9 Haziran 2007
BELÇİKALI diye bir ulus var mı?<br><br>Hayır, yok! Zaten de asla olmadı! Bundan sonra ise hiç olmayacak!
Peki, Belçika diye bir ülke var mı?
Evet, o var!
İnkár edemeyiz, kurulduğu 1830 yılından beri harita üzerindeki yerini koruyor.
Nitekim, yarın genel seçimlere giderek de hálá mevcudiyet sürdürdüğünü ispatlayacak.
Ama doğrusu, kediye sermaye yatıracak kadar zengin olmadığımdan bu mevcudiyetin daha ne kadar müddet devam edeceği konusunda bahse girmek rizikosunu göze alamam.
***
BİLİYORUM, şimdi hemen "insaf, hiç ulussuz devlet olur muymuş" diyeceksiniz.
Sonra da, "hayrola, sen müneccimbaşı mısın ki, hangi akla hizmet, Avrupa’nın temel direkleri arasında yer alan; üstelik şu kadar yıl kocca Kongo’ya hükmetmiş olan anlı şanlı Benelüks krallığı için ’günleri sayılıdır’ demeye getiriyorsun" diye çıkışacaksınız.
Belçika’nın geleceğine ilişkin kötümserliğimi "vesvese" olarak yorumlayacaksınız.
Hadi büyük konuşmayayım ama, vesvese mi değil mi, orta vadede beraber göreceğiz.
Ve, çok yakın ilgisi bulunduğundan şu "ulussuz devlet" konusundan başlıyorum.
***
EVET, "ulus" kimliği edinmenin veya edinmemenin öyle kesin bir kuralı yok!
Bazen, "ulussuz devletler" oluşuyor. Bazen de tersine, "devletsiz uluslar" oluyor.
Tabii buradaki "ulus" kelimesiyle, "kader birliği" ögesinde buluşan ve sözcüğün tüm modernitesine rağmen yine de "manevi unsur"da bütünleşen "millet"i kastediyorum.
İşte, böylesine bir "millet" iradesi Belçika için hiçbir zaman geçerlilik taşımadı.
***
TAŞIMADI, çünkü biri Cermen etnisiteden Flaman, diğeri ise Latin kimlikten Valon halkları, 19. yüzyıl Napolyon savaşları ertesinde ve sırf İngiltere, Fransa, Hollanda ve Prusya arasında tampon oluştursun diye, Belçika diye vaftiz edilen yapay bir devlette birleştirildiler.
Yalvar yakar, bir Avusturya asilinin başına da kral tacı oturttular.
Oysa, yöre ve ahali ne denli iç içelik arzetse bile, farklı dil ve kültür bir yana, her iki taraf da esas olarak tarihteki ilk merkantil burjuvazinin "site" geleneğinden iniyorlardı.
Bireyci bir "kentsoyluluk" ihtirası kolektif ulus bütünlüğüne daima ağır bastı.
Üstelik, yine her ikisi hemen hep ayrı imparatorluk egemenlikleri altında yaşamışlardı.
1830’dan sonra da, Flamanı Flaman ve Valonu Valon, kim neyse kendini öyle hissetti.
"Latinleşmiş Cermenler"den başka bir şey olmayan Brüksel ahalisi "Belçikalılık" aidiyetine belki en yakın düşen kesimi oluşturdu ama, onlar da iki arada bir derede kaldılar.
Dolayısıyla, taşıma suyla değirmen dönmedi ve yukarıdaki "kader birliği" ortak bir maneviyata dönüşmediği için, kağıt üzerinde kurulmuş devlet kendi "ulus"unu yaratamadı.
Yani, sanayi devrimi sayesinde dünyanın en yoğun demiryolu ağına sahip olsa da, Belçika lokomotifi arkadan gelmesi beklenen istimle "Belçikalılık" trenini yürütemedi.
Artı, katar şu an makas ayırımında durduğundan vagonların farklı raya dönmesi ihtimali arttı ki, işte bundan dolayı Benelüks ülkesinin geleceği konusunda bahse girmiyorum.
***
OYSA, "Belçikalısız Belçika"daki krizi açıklamak için etnik farklılıkla yetinemeyiz.
Çünkü orada milliyetçilik ötesi ve bencillik ábidesi bir mikro-milliyetçilik yaşanıyor.
