Hadi Uluengin

Şark’ta muteber

5 Mayıs 2007
"BON pour l’Orient" imlásıyla yazılan ve "bon pur loryan" diye okunan Fransızca deyim "Doğu’da geçerlilik taşır" anlamına gelir. Bu, vakt-i zamanının güzel Türkçesine de "Şark’ta muteber" diye tercüme edilmiştir.

Evet, çeviri nispeten eskiye uzanır, çünkü söz konusu terim 19. Yüzyıl kökenlidir.

* * *

ŞÖYLE ki, sömürgeciliğe kılıf uydurmak için kendisine "vahşileri ehlileştirmek" misyonu vehmeden "beyaz adam", kolonyalizmin altın çağına tekabül eden o 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Fransa’da iki tür diploma dağıtmaya başlamıştı.

İster metropoldeki, ister müstemlekelerdeki okullarda olsun bunlardan ilkini, sınavlarda başarı kazanmış her öğrenciye verilen normal şehadatnáme oluşturuyordu.

Diğerine gelince!

* * *

HEPTEN çuvallamış olanlara değilse bile, eh işte ite kaka ve ikmal iltimas, vasatın dahi en asgárisini yakalayabilenlerin eline ise başka bir diploma tutuşturuluyordu.

Üzerine de kapı gibi bir "Şark’ta muteber" damgası vuruluyordu.

Bu belge Fransa’da ve onun belli başlı kurumlarında kıymet-i harbiye taşımayacaktır.

Fakat, denizaşırı sömürgelerde her hangi bir baltaya taş olmanın kapısını açar.

Örneğin, Paris’in Saint Lazare Garı’na makasçı yamağı olarak bile almazlar ama, Hind-i Çin Şimendifer Kumpanyası’nda derhal istasyon şefliğine tayin edilebilirsiniz.

Yahut ne bileyim ben, kıytırık bir taşra kasabasında kadastro memuru dahi olamasınız da, Garbi Fransız Afrikası’nda çabucak kaymakam yardımcılığına terfi edebilirsiniz.

Ve tabii ki şunu ekleyeyim, yukarıdaki diplomalar esas olarak, Arap, Mağribi, zenci, sarı, sömürgelerden gelmiş olan ve "kadro" diye yetiştirilen "yerlilere" revá görülüyordu.

* * *

SONRA devrán değişti ve bu "bon pur loryan" deyimi evrensel lûgate girdi.

"Medenileştirmeye" (!) kalkıştığı "öteki"ni (!) sonsuz küçümsediği ve kendisinin yetinmediği bir düzeyi başkasına láyık görerek o "öteki"ni sonsuz aşağıladığı için, terim "çifte standart"ın en yüz karartıcı ifadesi olarak dünya sathında yerleşiklik kazandı.

Bugün kime ve neye "Şark’ta muteber" derseniz, mecázi anlamda, söz konusu kişi veya nesnenin ancak aşağı seviyeyle kifáyet edeceğini kastetmiş olursunuz.

Ayrıca da, zaten daha fazlasına ulaşmak kapasitesinin bulunmadığını çağrıştırırsınız.

Türkçe’de belki buna en yaklaşan deyimi "körler diyarında şaşı sultan" sözü oluşturur ki, her halükárda da "Şark’ta muteber" dediğiniz an, dudak bükmüş sayılırsınız..

Fakat, çok daha korkuncu, çok daha fecaati, çok daha hazini var!

* * *

O da şu ki, ilk sözcüğü yine mecázi olarak kullanıyorum, bir de Şark kendi içinden ve kendi bağrından "Şark’ta muteberler" üretiyor ki, işte en dehşetini de onlar oluşturuyor.

Nitekim baksanıza, başta AB, bütün Batı ülke ve kurumları askerlerin dayatmış olduğu "web muhtırası"yla uzlaşmayıp "hayır, biz Türkiye’de de sivil ve evrensel demokrasiden yanayız" dedi ya, feryád figán, yine bin dereden su getiriyor ve yine nakarat tekrarlıyorlar.

Yok bizim şartlarımız "özel"miş de; yok "anlayış"la karşılamak gerekirmiş de; yok TSK’nın "farklılığı" varmış da, yarı utangaç, yarı bezirgán, yarı fodul, atıp tutuyorlar.

Breh breh breh, kendi kendini küçültmenin ve aşağılamanın bu kadarına da pes!

Onlar aslında tabii ki, "fazlası ne mize lázım, ’Şark’ta muteber’i bize yeter" diyorlar.

Batı’nın Türkiye’ye de evrensel diploma láyık görmesinden asla hoşlanmıyorlar.

Eski tür "çifte standart" talep ediyor ve "şaşı sultanlığa" fit olunmasını istiyorlar.

