1 Temmuz 2007
Önce burada kıymetimi bilin, zira işte son derece centilmen davranıyor ve kaç defa "bok" kelimesini ve varyantlarını kullanmak ihtiyacını hissettiğinizi yüzünüze vurmuyorum ama yine de haşa! Eğer bu yazıya "bok meseleleri" başlığını atmış olsaydım, bir ihtimal, söz konusu serlevha gazete yöneticileri tarafından değiştirilecekti. Haklı da sayılırlardı.
Çünkü son tahlilde, "genel ahlák" denilen ve dolayısıyla, bazı kelimelerin dozunu "ayarlamak" (!) zorunluluğunu da içeren bir değerler manzumesine göre davranıyoruz.
Eh, "Hürriyet" gibi "aile" kavramıyla da özdeşleşmiş bir basın organının buna haydi haydi riayet etmesi gerekir.
Fakat diyelim ki kullanmışım ve müsamahakár bir gününe denk gelen o gazete yönetimi de kaprisimi kabullenip, gık demeden bunu büyük hurufatla basmıştı.
Bu defa kabak hem onların, hem de benim başıma patlardı.
Çünkü, internete, telefona, faksa sarılan zevát "Hop dedik, terbiye kurallarını aşmanın da bir sınırı var" diye bin bir protestoda bulunurdu.
Artı, bendenize karşı ağzında sakız ettiği "mandacı", "satılmış", "uşak", "vatan haini" küfürlerine bir de "kuburcu" sıfatını eklerdi.
Hadi bakalım, alnına sürülen bu yeni lekeyi çıkartmaya çalış.
İştigal ettikleri nezih meslekten dolayı Batı ülkelerinde "mösyö pipi" yahut "madam pipi" diye anılan umumi hela bekçisiymiş gibi, sabun, deterjan, fırça, temizle Allah temizle!
YA KUNDERA OLSAYDIM
Ancak tabii, örneğin, en tanınmış romanı "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde sırf "dışkı"ya koskoca bir bölüm ayırmış ve bunun etrafında felsefe üretmiş büyük Çek yazarı Milan Kundera olsaydım, "bok meseleleri" başlığına kimse bir şey demez ve diyemezdi.
Hangi gazete yöneticisi veya okuyucusu, 20. yüzyıl edebiyatının dev ustasına "Aman üstád, şurada ’b’den sonrasını ’x’ şeklinde yazsak" diyebilmek cüretini gösterebilirmiş?
Artık Prag’da bile değil, Fransa’nın Nancy şehrinde oturuyor, Kundera derhal oraya döner ve malikánesinin kapısına koskoca bir "B-O-K" tabelásı yapıştırırdı.
Yahut, aynı Fransa’da ünlü başbakan Edouard Herriot’un koltuğunda otursam ve kameraların objektifine baka baka, "Siyaset işkembeye benzer. Bok kokmalı ama kıvamı kaçmamalı" diye kelám buyursam, "Akşam haberlerinde yayınlarsak milletin aile terbiyesi bozulur" kaygısıyla beni sansürlemeye kalkışacak; en azından o "bok" kelimesi işitilmesin diye parazit seslendirme yapacak tek bir medya organı çıkar mıydı?
Ne münasebet ve tam tersine, kalıbımı basarım ki en pahalı reklam kuşağında defalarca ve defalarca ekrana getirilirdim.
Daha yahut, bu defa Amerikalı diğer dev yazar Henry Miller olsam ve "Bokun değeri altın rayicine ulaşınca fakirlerin gxxü borsada prim yapacak" deseydim, o nokta nokta yazdığım kelime dahil, söylediğimde tek virgül değiştirmeye cesaret eden çıkar mıydı?
Şüphe mi var, hayır, hayır, hayır!
Ama tabii, işte benim gibi sarı çizmeli Mehmet Ağa bir gazeteci bozuntuluğuyla yetinirseniz, bir yazmadan bin düşünmek zorunda kalır ve sonunda da láfı evirip çevirip, pazar makalenize "bok meseleleri" başlığını atmaktan ricát edersiniz.
SANKİ TOPHANE’DE BÜYÜDÜM
Biliyorum, bunları söyledim ya şimdi hemen, "Be adam, her şeyin boku çıktı da bir tek bu ’bok meselesi’ mi kaldı" diyeceksiniz.
Hatta belki de, "Böyle boktan boktan konularla ilgilendiğine göre mutlaka Freud’cu psikanaliz koltuğuna uzanmalısın, çünkü aşikár, bebekliğindeki dışkı devresinin travmalarını üzerinden atamamışsın" diye ekleyeceksiniz.
Hatta ve hatta, muhtemelen, "Yoksa sen şu ’skatoloji’ denilen sapkınlıktan mı mustaripsin ki, Kundera’dan, Herriot’dan, Miller’den falan kapı açık aslında yediğin boku gizlemeye çalışıyorsun" diye çamur atacaksınız.
Haşa! Teessüf ederim.
