29 Mart 2007
AB’nin mayasında tabii ki Hıristiyanlık vardır. Daha ötesi, Katoliklik vardır. Yarı yarıya Protestan Almanya ve Hollanda’yı göreceleştirelim, Fransa, İtalya, Belçika ve Lüksemburg, bunların hepsi derin bir "Vatikan kültürü"yle yoğrulmuş ülkelerdir.
Artı, tam elli yıl önceki Roma Antlaşması’yla birleşik Avrupa projesinin temellerini atmış olan üç "kurucu baba", yani Adenauer, Schumann ve de Gasperi siyaset kültürü itibariyle de daima Katolisizmin sözcüsü olmuşlardır.
Ancak yine de yukarıdaki projeyi sırf din ekseniyle sınırlamak yanıltıcı olur.
* * *
YANILTICI olur, çünkü aynı proje sonsuz önemli bir tarihi öğeden de yola çıkar.
Haritayı alıp şöyle bir bakın, yukarıdaki altı ülke satıh olarak hemen hemen tıpkısıyla, 9. asır başındaki Büyük Şarlömayn (Carolus Magnus) imparatorluğuna tekabül eder.
Zaten o Carolus’un "ilk Avrupalı" diye sıfatlandırılması da tesadüfi değildir.
Ve bu defa tekrar kavmiyet haritasına bakarsak, tıpkı Ortaçağ’daki gibi 1957 Ortak Pazar’ının da Frank Cermenlerini ve kısmen Franklaşmış Latinleri kapsadığını saptarız.
Başka bir deyişle, kuzey Cermenleri, batı Anglo-Saksonları, güneybatı Latinleri ve doğu Slavları ne eski Şarlömayn, ne de yeni AET yapılanmaları içinde yer alırlar.
Dolayısıyla, özetleyelim ki, "Avrupa ütopyası" Katolik eksenli Hıristiyan kültür; tarihi kökenli siyasi coğrafya ve homojen eklemli etnik yelpaze üzerinde oluşmuştur.
* * *
O halde en önce şunu dobra dobra söylemek gerekiyor:
Böyle bir Avrupa’da Türkiye’nin yeri yoktu!
Olması da imkán ve ihtimal dahilinde değildi!
Nedenlerinin ayrıntısına girmiyorum, çünkü bunları zaten biliyoruz.
Peki, hayalcilikle uzak yakın ilgisi bulunmayan bu satırların yazarı nasıl oluyor da daha ilk andan beri Ankara’nın AB’yle bütünleşmesini canla başla savunuyor?
Projeyi ve hedefi sahiplenmekle, kuruluşunu özetlediğim tabloyla çelişmiyor muyum?
Hayır, hayır, hayır!
* * *
HAYIR, çünkü "yeri yoktu" diyerek yukarıda kasten geçmiş zaman kullandım.
Zira, tamam o Avrupa’da Türkiye’nin yeri yoktu ama, artık o Avrupa da yok ki!
Hanidir ve hanidir yok!
Bırakın eski Doğu Bloku ülkeleriyle genişlemenin yarattığı dev sorunları, yarım asır önce Roma’da ilk eskizi çizilmiş olan proje "çöpe gideli" çok vakitler geçti. Çok sular aktı.
Bunun esas "dönence"sini de tá 1973 yılına, yani Şarlömayn İmparatorluğuna asla dahil olmamış olan ve Anglikan din kültüründen inen İngiltere’nin üyeliğine uzatabiliriz.
* * *
O İngiltere ki, malûm, "ensüler kimlik" denilen adalı özelliğinden dolayı daima Kıta ’dan farklılık arzetmişti ve bu farklılığını AET girdiği andan itibaren Brüksel’e de yansıttı.
Başka bir deyişle, 1957 "babalar"ının zaten yavaştan "sulandırılmakta" olan projesi Londra’nın da bünye içindeki "farklı varlık"ıyla, iyiden iyide "su koyvermeye" başladı.
Artı, Carolus’u zaten hiç tanımamış olan Helen, İber ve İskandinav yarımadalarına genişleme derken, ayıkla pirincin taşını, 1989’da bir de "Duvar" çöktü.
Kıta bütününe ek olarak, kurucu ve motor kimlikli Almanya’nın da önceliği değişti.
Dolayısıyla da, belki kağıt üstünde hálá kaldı ama "ütopya" ütopya olmaktan çıktı.
Sonucu henüz meçhûl ve "realpolitik" uygulamalı bir "yeni gerçek" arayışına girildi.
Ve, bizim için "uyarıcı hedef" niteliği taşıdığından da, o sonuç ne olursa olsun, bu yeni "AB realitesi"nde Türkiye’nin yeri vardır, çünkü eski "Avrupa ütopya"sı artık yoktur!
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
ŞÜPHE yok, elli yaşında insan çoktan olgunluk çağına ulaşmış sayılır. Zaten de ruhbilim, yarım yüzyılı devirmesine rağmen hálá ergenlik krizleri yaşayan bir adamı klinik vaka addeder.
Ama buna karşılık, aynı süre devlet ve kurum tarihleri açısından nedir ki?
Koskoca bir hiç!
* * *
EVET koskoca bir hiç, çünkü yarım yüzyıl onlar için ancak buluğ çağına tekabül eder.