Hem bazı ulus-devletler, hem de ulus-devlet özlemi içindeki bazı etnisiteler açısından kulağa küpe nitelikte dersler içeren bu konuyu, pek çok Türk kökenlinin de seçeceği ve seçileceği yarınki Belçika oylamasının sonuçlarıyla birlikte, salı günü işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2007
ARAP áleminin modern Batı’yla tanışması Napolyon’un 1798 Mısır seferine uzanır. Háttá belki de bu "tanışmak" fiilini "barışmak" biçiminde algılamamız gerekir.
Çünkü o tarihten itibaren ve tá Kavalalı Mehmet Ali Paşa ıslahátçılığından Suriyeli Mişel Eflák’ın Baasçılığına, Arap dünyasının esas rotası hep Batı ekseninde çizildi.
Üstelik, zaten Kahire valimizin başlatmış olduğu bu "garbileşme hamlesi", İmparatorluğumuz dahil, Afgan’dan Hint’e bütün bir İslam coğrafyasını etkiledi.
Ve, ortalama bir buçuk asır sürmüş olan yukarıdaki "barışık dönem"i "dargınlık"a dönüştüren hayati kırılma noktasını 1967 İsrail - Arap Savaşı oluşturdu.
* * *
AMA doğru, Batı karşıtlığının ilk nüvelerini 1. Harp sonrasındaki Ortadoğu paylaşımına ve bilhassa da, Yahudi Devleti’nin 1948 yılında resmileştirilmesine çıkartabiliriz.
Ancak, tam kırk sene önce gerçekleşen ve dehşet zelzelesiyle korkunç "Harábeler" bırakan o "Altı Gün Savaşı"na kadar her hangi bir "kopuş"tan söz edilemez.
Zaten, Kudüs müftüsü Hüseyni’nin Nazi militanlığından bozgun suçlusu Nasır’ın laik milliyetçiliğine, Batı modernitesi 1967 depremine dek Arap álemini belirlemeyi sürdürdü.
Nitekim, ne Suudi hanedánın çöl Vahabileri, ne de Hasan El Benne’nin "Müslüman Kardeşler"i aman aman varlık gösteremedi. Dincilik marjinal kaldı ki, somut örnek vereyim.
Hollywood kopyası Mısır filmlerini kastetmiyorum ama, Arabi dünyadan canlı kesitler yansıtan en, en eski aktüalite veya antropoloji filmlerine şöyle alıcı gözüyle bir bakın.
Kadın kıyafeti ve hál ve oluş tarzı itibariyle "sokaktaki adam"ın yahut "tarladaki fellah"ın bugünkü türden bir "hicáp kapanış"la ve "sofu edásı"yla hiç mi hiç ilgisi yoktur.
Neyse, kırk yıl önceki travmanın şok etkisi ve derin kompleksiyle sonradan zuhur eden şimdiki "İslami şekilcilik"e şamarı nakşetmiş oldum ki, tekrar konuya geliyorum.
* * *
EVET, sırf Arap dünyasını değil tüm Müslüman álemi diğer din uygarlıklarına hasım kılan ve Batı nefretine odaklanan travma yukarıdaki "Altı Gün Savaşı"ndan kaynaklanıyor.
Zira, o Arap dünyası ve o Müslüman álem kırk yıldır bozgunun altından kalkamadı.
Dolayısıyla da, 1798 Mısır’ında tanıştığı moderniteye yine 1967 Mısır’ında "darıldı".
İşte, İslami yükseliş ve El Kaide belágati dini gerici; zıt lûgate rağmen aynı kaba def-i hácet eyleyen ulusalcı ve cumhuriyetçi retorik filan da laik gerici küskünlüğü yansıtmaktadır.
Bunlar yukarıdaki bilinçaltı kompleksin nefret tezahürlerinden başka bir şey değildir.
Eh, kırk yıl önce sille vurmuş bir İsrail genel Batı modernitesiyle özdeşleşmiyor mu?
Ve, Arap - İslam dünyasının bir ara benimseye çalıştığı o Batı modernitesi de derde devá getirmediğine göre, artık çareyi bunun ve bunların "anti"sinde aramak gerekiyor.
* * *
YUKARIDAKİ aráza psikolojide "viktimizasyon", yani "mağduriyet ruhu" denir.