Önce burada kıymetimi bilin, zira işte son derece centilmen davranıyor ve sizin de yukarıda kaç defa "bok" kelimesini ve varyantlarını kullanmak ihtiyacını hissettiğinizi yüzünüze vurmuyorum ama yine de haşa!
Her koyun kendi bacağından asıldığı ve başkasının uçkuru beni asla ilgilendirmediği için öyle sahte ahlákiyatçılıktan falan değil, paşa gönlümün bu taraklarda hiç mi hiç bezi olmadığından için, yukarıdaki herzelerle alákám yoktur.
Dolayısıyla, eğer şu "bok meseleleri"nden girizgáh yaptıysam, çünkü hem Hindistan’da yellenmeyi önlemek için üretilen genetik değişimli baklagillerden; hem de Japonya’da artık çok yaygınlaşan ultra alengirli tuvaletlerden söz etmek istiyordum. Hepsi bu kadar!
Ama işte, sanki ben Tophane kaldırımında büyümüşmüşüm gibi önce "aile terbiye"nizle makale başlığımı sansürlediniz, sonra da araya láf karıştırıp boka çomak soktunuz ki, ne kokusuz kuru fasulyelere, ne de bilgisayarlı klozet ekranlarına dair tek kelime edebildim.
Eh, keyfiniz bilir ve de eğer bir gün tekrar eşref saatime denk gelirse, belki lütfedip, sessiz pırt ve kokusuz dışkı nedir, size bunu anlatmak zahmetine katlanırım.
Şimdi, yukarıda hangi kelimeleri kullandığıma lütfen dikkat edin ve "Edep fukarası adam aile terbiyemizi bozuyor" diye de "Hürriyet" yönetiminin başına zebellá kesilmeyin.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
"KIŞLANIN önünde redif sesi var / Bakın çantasında acep nesi var / Bir çift kundurası, bir de fesi var" diyen o duyarlı türküdeki "redif" kelimesi iki ayrı anlam taşır. Birincisi, Tanzimat reformları ertesinde "asákir-i redife" diye sıfatlandırılan ve terhis edildikten sonra ihtiyat sınıfına kayıtlı kalmayı sürdüren erkek kesim için kullanılır.
Diğeri ise yine aynı adla anılan ve silah altına alınmayan İstanbul çocuklarını tanımlar.
O İstanbul çocukları ki, ağızları Sarıyer muhallebisi, Vefa bozası veya Arnavutköy çileği koktuğundan, epey uzun bir müddet ayrıcalık sahibi olmuşlardır.
Payitaht’ta doğmanın yüzü suyu hürmetine ne flinta, ne de martini kuşanmışlardır.
* * *
TÁ ki, uzak Yemen’den yakın Seferberlik’e İmparatorluk oluk oluk kanaya ve de anneler "Bakın çantasında acep nesi var" diye hüngür hüngür ağlaya!
Eh, yalın ayak çoban ve başı kabak köylü değil ya, söz konusu çantadaki kundura ve fes şehirliliğin; bilhassa da Dersaadetliliğin simgesini oluşturur.
Dolayısıyla da, türkünün "redif"inde esas olarak o İstanbul çocuğu kastedilir.
Yani, feráceli anneler bilinçaltında, bitmiş bir ayrıcalığın yakınması da dile getirirler.
* * *
OYSA, velev ki benim Fatihli ninelerim de kışla kapısında ağlamış olsun, "asákir-i redife"den "asákir-i umumi"ye geçiş tabii ki çok büyük ve çok önemli bir devrimdir.
Özgürlükçü, eşitlikçi ve háttá, Cumhuriyet’ten önce "cumhuriyetçi" bir devrimdir.
Bu açıdan bakıldığında da, son Osmanlı döneminin genel "asker ocağı" uygulaması, Türkiye’nin modernleşme ve "ulus devlet"e kavis sürecinde hayati bir viraj oluşturur.
Çünkü, Bizans’tan devralınan ve yarı feodal - yarı Asyalı bir geleneği toparlayan "yeniçeri", "hassa" ve "tımar" kurumları önce birer meslek ordusuna tekábül ediyorlardı.
Sonra da toprak mülkiyeti uzantısı olarak "kûl - tebá" kimliğini yansıtıyorlardı.
Muvazzaf askerlik ise o "tebá"dan "yurttaş"a dönüşümde ilk aşamayı gerçekleştirdi.
Kışla sırf sosyal statü dengesizliklerini tırpanlamakla kalmadı. Aynı zamanda, farklı etnisite ve alt kimlikleri "Osmanlılık" üst düzeyinde harmanlamak misyonunu yüklendi.
Artı, ilk defa çatal kullandırmaktan biraz olsun elifba söktürmeye, okul işlevi gördü.
Diyebiliriz ki, ülkemiz "modern zamanlar"a nizamiye kapısından girdi.
* * *
BUNUN böyle olması da aslında çok doğaldır. Batı’daki sürecin geçikmiş devamıdır.
Çünkü, zaten militarist tabanlı Prusya’nın tá Büyük Fritz’e uzanan istisnasını hariç tutarsak, en azından teorik olarak, "genel askerlik" olgusu Fransız Devrimi’yle özdeşleşir.