Allah Şark’ı bilhassa ve bilhassa kendi "Şark’ta muteber"lerinden korusun ki, amin!
Yazının Devamını Oku

Tarz ve arz

3 Mayıs 2007
ANAYASA Mahkemesi’nin kestiği parmak acımazmış, işte seçime gidiyoruz. "Web muhtırası" sayesinde kesemiz dünkünden en az bir on milyar dolar daha fakirleşmiş; AB hedefimiz dünkünden en az bir beş yıl daha gerilemiş ve demokrasi çıtamız da dünkünden en az bir o kadar daha aşağı inmiş olsa bile eh n’apalım, hadi hayırlısı olsun.

* * *

HAYIRLISI olsun ama yine de, onbir üyesinden yedisi Sezer tarafından atanmış; karar arifesi asker müdahalesiyle gölgelenmiş; CHP liderinin "ters yönde hüküm Türkiye’yi çatışmaya sürükler" tehdidiyle karşılaşmış bir Mahkeme’nin kararı tabii ki tartışılacaktır.

Raportör görüşüne rağmen oylamanın iptalini "mánidar" bulanlar tabii ki çıkacaktır.

Fakat ben bunlara girmeyeceğim ve sadece şunu söylemekle yetineceğim.

Kendi düşen ağlamaz, eğer sandıklar açıldığında, şimdi "mağdur" konumuyla halka gidecek AKP oyunu korumuş, háttá arttırmışsa, kimsenin mızıklanmak hakkı kalmayacaktır.

Baykal - Öymen eksenli ve aşırı sağ söylemli CHP’nin zaten kalmayacağı gibi, ikide bir durumdan vazife çıkartan "iyi saatte olsunlar"ın da hiç mi hiç olmayacaktır.

Başka bir deyişle, önümüzdeki seçimlerde iktidar partisi başarısını tekrarlar ve belki bir ihtimal zafer dahi kazanırsa, bunun sorumlusu, daha doğrusu "kamçılayıcısı", demokratik irade ve sistemi hiçe saymış olan "tahammülsüzlük güçleri"nin tá kendisi olmuş olacaktır.

Ancaak!

* * *

ANCAĞI şu ki, yeni seçimlerden isterse "muazzam zaferle" çıkacak olsun, AKP de aynı demokratik irade ve sistematiğe aynı ölçüde saygı duymakla yükümlüdür.

Çünkü, demokrasi çoğunluk diktatoryası değildir ve de asla olamaz.

Demokrasi çok genel tanımıyla, "azınlıkların çoğunluk olmak hakkının ve onların varoluş biçiminin çoğunluk tarafından hukuki güvence"ye alındığı rejimin adıdıdır.

Dolayısıyla da, daha en baştan itibaren, laik olmayan bir demokrasi zaten olamaz.

Ama buna girmeyeceğim dahi, zira marjinal unsurlar hariç AKP seküler bir partidir.

Dün de belirttim, Türkiye toplumu laisizmle eklemleşmiştir ve geriye dönüşü yoktur.

Fakat yetmiyor ve yetmesi de mümkün değildir!

* * *

DEĞİLDİR, zira her ne kadar AKP laik kimlik arzetse dahi, "hayat tarzı" dediğimiz ve insani açıdan sonsuz önem taşıyan diğer toplumsal olguda işler çatallaşıyor.

Buradaki ana sorun ise İslam’ın değilse bile, İslam’ın dışavurum şeklinde odaklanıyor.

Çünkü şu kesin bir gerçek ki, Müslümanlık adına dünya sathında şart koşulan "sosyal pratikler"; yani burada saymakla bitmeyecek olan ve kadın hukukundan içki yasağına, giyim biçiminden oruç zaptiyeliğine uzanan uygulama, hoşgörüsüzlük ve fanatizm üzerine oturuyor.

"İmáni tarz" olduğu varsayılan şey "dünyevi tarz" olarak da kendini empoze ediyor.

Dobra konuşalım, bin çoğu var azı yok, yukarıdaki sosyal pratiğin "tahammülsüzlük güçleri" burada, laikçilik dayatan zıt "tahammülsüzlük güçleri" kadar kabarık sicile sahiptir.

* * *

İŞTE bu yüzden de, aynı İslam sosyal pratiğini yaşamayanlar kendi hayat tarzlarından kaygılandıkları an, yine insani bir refleskle, zoraki tercihe hazırlanıyorlar.

Dünyadaki emsáli sayısız olduğu için, kırmızı alkol alanlarını; haremlik - selámlık ayrışmalarını; tesettürlü çocuk müsamerelerini haklı bir endişeyle, tehlike işareti addediyorlar.

Dolayısıyla da, Tandoğan ve Çağlayan meydanlarına apoletli "web muhtıraları"na imza atmak için değil, "hayat tarzı" güvencesine "arz" aramak için koşuyorlar.

Ve, laik AKP bu "tarz"a da o "arz"ı mutlaka sunmalıdır ki, yine "web muhtırası" yayınlayan çıkarsa, okumaya bile ne hácet ve bilgisayar faresine "tık", elektronik çöpe gitsin.
Yazının Devamını Oku

Laik ve sivil

2 Mayıs 2007
"TÜRKİYE laiktir ve laik kalacaktır"!<br><br>Tabii ki öyledir ve tabii ki öyle kalacaktır! Yoksa, yine durumdan vazife çıkartıp "web muhtırası" veren "cihet-i askeriye" başta, Tandoğan ve Çağlayan meydanlarında dile getirilen bu ilkeden şüphesi olanlar mı var?

