini engellemek, şu saptamalardan geçiyor: Çocuk olmayalım, "ultra süper güç" 1979’daki rehineler olayından beri kendi kolektif hafızasında "şer"le özdeşleştirdiği ve üstelik stratejik hasım listesinde başa oturttuğu bir İran’ın atom gücüne dönüşmesini kabullenmez. Kabullenemez. Kabullenmeyecektir.
Farsi ülke ne kıtipiyoz bir Kuzey Kore’dir, ne de kısmen marjinal bir Pakistan’dır!
Artı, aynı Acem ülkesi onlara oranla çok daha stratejik bir sahada bulunmaktadır.
ABD’nin hayati addettiği bir Ortadoğu’da "molla eli öpmesi", onun dünya sathındaki "süper" sıfatını haydi haydi sıfırlar. Hiçbir Beyaz Saray kiracısı da bunu kaldıramaz.
Daha artı, "İsrail’i haritadan silmek" ve "Coni’yi bölgeden sepetlemek" retoriğini devlet politikasına dönüştürmüş bir Mahmud Ahmedinejad iktidarı ileriye kaçışı seçmiştir.
İntiharla flört eden bugünkü Tahran yönetimi fevri, imáni ve kadercidir.
Dolayısıyla, böylesine sorumsuz ve böylesine maceraperest bir odağın çekirdek silahla donanmasını bölgenin diğer başkentleri de asla onaylamaz ve onaylayamaz.
* * *
BU başkentlere, hayat memat meselesi addettiği an ve savaş pahasına, ABD’li veya ABD’siz, İran’a karşı mutlaka "ihtiyati saldırı" düzenleyecek olan Tel Aviv’i katmıyorum.
Zaten mukadderdir ve Yahudi Devleti’nin geçmiş örnekleri ortada, İsrail’in kendisini "haritadan silmek" isteyen bir ülkeye karşı armut toplayacağını sanmak ancak bönlük olur.
Fakat bunun ötesinde ve de tabii ki başta Türkiye olmak üzere, Mısır, Suudi Arabistan, tüm Körfez devletleri; artı Rusya, Tahran’ın atom gücüne dönüşmesini kabullenemezler.
Böyle bir ihtimal "görünür gelecek" safhasına girdiği takdirde ise durum vahimleşir.
Yani, son derece haklı olarak daha şimdiden "teknik tedbir" almaya başlamış olan Ankara, Kahire ve muhtemelen de Riyad’ın "nükleerleşme" rotasını seçmesi kaçınılmazdır.
Geri plandaki "Acem - Arap - Türk" ve "Şii - Sünni" çelişkisi kesin bir vakıadır.
* * *
SONRA, görünürdeki bezirgán ticaret yanıltıcıdır ve aslında Rusya gibi ve Çin de, gerek jeo-stratejik, gerekse dahili kaygılardan dolayı nükleer bir İran’a çok cidden karşıdırlar.
Zaten ABD’nin hem onlarla, hem de AB’yle olan çelişkisi "sonuç"a ilişkin değildir.
O sonuca varmak, yani İran’ı önlemek için uygulanacak "yöntem"i kapsamaktadır.
Başka bir deyişle, Brüksel, Moskova ve Pekin yukarıdaki "en kötü hipotez" dayatmadan önce diğer bütün alternatiflerin son kerteye kadar denenmesini istemektedirler.
Ve bu satırlar yazarı da tamamen aynı kanıda olduğu içindir ki, dün olduğu gibi bugün de yazısını yine "asla cebri raddeye varılmamalıdır" diye bitirmektedir.
Bunun nasıl gerçekleşebileceği konusunu cumartesiye bırakıyor.
DÜZELTME: Dün sözünü ettiğim Rübicon nehrinin silahlı Roma generalleri tarafından aşılması güneyden kuzeye doğru değil, ters yönde yasaklıydı. Düzeltir, özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
LATİNCE imlásıyla "Rubico"; Türkçe teláffuzlu yaygın şekliyle de "Rübikon", İtalya’nın Po Ovası’nda sukûnetle akan, eh kendi halinde bir ırmağın adıdır. Ancak dere azmanı, belki belki çay sayılabilir. Aman aman bir coğrafi özelliği yoktur.