Maddenin tabiatı gereği, uluslar ve uluslararası yapılanmalar uzun, upuzun çocukluk hastalıkları, ergenlik buhranları, gençlik fırtınaları yaşarlar.
Dolayısıyla da, öyle kolay kolay oturmazlar. Çabucak rüşt ispat edemezler.
Artı, belki de ömürleri vefa etmez. "Gün göremeden" Hakk’ın rahmetine kavuşurlar.
Nitekim, 1. Harp sonrasındaki "Cemiyet-i Akvam"; 2. Savaş ertesindeki "CENTO"; yahut şimdiki AB’nin askeri paktı olmayı hedeflemiş "Avrupa Savunma Camiası" pratik işlerlik edinemeden tarih sayfasından silinmişlerdir.
* * *
PEKİ bu takdirde, pazar günü Berlin’de álá ve váláyla Roma Anlaşması’nın 50. yıldönümünü kutlayan ve bizim açımızdan da somut bir toplumsal ütopya niteliği taşıyan o AB’nin bizzat kendisi ne durumdadır?
Yarım yüzyıl sonra olgunluğa erişmiş midir? Rüştünü ispatlamış mıdır?
Yoksa yoksa, bünyenin kaldıramadığı yeni üyeler; organizmanın kabullenmediği yeni yasalar; devletlerin ve ulusların onaylamadığı yeni aşamalar falan derken, şıkıdım muhallebi çocukları gibi, Avrupa Birliği de hálá ve hálá uzatmalı bir "ergenlik krizi" mi yaşamaktadır?
Veya tam tersine, áni Alzheimer hastalığı zuhur ettiği için hiç beklenmedik bir "erken bunama"dan mı muzdariptir?
Eğer öyleyse de, yukarıda örneklediğim diğer uluslararası yapılanmalar gibi, Brüksel merkezli kurumun "gün göremeden" tarih sayfasından çekilmesi ihtimali mevcut mudur?
Her halükárda, AB dümeni hangi rotaya doğru çevrilmiştir ve encámı ne olacaktır?
* * *
HİÇ şüphesiz, Ortak Pazar’ın maddi temellerini atmış olan Roma Anlaşması’ndan elli yıl sonra yukarıdaki hayati sorulara cevap aramak meşru bir nitelik taşıyor.
Çünkü, Yaşlı Kıta’nın hanidir çok vahim bir "kimlik krizi" yaşadığı su götürmüyor.
Nitekim, yirmiyedi üye ülke liderinin pazar günü yayınladığı "Berlin Deklarasyonu" ve bunun içerdiği "niyet tazeleme" iradesi de kaotik durumu saklamaya yetmedi.
Alman Şansölye Angela Merkel’in "iyimser takvim"ine rağmen, cafcaflı sözlerin satır arası okunduğu takdirde, söz konusu krizden çıkışa ilişkin ciddi bir reçete netleşmedi.
Dolayısıyla da, mevcut AB’yi ve onun kaderini sorgulamak kötümserliğe değil, gerçekçiliğe tekábül ediyor.
Artı, ilk kez 1957’de kurumsallaşan "Avrupa ütopyası" Türkiye’nin de hedefine dönüştüğüne göre, bu sorgulama bizim açımızdan da gerçekçiliğin tá kendisini oluşturuyor.
* * *
ANLADINIZ, burada demek istiyorum ki, "hedefimiz doğru" mudur?
Yani, bizzat kendisi bocalayan; ufku net gözükmeyen, ömrü bilinmeyen; her halükárda da bize cán-ı gönülden kol açmayan bir AB’yi rota bellemek acaba ne ölçüde akıl kárıdır?
Yanılmıyor muyuz? Akıntıya kürek çekmiyor muyuz?
50. yaşını buruk kutlayan bir kurumu seçmekle sermayeyi kediye bağlamıyor muyuz?
Tabii ki, hayır! Bin defa, milyar defa, trilyon defa hayır!
Tercihimizin ve hedefimizin neden sonsuz doğru olduğu konusuna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
İlerliyoruz, duruyoruz ve Şostakoviç’in 10. Senfonisi devam ediyor. Tam o sırada, sağ şeritteki otomobil direksiyonundan çok hoş bir kadının bana bakarak gülümsediğini fark ettim. Tabii ki ben de derhal gülümsedim. Sonra camdan hafifçe sarkarak bana bir şeyler söylediğini gördüm. Geçen pazar anlattığım gibi, pırıl pırıl bir erken bahar günü otomobile kurulmuştum.
Eh hayal bu ya, kendimi de o an radyoda Rus besteci Dimitri Şostakoviç’ten dinlemekte olduğum 10. Senfoni’yi Berlin Filarmoni Orkestrası’nda yöneten bir Von Karajan yerine koyuyorum.
Arabayı otomatik reflekslerle kullanıyorum ve de aklım trafikte falan değil!
Senfoni’nin birinci muvmanından ikinci muvmanına geçerken, elimdeki bagetle nasıl bir jest yapacağımı ve notaların bütün salonda ne denli tınlayacağını düşünüyorum.
Düşün düşün de, efendi işte hasır altına gidiyorsun ki, şimdi başka şey düşüneceksin!