"Her yurttaş nefer, her nefer yurttaş" ilkesi ora modern ulus devletiyle doğmuştur.
"Mesleki askerlik"ten "milli askerlik"e geçilmiştir ki, Jean Jaures Devrim’den bir asır sonra kaleme aldığı "Yeni Ordu" adlı eserinde, bunun "harmanlayıcık"ını teorize eder.
Nitekim, Brötonlar veya Oksitanlar ancak kışla rahle-i tedrisinde Fransız olmuşlardır.
Ancaak!
* * *
ANCAĞI şu ki, söz konusu modern zamanlar yavaştan yavaşa sona eriyor. Bitiyor.
Dolayısıyla da, Jaures’in o "yeni ordular"ı epeydir "eski" kalmaya başladılar.
Geçmişteki misyon bittiği gibi, teknisyenliği bile aşan "teknokrat asker"e gidiyoruz.
Hatta, ilk çağların "meslek askeri" nitelik devrimiyle "asker teknokrat"a dönüşüyor
Bu yüzden de, şimdi "yeni" değil "yepyeni" ordular düşünmek ve kurmak gerekiyor.
İşte, TSK’nın son "profesyonelleşme" kararı da yukarıdaki çerçevede yer alıyor.
"Yepyeni hayat" mutlaka "yepyeni ordu" dayatıyor ki, artık sırf ağzı muhallebi kokan İstanbul çocukları değil, çok geniş kesimler de "redif" olarak kışladan muaf olacak.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2007
SANAL álemdeki dehşet yüzeysellik ve korkunç cehalet tüylerimi ürpertiyor. Örneğin, internetin "canlı ansiklopledi"si (!) "masal" kelimesi için şu tanımı veriyor:
"Masal terimi öncelikle Sindrella ve Çizmeli Kedi gibi sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsar".
İnsaf!
* * *
İNSAF, çünkü tamam, masal tabii ki sözlü geleneğin uzantısıdır. Bunu herkes bilir.
Ancak, Sindrella veya Çizmeli Kedi’nin asla "öncelik"i yoktur. Aksine, Perault Hikáyeleri’nden Grimm Biraderler’e, Frenk öyküleri dış kapının mandalından sonra gelirler
Zira, evet masal her kültürde mevcuttur ama, esas olarak Doğu’ya özgüdür. Şarklıdır.
Adı bile "Binbir Gece Masalları", bundan daha "masal" bir masal mevcut değildir.
Masal denildiği an bütün dünyada, "evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" diye başlayıp "masal masal içinde" diye durmadan yenilenen Farsi-Arabi şaheser akla gelir.
* * *
NEYSE, madem ki masal Doğu kökenlidir ve kendini üretme özelliğine sahiptir ve madem ki biz de aynı Şark’ın tahayyül dünyasına vakıfız, o halde örneğin, yine "Binbir Gece Masalları"ndaki "Kırk Haramiler" macerasını 21. Yüzyıl Türkiye’sinde de yenileyebiliriz.
Fakat dikkat, adet yerini bulsun diye "evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" cümlesiyle başlasak dahi, sonrasını "masal masal içinde" diye getirmeyiz.
Bu defa, "çete çete içinde" diye getiririz.
* * *
EVET evet, aynen böyle bir girizgáh yaparız ve de devamını şöyle ballandırırız:
"Bir varmış, bir yokmuş. Deve tellál iken; pire berber iken; eşkıyalık asayişin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir emekli albay, bir emekli binbaşı, bir de emekli yüzbaşı varmış. Artı, onların sivil emir erleri de varmış".
Burada kahramanlarımızın niceliği hakkında da merak uyandırmak zorundayız.
Dolayısıyla, "bunlar ’ulusalcı-kuvvacı’ cihete mensup ’yiğitlermiş’ (!)" diye ekleriz.
Ama bu bile yiğitliği yeterince yansıtmaz, bir de "o kadar gözü pekmişler ki, vatanın bağımsızlığı için piştov üzerine yemin bile ettirirlermiş" vurgulamasını yaparız.
Mekán belirtmek mecburiyetimiz olduğu için de, "şu uzak Diyár-ı Rum’un bir o kadar uzak şehr-i Stambul’unda Ümraniye diye bir semt varmış" açıklamasını getiririz.
Maksat dinleyicinin pür dikkat kesilmesi, şimdi de bam telini çıtlatmamız gerekiyor.
Láfı derhal, "işte hem o Ümraniye’de, hem de vatan kurtardıkları başka yerlerde, Kırk Haramiler’in mağarasını aratmayacak hazineler gizliymiş" şeklinde bağlarız.
* * *
HARAMİ ve hazine kelimeleri falan, işte dinleyici birden dört kulak kesildi.
Dolayısıyla biz de birden, "’açıl susam açıl’ yerine ’açıl ulusalcı, saçıl kuvvacı’ diyen zaptiye oralara bir baskın düzenlemiş ki, maazallah" diye ekler ve kasten soluklanırız.