Ama çok büyük bir simgeselliği vardır ki, bu da Roma İmparatorluğu’ndan kaynaklanır
* * *
ÇÜNKÜ, bildik ve tanıdık bir Güney’le yetinmek politikasını benimsemiş olan emperyal Senato, ordu generallerinin bu suyun kuzeyine geçmesini kesinkes yasaklanmıştı.
"Barbarlar"ı (!) provoke etmemek ve ihtiyatlı davranmak stratejisini ilke bellemişti.
Ne var ki, Julius Sezar, M.Ö. 10 Ocak 49 günü yukarıdaki yasağı ihlál etti.
"Artık zarlar atıldı" ifadesini kullanarak, genelde "Golya Diyarı" diye adlandırılan yukarı Avrupa’yı fethe çıktı.
Ve işte tá o zamandan beridir ki, sonu belli olmayan ve büyük riziko içeren bir serüven girişimini tanımlamak için "Rübikon’u aşmak" deyimi kullanılır oldu.
Ortaçağ, Yeniçağ, Modern Zamanlar falan, Po Ovası’ndaki küçümen dere siyasetbilim lûgatindeki yerini korudu ve daima daima, maceracı atılımların sembolü olarak algılandı.
İşte bu kadar, terminolojiye ilişkin parantezi şimdilik kapatıyorum.
* * *
AŞAĞI yukarı iki, üç yıl önce ve "orta-uzun vade" ifadesini de bilhassa kullanarak, şu saptamayı yapmıştım:
"İran’ın nükleer silahla donanacağı kesinlik kazanırsa, ABD ve İsrail buna hiçbir şekilde izin vermeyeceklerdir.
Çekirdek bomba gerçekleşme aşamasına geldiği takdirde bu iki ülkeden biri ya tek başına ya da ortaklaşa biçimde, ama mutlaka, tahrip operasyonuna girişeceklerdir.
Muhtemelen hava harekátı olacaktır ve ardından da tüm bölgede kaos esecektir.
Sonra, konuyu ele aldığım her yazıda aynı varsayımı tekrar tekrar yineledim.
Ve yukarıdaki hipotezi bugün de, üstelik döne döne, bir defa daha vurguluyorum.
Artı, aradan geçen mühletten dolayı "orta-uzun vade"nin "uzun"u da kısaldı.
Yani, şimdi zaman olarak "orta"yı ön plana çıkartmak gerekiyor.
Zira Tahran hızla, büyük bir hızla "Rübikon’u aşmak" macerasına doğru yol alıyor.
* * *
EVET öyle, çünkü dün de belirttiğim gibi, siyasi gelişmelere mantıki bir gerçekçilikle değil, zaten "Mehdi" dogmasında mevcut imáni bir kadercilikle yaklaşan Mahmud Ahmedinejad yönetimi, o "yasak dere"yi geçmek rizikosunu haydi haydi göze alıyor.
Acem lider "emperyal orduları" (!) "kırmızı çizgi"ye doğru sürüyor.
Kaldı ki, Farsi devletin bütün bir uluslararası camiaya karşı nükleer meydan okumayı seçmesi; bölgeselliği kat be kat aşan dünya gücü olmak ihtirasıyla yanıp tutuşması; bizzat İslam Álemi bünyesinde Şii öncülüğü talep etmesi; İsrail’i fiilen yok etmek hedefinin kesin devlet politikası oluşturması, Tahran’da şu an öne çıkmış olan önderliğinin öyle Po Ovası’ndaki küçük dereyle de yetinmeyeceğini ortaya koyuyor.
İran, tam Şattülarap deltasının ağzından geniş Dicle’yi ve koca Fırat’ı aşmak istiyor.
* * *
OYSA, elinde tuttuğu kısmi kozlara rağmen ne o İran mazinin Roma yahut Pers devletini, ne de o Ahmedinejad aynı mazinin Sezar veya Darius hükümdárını temsil ediyor.
Aksine, tarihi roller değişmiş durumda ki karşıda başka bir Roma ya da Pers var!
Ve o yeni imparatorluk, yani ABD, "Rübicon’un aşılmasına" izin vermeyecek.