Öyle, çünkü en son salisede fark ettim ki, vasıtaların kırmızı ışıkta durmuş olmasına rağmen ben tam sürat önümdeki otomobilin kıçına doğru gidiyorum.
Fren, fren, fren!
Bu arada da, hanidir otomatik vites kullandığımı yine unutmuşum, sanki debriyaj varmış gibi, sol ayağımla olmayan pedalı köklüyorum.
Neyse, muhtemelen balatalar hurdalaştı ve lastikler dazlaklaştı ama meret, tam o sırada başlamış olan senfoni ikinci muvmanını da bastıran canhıraş bir feryatla durdu.
İki santim daha gitseydim, en azından karakolluk olacağımın resmiydi.
Tekrar her neyse, zaten o andan itibaren de trafik tıkandı. Gıdım gıdım yürüyor.
Cep telefonuyla oğluma geç kalabileceğimi bildirdim ve gerisini umursamıyorum.
Ne umursayayım ki! Ne tasalanacağım ki!
İşte hava kıpır kıpır ve Şostakoviç’in özgürlük musikisini öyle bir duyuyorum ki, 100. doğum yıldönümü kutlanan dáhi bestecinin Stalin sultası altında çekmiş olduğu sonsuz acıları bile düşünmek istemiyorum.
Aklıma belki bir tek, tıpkı kompozitör gibi St. Petersburg sákini olan ve yine tıpkı onun gibi, acıları notayla değilse bile kelimelerin mecáziliğinde dile Büyük Anna Akmatova’nın aynı Stalin’e meydan okuduğu şu emsálsiz şiir geliyor: "Keyfin bilir, gir beğendiğin kılığa. / İster boşluğu yaran zehirli okunu at, / İstersen de eşkıya ol, yolda kafamı balyozlayan. / Kara veba, yak ve götür beni şifasız ateşlerinde. / Yahut, kusacak kadar sıradan icádınla zuhur et. / Soluk yüzlü kapıcı eşiği göstersin ve mavi kepli herif haneme girsin. / Vız gelir ve de hiçbiri umurumda değil. / İşte Yenisey gürül gürül akıyor. / Kutup yıldızında pırıldıyorum. / Ve işte, mavisini delicesine sevdiğim gözler son dehşetle perdeleniyor."
Ama hayır hayır, şu an bundan bile kaçıyorum ve otomobil direksiyonunda, ikinci muvmanın cazi çağrışımlı tınılarını Berlin Filarmoni’nin kürsüsünden yönetiyorum.
TIMARHANE KAÇKINI VAR!
Şimdi trafik öyle bir sıkıştı ki, işte bir nebze gidiyoruz ve tekrar duruyoruz.
Ve bir ara orkestra yönetmek işini yine öylesine ciddiye almış ve 10. Senfoni mûsikisine yine öylesine dalmışım ki, önümdeki vasıtaların ilerlemiş olduğunu fark etmedim.
Arkamdakinin ısrarlı korna sesiyle uyandım. Hızla da boşluğu doldurdum.
Bu arada şu açıklamayı getireyim. Ben üç şeritli bulvarın orta bandında bulunuyorum.
Bahar havasını teneffüs etmek istediğimden de hem sol, hem sağ ön camları açtım.
Artı, sanki avazı çıktığı kadar o zır deli tekno müziği dinleyen çılgınlardanmışım gibi, Dimitri Şostakoviç çalan radyonun hoparlörlerini de epey epey açtım.
Dolayısıyla, eğer onların da camları indirilmişse iki yanımdaki otomobiller notalarımı duyuyor olabilirler. Ama aldırmıyorum.
Zaten o otomobil sürücülerinin, durduğumuz zaman benim direksiyonu bırakarak el ve kol hareketleriyle orkestra şefi gibi davranmama şaşkınlık içinde bakıp, çok muhtemelen içlerinden "galiba tımarhane kaçkını var" diye düşünmelerine de aldırmıyorum.
Varsa var sana ne, o şef bagetimle senin bir yerini dürtüklemiyorum ya, yallah yürü!
İlerliyoruz, duruyoruz; ilerliyoruz, duruyoruz ve Şostakoviç’in Opüs 93, mi minör 10. Senfonisi devam ediyor ki, radyo programı bu, finale kadar sürdüreceğini sanmam.
Tam o sırada, sağ şeritteki otomobil direksiyonundan çok hoş bir kadının bana bakarak gülümsediğini fark ettim.
Böyle şeyleri kaçıracak kadar ahmak değilim, tabii ki ben de derhal gülümsedim.
Sonra bilhassa ona doğru dönerek, sanki yaylı sazlara tempo komutu veriyormuşçasına, elimdeki hayali bagetle hızlandırma jesti yaptım.
Hoş kadının gülümsemesi haniyse kahkahaya dönüştü.
Camdan hafifçe sarkarak da bana bir şeyler söylediğini gördüm.
Oysa, hem müziğin tınılarından, hem de aradaki uzaklıktan dolayı işitemedim.
Kulaklarımı göstererek duymadığım işaretini verdim ve radyonun sesini azalttım.
Sonra da iyicene sağ koltuğa yönelip, zaten açık camdan "Ne dedinizdi" diye sordum.
Fakat, lánet olası trafiğin aniden yürüyeceği ve bir o kadar lánet sürücülerin korna konserine başlayacağı tuttu ki, sözlerini tekrarlayacak zaman olmadı.