Olmasın! Bir nebzecik, bir zerrecik, bir damlacık olmasın!

Benim asla olmadı, çünkü evet, sivil "Türkiye laiktir ve laik kalacaktır"!

* * *

EVET öyle kalacaktır, zira ne mutlu ki, o laiklik toplumumuz mayasına işlemiştir.

Belki belki Bosna ve bazı Orta Asya devletleri hariç, sekülarizm dünyanın hiçbir İslam ülkesinde Türkiye’deki kadar dal budak salmamıştır. Böylesine etle kemik olmamıştır.

Üstelik de, bunun kökeni Cumhuriyet Devrimi’mizin çok öncesine uzanmaktadır.

Başka bir deyişle, dini-dünyevi ayrışması gökten zembille ve bir çırpıda inmemiştir.

* * *

ÖYLE, çünkü tek tük direnişler aslında devede kulak kalır, eğer Cumhuriyet laisizmi böylesine çabuk ve böylesine kolay yerleşiklik kazanabildiyse, bunun tek bir nedeni var:

Sosyolojik zemin tarihi ve beşeri planda mevcuttu!

Yani, velev ki, bazı abartılara kaçılmış olsun, 1928 Anayasa’sıyla hukukileştirilen modern kavram öz itibariyle ruhi - mánevi açıdan zaten hazırdı. "Ehli" bir temele oturdu.

Zira, şimdinin Türkiye sekülarizmi geçmişin Şamanist töre ve geleneklerinden; emperyal "millet" kavramından; yeniçeri ve devşirme mekanizmalarından; áhi loncalarından; köyde Alevi, şehirde Bektaşi inançlarından soyutlanarak açıklanamaz.

İmparatorluğun Bizans’tan devraldığı ve Şeyhülislam’ı Sultan’a bağlı kılan "sezaro papist" uygulamadan da bağımsız düşünülemez. Piyano çalan halifeler de yabana atılamaz.

Dolayısıyla, Türk laisizminin "sopayla empoze edildiği" tezi inandırıcı değildir!

* * *

DEĞİLDİR, zira kısmi zorlamaların gerçekleştirildiği doğrudur ama, eğer o laisizmin toplumsal mayası olmasaydı, en zorba diktatörlük dahi inanç bağlamında sulta kuramazdı.

Hele hele, Müslüman inançta hiç dayatamazdı. Dayatmaya kalkışsaydı, tutturamazdı.

Nitekim, Mustafa Kemal’i emsál alan İran, Afganistan, háttá Mısır, Tunus ve Cezayir örnekleri ortada, laikliğin oralarda tutmaması, háşá, Pehlevi’nin, Emanullah’ın, Nasır’ın, Burgiba’nın veya Bumedyen’in "esnek" (!) davranmasından falan kaynaklanmadı.

Onların sekülarizme açık Türk-Osmanlı dokusuyla benzeşmemesinden kaynaklandı.

Zaten bu ülkelerde de hiçbir zaman "Müslüman demokrat" partiler doğmadı.

Onu bile reddeden Tandoğan ve Çağlayan türü "sivil seferberlikler" ise asla olmadı.

* * *

EVET evet, Türkiye’yi laik kılan ve daima laik kılacak olan diğer olgu da işte budur.

Çünkü şüphe yok ki, yukarıdaki iki gösteri de birer "sivil seferberlik" oluşturuyor.

Bu gerçek, kürsü ve sloganları tekele alan "aktif azınlıklar"ın dániská bir "resmi ağız" kullanmış veya "web muhtırası" doğrultusunda şiar yaymış olmasıyla değişmez.

Zira, başta kadınlar, ezici çoğunluğun bunlarla hiç ilgisi olmadığı gibi, o çoğunluk oraya "kahrolsun öteki" demek için değil, "sivil kaygı" ifade etmek için gitti.

Ve yine şüphe yok ki, buradaki kaygı "laik hayat tarzı"na ilişkindir!

Konuyu yarın ayrıntısıyla irdeleyeceğim ama, söz konusu kaygı da asla es geçilemez.

Ve her halükárda, evet sivil "Türkiye laiktir ve laik kalacaktır", çünkü "Müslüman demokratlar"ınki de dahil, bin şükür, o laisizm o Türkiye’nin genetik formülüne kazınmıştır.

Zaten Tandoğan ve Çağlayan meydanları da bunun ispatıdır ki, aynı sivil Türkiye’nin kaygı dile getirmek için dahi, "web muhtıracısı" bir askeri Türkiye’ye ihtiyacı yoktur.
Yazının Devamını Oku

Dik kuyruk

1 Mayıs 2007
BİR: Ordu içindeki azınlık bir cuntanın demokratik halk çoğunluğuyla seçilmiş meşrû Menderes hükümetini silah zoruyla devirdiği 27 Mayıs 1960 darbesinde dokuz yaşındaydım. Askerler Adnan Menderes’i astılar ve yeni Anayasa yaptırttılar.