"Ultra süper güç"ün gerektiğinde cebir kullanarak neden vermeyeceğini; ama aslında bu cebri raddeye niçin hiçbir şekilde varılmaması gerektiği konularını yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2007
İRAN ateşle oynuyor! Bunu sadece son sıcak gelişmelerden dolayı söylemiyorum. Yani, on beş İngiliz askerinin rehin alınmasına kesin bir belirleyicilik atfetmedim.
Ama tabii ki doğru, sırf o "rehin" kelimesinin teláffuzu dahi çok kötü anılar tazeliyor.
* * *
ÖYLE, çünkü ayetullahlar cumhuriyetinin sicilini biliyoruz.
Uluslararası kuralları hiçe sayan Humeyni yönetiminin daha iktidar minderine bağdaş kurar kurmaz Tahran’daki ABD elçiliğinde görevli elli iki diplomatı 4 Kasım 1979’da rehin aldığını ve tam dörtyüz kırkdört gün esir tuttuğunu kim unuttu ki? Kim unutabilir ki?
Zaten de hepimiz farkındayız ki, Amerikan kolektif hafızasına kazınan bu olay hálá ve hálá Washington’un İran’a yönelik "şer ekseni" politikasını tayin etmeyi sürdürüyor.
Artı, tıpkı yirmi sekiz yıl önce yaşandığı gibi, yine mollalar tarafından manipüle edilen öğrencilerin bu defa da Büyük Britanya temsilciliği önünde "protesto gösterisi"ne (!) başladığı düşünülürse, çok doğal olarak "acaba mı" sorusu tekrar beynimizi kurcalıyor.
* * *
FAKAT şimdilik ben buraya kadar gitmeyeceğim.
Çünkü, İngiliz deniz piyadelerinin Londra’nın öne sürdüğü gibi Irak, yoksa Tahran’ın iddia ettiği gibi İran karasularında mı yakalandığı konusu açıklığa kavuşmadı ve muhtemelen de kavuşmayacak ama, her şeye rağmen taraflar bu aşamada soğukkanlılık yansıtıyorlar.
Açık ki, diyalog kapılarını kapatmak istemeyen Blair hükümeti aşağıdan alıyor.
Ahmedinejád yönetimi ise nispeten diplomatik bir dil kullanmayı tercih ediyor.
Dolayısıyla, Acem başkentindeki farklı iktidar odaklarının sağı solu belli olmayacağından tabii ki büyük ihtiyat payı bırakıyorum ama yine de, 1979’un tekrarlayacağı ve yeni bir uzun vadeli "rehine krizi"ne girileceği doğrultusunda hüküm vermiyorum.
Londra’nın yarım ağız "özür dilemesinden" sonra, çok uzak olmayan bir gelecekte Tahran’ın da rehin askerleri bırakmayı kabullemesi ihtimal dahilindedir.
* * *
ANCAK, olayın "mutlu son"la noktalanması dahi, en başta kaydettiğim "İran ateşle oynuyor" cümlesindeki özü ve doğrultuyu değiştirmez. Değiştiremez.
Zira, nükleer silah üretimi; güdümlü füze denemesi; Şii eksen inşası ve İsrail devleti nefreti derken, Mahmud Ahmedinejád iktidarı tümüyle "ileriye kaçış"ı seçmiş durumdadır.
Şu an Tahran’da öne çıkan ve politik ve diplomatik gelişmeleri rasyonel akılcılıkla değerlendirmek yerine, onlara yarı imáni - yarı iradi bir kadercilikle yön vermek istediği için "Mehdici" (!) diye tanımlayabileceğimiz kesim, giderek gerçekle köprüleri atmaktadır.
"Tırmandırma stratejisi" bu kanat için artık kesin ve genel politikaya dönüşmüştür.
* * *
FAKAT hiç şüphesiz ki, derin bir imparatorluk geleneğinden süzülen Farsi devlet yöntem olarak usta davranıyor. Yani "öz"deki yanılma "biçim"de de hatá anlamına gelmiyor.
Zaten son rehin olayını da bu "şekli ustalık" çerçevesine oturtmak gerekiyor.