O üçüncü şeritten, ben ikinci şeritten ilerlemek zorunda kaldık ki, tüh aksi şeytan, tekrar durduğumuzda artık aynı hizáda değildik.
Ancak yine de sizin hatırınız için, Dimitri Şostakoviç’ten 10. Senfoni’nin trafikte devam edip etmediği sorusunun cevabını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
WINSTON Churchill’in táli cephe takıntısı, İtilaf devletlerinin hezimetinden sorumlu olduğu 1915 Çanakkale’siyle sınırlı değildir. Fikr-i sabit otuz yıl sonra tekrar depreşti. Aynı talebi bu defa da, 2. Savaş’ın Normandiya’sına paralel olarak ABD’li müttefiğine sundu. Israrla, Adriyatik yahut Balkan kıyılarına da operasyon düzenlenmesini savundu.
Aslına bakarsanız da, "genç" Churchill birincisinde ne denli yanıldıysa, "olgun" Churchill ikincisinde o denli öngörülü davrandı.
* * *
ÖYLE, çünkü İngiliz Başbakan’ın esas hedefini, zaten mukadder olan Hitler yenilgisi ertesinde Sovyetler’in Doğu ve Orta Avrupa’ya el koymasını engellemek oluşturuyordu .
Dolayısıyla, Kızıl Ordu yaya bırakmasın diye güneyden de harekát talep ediyordu.
Ancak, Londra liderinin haklılığı çok kısa zamanda ispatlansa dahi, Stalin’i "kuzu" (!) sanan naif Amerikalılar buna yanaşmadılar. Teklif reddedildi ki, sonucunu zaten biliyoruz.
Ve, Winston Churchill ’in Roosevelt - Einsenhower ikilisine tezi onaylamaması büyük ölçüde, otuz yıl önce sorumlusu olduğu 1915 Çanakkale macerasından kaynaklandı.
* * *
O Çanakkale ki, "neo-İttihatçı"ların yalan yanlış uydurduğu hamáset bir yana, tabii ki bizim açımızdan kesin bir zafer; İtiláf devletleri açısından ise kesin bir hezimet oluşturur.
Ancak, bunların her ikisi de "t-a-k-t-i-k" nitelik taşırlar. Asla stratejik değildirler!
Yani, Boğaz muharebelerinde yenmiş veya yenilmiş olmamız Savaş’ın nihai sonucunu değiştirmeyecekti. Dersaadet yine mağlup, İtiláf başkentleri ise yine galip safta yer alacaktı.
Dolayısıyla, hem müttefiklerin 18 Mart’ta gerçekleştirdiği deniz fiyaskosu; hem de 5 Nisan’da başlatıp 8 Ocak 1916’da pılıyı pırtıyı topladıkları diğer fiyasko kara çıkartması, çok önemli birer "sembolik değer hariç, tamamen "kuru sıkı" salvo atışına tekábül ederler.
Her iki taraftan da yüzbinlerin pisi pisine öldüğü korkunç bir "kasaplık macerası"dır.
Zaten tarihi inceleyenler bilirler ki, Somme’den Tannenberg’e ve İsonzo’dan Kanal’a, siyasi - askeri hezeyanlar her cephede en az Çanakkale’deki kadar ucuza insan harcanmıştır.
Dolayısıyla da, Anafartalar, Conk Bayırı, Kara Tepe "bize özgü" istisnalar değildir.
Tam tersine, "kıyam" nitelikli Cihan Harbi’nde bir genel "k-a-i-d-e"dir.
* * *
AMA doğru, Somme siperlerinin yahut Mazurya göllerinin vahşetini; düşmanımız ANZAC askerlerinin feláketini; tüm tarafların yaşadığı dehşeti ve tüm tarafların sergilediği kahramanlığı bilmeyenlere Çanakkale bir "mucize"ymiş gelir. Oysa ortada mucize yoktur.
İsteyen harp belgeleriyle denetleyebilir, çünkü bir; tıpkı zırhlılara karşı olduğu gibi kara birliklerine karşı da yer, manevra ve ikmal kábiliyetine sahiptik.
Çünkü iki; tüm muharebe boyunca hep hasmımızdan daha fazla ihtiyat gücümüz oldu.
Nihayet çünkü üç; çıkartmanın çok kötü hazırlanması bir yana, İtiláf bünyesindeki muhalifleri tarafından ciddiye alınmadığı için hiçbir zaman ciddi takviyeyle desteklenmedi.
O halde, savunmamızda "mucize" keşfetmek kendi kendine gelin güvey olmaktır.
* * *
ANCAK tek bir "mucize" vardır ki, o da yukarıda değindiğim sembole tekabül eder.
Birinci olarak Çanakkale, "Türk" ve "vatan" kavramlarının kolektif hafızaya ilk kez kitlesel biçimde yerleşmesinde; yani "ulus" bilincinin oluşmasında hayati rol oynamıştır.
Tabii ki sonsuz önemli bir şeydir, ama efsaneden soyutlanması vakti de artık gelmiştir.
Sonra aynı Çanakkale, hasmımız durumundaki Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da söz konusu "ulus" bilinciyle donanmasını sağlamıştır. Bu da onlar açısından çok önemlidir.