Daha ilk seçimlerde de, o askerlerin arzuladığının tam aksine, ilkin koalisyon ortağı, sonra iktidar hükümeti olarak DP’nin devamı olan AP iktidara geldi.

* * *

İKİ ve üç: Onbir yaşındaydım, "Nasırcı" Albay Talát Aydemir yönetimindeki diğer bir cunta ilkin 22 Şubat 1962, ardından da 21 Mayıs 1963’te çifte darbe girişimine kalkıştı.

Cumhuriyet tarihinde bu darbelere karşı durmak cesaret ve diráyetini gösterebilmiş tek siyasi lider durumundaki İsmet İnönü radyo mikrofonundan "Talát’ın iki buçuk çapulcusu, teslim olun" diyebildiğinden, isyan bastırıldı ve legalite tekrar sağlandı.

* * *

DÖRT ve beş: Yirmi yaşındaydım, 9 Mart 1971 cuntasını tasfiye eden 12 Mart 1971 cuntası, yine demokratik biçimde seçilmiş Süleyman Demirel hükümetini devirdi.

Ama demokrasinin cesaretinden yoksun olan AP lideri "şapkasını alıp" tüydü.

Askerler bu kez, "fazla geniş geliyor" diyerek kendi yaptıkları Anayasa’yı budadılar.

Beni de "arananlar" listesine yazdılar ki, mülteciliğe kaçtım.

* * *

ALTI: Yirmidokuz yaşındaydım, 12 Eylül 1980’de ordu yönetime tekrar el koydu.

Bu defa, kendilerinin yaptığı o 1960 Anayasa’sını yine kendileri, tümden değiştirdiler.

"Komünizme karşı silah oluşturmak" için de, din derslerini zorunlu kılmaktan imam hatip liselerini yeni statüyle donatmaya, "maneviyátçılık" uygulamasına geçtiler.

Aynı yıl askere gittim, 58. Topçu Tugayı’na gelen kurmay "eğitmenler" Kürt olmadığını ve sözcüğün karda yürürken çıkan "kart kurt" sesinden oluştuğunu ezberlettiler.

İlk seçimleri ise askerlerin asla istemediği ANAP ve Turgut Özal kazandı.

* * *

YEDİ: Kırkbeş yaşındaydım, o "olmadığı" öğretilen Kürtlerin artık cumhurbaşkanı tarafından bile "realite" diye tanımlanması bir yana, yeni sosyolojik tabanını ordunun 1980 "maneviyatçılık"ına borçlu olan siyasi İslam aynı askerler tarafından "irtica" addedildi.

Dolayısıyla da, "andıç" falan, 28 Şubat 1997’de "postmodern darbe" gerçekleştirildi.

Ve tabii ki, bir sonraki seçimleri kökeni yine siyasi İslam’a uzanan parti kazandı.

* * *

SEKİZ: Şimdi ellibeş yaşındayım, 27 Nisan 2007’yi 28 Nisan 2007’ye bağlayan gece Genelkurmay’ın "web muhtırası"nda, "TSK’nın ’kanunlarla kendisine verilmiş’ olan açık görevleri eksiksiz yerine getireceğini" okudum.

Sorgu sual haddimize mi düşmüş, demek ki daha sonra bir öncekinin aksi yönde darbe yapıyor olsa ve defasında da empoze etmek istediğinin zıddı sonuç ortaya çıksa dahi, mutlak "haklılığı" ve "doğruluğu" tartışılamaz ordu açısından başka bir "kanun" geçerlilik taşıyor.

Demek ki, o kanunların zirvesi olduğu için "kanun-i esasi" denilen Anayasa nizámiye kapısından adım atamıyor ve kışlanın içinde farklı yasalar "görev veriyor" (!)

* * *

DOKUZ: Hayır, kabul etmiyorum! Reddediyorum!

Ellibeş yaşımı sekize böldüğüm takdirde meşûm bir "rekor" olarak ortaya çıkan ve ortalama her altı virgül sekiz yılda bir tekrarlanan bu darbe ve darbe girişimleri artık yetti!

2007 Türkiyesi’ndeki hiçbir gerekçe yeni bir darbe tehdidiyle uzlaşmayı haklı kılamaz.

Ben sivil ve laik bir yurttaşım ki, tüm hukuk devletlerini ve tüm demokratik rejimleri belirleyen Anayasa’nın ötesinde ve ondan başka bir kanun tanımıyorum ve tanımayacağım.
Yazının Devamını Oku

Makul emir makul söz

26 Nisan 2007
"ANAYASAMIZDA belirtildiği gibi, cumhurbaşkanı Cumhuriyet’in temel ilkelerine, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine bağlı olmalı, halkı en iyi şekilde temsil etmelidir. O bakımdan, eğer TBMM beni seçerse muhakkak ki anayasamızın bu ilke ve emirleri çerçevesinde hareket edeceğimden hiç kimsenin şüphesi olmasın".

