HALEP oradaysa arşiv buradadır ve eğer bana inanmayan çıkarsa, derhal araştırabilir.
Soruyorum, gırtlaklama vahşetine varan şu misyoner nefretini Türkiye’ye kim soktu?
Hayır yanıldınız, "dini" veya "İslami" yaftalı her hangi bir örgüt ve kişi değil.
* * *
DEĞİL, çünkü tam tersine, "ultra laik" geçinen o "Maocu - Ulusalcı" taife soktu.
Hani gizli servislerin "fabrikatör" kod adıyla şifrelediği ve yayınladığı provokatör dergiden ötürü "Karanlıkçılar" diye bilinen şebeke var ya, işte bu meláneti de onlar yaydı.
Duyan da beş vakit namazında dini bütün Müslüman; háttá üç ayları bile tutan sofu sanacak, "Maocu - Ulusalcı" yaygaracılar sabah akşam "protestan misyonerler Türkiye’yi Hristiyanlaştırıyor" yalancılığıyla nefret, kin, korku ve garez tohumu ektiler.
Bu tohumlar da ilkin, Attila İlhan’dan Rahşan Ecevit’e uzanan ve kıymeti kendinden, sıfatı lûgatten menkûl bir "sol"un kıraç toprağında demagoji başaklarına dönüştü.
Ve de tabii ki, sáftirik ve fanatik bir "İslami kesim" detongaya basmakta gecikmedi.
Zaten bu kesimin damarlarında mevcut olan "kan kültürü" sayesinde de iş Trabzon ’da rahip katletmeye; İstanbul’da Dink öldürmeye ve Malatya’da kitapçı gırtlaklamaya vardı.
* * *
BURADA en önce şunu saptayalım ki, "laik" ve "dini"; "sağ" ve "sol" bağnazların "öteki"ne beslediği kin; dolayısıyla da o "öteki" karşısında duyduğu korku, ortak paydadır.
Bunların bazen düşman gözüküyor olması yukarıdaki ortaklığı asla değiştirmez!
Taşra kentlerindeki misyoner katliamları, İstanbul sokaklarındaki Dink cinayetleri, sayfiye mülkiyetlerindeki yabancı panikleri, gazete köşelerindeki sermaye düşmanlıkları falan, bunlar aslında aynı "öteki" dehşetinin ve aynı "öteki" nefretinin farklı tezahürleridir.
Dolayısıyla, "ulusalcılık" diye zuhur eden akımla bir kesim "dincilik" arasında bugün sonsuz büyük paralellikler mevcuttur. Bütünlük ayrışmadan çok daha güçlüdür.
Belágatte, sloganlarda, komplo teorilerinde ikisi de aynı kaba def-i hacet eylemektedir.
Kaldı ki, tarihi süreçte Türkiye’nin Türkleşmesi ve Müslümanlaşması at başı bir seyir izlemiş olduğundan, bunların birbirlerini tamamlaması o kadar da fazla yadırgatıcı sayılamaz.
* * *
ÖTE yandan, yakın geçmişte "Türk-İslam sentezi" diye formüle edilen ve "sol"la kendisi arasına etik bir çizgi çekmiş olan yaklaşım nitelik değiştirmiştir. O çizgi artık yoktur.
Aynı şekilde, yine geçmişte ve yine geleneksel "sağ"layine belirli biretiktemelindefarklılaşmış olan "sosyal-marksizan" bir "sol" da yoktur. Çizgi flu bile değil, görünmezdir.
Şu postmodern zamanlar bunların ikisini lağvetmiştir. İlla terminoloji kullanılacaksa da, şimdi muhtemelen bir "sosyo - teokratik totalitarizm"den söz etmek gerekmektedir.
Ama tabii ki, esas eğilimlere göre "sosyo" veya "teokratik" yön ağır basmaktadır.
* * *
BURADA"teokratik" öğeden; daha doğrusu "İslami" unsurdan söz ettiğimizde ise, heyhat ki heyhat, yöntemin daha da "vah-şi-leş-ti-ği-ni" kabullenmek zorundayız.
Zira, çöl - göçebe geleneğinin daha sonra ve de Kur’án’a rağmen "dinileştirilmiş" olmasışiddeti, háttá vahşeti,Müslüman pratik ve ritüelde olağan kılıyor. Sıradanlaştırıyor.
Kendimizi kandırmayalım ve binbir dereden su getirmeyelim, ne Irak Zerkavi’sinin kamera önünde rehine kesmesi; ne Cezayir GİA’sınin vahá çadırında kadın boğazlaması ve de tabii ki, ne Malatya meczûbunun kitapçı dükkanında misyoner doğraması tesadüfi şeylerdir!
Artı, öküz altında buzağı arayıp ve ikiz kardeş "ulusalcılar"a özenip, o Malatya’nın, o Trabzon’un, o Osmanbey’in arkasında bir "görünmez el" keşfetmenin de álemi yoktur.
Zira "kan kültürü"nün daha rengi, "öteki"ni yok etmek azmini sıradan kılmaktadır.
Ve tek çözüm, "kan kültürü" yerine "öteki kültürü"yle barışmaktan geçmektedir.