Merak fişekledik ya şimdi, "ben diyeyim el bombası, sen de tüfeng mermisi; ben diyeyim Kalaşnikof makinalı, sen de Kanas karabina; ben diyeyim dinamit lokumu, sen de patlayıcı kalıbı, kocca cephanelikler bulunmamış mı" diye de baklayı çıkartıveririz.
Tabii, "tanımazlıktan geliyorlardı ama sarmaş dolaş fotoğraflar var. Artı, ’ulusalcı-kuvvacı’ gazeteye atılan provokasyon bombası da cephaneliktekilerle eş değil miymiş?
Artı, diğer saldırılarda da ortak iplik sökülüyor" eklemesini yapmayı unutmayız.
* * *
İŞTE, "çete çete içinde" diye başlayan bu masalın dinleyicisi şimdi devamı bekliyor.
Eh, sanal álemin "ulusalcı-kuvvacı" maddesinde yayınlanırsa, ben de gerisi aktarırım.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2007
"HUDSON Ensititüsü"nden feláket senaryosu; ultra muhafazakár ideologlardan apolet nasihatı; "neo-con" gericilerden TSK methiyesi falan, şu gerçek artık göz çıkartıyor: İstisna mistisna ve kılıç artığı - tekne kalıntısı ama, aşırı sağ kimlikli bir bölüm Amerikan ricáli Türkiye’de darbeye oynamaktadır.
Yani, ülkemizdeki "ulusalcı-kuvvacı" hazretlerle aynı kaba def-i hácet eylemektedir.
Zaten ben bizim zevátın yerinde olsam, "ABD’ye evet, AB’ye hayır" pankartı açarım.
* * *
ÖYLE, zira geçen hafta ayrıntısıyla açıkladığım gibi, bizim darbeperestlerin "zafer"e (!) ulaşması ancak ve ancak Washington’daki gericilerin de zafere ulaşmasıyla mümkündür.
Ağababa ABD "yeşil ışık" yakmadığı takdirde Türkiye’de darbe olmaz. Oldu, tutmaz.
Oysa, bırakın böyle bir "yeşil ışığı" falan, ülkemizdeki bir kışla macerasına "sarımtırak" ışık bile yakacak bir Avrupa mevcut değildir. Asla da olmayacaktır.
Yaşlı Kıta, okyanus ötesindeki pragmatik, háttá oportünist Yeni Dünya’ya benzemez.
Esamesi dahi okunmayan belki birkaç tımarhanelik deli hariç, ne istisna, ne marjinal, ne de "beyin" olarak, Türkiye’de askeri müdahaleye "göz kırpacak" tek bir AB kulu çıkar.
Brüksel’deki hiçbir "kafa enstitüsü" Washington’a özenmez. "PKK liderlerini seçimden sonra iade edelim de AKP’nin işine yaramasın" diye kumpas senaryosu kurmaz.
Hiçbir "sivri akıllı" da Pipes veya Perle’yi kopya etmez. "TSK’yı kollayalım ve el altından iktidara yön vermesini ’anlayışla karşılayalım’ (!)" diye gazete makalesi yazmaz.
Zaten Atlantik’in iki yakasını ayıran "siyaset kültürü"nün özü de buradadır.
* * *
EVET buradadır, çünkü ABD son tahlilde bir "ultra süper güç"tür.
Gerek yönetim mekanizması, gerek kamuoyu duyarlılığı, gerekse de demokrasi etiği açısından Avrupa’ya benzemez. "Realpolitik" uğruna apoleti de, süngüyü de destekleyebilir.
Ama o Avrupa’nın şöyle veya böyle kendi bünyesinde addettiği, üstelik kör topal da olsa üyelik müzakereleri başlattığı bir Türkiye’de demokrasinin değil de ona zıt otoritarizmin ve militarizmin ağır basmasına göz yumması imkánsızdır. Maddenin tabiatına aykırıdır.
Ve işte bu yüzden de, söz konusu aidiyet ve müzakere süreci, başta mevcut iktidar için olmak üzere, ülkemizdeki bütün sivil güçler açısından bir güvence ve bir dayanaktır.
"Dış dinamik" dediğimiz o ilerletici motorun hem silindiri, hem pistonu, hem de karbüratörü yalnız ve yalnız AB’dir ki, ABD’nin buradaki etkisi diş kovuğuna bile kaçmaz.
* * *
OYSA, başlarda Brüksel ipini cidden sıkı tutmuş olan hükümetin işi giderek tavsattığı; dolayısıyla da, aslında kendi ayağına ateş etmeyi kabullendiği hazin bir vakıa oluşturuyor.
Yani AKP hükümeti, AB sürecini yavaşlatmanın aslında, "dikotomik" denilen türden aşamalı bir zıt gelişmeyle "ulusalcı-kuvvacı" gericiliği hızlandıracağı olgusunu göremedi. Otoritarist ve militarist hezeyanlara karşı "Avrupai sivillik" değerlerini sahiplenip o AB dayanağından istifade edeceği yerde, yeni zengin müsrifliğiyle bu hayati kozu pas geçti.
Ama Allah’tan, söz konusu koz henüz harcanmadı. Türkiye sivilliğinin elinde duruyor.