* * *

YUKARIDAKİ sözleri, partisi tarafından cumhurbaşkanı adayı olarak seçilen Abdullah Gül’ün yapmış olduğu ve dün bütün gazetelerde yayınlanan ilk açıklamadan aynen aktardım.

Buna itirazı olan mı var?

* * *

EVET evet, itirazı olan mı var, çünkü işte anayasaysa anayasa; işte cumhuriyet ilkeleriyse cumhuriyet ilkeleri ve de özellikle, işte laiklikse laiklik!

Artı, Gül bütün bunları birer ilke olmanın da ötesinde, "E-M-İ-R" olarak tanımlıyor.

O halde, daha ne istenebilir? Kendisinden daha ne beklenebilir ve ne talep edilebilir?

Kadı kızında kusur ve Hayrinüsa Hanım’da tesettür keşfederek, AKP’nin belirlemiş olduğu Çankaya Köşkü adayına şimdi nasıl bir kulp takılabilir?

Ama biliyorum ki, "áyinesi iştir kişinin, láfá bakılmaz" diyecek olan zevat malûm "takiye" iftirasından başlayıp ve "milli görüş" kökenine uzanıp, binbir dereden su getirecektir.

Ve de tabii ki, "Cumhuriyet’in son kalesi de gidiyor" diye feryad-ı figán edecektir.

* * *

İLKİN, "a priori" denilen ve yanılmazlık içerdiği varsayılan şablonları artık unutalım.

Yerleşik ve partizan önyargılardan yola çıkarak, herhangi bir kişide onayladığımız "láf"a rağmen onun "ayna"nın aslında farklı olduğu ve olacağı iddialarını çöpe atalım.

Eğer Abdullah Gül "demokratik, laik ve sosyal Cumhuriyet ilkelerini e-m-i-r telákki edeceğim" diyorsa, ona kim ve ne hakla "hayır, etmeyeceksin" diyebilir?

Gaipten haber veren falcı mıyız? Yoksa yoksa, yıldızlara bakan müneccimbaşı mıyız?

Hele hele, adı geçen şahıs, bugüne dek sergilediği kişilik ve performansla AKP bünyesinde "merkez" siyasete en yakın duran ve dolayısıyla da, gerek iç, gerek dış bünyede "makûl" sıfatını kazanan Kayseri milletvekiliyse, onun sözünü senet saymakla yükümlüyüz.

Artı, Türk bürokrasisi içinde "devlet geleneği"ne en çok riayet eden Dışişleri Bakanlığı kurumunda dahi Gül "sevgi ve saygı" kazanmış durumdadır. Gelenek bekçiliğine riayet etmiştir.

Yani, "devletin zirvesi" açısından da kaygıya meydan verecek bir "emsál" yoktur.

* * *

ÖTE yandan, Abdullah Gül’ün Çankaya adayı olarak saptanmasıyla birlikte, hanidir yapay bir gündemle hop oturup, hop kalkan Türkiye’nin de ferahlamış olduğu diğer bir vakıadır.

Bizzat Gül’ün "makûl" kimliği gibi, uzlaşmacılığı ön plana çıkartarak böyle bir adayı seçmiş olduğu için Başbakan Erdoğan’ın diğer "makûl" yaklaşımı, tansiyonu düşürmüştür.

İş dünyası başta, ülkenin "dinamik güçleri" tekrar iyimser ufuklara yelken açmaktadır.

Ve, dünkü yabancı basına şöyle bir göz atmak dahi yeter, zaten uluslararası arenada iyi tanınan Dışişleri Bakanı’ndan yana tercih, dış dünyada da son derece olumlu karşılanmıştır.

Kimsede, "eyvah, Türkiye şeriat devletine dönüşecek" diye bir panik havası yoktur.

* * *

ZATEN tekrarlıyorum, vehimler bitsin, ortada böyle ihtimalin "i"si dahi yoktur.

Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin müstakbel cumhurbaşkanı daha ilk anda, "demokratik, laik ve sosyal Cumhuriyet’in anayasal e-m-i-r-l-e-r-i uyarınca davranacağını" açıklamıştır.

Sonra da, "bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın" diye eklemiştir.

Abdullah Gül’ün sözü tabii ki senettir ve de tabii ki kimsenin şüphesi yoktur!
Yazının Devamını Oku

Fransa seçimleri bize ne yazar?

25 Nisan 2007
HAYIR, Türkiye’nin AB üyeliği konusu Fransa seçim kampanyası sırasında ciddi ciddi tartışılmadı. Bir gündem maddesi, bir sandık kriteri, bir oylama kıstası oluşturmadı. Olsa olsa, dış kapının mandalı kábilinden ele alındı.