Çünkü kuşku yok, en yakın müttefik İngiltere aracılığıyla ABD’nin sabrını denemek; Londra’yla Washington arasında kısmi uçurum açmaya çalışmak; her halükárda da yeni bir şantaj kartına sahip olmak, bunlar Tahran diplomasisi açısından yabana atılmayacak kozlardır.
Ancak dediğim gibi, bütün bu "biçimsel artı"lar Ahmedinejád yönetiminin imáni bir kadercilikle kabullendiği, háttá belki de arzuladığı "öz"ü değiştirmez. Değiştiremez.
O "öz" de şu ki, İran ateşle böylesine fütursuzca oynamaya devam ederse, orta - uzun vadede hem kendisini, hem de bölgeyi çok, ama çok ciddi bir yangına doğru sürükleyecek.
Ve, yangın patlak verdiği takdirde mutlaka bize de sıçrayacağı içindir ki, alev bacayı sarmadan kundakçıyı cezalandırmak dahil, Türkiye’nin itfaiyeciler safında olması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
Kadının hoşluğundan dolayı elim ayağım mı dolaştı, yoksa kendimi hayali bir orkestra şefi yerine koymaktan deliliğim zır deliliğe mi ulaştı nedir bilemiyorum, tasarladığın gibi, hazır yan yana durmuşken camdan bir şeyler söylesene be adam! Biri Dimitri Şostakoviç’in Opüs 93, 10. Senfonisi; diğeri Münir Nurettin Selçuk’un máhûr şarkısı, ikisi arasında ne gibi bir ilinti olabilir ki?
Ama işte oldu! Beyin dediğimiz sonsuz çetrefil organda ani bir çağrışım gerçekleşti.
Öyle, çünkü iki pazardır anlattığım gibi, trafiğe sıkışmış vaziyette ve arabanın radyosu sonuna kadar açık, ben sanki Senfoni’deki ikinci muvmanını yönetmeye hazırlanan bir Herbert von Karajan’mışımcasına, deli jestler yapıyordum. Sağ şeritte direksiyon tutan çok hoş kadının ise camdan gülerek bana bir şeyler söylediğini gördüm, fakat işitemedim.
Ve tam o sırada hepimiz hareketlenmek zorunda kaldık.
Tekrar durduğumuzda ise, bin eyvah, artık aynı hizada değildik.
Dolayısıyla da aklıma derhal, Üstad’ın "Otomobil uçar gider / Gönlüm gibi geçer gider / Ben talihin peşindeyim / Talih benden kaçar gider" diyen güftesi geldi.
Ne var ki, eski tüfek diyalektik formasyonum zahir beni hálá iradeci kıldığından, "peşinde olduğum talihin kaçmasına" kolay bir kadercilikle boyun eğmem. Eğemem.
Yani demek istiyorum ki, eğer hoş kadının "otomobili uçuyorsa", eh benimkisi de ilk zoolojik çağlardaki sürüngenler familyasına dahil bulunmuyor.
Şükür, mazideki tüm düldüllerime uyguladığım fiili livata hayasızlığını artık bıraktım.
Şimdikine öyle el bebek, gül bebek bakıyorum ki, sekiz yaşını devirmesine rağmen motoru, freni, lastiği falan hálá kız oğlan kız işvesiyle davranmakta kusur eylemiyor.
Üstelik, bu kartal gözlerim, bu pençe ellerim, bu çelik bacaklarım, bu sportmen reflekslerim taksi şoförlüğünün rahle-i tedrisinden geçti.
Alimallah, o pek şıkıdım Formula 1 pilotlarına dahi aşık attırırım.
Dolayısıyla, hadi bakalım, kör talih mi yaman, yoksa iradeci ben mi yaman, göreceğiz.
O "uçan otomobili" ne yapıp yapıp yakalayacağım ve direksiyondaki albenili kadına mutlaka, "acaba, Dimitri Şostakoviç’in Opus 93, mi minör 10. Senfoni’sinin icrásında yaylı sazlara ilişkin eleştiri mi getirmek istemiştiniz" diye soracağım.
İlk iş, pedala daima aheste aheste cevap veren şu otomatik viteslere "takviye" olarak yerleştirilen ve gaza basıldığında silindirlerin nispeten biraz daha çabuk hareketlenmesini sağlayan "spor" düğmesini çevirdim.