Buradaki "hasta" (!) "suçlu" ve "sorumlu" olarak mutlaka bir "öteki"ni gösterir.
Giderek de tamamen içine kapanır. O "öteki"ne nefreti ise delirium raddesine vardırır.
İşte, Nasır’ın ve Baasçılığın sebep olduğu 1967 Savaşı da böyle bir travmaya yol açtı.
Öncelikle Arap, sonra da İslam álemi tam kırk yıldır kendini "ebedi mağdur" sayıyor.
Yine tam kırk yıldır, dindarı ve laiğiyle hem gerçek, hem mecázi anlamda kapanıyor.
"Öteki"ne beslediği nefret ise cinneti de aşıyor ve tımarhanelik seviyeye ulaşıyor.
Üstelik tabii ki, kibirli ve tacizkár bir burnu büyüklükle söz konusu savaşta gaspettiği toprakları iade etmeyen Yahudi Devleti, en az aynı ölçüde suçluluk ve sorumluluk taşıyor.
İsrail yukarıdaki "mağduriyet" duygusunu ve "öteki" nefretini durmadan körüklüyor.
Ve dolayısıyla, o hasta ruh, nefret ve suçun hortlakları tam kırk yıldır, Ümmü Gülsüm ’ün bozgun gecesi Kahire radyosunda okuduğu şarkıdaki "Harábeler" üzerinde geziniyor.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2007
1967 Arap-İsrail Savaşı’nın yegáne ve yegáne sorumlusu Cemal Abdülnasır’dır! Daha doğrusu, Mısır önderinin şahsında sembolleşmiş olan Baas tipi milliyetçiliktir.
Askeri harekáta ilk girişen tarafın Tel Aviv olmuş olması ise bu gerçeği değiştirmez.
Dolayısıyla da, Kahire’nin "Reis"i sırf "muhteşem bozgun"dan (!) değil, Ümmü Gülsüm’ün dün sözünü ettiğim hüzzam şarkısındaki o "Harábeler"den sorumludur.
Söz konusu "Harábeler" ki, İslam álemini diğer bütün din uygarlıklarıyla karşı karşı getiren muazzam bir depremin travmatik yıkıntısıdır.
Ve zelzele, tam kırk yıl önce bugün patlak vermiş olan Savaş’la gerçekleşmiştir.
* * *
İŞTE, aradan geçmiş olan o kırk yılın mesafeli açısı artık tereddüte yer bırakmıyor.
Yine dün dediğim gibi, 1967 haziranında ihtirasla Arapları desteklemiş olan bu satırlar yazarı için dahi, Savaş’ı Cemal Abdülnasır’ın provoke etmiş olduğu göz çıkartıyor.
Kronolojiye bakalım, "Reis" 14 Mayıs 1967’ta 1956 ateşkes kararını ihlál etti ve Mısır kuvvetlerini Sina’ya soktu. Ertesi gün BM gücünün Yarımada’dan çekilmesini dayattı.
22 Mayıs’ta da Şarm el Şeyh Boğazı’nı ve Akabe Körfezi’ni İsrail’e tamamen kapattı.
30 Mayıs’ta ise Ürdün ve Irak ordularını kendi komutası altına altı.
Oysa aynı tarihte, Yahudi Devleti’nin "şahin" kurucusu Ben Gurion’un aksine, baştan beri Araplarla birarada yaşamak tezini savunan Levi Eşkol hükümeti iş başındaydı.
Saldırıya hazırlanmadığını ispatlamak için de, Tel Aviv’deki Sovyet elçisi Çukavin’i tüm sınırı denetlemeye davet etmek dahil, tansiyonu düşürmek amacıyla hep "alttan aldı".
Moşe Dayan’lı milli kabinenin kurulması 1 Haziran’a ve "dönülmez nokta"ya uzanır.
* * *
ÇÜNKÜ, yine mesafeyle baktığımız takdirde görüyoruz ki, "saldırgan taraf" sayılmak pahasına, yukarıdaki tırmanıştan itibaren İsrail’in savaştan başka çaresi kalmamıştı.
BM’nin serbest seyrüsefain kararına rağmen Süveyş’i kullanamaması bir yana, yakın ilişki içinde bulunduğu Afrika ve Asya’ya tek çıkış limanı olan Elyat da artık kapanmıştır.