Ama semboller manevi işlev görse de maddi tarihin nesnelliğini değiştiremez.
Ve işte, ne azı, ne fazlası, o maddi tarih içinde de "nesnel Çanakkale"nin yeri budur!
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2007
1805 Trafalgar’ında Napolyon donanmasını da bozguna uğratmış olan ve hem Britanya, hem dünya tarihinin en büyük amirali addedilen Lord Nelson şöyle der:<br><br>"Karada muhkim bir hisara taarruz edecek denizci delidir." Bu cümleye bilhassa not koyalım.
* * *
ÖYLE, çünkü İtiláf devletlerinin 18 Mart 1915’ten 8 Ocak 1916’ya dek sürdürdüğü genel Çanakkale harekátı, Nelson’un sözünü kulak küpesi etmeyen bir deliliği yansıtır.
Ve bu delilik, Bahriye Bakanı Winston Churchill’de kesinkes, Savunma Bakanı Mareşal Kitchener ise kısmen olmak üzere, bir bölüm İngiliz siyasetçi ve askerde zuhur etti.
Neden mi?
* * *
ŞUNDAN ki, dün değindiğim gibi Çanakkale’nin genel harp stratejisindeki ikincilliği veya üçüncüllüğü bir yana, İngiliz - Fransız donanması Seddülbahir açığına geldiğinde o Çanakkale artık, yukarıdaki Nelson’un deyimiyle "muhkim kale"ye dönüşmüştü.
Zira, İttihatçı taifenin gemini tutan Prusyalı generaller 2 Ağustos 1914’deki Alman - Türk paktından, İtiláf zırhlılarının menzile girdiği 18 Mart 1915’e dek, midye toplamadılar.
Savunmayı haniyse tam teçhizat donattılar ki, bu donanım hiç de kıtıpiyoz değildi!
Tabyaların beton satıh ve derin sığınakla tahkimi; yeni toplara ek olarak eski muhrip taretlerinin de montajı; modern savaşta ilk kez kullanılan ve uzaktan kumanda edilen sahte hedef ayarlaması; ve de tabii ki, sulara mayın döşenmesi işlemleri hemen tamamen bitmişti.
Militarist ideolojisi bir yana ama askerlik sanatında Allah’ı var, Boğaz’daki 5. Ordu Komutanı Otto von Sanders Paşa bütün imkánları en rasyonel biçimde kullanmasını bilmişti.
* * *
BU durumda şu noktaları saptamak gerekiyor:
Donanma Komutanı Büyük Amiral Fischer’in "intihar" öngörüsüne rağmen suların çala kulaç geçileceğine inanan Churchill; artı, onun gazına gelen filo komutanları Carden ve de Robeck aslında, Lord Nelson’un "delilik" dediği hezeyanı zır deliliğe vardırmış oldular.
Zira tekrarlıyorum, "neo-İttihatçı" hamasetin aksine, düşmanı karşılamaya hazırdık.
En azından, hasmımızdan daha iyi hazırdık. "Yokluk içinde" falan da savaşmadık.
Üstelik, hemen her muharebede, ama bilhassa "denize karşı kara" muharebelerinde olduğu gibi, "müdáfi tarafı" olarak yer, siper, ikmal ve oynaklık avantajına sahiptik.
Kaldı ki, aynı Amiral John Fisher’in "anavatan donanmasını Akdeniz macerasına göndermem" diye bu defa Bahriye Bakanına tam rest çekmesinden dolayı, Boğaz’ı zorlayan İngiliz ve Fransız tekneler genel olarak "ıskarta" yahut "demode" sınıfa dahildi.
* * *
O halde, dün vurguladığım "donanma harekátı başarı kazanmış olsaydı dahi bu, savaş geneli açısından hayati önem taşımazdı" gerçeğini, 1. Deniz Lordu Henry Jackson’un operasyondan çok önce, tá 6 Ocak’ta Churchill’e verdiği memorandumla tamamlayayım:
"Pek zor olsa dahi teknelerimizin Boğaz’ı aşıp İstanbul’a ulaşacağını farzedelim. Mühimmat bitmiş ve gemilerimizin en az yarısı batmış olacaktır. Türk sahil topları da bunları rahatça devre dışı bırakabilir. Şehre ve kıyıya asker sevketmek ise imkánsızdır."
Eh, nerede kaldı da o tekne mürettebatı hem Payitaht’ımızı el kol sallayarak işgal edecek; hem de üstelik, Kavaklar’ı fütursuzca aştıktan sonra Rusya’nın imdádına yetişecek! Böyle bir hayal "delilik"ten başka bir şey değildi ki, zaten topu topu bir gün süren deniz harekátı en önce onun başını yediği için, Winston Churchill acilen istifaya zorlandı.
Kendi itirafıyla, "Çanakkale deliliği" siyasi kariyerini bir yirmi yıl ertelemiş oldu.
Böylelikle de, cumartesi günü işleyeceğim Nisan 1915 kara çıkarması gündeme geldi.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
İTİLÁF devletlerinin 18 Mart 1915 günü başlatıp, 8 Ocak 1916 gecesine kadar sürdürdüğü Çanakkale-Gelibolu harekátı, Cihan Harbi’nin kaderinde belirleyicilik taşımaz. İşte en son söylenecek şeyi kasten en baştan söyledim ki, nokta, satırbaşı ve paragraf.