Biliyorum, şimdi benzin tüketimi haniyse iki misline çıkacak ama umurumda mı?
Sağ şeritte gülümseyerek bana bir şeyler söylemiş olan o hoş kadına Soştakoviç sorusunu sorabilmek için yüz kilometrede yüz litre yakmaya hazırım.
Belli mi olur, belki de eli yüzü düzgün bir dörtlüde aynı bestecinin Yaylı Sazlar İçin 5. Kuatoru’nu icrá eden bir viyolonselisttir.
Yahut da, Stalin’in "dejenere müzik" (!) diye yasaklattığı "Mzensk Nahiyesi Leydi Makbeti" operasında Katherina Lvovna İsmailova rolünü oynayan bir sopranodur.
Ah ah, şimdi kıçımın altında bir "Lamborghini", bir "Aston Martin", bilemediniz bir "Alfa Romeo" olacaktı da, ben o "uçan giden" otomobili yakalamayacaktım.
Yeminim yemin, bu takdirde tam otuz yedi senelik profesyonel ehliyetimi yırtarım.
Neyse, tamam yukarıdaki elitist arabaların direksiyonunda oturmuyordum ama işte dediğim gibi, taksi şoförlüğü, İstanbul şoförlüğü, bitirim şoförlüğü falan derken, o hercümerc trafiğin içinde en ufak açık yakaladığım an orayı kaparak; şeride, çizgiye, banta ahláksızca tecavüz ederek; annemin, babamın, sülálemim maruz kaldığı bilûmum küfürleri duymazdan gelerek, uzaktan uzağa, "uçan giden otomobili" tekrar gördüm.
Biraz da gayret, biraz daha tecavüz, biraz daha küfür ve işte yine yanına geldim.
Tabii ki tanıdı ve tabii ki tekrar gülümsedi.
Ve yeniden kırmızı ışıklar yandı ki, bu defa ikimiz de en ön sırada duruyoruz.
Ancak, sonsuz basiretsiz şekilde davrandım.
Kadının hoşluğundan dolayı elim ayağım mı dolaştı, yoksa kendimi háyali bir orkestra şefi yerine koymaktan deliliğim zır deliliğe mi ulaştı nedir bilemiyorum, tasarladığın gibi, hazır yan yana durmuşken camdan bir şeyler söylesene be adam!
Yook, tuttum cep telefonumu gösterdim ve işaretle numarasını sordum.
Sanki hemen verecek! Hadi vermek istedi, yanında koca kağıt ve ispirtolu kalem alestáda mı duruyordu da, rakamları mertek mertek yazıp bunu camdan bana gösterecek!
Mucize oldu ve gösterdi diyelim, kuş beynim numaraları asla hafızada tutamadığından, bunu kendi telefonuma kaydedene kadar iş yine işten geçmiş olacak.
Nitekim, hoş kadın iki eliyle çaresizlik işareti yaptı ve zaten o anda da trafik ışıkları yeniden yeşile döndü.
Gaza bastı ve tekrar tın tın gitmeye başladı.
Radyoda ise, spikerin "Dimitri Şostakoviç’ten Opüs 93. Mi minör 10. Senfoni’yi dinlediniz" anonsundan sonra, Yeni Camii fukarası tınılarından hiç mi hiç hazzetmediğim bir klavsen konçertosu başladı.
Tabiatıyla da aklıma, Münir Nurettin Selçuk’un "Otomobil uçar gider / Gönlüm gibi geçer gider / Ben talihin peşindeyim / Talih benden kaçar gider" güftesi takıldı.
Ama ben de takılmayı, hoş kadının "uçup giden otomobili"ni izlemeyi sürdürdüm.
Ve, talih kaçtı mı, kaçmadı mı, cevabını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
HAYATIMDA hiç kimseye "sayın" demedim. Demem de! Diyemem de! Boynumu kör testereyle kıtır kıtır kesseler, Türkçe’ye hábis bir ur, vebalı bir mikrop, kanserli bir metastaz olarak girmiş olan bu sahtekár kelimeyi kimse bana teláffuz ettiremez.