Sarkozy’nin girişimiyle müzakere fasıllarından birinin dondurulması da öz itibariyle bir "yol kazası"dır. Parti sürmektedir ve masadan kalkmış oyuncu yoktur.
Çünkü, Fransa gibi bütün Avrupa da, 22 Temmuz seçimlerinden itibaren ve AB Aralık zirvesine kadar Türkiye’de ortaya çıkacak yeni "manzara-ı umumi"yi beklemektedir.
Dolayısıyla da, "ulusalcı-kuvvacı" gericiliğin "ABD’ye evet, AB’ye hayır" siyasetine karşı, ülkemizdeki sivil demokrasi güçlerinin önünde tamı tamına altı ay vardır.
Şimdi, gırtlağımızın pasını ve "AB’ye evet, çünkü demokrasiye evet" şiarını atmak zamanıdır.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2007
BARDAK boş mu, dolu mu? Koptu kopacak pazarlıklardan sonra ancak cumartesi sabahı noktalandı ve yine "hayati" addedilen AB zirvesi ertesinde yukarıdaki soruyu sormak gerekiyor.
Çünkü, Brüksel’deki doruk toplantısından çıkan sonuç iki yoruma da açık kapı bıraktı.
O halde, önce birinci varsayımı kabullenelim ve bardağın "dolu" olduğunu söyleyelim.
* * *
ÖYLE, zira yirmi yedi devlet ve hükümet başkan eninde sonunda anlaşmaya vardılar.
Ve aslına bakarsanız da, Belçika başkentinde gerçekleşen "23 Haziran Uzlaşması" öz itibariyle eskinin yenilenmesi anlamına geldi.
Başka bir deyişle, Fransa ve Hollanda referandumlarıyla reddedildiği için suya düşmüş olan Topluluk Anayasası bu defa "layt" biçimde onaylanmış oldu.
Çünkü, ortak bayrak, marş, para gibi kozmetik unsurların metinden çıkartılması ve oy mekanizması değişikliğinin 2014 yılına ertelenmesi bir yana, AB zirvesinde benimsenen karar yumağı, aşağı yukarı, söz konusu Anayasa’nın yüzde seksenini kapsayan bir içerik taşıdı.
Dolayısıyla da, bunu yukarıdaki "dolu" hanesinin en başına yazalım.
* * *
FAKAT şüphesiz, Paris Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ısrarla kullandığı "basitleştirilmiş" deyimine rağmen Brüksel uzlaşması hiç mi hiç "basit" nitelik taşımıyor.
Tam tersine, gider eteri, gelir beteri hesabı, metnin kaleme almış olan ve "avrokrasi" denilen lisánın arkasında muazzam bir çetrefillik yatıyor. İçinden çıkabilen beri gelsin!
Ancak, daha ilk temel taşlarından itibaren AET inşaatının "sokaktaki adam"da "anlaşılmazlık" yarattığı ve yirmi yedi üyeli bir organizmayı "sıradanlaştırmak" da hemen hemen imkánsızlık taşıdığı için, bunu o kadar büyütmemek gerekiyor.
Tamam, dün olduğu gibi bugün de "yurttaşlar Avrupa’sı" hayali gerçeğe uzaktır.
Ama, yeni "Hükümetlerarası Konferans" ve önümüzdeki Aralık zirvesi ertesinde eğer rota tutturulursa, şöyle veya böyle, gemi yürüyecektir.
Peki de, o rota gerçekten de tutturulabilecek midir?
İşte, esas soru ve dolayısıyla da bardağın "boş" hacmi tam burada göz çıkartıyor.
* * *
EVET evet, bardak burada "boş"tur, çünkü yeni anlaşma ancak "biçim"e tekabül etti.
Kafa göz yarılarak sürdürülen pazarlık ertesinde, üstelik o bile kesinlik arzetmemek kaydıyla, cumartesi sabaha doğru sadece ve sadece "şekliyet" saptandı. Yöntemde anlaşıldı.
Yani, genişlemeden küreselleşmeye veya ortak tarım politikasından iktisat ve çevre siyasetine, her bir kendi başına dev bir sorun oluşturan ve hiç şüphesiz ki AB’nin geleceğini belirleyecek olan konuların tek bir tanesi dahi "uzlaşma" çerçevesi içinde yer almadı.
Üstelik, Polonya’daki Kaczinski Biraderler’in paranoyak dayatmasından İngiltere’deki Tony Blair’in "kırmızı çizgiler"ine, daha sırf yukarıdaki "biçimsel ve yöntemsel" (!) tartışmalarda bile "kopuş noktası"na varılması, geleceği fazlasıyla karartmış oldu.
Varın, iş o öze ve içeriğe geldiğinde durumun ne denli vahimleşeceğini siz düşünün.
Dolayısıyla da, 23 Haziran kararları önemli bir ihtimalle, farklı halkalardan oluşacak "çok vitesli Avrupa"nın haberciliğini yaptı.
* * *
ÖTE yandan, özellikle Polonya konusundaki "yapıcı inisiyatif"inden ötürü Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin zirve sırasında "pırıldadığını" itiraf etmemiz gerekiyor.