* * *
EVET evet, tarihi nalıncı keseri gibi yontmaya kalkışan bizim "neo-ittihatçılar"ın hamaset uydurmasyonuna boş verin, yukarıdaki gerçek nesnel bir vakıadır.
Çünkü, Almanya’nın Belçika’ya saldırdığı 2 Ağustos 1914’ten, aynı ülkenin teslimiyet mütarekesi imzaladığı 11 Kasım 1918’e dek, Harp’in kaderi daima Batı cephesinde oynandı.
İkinci cephe Rusya dahil, diğer hiçbir muharebe alanı hayatiyet taşımadı. Taşıyamazdı.
Zira, "motor hasım" durumundaki ülkeleri bir yanda Berlin; diğer yanda ise Paris ve Londra başkentli "düvel-i muazzama" devletleri oluşturuyordu.
Söz konusu Rusya’ya ek olarak, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları gibi İtalya, Bulgaristan, Sırbistan vs. de ancak ikincil ve taktik nitelik arzettiler.
* * *
NİTEKİM bunun içindir ki, Prusya kurmayı gibi Fransız, İngiliz kurmayları da bunu daha ilk andan itibaren tüm savaş stratejisini o Batı cephesi ekseninde inşa ettiler.
Alman karargáhının 1870’deki yarma harekátını tekrarlayarak derhal Paris’e inmek planından başlayın ve karşı tarafta müttefik başkomutanlığın bölgesel yayılma operasyonlarını reddetmesine bakmasına uzanın, dört yıl boyunca bütün "ağırlık" hep aynı yerde odaklandı.
Dolayısıyla da, ulusumuz açısından ne denli önem taşırsa taşısın, Anafartalar, Conkbayırı, Mecidiye 1.Cihan Harp’in gidişatında tayin edici bir rol oynamadı.
Müttefikler, savaşı bizim Filistinler’de, Leh ovalarında, Alp geçitlerinde kazanmadılar,
Dixmude, Marne, Verdun, Somme, Chemin des Dames falan, "devler"in geniş bir sınır sathı boyunda burun buruna geldiği ve milyonların öldüğü muharebelerde kazandılar.
* * *
ŞİMDİ bunları söyledim ya, biliyorum ki o "neo-ittihatçılar"dan bazıları "sen şehit kanıyla sulanmış Çanakkale’yi nasıl ’küçümsersin’" diye duman attırmaya kalkışacaktır.
Hayır, ben öz ve be öz ecdámın da yattığı Çanakkale’yi tabii ki "küçümsemiyorum".
Tıpkı, ötekilerin Tanenberg, Mazurya, İsonzo muharebelerini küçümsemediğim gibi.
Ancak bunlar nesnel olguyu, yani 1915’deki Çanakkale-Gelibolu "zorlaması"nın özünde stratejik anlam ifade etmediği ve edemeyeceği gerçeğini değiştirmez.
* * *
ÇÜNKÜ varsayalım ki, Petrograd’ın yakarmaları karşısında ve sıkışmış bir Rusya’yı ferahlatmak için Londra ve Paris’in zoraki kabullendiği Çanakkale harekátı başarıya ulaştıydı.
Dolayısıyla da, İtiláf zırhlılarının taretleri Sarayburnu’na çevrilmişti. Eee, sonra?
Teslim bayrağı mı çekecektik? Belgrad’sız Sırbistan bile çekmedi, biz mi çekecektik?
Payitaht’ın başka yere taşınacak olması, aynı zırhlıların mayınlanmış ve tabyalanmış İstanbul Boğazı’nı da el kol sallayarak geçip Kırım’a demir atacağı anlamına mı gelecekti?
Hadi mucize kábilinden attılar diyelim, Çarlık’a hangi stratejik yardımı getirecekti ki?
Operasyona zoraki ve yarım ağız "he" diyen İngiliz Savunma Bakanı Lord Kitchener ve Fransız Başkomutan Mareşal Joffre, daha ilk andan itibaren, güçlü kara cephesi açılmadığı takdirde harekátın ancak sembolik değer taşıyacağını; fakat kendilerinin de hiçbir şekilde Batı’dan Trakya - Balkan - Karadeniz yönüne asker kaydıramayacaklarını bildirmemişler miydi?
Kaldı ki, Almanya 1917 Bolşevik teslimiyetinden sonra bile aynı Batı’da yenildiğine göre, belki kısa bir süre kazanmak hariç, Şavaş’ın mukadderatında ne değişmiş olacaktı?
Dolayısıyla, Çanakkale 1. Harp’in genel gidişatı açısından bir "kuru sıkı salvo"; o salvoyu atan İtiláf devletleri açısından ise bir "deliliktir" ki, bunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2007
ÖNCEKİ gün 92. yıldönümünü kutladığımız ve İtilaf kuvvetlerinin Gelibolu Yarımadası’nı tamamen terk ettiği 8 Ocak 1916 gecesine dek sürecek olan Çanakkale muharebelerini, zaferden haniyse bir asır sonra, artık efsaneden arındırmamız gerekiyor. Engin Ardıç’ın da enfes biçimde yaptığı gibi, şovenizm üretebilmek için tarihi kasten çarpıtan ve 1915 savunmamızı dokunulmaz bir "fetiş" kılan ideolojiyi budamak zorundayız.