Diğer bir deyişle, Nasır, en önemli ve en hayati "nefes borusu" da tıkamıştır.
Artı, o güne dek "hámi" addedilen ve başta hava kuvvetleri, Siyonist ordunun silah ihtiyacını karşılayan Fransa bu kez de Gaulle’nin ağzından "benden paso" demiştir.
Daha artı, hüküm sürmekta olan Soğuk Savaş konjonktüründen dolayı Birleşik Amerika Başkanı Johnson bile Dışişleri Bakanı Abba Eban’a "itidal" tavsiye etmiştir.
Zaten ABD’nin İsrail’i "kışkırttığı" iddiası sonradan uydurulmuş koca bir yalandır.
Davudi yıldızlı ülke taarruzunu saklamış ve Beyaz Saray’ı "oldu bitti"ye getirmiştir.
Dolayısıyla, eğer illá "kışkırtma" aranacaksa, bölgeye yerleşmek isteyen Moskova’nın Arap liderlere verdiği "gaz", Washington’un Tel Aviv’e getirdiği desteği kat be kat aşar.
Nitekim, iki başkent arasındaki "stratejik eksen" Altı Gün Savaşı’nın ertesine uzanır.
* * *
OYSA tam o Savaş arifesinde, Maşrık’tan Mağrib’e bütün Araplar kendilerinden öyle emindiler ki, bangır bangır marş çalan ve "ajitasyon çeken" radyolar "çıfıtı denize döktük, döküyoruz" türünden rezil bir anti-semit edebiyatla, daha baştan zafer müjdeliyordu.
Ve hayat memát meselesi, buradan itibaren hiçbir devletin elleri armut toplayamazdı.
Uluslararası camia nezdinde saldırgan addedilmemek için ilk darbeyi karşı tarafın indirmesi beklendiği takdirde, bütün bir ülkenin ve milletin varoluşu rizikoya girmiş olurdu.
İşte, Cemal Abdülnasır ve Baas milliyetçiliğinin tek sorumlu ve tek suçlu olduğu 1967 Savaşı’nda İsrail bu rizikoya girmediği içindir ki, Arap - İslam álemi tam kırk yıldır, Ümmü Gülsüm şarkısındaki o "Harábeler" üzerinde, heyhat, gazel okumayı sürdürüyor.
Yarın, aynı İsrail’in kırk yıllık suçu ve sorumluluğu dahil, konuyu tekrar işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2007
ARABİDEN serbest tercüme ediyorum, "Harábeler anlamına gelen ve bestesi Riyad Sunbati’ye, güftesi de İbrahim Naci’ye ait olan "El Atlal" adlı hüzzam şarkı şöyle der: "Azád eyle beni, çöz ellerimi / Çöpüm yok, verdim sana her şeyimi / Bak, kanıyor hála bileklerim. / Neden bu kelepçe, aldın ya her şeyimi / Niye kölen kalayım, beni beklerken dünya nimetlerim."
Demek tam kırk yıl olmuş ve ben, sanki dünmüş gibi hatırlıyorum.
* * *
HATIRLIYORUM ki, ilkin beş lambalı "Edison" aparat başında ve parazit cızırtıları arasında, Kahire istasyonu antenlerinde ağlayan Cemal Abdülnasır’ın nutkunu dinlemiştim.
Tek kelimesini anlamıyorum ama ne değişir ki!
Söylediklerinin bilincine ve vehámetine varmak için, Almancayla birlikte dünyanın en mükemmel belágát ve en heyecanlı ajitasyon lisánı olan Arapçaya vakıf olmak gerekmiyor.
Yüzde doksan doksan dokuz virgül doksan ihtimalledir ki "Reis" yenilgiden; yenilgi ne kelime, hezimetten; hezimet ne kelime, bozgundan; bozgun ne kelime, feláketten yakınıyor.
Benim de ağlayasım, hıçkıra hıçkıra ve hüngür hüngür ağlayasım geliyor.
* * *
O bitti ve bu defa cızırtılar arasından "Azád eyle beni, çöz ellerimi" yükseldi.
Kahire’den Kadıköy’e ulaşan emsálsiz ses ve sonsuz hüzün odayı doldurdu.