Zaten bırakın Türkiye’yi falan, genel Avrupa teması ve onun geleceğine ilişkin sorunlar dahi altıgen ülke ajandasında öyle aman aman bir yer tutmadı.

Cumhurbaşkanlığı oylaması esas olarak, "Franko Fransız" tábir edilen cinsten bir "dahili çerçeve"yle sınırlı kaldı.

Zaten bu "yerlilik"i de, dün sözünü ettiğim ve Paris başkentli devleti "demode" kılan "gerileme" bünyesinde değerlendirmek gerekiyor ki, bugünkü yazımın konusuna girmiyor.  

Ancak tabii ki, muhtemel bir Ankara üyeliğinin kampanya gündeminde yer almaması, Fransa’da hákim olduğu varsayılan "anti Türkiye" havanın değiştiği anlamına gelmiyor.

* * *

İLKİN biliyoruz ki, pazar günkü birinci tur oylamadan sonra en şanslı aday durumuna geçen "sağ" Nicolas Sarkozy o "anti" cephenin öncülüğünü yapar gözüküyor.

Bilhassa "yapar gözüküyor" dedim, çünkü popülist Sarkozy burada da "nabza göre şerbet veriyor" ve aslına bakarsanız, Türkiye konusunda ciddi bir düşünce taşımıyor.

Kaldı ki, "sağ" önderin "Washington hayranlığı" göz önüne alınırsa, cumhurbaşkanı olması durumunda "ABD telkinleri"ne (!) son derece açık olacağını düşünmek gerekiyor.

"Sol" Segolene Royal ise Ankara’ya karşı "pro"; diyelim ki nispeten "yumuşak" bir tutum alıyor. Daha doğrusu, kendi partisi içindeki güç dengelerine göre tutum belirliyor.

Ve nihayet, elde ettiği çok yüksek skordan dolayı şimdi "hakem" konumunu kazanan "merkez" temsilci François Bayrou tüm "antiler"in içinde bile en "anti" kimliği sergiliyor.

"Türkiye Avrupalı değildir ve olamaz" sloganını bir ilke olarak yansıtıyor.

Zaten bana sorarsanız da, bizim açısından en büyük talihsizliği bu sonuncunun böylesine bir performansla ilk safa geçmiş olması oluşturuyor.

* * *

ÖYLE, çünkü 6 Mayıs’tan sonra Elysee Sarayı koltuğuna ister Sarkozy, ister Royal otursun, yukarıdaki "merkez" lider kendisini ağırdan satacak. Program pazarlığı yapacak.

Oysa Bayrou kurumsal ve ideolojik olarak, bir "anti Türkiye" bile olmanın ötesinde, marázi bir "anti Türk" olan eski cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’in ekolünden iniyor.

Onun geleneğini yontulmuş ve "ehlileştirilmiş" bir biçimde sürdürüyor.

Üstelik de Allah’ı var, doğru veya yanlış, genel "Avrupa projesi"ne "sağ" ve "sol" adaylardan çok daha fazla ağırlık veriyor. AB’nin pekişmesini bir hedef olarak sunuyor.

Dolayısıyla da, François Bayrou’nun pazarlık aşamasında "Ankara tavizi"ne yanaşmayacağını ve bunu bir program maddesine dönüştüreceğini varsaymak gerekiyor. İşte Türkiye için de "kötü" olan şey budur ve Fransa’daki "merkez"in başarısı aslında bizim açımızdan bir "aşırılık"a tekabül etmektedir.

* * *

ANCAK, aslına bakarsanız bütün bunları da o kadar fazla ciddiye almanın álemi yok!

Zira, Ankara’yla üyelik müzakerelerin tekrardan "canlanması"; konunun Avrupa başkentlerinde gerçek bir gündem maddesine dönüşmesi ve bilhassa da, Anayasa başta Topluluk’un "kendini toparlaması" derken, açıkçası, o vakte kadar kim öle, kim kala!

Unutmayalım ki Fransa beş yıl için cumhurbaşkanı seçecek. 2012’de yenisi gelecek.

Artı, muhtemel bir üyeliğin "kızışacağı" on on beş sene sonra o Fransa AB içindeki konumunu hálá koruyacak mı? Almanya’yla sürdürdüğü "motor ikilik" sürecek mi?

Bu soruların cevabını bilmiyoruz ve dolayısıyla da, kesin varsayımlarda bulunamayız.

Her halükárda, Türkiye’nin Avrupa yolu Paris’te falan değil, Ankara’da başlıyor!
Yazının Devamını Oku

Fransa: İlk tablo

24 Nisan 2007
İLKİN, Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinin önceki gün gerçekleşen birinci turundan tek ve kesin bir galip çıktı: Demokratik refleks! Yahut, yurttaş bilinci!

Bununla katılım oranının yüzde 85 gibi bir rekor seviyeye ulaşmasını kastediyorum.