Sevsinler, "sayın"mış! Daha neler, yok "ayın"!
* * *
NİTEKİM, söz konusu "sayın" unvanını duyduğum an aklıma mutlaka ve mutlaka, çocukluk radyolarında reklámını işitip durduğum bir çorap markası geliyor:
"Sayın bayan"!
İşte buyrun, nefret ettiğim ve kináyeli alay yazısı háriç yine asla kullanmadığım ve kullanmayacağım diğer bir sözcük daha!
"Bayan" ve onun cinsiyet zıddı olan "bay" ki, böylesine yapay ve böylesine yama kelimeler benim dilimde de, hançeremde de, lügatimde de, kalemimde de yasaklıdır.
Ákif dizelerini değiştirerek söylüyorum, "Ben ezelden beridir bey, hanım bildim ve bilirim/ Hangi çılgın bana bay, bayan dedirtebilecekmiş, şaşarım".
* * *
ARTI, tıpkı yukarıdaki çorap markasında olduğu gibi, bu uyduruk unvánları işittiğim an gayrrimüslim ekalliyetlerin hafiften bezirgán şivesini hatırlıyorum.
Sanki anneannemle birlikte Horozdibak’tan Bonmarşe’ye doğru yürüyoruz da, kapı önündeki tezgáhtarlar "buyrun bayan, buyrun bayan" diye müşteri tavlamaya çalışıyor.
Hayır hayır, onların bu kelimelerin kullanımına öncülük etmesini eleştirmiyorum.
Eh "dil devrimi" ya, tüm azınlıklar gibi kraldan fazla kralcı davranmak zorundaydılar.
Nasıl ki en büyük bayraklar o gayrimüslim dükkánlarına çekilirdi; nasıl ki en renkli Atatürk resimleri ora kasaları arkasında dururdu; nasıl ki "ne mutlu Türküm diyene" şiarları en çok aynı camekánlara asılırdı, onlar "muhterem"in, "efendi"nin, "devletlû"nun yerine "sayın"ı; "bey"in ve "hanım"ın yerine ise "bay" ve "bayan"ı herkesten önce ve herkesten fazla "sıradanlaştırmak" yükümlülüğünü hissediyorlardı.
"Buyrun sayın bayan, ithál malı poplinlerimiz geldi"!
İstemez muhterem çorbacı, istemez, "efendi"sinden ve "hanımefendi"sinden varsa, bir zahmet onu çıkart!
* * *
FAKAT, şu riyakár "sayın" kelimesinin böylesine ayağa düşürülmesinden tabii ki Ankara gazeteciliği sorumludur. Bilhassa da, Ankara’nın televizyon gazeteciliği sorumludur.
Tıpkı, müthiş bir cehaletle dil pelesengi edilen "itibariyle" sözcüğü gibi!
Üzüm üzüme ve başkent gazetecisi de başkent bürokratına baka baka kararıyor ki, muhabir mikrofun uzatmış ve "sayın bay hırtlambo, ne yumurtlayacaksınız" diye soruyor.
Eh böyle diyaloğa kitakse, beriki "sayın"ı işitmekten zaten mayışmış ama nezáketin altında kalmamak için kendisi de bir "sayın muhabir"i ekliyor.
Oysa ey meslektaşım, herkesin bir ismi ve Türkçe’de de adı izleyen "bey" ve "hanım" unvanları var! Hadi söyleyemedin, o Türkçe’de "efendim" diye başka bir nötr sözcük de var!
"Falanca bey", "fişmekan hanım" diye hitáp etmek dururken "sayın"ı uydurmak; üstelik, başkasından üçüncü şahıs olarak bahsederken bile aynı garabeti tekrarlamak olur mu?
Daha üstelik, bunu yazıda dahi kullanmak gibi korkunç bir gaflet düşünülebilir mi?
Ve hiç şüphe yok ki, dil kültürünü, dolayısıyla düşünce sistematiğini hadım etmesi bir yana, bütün bu "sayın"lar derin bilinçaltındaki tebá zihniyetini ve şartlanmışlığını yansıtıyor.
"Sayın"mış, hayır muhterem elinin körü ve de "ayın"!
Yazının Devamını Oku