Tabii ki güfteyi de anlamıyorum. Manáyı ancak çeyrek yüzyıl sonra öğreneğim. Olsun, yine ne değişir ki!
Çünkü şimdi Ümmü Gülsüm; çünkü şimdi "Hanım"; çünkü şimdi "Diva" Nil kıyısındaki Hertz vericisinde ve hüzzam makamında, "Harábeler"i haykırıyor.
"Neden bu kelepçe, aldın ya her şeyimi"!
"Reis" gibi o da ağlıyor ve o da ağlatıyor.
Babam içeriden "kapat yalelliyi" diye azarladı.
Kapatıyorum ve ağlayarak, Bükreş radyosundaki klasik müziğe dönüyorum.
* * *
TAM kırk yıl önce bugün başladığına göre, demek ki onbeş buçuk yaşındaymışım.
Ve 1967 Arap-İsrail Savaşı öyle bitti ki, Nasır Mısır’ına ek olarak Cedid’in Suriye’si, Hüseyin’in Ürdün’ü ve artı, Maşrık’tan Mağrib’e bütün o Arabiyat retoriği "mafiş"le bitti.
Ben de bittim!
Tarihe "Altı Gün Savaşı" olarak geçen muharebelerde nasıl ki Siyonist Devlet tüm Arap ordularını muazzam ve korkunç bir bozguna uğrattı, işte ben de aynı bozguna uğradım.
* * *
ÖYLE, zira "sol"a ilk adımı atıyorum ya; zira Abdülnasır hep "anti-emperyalizm" şiarı tekrarlıyor ya; zira darbeci asker Talát Aydemir’den sivil darbeci Doğan Avcıoğlu’na, Türkiye "ilericiler"i (!) bana Baas ideolojisi vaaz ediyor ya, tabii ki Arapları destekliyorum.
Üstelik, Don Kişot şövalyeliğiyle rüzgára göğüs geriyorum. Akıntıya kürek çekiyorum.
Çünkü, beş vakit namazında ve üç aylar farzında olmasına rağmen "fellah arkamdan vurdu" diye "Yahudiye duacı olan" Büyükbabam bile dahil, Davudi yıldızlı generali kastederek "dayan Moşe Dayan" diyen bütün uzak - yakın çevrem, hep İsrail’i destekliyor.
* * *
KIRK yıl önce tam bu vakit, ben, Sina Çölü’ndeki bir Musa gibi yalnızdım.
Kırk yıl önce tam bu vakit, ben, dehşet bozgun ertesi Kahire Radyosu’nda "Neden bu kelepçe, aldın ya her şeyimi" diye "Harábeler"i haykıran Ümmü Gülsüm’le ağlıyordum.
Ve, kırk yıl önce tam bu vakit gerçekleşen 1967 Savaşı aslında sonsuz çok şeyi yıktı ki, şu an hálá üzerinde gezinmekte olduğumuz o "harábeler"de yarın da rehberlik yapacağım.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
ACABA çok saf ve çok mu iyimserim? Doğrusu, bilemiyorum.<br><br>Çünkü malûm, hangi yönde olursa olsun, genelde komplo teorilerine itibar etmiyorum. Dolayısıyla da, şu an Kuzey Irak "seferberliği" (!) konusunda kulak zarı patlatarak çalınan "cenk davulları"nın bir kumpastan kaynaklandığı iddialarına inanmıyorum.
* * *
OYSA rivayet ediliyor ki, cihet-i askeriyenin "web muhtırası"; Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı; ajitasyon "cumhuriyetçilik"inin miting silsilesi; Genelkurmay’ın Dışişlerine dört saat rötarlı "hava ihlál bildirimi" falan, bütün bunlar tesadüfi şeyler oluşturmuyor.
Aslında, ne yapıp yapıp iktidar partisinin önünü kesmek ve dolayısıyla da, tansiyonu tırmandırarak "yeni rota çizmek" hedefini güdüyor. Milimetrik bir senaryo uygulanıyor.
Zaten de hemen sonra ekleniyor ki, güney sınırlarımızın ötesine harekát düzenlenmesi için "metal fırtına" kuvvetinde estirilmekte olan "savaş rüzgárları", 22 Temmuz oylaması öncesinde şovenist dalgayı daha çok körüklemek amacına yöneliktir.