Bu nesnel yaklaşım, başta Miralay Mustafa Kemal’in inisiyatif ve cesaret yeteneği olmak üzere, yukarıdaki zafer niteliği tabii ki tartışılamayacak olan Çanakkale’yi küçültmez.
Tam tersine, hamaset edebiyatının ipliğini pazara çıkartacağından, o zaferi mümkün mertebe objektif bir tarih çerçevesinde değerlendirmemizi getirir.
* * *
BURADA en önce ve döne döne, şunu defalarca haykırmak gerekiyor:
Hayır, İmparatorluğumuz Cihan Harbi’nde "mağdur" falan değildi! Asla da olmadı!
Kimse "mazlumiyet" lügati paralamasın, çünkü biz kesinkes "sal-dır-gan" taraftık!
Eğer Memálik-i Osmaniye 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’yle tarihe gömüldüyse bundan herhangi bir "öteki"ni sorumlu tutmak iftiracılık ve yalancılıktır.
Zira, o sorumlu bizzat "b-i-z"iz!
* * *
TABİİ burada "biz" derken, Amiral Souchon komutasında Akdeniz’deki İngiliz donanması önünden kaçan iki Prusya zırhlısını Çanakkale’den áláyı váláyla buyur edip bunu kabineye "bir çocuğumuz oldu" yüzsüzlüğüyle müjdeleyen; sonra da komuta ve mürettebatı Alman kalan gemileri "Yavuz" ve "Midilli" diye vaftiz ettirtip, ortada fol yok, yumurta yokken 29 Ekim 1914’te Rus Sivastopol’u topa tutturtan Enver ve şürekásını kastediyorum.
Dolayısıyla, İtiláf devletlerinin beş ay sonra başlattığı Çanakkale bir "sebep" değildir.
Tersine, İttihatçıların tek fiske vurulmadan bizi sürüklediği felákette bir "sonuç"tur!
* * *
VE tabii, aynı İttihatçıların ülke ve dünya değerlendirmesi öylesine sığlık arzediyordu ki, İngiltere ve Fransa’nın, kendilerine müttefik olmasına rağmen Rusya’nın Boğazlar’a inmesini engellemek için tarafsız bir Türkiye’yi kollamak politikasını da tümden ıskaladılar.
Öyle ki, Londra Başbakanı Grey’in İngiliz sefiri aracılığıyla 22 Ağustos 1914’te; yani Prusya zırhlılarının Boğazlar’a girmesinden sonra dahi Dersaadet’e yaptığı teklifi reddettiler.
Halbuki söz konusu teklif, Payitaht’ın Alman mürettebatı enterne edeceğine ve tarafsız kalacağına dair yazılı güvence vermesine karşılık de, kapitülasyonların gözden geçirilmesi dahil, Osmanlı toprak bütünlüğünü yine yazıyla güvenceye alacağını bildiriyordu.
Ama yook, Enver ve şurekásının obur işkembesini Kanal ve Turan hayallerinden azı doldurmaz ya, hazretler bu sonsuz olumlu öneriye göz atmak tenezzülünü bile göstermediler.
* * *
OYSA, Londra ve Paris’ten farklı emeller taşıyarak Boğazlar’a sulanan Rusya İttihatçıların 2 Ağustos 1914’te Berlin’le pakt imzalaması karşısında ellerini ovuşturmaktadır.
Nitekim, Dışişleri Bakanı Sazonov da İstanbul’daki elçisi Girs’e şu talimatı gönderir:
"Türklerin savaşa girmesi ihtimalinden hiç kaygılanmadığımızı unutmayın".
Yani Sergey Sazonov demek istiyordur ki, "ah, şu Türkiye Almanya’yla birlikte harbe bir katılsın da, İngiltere ve Fransa Boğazlar’a talebimize metazori ’he’ desin"
Ve, İttihatçıların budalalığı yukarıdaki senaryoya aynen hizmet etti.
Çok çekişmeli müzakerelerden sonradır ki, Paris ve Londra ancak Şubat - Mart 1915’te ve tam Çanakkale öncesinde Petrograd’ın isteklerini kabul etmek zorunda kaldılar.
İşte, "neo-ittihatçı" yalanın aksine, "öteki"nin yarattığı bir "sebep" değil "ben"im çanak tuttuğum bir "sonuç" olan Çanakkale’ye böyle gidildi ki, devamını yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
Şu pırıl pırıl erken bahar gününde ve otomobil direksiyonunda ben, Berlin Filarmoni kürsüsünde Şostakoviç’in Opüs 93, mi minör 10. Senfonisi’ni icra ettirten bir Herbert von Karajan’ım. Şu an birinci muvman bitmekte ve elimde baget, ikinci muvmana geçiş için nefesli sazlara işaret vermeye hazırlanıyorum. Tesadüf müdür nedir bilemiyorum ama, işte bu kaçıncı defadır başıma geliyor! Yani, bazen otomobil direksiyonunda kendimi müziğe öylesine kaptırıyorum ki, aniden meçhul tınılarda kayboluyorum.
Geçen hafta da aynen böyle oldu.