Zaten, aynı Fransa’nın Ankara’yla başlatılması öngörülen "euro müzakereleri"ni dün Brüksel’de "rahat" (!) veto etmesiyle bu "pırıldama" arasında sembolik bir ilişki bulunuyor.
Yarın konuyu Türkiye açısından daha ayrıntılı bir çerçevede ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2007
Bir doğum günü daha gelip geçti. Gelmez ve de geçmez olsaydı!<br><br>Tabii ki istifimi bozmadım. Görmezden, duymazdan, bilmezden geldim. Ötesi, her yıl olduğu gibi bu defa da en derinlere ve en kuytulara kaçtım.
En karanlıklara sığındım, en inzivalara çekildim, en mahremlere gizlendim.
Bir doğum günü daha gelip geçti ve de gelmez ve geçmez olsaydı.
Öyle işte, sabahın köründe ve beddualar okuyarak, bilhassa sol tarafımdan kalktım.
Kasten duşa bile girmeden; kasten tıraş bile olmadan, hatta kasten çapak bile ovmadan, gazeteleri aldığım gibi, doğru kahveye gittim.
Lanet haberler bir bitsin ve dördüncü bir espresso gelsin, derhal cehennem olacağım.
Allah’tan, kahve müdavimlerinden pek çoğuyla dostluk kurmama rağmen bunlardan hiçbiri doğum günümü bilmiyor.
Deli miyim, diváne miyim, budala mıyım ki, en yakınlarımdan bile gizlediğim tarihi bunlara söylemiş olacağım.
Zaten, ezkaza birisi haberdar olsa ve de "nice senelere" falan demeye kalkışsa, fincanı suratına boca edeceğimin resmidir.
Eve döndüm ve daha yazıya oturmadan ilk iş, normal telefonu teybe bağladım. Cep telefonunu ise tamamen devreden çıkarttım.
Çünkü elimle koymuş gibi biliyorum, milletin başka işi gücü yok ve de üstelik nezaket gösterdiklerini sanıyorlar, kim ki ana rahminden çıktığım tarihten haberdardır, ya ahizeye sarılıp sulu sulu bir "iyi ki doğdun" çekecek, yahut "SMS" denilen haltla tebrik mesajı gönderecek.
İstemez yahu, istemez!
Benim Sıraselviler Caddesi’ne ilk kez bakarak "Dünyaya niye geldim, geri döndürün" diye Alman hemşirenin elinde yaygarayı bastığım an kimin üzerine vazife!
YA BAŞKA VAKİT DOĞSAYDIM
Evet kimin üzerine vazife ve zaten, hem köylü olmadığım, hem de Medeni Kanun’dan sonra doğduğum için kalayı basıyorum.
Öyle tabii, çünkü eğer köylü olsaydım, tarlaya yardım edeyim de askere geç gideyim diye, Allah bilir, babam beni kütüğe kazık kadar olduktan sonra kaydettirirdi.
Eh bu arada da, zaten bilmediği doğum tarihini tamamen unutacağı için muhtara, "Ne münasip görüyorsan yaz be emmi, ama sakın hasat zamanına rastlamasın" derdi.
Dolayısıyla da, hiçbir zaman "happy birthday, happy birthday" cazgırlığıyla telefon numaramı çeviren olmayacaktı.
Sonra, yine aynı şekilde, Medeni Kanun işi sıkı tutmaya başlamadan önce hayata gelmiş olsaydım, büyük ihtimalle, nüfus kağıdıma sadece yıl tevellüdüm işlenmiş olacaktı.
Alafranga şımarıklıklarla vaktimi ve bilhassa neşemi kaybetmeyecektim.
Tamam, çok muhtemelen büyükbabam göbek adımı kulağıma üflediği tarihi Kur’án içinde sakladığı pelür kağıtlara kaydetmiş olurdu ama, onu eski takvime göre ve de tabii ki eski yazıyla not ederdi.
Ve tabii ki, bir müddet sonra ne "Kanûn-i Sáni"yi veya "Teşrin-i Evvel"i bilen, ne de Hicri’yi Miládi’ye çeviren kalırdı. Böylelikle de, doğum günüm kaynayıp gitmiş olurdu.
KIZIMLA AYNI GÜN
Neyse, bin bir zahmetle ve ıkına sıkına gündelik yazımı bitirir bitirmez bir anlığına cep telefonunu tekrar açtım.
Gönderilmiş "SMS"lere hiç bakmadan tümünü birden hafızadan sildim.
Sonra, büyük bir talihsizlik eseri benimle aynı gün doğmuş kızıma "Kerimeciğim, seninkisi sonsuz mutlu ve kutlu olsun ama eğer babanınkini hatırlamak gafletine düşersen, emdiğin süt helál-i hak olmasın" türünden bir mesaj gönderdim.
Talihsizlik tabii benim açımdan kaynaklanıyor. Çünkü kızımın doğum gününü unutamayacağım için, deminden beri anlattığım gibi, kendiminkini de unutmak gibi bir şansım bulunmuyor.
Tekrar neyse, cep telefonunu yine kapattım. Yatak odasının perdelerini de kapattım.
Tek hüzme ışık girmesin diye sımsıkı kapattım. Ve, duble doz uyku hapı aldığım gibi yatağa zıbardım.
Şimdi, inmeyecek bir uykunun inmesini beklerken sanki çit atlayan koyunları sayarmış gibi, "Bugün benim doğum günüm değil, bugün benim doğum günüm değil" diye nakarat tekrarlıyorum.
Ve şimdi, akan zamanın diyalektiğinde o "bugün" artık "dün" oldu. Dolayısıyla, kutlamaları değil ama vefat etmiş bir doğum günü için taziyetleri kabul edebilirim.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
CENGİZ Çandar ABD başkentinden mahreçli dünkü makalesini şöyle noktalamıştı: "Kestirmeden soralım: Washington Türkiye’de darbe istiyor mu?
İstisnaları olmakla birlikte, doğrudan cevap: Hayır!"
Yani, Potomac Nehri kıyısındaki havayı soluyan "Referans" gazetesi yazarı da, söz konusu nehrin anaforlarına bile vakıf olan ve görevini en etik çerçevede yerine getirerek "Hudson vukuatı"nın perde arkasını duyurduğu için "iyi saatte olsunlar"ın mesnetsiz gázabına uğrayan pırlanta meslektaşım Yasemin Çongar’ın hep vurguladığı sonuca varmıştı.
Eh, aklın yolu bir olduğu gibi aynı nehirler de tabii ki aynı denize akarlar.
* * *
HEMEN hatırlatayım, gerek "Milliyet", gerekse "Referans" yazarlarının kaydettiği o "istisnalar", ABD başkentinde "neo-con" denilen "ultra-muhafazakár" kesimde yer alıyor.
Ülkemizle "yakın" (!) ilgisi olduğu için de, "karanlıklar prensi" lákaplı Richard Perle Türkiye bağlamında bu kanadın başını çekiyor.
Özetlersek de, ölü doğmuş "BOP" projesiyle bir ara Ortadoğu’yu da şekillendirmeye kalkışmış olan malûm Washington ricáli, TSK’nın Ankara’daki sivil rejime "kılıç atmasına"; en azından onu kışla komutuyla yönlendirmesine sıcak bakıyor.
Dolayısıyla da, görünürdeki zıtlığa rağmen bizim "ulusalcı -kuvvacı" cihet aslında, Amerikan "şahinci" kanat aynı ata oynuyor ve aynı süngüyü pırıldatıyor.
* * *
ZATEN biraz daha geriye gün sayarsak, yukarıdaki familyanın en temel ideologları arasında yer alan Daniel Pipes, 27 Nisan "web muhtırası"ndan beri bu yönde vaaz veriyordu.
Nitekim, tam bir ay önce bugün burada "neo-con ulusalcılık" başlığıyla yayınladığım makalede, o Pipes’nin "New York Sun" gazetesindeki satırlarını kasten aktarmıştım.
Washington "şahinler"inin TSK’ya oynadığını ve darbe ihtimaline karşı Türkiye’de demokrasiyi sahiplendiği için, aynı ekibin Bush yönetimine bile yüklendiğini kaydetmiştim.
Çongar ve Çandar’ın kaynağından yansıttıkları tahliller de hipotezi tümden pekiştirdi.
O halde, büyük bir yanılgıya düşmeden bugün şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz:
Evet, Birleşik Amerika başkentindeki bir bölüm "muhafazakár güç" Türkiye başkentindeki "zinde güçler"e yakındır ve muhtemel bir darbeye de sıcak bakmaktadır.
* * *
VALLA istedikleri kadar baksınlar, öküz trene bakar gibi kalmaya mahkûmdurlar.
Çünkü, Irak fiyaskosundan beri "neo-con"ların defteri çoktan dürülmüştür.
Şimdi son mevzilerini korumak peşindedirler ki, zaten de bunun için "istisna"dırlar.
"Hudson Enstitüsü"nde kumpas senaryosu yazmaları, eh işte, cirmi kadar yer yakar.
Ve her halükárda da, "W" rumuzlu Bush iktidarı dahil, mevcut şartlar sürdüğü müddetçe hiçbir ABD yönetimi Türkiye’de darbeye cevaz vermez ve vermeyecektir.
İm-kán-sız-dır ve de nokta!
* * *
İSLAM - demokrasi irtibatlandırılmasından başlayıp tá Amerika - Avrupa ilişkilerine uzanan bu imkansızlık aslında dünya konjonktüründen kaynaklanıyor. Türkiye’yi çok aşıyor.
Ancak bugün ayrıntısına girmeyeceğim ve sadecene şu soruyu sormakla yetineceğim.
Laftá "anti - Amerikancılık" taslayan ve darbe davetiyesi yazan bizim "kuvvacı - ulusalcı" zevát neden bir tek Amerikan "ultra muhafazakár"larıyla paralellik arz ediyor?
İkisi arasındaki objektif ittifak ve nesnel hedef hangi gerekçeden kaynaklanıyor?
Ağzımdan yel alsın ama, eğer bir darbe gerçekleşirse kim kimi faka bastırmış olacak?
Perle’den Pipes’e "neo-con"ların kimliğine bir bakın ve cevabı kendi kendinize verin.
Tarif gerekmez, tabii arif olana!
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2007
EYVAH ki eyvah, işte OYAK da gidiverdi. Şimdi n’apacağız? Milli ve iktisadi bağımsızlığımızı nasıl koruyacağız?
En güvendiğimiz dağa bile kar yağdı, "ulusalcı" borazanı ne makamda öttüreceğiz ?
Hangi yüzle "AB’ye hayır" ve "kahrolsun küreselleşme" diye tempo tutacağız?
Hangi "kuvvacı şahlanış"la (!) "yabancıya satış yok" diye hançere yırtacağız?
Evet evet, yandı gülüm keten helva, şimdi hangi "zinde güç"ten medet umacağız?
* * *
ÖYLE, çünkü daha ilk kelimesi bile "ordu"yla başlayan milli banka da yabana uçtu.
Seni gidi Felemenk bezirgánı, seni gidi, eh o ünlü ING’de para trink ve dolar çil!
İki milyar yediyüz milyonu bastırdığı gibi TSK’nın mali kurumunu zimmetine geçirdi.
Zaten Oyakbank ibaresi de yakında Hollanda şirketinin logosuna dönüşecekmiş.
O halde tekrar eyvah, ordu dahi banka satıyorsa, nasıl bir "ulusalcılık" taslayacağız?
* * *
OYSA, aynı OYAK yöneticisi daha dün girdiği ERDEMİR ihalesinde "Türk firma" şovuyla kırmızı-beyaz tişört giymiyor muydu? "Telekom özelleştirilmez" demiyor muydu?
Yine dün, "yerli malı, yurdun malı" sevdasındaki eski MGK paşası Oyakbank’ın "milli" (!) kalması için fetvá üstüne fetvá buyurmuyor muydu?
Ve işte o Oyakbank şimdi Felemenk damada gitti ki, elinize vicdanınıza koyun ve "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye sormakta haklı olup olmadığıma siz karar verin!
* * *
İMDİİ, burada tabii ki tek bir doğru var: İ-k-t-i-s-a-d-i g-e-r-ç-e-k!
Dolayısıyla, evet, TSK kendi bankasını yabancıya satmakla o en doğru tercihi yaptı.
Bırakın eleştiriyi, iyi fiyata gittiği için ancak tebrik söz konusu olabilir. Kutluyorum.
Fakaaat!
* * *
FAKATİ şu ki, dervişin fikri artık zikriyle de uyuşmalı. İkircilikten gına geldi. Yetti.
Çünkü düşünün ki, OYAK vasıtasıyla zaten en dev holdinglerden birisine sahip olan TSK, Renault otodan AXA sigortaya kadar ve tá ezelden beri, yabancı sermayeyle içiçedir.
Artı, bankacılık işine dahi, sonradan bizzat Oyakbank’ın satın aldığı Amerikan "The First National Bank Of Boston"un Türkiye şubesini açmakla başlamıştır.
Dolayısıyla da, astsubayların otomobil taksitlerinden generallerin emekli maaşlarına; Kalender Orduevi odalarından askeri lojman kiralarına, ordu mensuplarının sivil bürokrasiye oranla daha "feráh" yaşaması, yukarıdaki "iktisadi gerçek"in en doğal ve somut uzantısıdır.
Ama, böyle bir refahın sağlanıyor olmasında da eleştirilecek bir yan yoktur.
Aksine, artı değeri iyi bir kapitalist ruh ve yöntemle işlettiği için yine takdire şayandır.
Ancak, tüm bunlar ayan beyan ortadayken ve Oyakbank bile ING olmuşken, zikre ve cüzdana yüz seksen derece zıt "ulusalcı-kuvvacı" láfazanlığa gaz vermenin álemi yoktur.
Renault sayesinde otomobili gıcır ve AXA sayesinde sigortası tıkır emekli askerlerin "AB’ye hayır" nutukları çekmesi hiç inandırıcı olmadığı gibi, bunlar tuzu kuru lüksleridir.
* * *
ÖTE yandan, Oyakbank’ın satışı sivil Türkiye açısından da güvence oluşturuyor.
Çünkü, ideolojiyi eninde sonunda ekonomi belirler. Belirleyecektir. Bu, kaçınılmaz bir yasadır.
Hollanda ve Fransa’nın da harç kürediği AB kapitalizmiyle eklemleşmiş bir ordunun darbe yapması, o kapitalizmden kopuk ve soyut bir orduya oranla sonsuz defa daha zordur.
Ez kázá yaptı, tutmaz. İktisadi emniyet sübabı çalışır. Uniforma teğelleri çabucak atar.
Açıkçası, Renault da, AXA da, ING de son tahlilde birer "demokrasi bekçisi"dir.
Oyakbank satışını gönülden kutluyor ve fikirle zikrin artık uyuşacağını umuyorum.
Yazının Devamını Oku