Háttá bir de, seçim arifesindeki sondajların o rotaya uygun düşmemesi durumunda, "Irak’taki olağanüstülük"ü gerekçesiyle oylamanın ertelettirilebileceği dahi söyleniyor.
Her halükárda da, cumhurbaşkanını belirleyecek kasım ayına dek "Demokles kılıcı"nın; pardon pardon, iyi saatte olsunlar süngüsünün rejim üstünde sallanacağı tekrarlanıyor.
Fakat dediğim gibi, sağlı sollu; dinci laikçi; sivilci askerci bütün komplo teorilerine sonsuz ihtiyatla yaklaştığım için, ben bunları öyle fazla ciddiye almıyorum.
* * *
NEYSE de, yukarıdaki yorumlar hayali veya değil ama şu gerçek göz çıkartıyor:
Tá 27 Mayıs 1960 darbesinden beri apolet vesayeti altında olgunlaşmaya çalışan ve daima "acaba asker ne der" korkusuyla hop oturup, hop kalkan Türkiye demokrasisi, söz konusu vesayetten ve korkudan dolayı şimdi tekrar çok ciddi bir krize girdi.
Ordu kademesi tüm ulus için geçerlilik taşıyan Anayasa’nın kışladan içeri adım atamayacağını düşünüyor olmalı ki, kendisine misyon vehmettiği rejim bekçiliğini 27 Nisan "web muhtırası"yla sahiplenirken, yine TSK iç hizmetler yönetmeliğini çağrıştırdı.
"Kanunlarla kendisine verilmiş olan açık görevleri yerine getireceğini" duyurdu.
* * *
OYSA, ne açık, ne kapalı ve ne gizli, ne örtülü böyle bir kanun yok! Olamaz da!
Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde tek bir kanun var ki, zaten bütün kanunların da "esas"ı olduğu için ona eski dilde "kanun-i esasi", yeni dilde ise "anayasa" diyoruz.
Üstelik, bırakın demokrasileri, kimi "sosyalist legalite", kimi "temel ilke" adı altında, totaliter, otoriter ve militer rejimler dahi, hiç olmazsa şekli bir yasallığa riayet ederler.
Eh iyi kötü, kör topal bile olsa ülkemiz yine de hukuk devleti ve çoğulcu sistem tercihi yaptığına göre, tabii ki Türkiye’de Anayasa’nın ötesinde bir yasa geçerlilik taşımaz.
Dolayısıyla da, o Anayasa’yı çiğneyen s-u-ç işlemiş olur ve nokta!
* * *
İMDİİ, mademki hem yerel, hem de evrensel açıdan durum böyledir, o halde, ister kumpas kurulsun, ister kurulmasın, buradan itibaren tek bir d-i-k tavır söz konusudur:
Hukuku sahiplenerek onun sistemini işletmek ve kanunsuzlukla asla uzlaşmamak!
Geçmiş örnekler ortada, vesayetin insan onuruna ve korkunun ecele faydası yok!
Ve, eğer yasallığı hiçe sayacak güçler yine de çıkarsa, eh, ip koptuğu yerden kopar.
Ama, bugünkü Türkiye ve dünya konjonktüründe de artık son defa kopar.
Onu kopartacak gafiller değil yeni ip, sicim, halat, bir daha teğel ipliği bile bulamazlar.
Varsın komplo tezgáhlanıyor olsun, varsın olmasın, anayasal demokrasiyi bunların varlığı veya yokluğu fısıltılarıyla değil, yalnız ve yalnız i-l-k-e-s-e-l duruşla koruyacağız.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2007
HALEP ordaysa arşiv buradadır, 1 Mart 2003 öncesi, sonsuz azınlıkta kalan bir kaç yorumcuyla birlikte, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta mutlaka "müdahil taraf" olmasını savundum. Dolayısıyla da, TBMM’nin "tezkere"yi onaylamasını bağıra bağıra talep ettim.
Tabii bundan ötürü, "Amerikan uşağı", "vatan haini", "savaş kışkırtıcısı", "satılmış kalem" diye yemediğim küfür, iftira ve hakaret kalmadı.
Bugünse, aynı bölgeye yönelik muhtemel bir askeri harekátın kesinkes karşısındayım.
Ve yine sonsuz azınlıktayım ve yine rezil küfürlerin muhatabıyım!