Pırıl pırıl bir erken bahar havasıydı ve ortanca oğlumla buluşmak üzere arabaya bindim.
İbre zaten daima oraya ayarlı durduğu için de, kontak anahtarını çevirir çevirmez her zaman dinlediğim klasik müzik istasyonu çıktı.
Spikerin ilk takdimini kaçırdım ve sadece, "Opüs 93, mi minör" dediğini işittim.
Ve daha ilk notalardan itibaren de anladım ki, Dimitri Şostakoviç’in 10. Senfoni’si icra edilmektedir.
Bana sorarsanız yurttaşı İgor Stravinski’den hemen sonra modern zamanların en dev yaratıcıları arasına koyacağım Rus bestecinin yüzüncü doğum yıldönümü kutlanıyor ya, dolayısıyla Şostakoviç şu sıra konserlerin, radyoların, plakçıların gündeminden düşmüyor.
Gel de hazdan çıldırma! Gel de hoparlörler desibellerini en sonuna kadar açma!
Üstelik, 10. Senfoni!
DÁHİ BESTECİ
Evet evet o 10. Senfoni ki, yıl 1953 sonlarıdır ve işte şükürler olsun, Názım Hikmet Ran’ın ifadesiyle "bıyıkları çorbamıza giren" korkunç Sovyet lideri Stalin nihayet gebermiştir.
Eh her halde, "halkların küçük babası" (!) gittiği cehennemden de zebanilere "formalist burjuva musikisi, yasaklayın" diye emir buyuracak değil!
Veya, mumyalandığı puttan ayağa kalkıp Moskova’daki polis müdürüne ve Kremlin’deki ideoloji zaptiyesine "dejenere herifi içeri tıkın" komutunu veremez.
Dolayısıyla, 20. yüzyılın dáhi bestecisi artık "gulag" zindanlarını boylamak tehlikesi olmadan bütün duyarlılıklarını partisyona kaydedebilir.
Acılarını, suskunluklarını, sükûnetlerini, nedámetlerini, isyanlarını, burada belki çok fazla ihtilálci olmasa da, özgürlük notalarında haykırabilir.
Hafiften caz tınılarla bile flört edebilir ki, 10. Senfoni aslında bir "bireysel kurtuluş" senfonisidir.
Bunu otomobil radyosunda işittiğim an da direksiyonu, vitesi, gazı unutabilirim.
Zaten, unuttum.
Unuttum, çünkü yine hezeyánlar geçirdim ve yine kendimi orkestra şefi sandım.
Hayır, aşağı yukarı aynı döneme tekabül etse de New York NBC’yi yöneten bir Arturo Toscanini olamam.
Çünkü, onun Şostakoviç yorumları hem çok sayılıdır, hem de 1953’te artık yavaştan yavaşa geri plana çekiliyordu.
Üstelik, rakipleri Leopold Stokovsky ve Eugene Ormandy’yi yaya bırakıp 7. Senfoni’nin Batı’daki ilk icra hakkını elde edebilmek için "on milyonlara seslenen radyo ayrıcalığı"nı bir şantaj gibi kullanmasını hiç affetmedim.
Yok yok, Dimitri Şostakoviç’in 10. Senfonisi’ni ben otomobilimin direksiyonunda İtalyan şef kimliğiyle yönetmiyorum.
ADETA VON KARAJAN’IM
O halde diyelim ki, Herbert von Karajan oldum.
Tamam, Cermen şef yine kendisi gibi Cermen Frederich Nietzsche’nin "üstün insan" (!) felsefesiyle halvete girdiği için, ondan da şahsiyet olarak hiç hazzetmem.
Kabul ama, tarihin en dev müzik yöneticilerinden birisi olduğu inkár edilebilir mi?
10. Senfoni’yi Berlin Filarmoni’de zirveye ulaştırdığı görmezden gelinebilir mi?
Mümkün değil ve dolayısıyla, kendi branşlarında mükemmele ulaşan dáhileri ancak o branşlarındaki performanslarıyla değerlendirebilirim ve diğer bütün yargılarım hükümsüzdür.
Dolayısıyla, şu pırıl pırıl erken bahar gününde ve otomobil direksiyonunda ben, Berlin Filarmoni kürsüsünde Şostakoviç’in Opüs 93, mi minör 10. Senfonisi’ni icra ettirten bir von Karajan’ım.
Şu an birinci muvman bitmektedir ve elimde baget, ikinci muvmana geçiş için nefesli sazlara işaret vermeye hazırlanıyorum.
Ve, belli belirsiz olsa dahi provaların birinde fos vurgulama yaptığı için ağzımı açıp gözümü yumduğum üçüncü keman es kaza aynı yanlışı tekrarlarsa, konser bittiği an ve "bis"e falan çıkmadan onu viyolonsel yayıyla kıtır kıtır keseceğimin resmidir!
Hayır tekrarlamadı ve işte musiki zirveye erişiyor.
Titreyen ve titreten tınılar bütün salonu tarûmar etmektedir ki, aman Allah’ım o ne?
Bas, frene bas be adam, yoksa başka bir şey tarûmar oluyor!
10. Senfoni’nin birinci muvmanında neyin tarumar olmak üzere olduğunu, gelecek pazarın ikinci muvmanına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku