"HUDSON Ensititüsü"nden feláket senaryosu; ultra muhafazakár ideologlardan apolet nasihatı; "neo-con" gericilerden TSK methiyesi falan, şu gerçek artık göz çıkartıyor:
İstisna mistisna ve kılıç artığı - tekne kalıntısı ama, aşırı sağ kimlikli bir bölüm Amerikan ricáli Türkiye’de darbeye oynamaktadır.
Yani, ülkemizdeki "ulusalcı-kuvvacı" hazretlerle aynı kaba def-i hácet eylemektedir.
Zaten ben bizim zevátın yerinde olsam, "ABD’ye evet, AB’ye hayır" pankartı açarım.
* * *
ÖYLE, zira geçen hafta ayrıntısıyla açıkladığım gibi, bizim darbeperestlerin "zafer"e (!) ulaşması ancak ve ancak Washington’daki gericilerin de zafere ulaşmasıyla mümkündür.
Ağababa ABD "yeşil ışık" yakmadığı takdirde Türkiye’de darbe olmaz. Oldu, tutmaz.
Oysa, bırakın böyle bir "yeşil ışığı" falan, ülkemizdeki bir kışla macerasına "sarımtırak" ışık bile yakacak bir Avrupa mevcut değildir. Asla da olmayacaktır.
Yaşlı Kıta, okyanus ötesindeki pragmatik, háttá oportünist Yeni Dünya’ya benzemez.
Esamesi dahi okunmayan belki birkaç tımarhanelik deli hariç, ne istisna, ne marjinal, ne de "beyin" olarak, Türkiye’de askeri müdahaleye "göz kırpacak" tek bir AB kulu çıkar.
Brüksel’deki hiçbir "kafa enstitüsü" Washington’a özenmez. "PKK liderlerini seçimden sonra iade edelim de AKP’nin işine yaramasın" diye kumpas senaryosu kurmaz.
Hiçbir "sivri akıllı" da Pipes veya Perle’yi kopya etmez. "TSK’yı kollayalım ve el altından iktidara yön vermesini ’anlayışla karşılayalım’ (!)" diye gazete makalesi yazmaz.
Zaten Atlantik’in iki yakasını ayıran "siyaset kültürü"nün özü de buradadır.
* * *
EVET buradadır, çünkü ABD son tahlilde bir "ultra süper güç"tür.
Gerek yönetim mekanizması, gerek kamuoyu duyarlılığı, gerekse de demokrasi etiği açısından Avrupa’ya benzemez. "Realpolitik" uğruna apoleti de, süngüyü de destekleyebilir.
Ama o Avrupa’nın şöyle veya böyle kendi bünyesinde addettiği, üstelik kör topal da olsa üyelik müzakereleri başlattığı bir Türkiye’de demokrasinin değil de ona zıt otoritarizmin ve militarizmin ağır basmasına göz yumması imkánsızdır. Maddenin tabiatına aykırıdır.
Ve işte bu yüzden de, söz konusu aidiyet ve müzakere süreci, başta mevcut iktidar için olmak üzere, ülkemizdeki bütün sivil güçler açısından bir güvence ve bir dayanaktır.
"Dış dinamik" dediğimiz o ilerletici motorun hem silindiri, hem pistonu, hem de karbüratörü yalnız ve yalnız AB’dir ki, ABD’nin buradaki etkisi diş kovuğuna bile kaçmaz.
* * *
OYSA, başlarda Brüksel ipini cidden sıkı tutmuş olan hükümetin işi giderek tavsattığı; dolayısıyla da, aslında kendi ayağına ateş etmeyi kabullendiği hazin bir vakıa oluşturuyor.
Yani AKP hükümeti, AB sürecini yavaşlatmanın aslında, "dikotomik" denilen türden aşamalı bir zıt gelişmeyle "ulusalcı-kuvvacı" gericiliği hızlandıracağı olgusunu göremedi. Otoritarist ve militarist hezeyanlara karşı "Avrupai sivillik" değerlerini sahiplenip o AB dayanağından istifade edeceği yerde, yeni zengin müsrifliğiyle bu hayati kozu pas geçti.
Ama Allah’tan, söz konusu koz henüz harcanmadı. Türkiye sivilliğinin elinde duruyor.
Sarkozy’nin girişimiyle müzakere fasıllarından birinin dondurulması da öz itibariyle bir "yol kazası"dır. Parti sürmektedir ve masadan kalkmış oyuncu yoktur.
Çünkü, Fransa gibi bütün Avrupa da, 22 Temmuz seçimlerinden itibaren ve AB Aralık zirvesine kadar Türkiye’de ortaya çıkacakyeni "manzara-ı umumi"yibeklemektedir.
Dolayısıyla da, "ulusalcı-kuvvacı" gericiliğin "ABD’ye evet, AB’ye hayır" siyasetine karşı, ülkemizdeki sivil demokrasi güçlerinin önünde tamı tamına altı ay vardır.
Şimdi, gırtlağımızın pasını ve "AB’ye evet, çünkü demokrasiye evet" şiarını atmak zamanıdır.