* * *

ÖYLE, çünkü ayan beyan anlaşıldı ki, söz konusu katılım azlığından dolayı gerek 2002 oylamasında aşırı sağcı Le Pen’in ikinci tura kalması; gerekse aynı nedenden ötürü 2005 referandumunda AB Anayasası’nın reddedilmesi, Fransızların kulağına küpe olmuş.

Geçmişteki gaflet bu defa tekrarlanmadı ve "cumhuriyetçi silkiniş" devreye girdi.

O halde, ilkin altıgen ülke ahalisini yaldızlı bir "bon puvan"la ödüllendirelim ve ardından da şu hemen soruyu soralım:

Peki, "sağ" aday Nicolas Sarkozy’yle "sol" temsilci Segolene Royal’in 6 Mayıs’ta "final"i oynayacak olmaları, ortaya nasıl bir "genel eğilim" tablosu çıkarttı?

* * *

YUKARIDAKİ sorunun tek bir cevabı yok! Bir dizi göreceli yanıt içeriyor.

Tamam, eğer "ortanca" aday François Bayrou’nun yüzde 18,5’luk bir rekor elde ettiği, aşırı sağcı Jean - Marie Le Pen’in yüzde 10,5’le çok gerilerde kaldığı; yahut, başta Komünist Partisi’nin tümüyle haritadan silinmesi, marjinal "sol" ve "çevreci" adayların "armut topladığı" göz önüne alınırsa, tabii ki Fransa’nın "merkez"e kaydığı söylenebilir.

Háttá Royal’in Sosyalist Parti bünyesinde daha ziyade sosyal demokrat çizgiyi temsil ettiği vurgulanarak, buna "sol"un dahi "merkezileştiği" eklenebilir.

Ancak madalyonun diğer yüzünde, önceki günkü sandık sonuçlarından beri Elysee Sarayı koltuğuna en yakın duran Sarkozy’nin kimliği beliriyor.

Çünkü aynı Sarkozy’nin hem Le Pen’den, hem de diğer "sağ egemenci" aday de Villiers’ten oy "çaldığı" bir vakıa oluşturuyor.

O halde, bu defa da geleneksel "merkez sağ"ın "aşırılaştığı" sonucuna varabiliriz.

* * *

EVET böyle bir sonuca da varabiliriz, zira Nicolas Sarkozy tarafından ortaya atılan ve buram buram popülizm kokan "asayiş önceliği" ve "Fransızlık kimliği" temaları kampanya sırasında diğer adayları da etkiledi. Üç aşağı beş yukarı, onlar da kavis çizdiler.

Başka bir deyişle, Fransa kamuoyunun nabzını tutan ve de o nabza göre şerbet veren siyasetçinin yarattığı çekim gücü, geçmişte "aşırı sağ"la özdeşleşen unsurları sıradan kıldı.

Daha da başka bir deyişle, bunları "ehlileştirdi". "Ayıp" (!) olmaktan çıkarttı.

Dolayısıyla da, yukarıdaki tüm unsurlar değerlendirildiği takdirde, 22 Nisan ertesi altıgen ülkede nasıl bir "genel eğilim"in ortaya çıktığı konusunda karar vermek zorlaşıyor.

Ancak yine de, ulaştığı oy oranından ötürü şimdi hakem konumunu edinmiş olan Bayrou’ye gerek "sağ", gerekse "sol" adaylar gülücük yağdıracağından, 6 Mayıs’taki ikinci turdan sonra Fransa’nın "merkezileşeceği" hipotezini açık bırakmak gerekiyor.

* * *

O Fransa ki, söz konusu 6 Mayıs dönemecinden sonra ister "sağ" - ki, şu an bu ihtimal çok daha ağır basıyor - ister "sol" bir cumhurbaşkanı tarafından yönetilsin ve ister "merkezileşsin", ister "aşırılaşsın"; son derece ciddi bir kimlik krizi içindedir.

Hálá geçmişte yaşadığı içindir ki siyasi, beşeri ve iktisadi açılardan çağımız dünyasına ve Avrupa’sına ayak uyduramadığı gibi, akıntıya kürek çekmek azmini de sürdürmektedir.

Ve, Elysee Sarayı’na kim taşınırsa taşınsın, altıgen ülke toplumsal ve kavramsal bir silkiniş gerçekleştirmediği takdirde yukarıdaki "gerileme süreci" devamlılığını koruyacaktır.

Yarın, Türkiye açısından hangi kiracının "ehven-i şer" olacağı konusunu işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Saaattım!

22 Nisan 2007
Zenginin malı tabii ki her zaman züğürdün çenesini yorduğundan ve yoracağından, size en önce resim piyasasındaki son birkaç rakamı sıralayayım. "Karındeşen Cak" müstear adıyla da bilinen Amerikalı ressam Jackson Pollock’un "Number 5" adlı tablosu özel bir arttırmada 140 milyon dolara alıcı bulmuş.

İrlandalı sanatçı Francis Bacon’un "Portre Etüdü" ise Londra’nın ünlü Christie’s müzayede salonunda 27.5 milyon dolara satılmış.

Yine aynı Christie’s’de, "pop-art" tarzın yaratıcı Andy Warhol’un Mao serisinden bir figür de, hediyesi 17 milyon 300 bin dolardan yeni sahibine nasip olmuş.

Burada parantez içinde hemen ekleyeyim ki, eminim o Mao Yoldaş şimdi Pekin’deki mumyasında, kendisinin neden daha az meta değer taşıdığına fena halde hayıflanıyordur.

Neyse, rakamların artısına yazılacak vergi rakamlarını ise bilmiyorum.

Ancak gördüğünüz gibi, yukarıdaki resimlerin hepsi "normal" biçimde satılmış.

Yani, zırhlı cam içindeki tablo bin bir güvenlik denetimi altında müzayede salonuna asılıyor; mübaşir "muayyen değeri şudur" diye ilk girizgáhı yapıyor; ardından, salona yerleşmiş hanımlar ve beyler, yahut telefon başında diğer alıcılar námına hareket eden aracılar, her biri yüz bin papel anlamına gelen küçük göz veya parmak hareketleriyle miktarı yükseltiyorlar; nihayetlere doğru da aynı mübaşir "saaat", "saaat", "mavi dönem Picasso’su kelepir fiyatına gidiyor, yok mu bir milyoncuk daha fazla veren" diye son kızıştırmayı yapıp, "saaattım" diye çekici indiriveriyor.

Hadi hayırlısı ve esere son bir defa daha bakın!

KOPYASIYLA YETİNİRİM

Evet son bir defa daha bakın, çünkü röprodüksiyon kopyaları hariç, çok muhtemelen uzun, upuzun bir süre artık göremeyeceksiniz...

Zira yine çok muhtemelen, Rus mafyasına mensup şu yeni Karun gibi zenginlerden birisi tarafından satın alındı.

Elektronik şifreli kasasına kilitleyiverecek ki, yeniden seyredebilecek olana aşk olsun.

Belki belki paskalyada votkayı fazla aşka gelir ve mujik eşine, dostuna, Kaliforniya’dan özel uçakla getirttiği silikonlu metresine "Bakın benim de Van Gogh’um var" diye övünür ama, ne sizin, ne de benim o sıra o daçada bulunabileceğinizi sanmıyorum.

Tablonun bir daha "ayağa düşmesi", daha doğrusu müzayede salonuna düşmesi için "sanat piyasası"nın yükselmesini; yani spekülatif hareketlenmesinin şimdikinin de üstüne çıkmasını beklemek gerekecek.

Ama ne gám!

Tabii ki ne gám, çünkü eğer siz de benim gibi yukarı sanatı "maddi değeri" için değil gerçek "estetik değeri" için seviyorsanız, o iki kuruşluk röprodüksiyonlardan alır ve de evinizin duvarcığına asıverirsiniz.

SANAT PAZARINA BUYURUN

Egon Schiele mi olur, Fikret Muallá mı olur, Otto Dix mi olur keyfinizin bileceği şey, bunların "orijinal" (!) damga taşıyıp taşımaması ressamların izdüşümünü değiştirmiyor.

Yerleşimini ve ışığını iyi ayarlayın yeter, haneniz yakamozlarda pırıldayacaktır.

Fakat illá ve illá "aslisi"nde ısrarlıysanız, o halde zahmet buyurup önce müzelerimizi şöyle adamakıllı ve şöyle alıcı gözüyle bir dolanıverin.

Sanıldığından ve küçümsendiğinden daha fazla şeyle karşılaşacaksınız.

Yetmiyor ve çok "taşralı" mı geliyor, olabilir ve amenná!

Bu takdirde de, bayram turlarıyla yurtdışına gittiğinizde daha az harcıalem mağaza reyonu ve daha az "sinye" butik tezgáhı gezip, ora müzelerinin uzun gişe kuyruklarında beklemek babayitliğini göze alın.

Ve her halükárda da, "orijinal sanat"sa işte orijinal sanat, galerilerdeki kişisel veya toplu sergileri kaçırmayın.

Göz gustosunu yontmak için kimsenin "Christie’s"deki açık artırmada mübaşir efendinin "saaattım" diye çekiç indirmesini beklemeye ihtiyacı yok!

O gözünüzü "aaaalmadım" diye meydan okuyarak da pekálá terbiye edebilirsiniz.

Haa unutuyordum, artık İstanbul’da da gerçekleşiyor, bir de şu "sanat fuarları"nı kaçırmayın.

Hani şu, o sanatın ve sanatçının "mad-di-yat-laş-ma-sı"nı en zirveye çıkartan ve süpermarket reyonundan eski kaşar peyniri alınır gibi resmin, heykelin, háttın, ebrunun tezgáhtan seçildiği "son moda" (!) işletmeler var ya, işte onları kastediyorum.

Ve, "saaattım, anasını satayım", tüylerimi diken diken eden bu yeni "sanat pazarları"nı ben de gelecek pazara bırakıyorum.

Yazının Devamını Oku