* * *
PEKİ de, o vakit müdahilliği savunduk diye bize "vatan haini" diyen gáfiller, iş işten geçtikten ve atı alan Üsküdar’a vardıktan sonra uyanıp, şimdi başka bir maceraperestliğe heveslendikleri için, hangi mahkeme duvarı suratla bize yine aynı çamuru atabiliyorlar?
Hem kel, hem fodul, ne yüzle, dört yıl önce ülkemizi mahkûm ettikleri çıkmazdaki suç ve sorumluluğu unutturmaya kalkışıp, zeytinyağ gibi tekrar üste çıkmaya kalkışıyorlar?
Oysa biz sözümüzün eriyiz ve yüz seksen derece çark edenler onların tá kendisi!
* * *
EVET sözümüzün eriyiz ve dün ne söylüyorsak bugün de aynısını söylüyoruz.
Diyorduk ki, ABD ve Irak Kürtleriyle varılan mutabakat "optimum" bir zirvedir.
Yan cebine at, böylesine bir fırsat kaçırılmaz ve momentum ikinci defa yakalanmaz.
Gaflete düşüp kaçırdın, Ankara artık Kuzey Irak denkleminden kesinkes dışlanır.
Daha sonra devreye girmeye kalkışırsa da, işte bu kez o ABD’yle burun buruna gelir.
Nitekim, tezkerenin reddinden sonraki 5 Mart 2003 tarihli yazımda "havada bulut sen bunu unut! Türkiye’nin yeni Irak yapılanmasında taraf olmak şansı bitmiştir" diyor ve gelecekteki muhtemel bir maceraya ilişkin olarak da aynen şu ifadeyi kullanıyordum:
"(Bundan sonra) ısrar edersek, karşımıza peşmerge değil ’Coni’ çıkacaktır."
* * *
EEE, şimdi neredeyiz? Dört yıl sonra bugün hangi g-e-r-ç-e-k kendini dayatıyor?
Yukarıdaki "Coni"nin başkenti Washington herhangi bir askeri operasyona yeşil ışık yakmayacağını en yüksek diplomatik ağızdan ifade etmekle yetinmedi.
Üstelik bir de, sivil devlet işleyişine insaf ve "web muhtırası"na selám, Genelkurmay’ın kendi internet sitesinde yayınladıktan ancak dört saat sonra Dışişleri’ne haber vermek lûtfunda bulunduğu açıklamadan öğrendik ki, ABD jetleri Türkiye hava sahasını ihlál etmiştir.
Bunun "sembolik ihtar" anlamına geldiğini görmemek için kör olmak gerekiyor.
Her şey ayan beyan ortada, dört yıl önce biz "vatan hainleri"nin (!) savunduğu fırsat kaçtığı içindir ki, o dik burun "vatan kurtarıcıları"nın peynir gemisi láfla yürümüyor.
* * *
OYSA, yine dört yıl önce "tezkere" gündeme geldiğinde MGK "tarafsız" kalmıştı.
O MGK ki, her konuya ilişkin "tavsiye"sini uygulattırması ahval-i adiyeden sayılır.
Oysa adı üstünde "milli güvenlik", aslında kendisini en çok ilgilendirmesi gereken en hayati konuda, ne sihirdir, ne kerámet, havaya bakıp ıslık çaldı. Resmen, çıt çıkarmadı.
Ama, aynı kurumun ana direği sayılan cihet-i askeriye, KK Komutanı Aytaç Yalman’a atfen manşetlerle "mutabakat"ı, dolayısıyla "tezkere"yi onaylamadığını "hissettirdi".
Dolayısıyla, gitti gider dahi gider, Kuzey Irak’ta müdahil olunması isteyen biz "vatan hainleri" (!) okka altına gittiğimiz gibi, esas olarak o Kuzey Irak hayaller álemine gitti.
* * *
DİYALEKTİK felsefenin babası Heraklit, "su iki defa aynı akmaz" der.
Ve, dört yıl önce akmış olan o mutedil suda bile yüzmesini bilemeyenler, artık sussun.
Şimdi başbaşka bir girdaplı su akıyor ve de sakın atlamasınlar, bu defa boğulurlar.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2007
DÜN dediğim gibi, eveleme develeme yetti ve de herkes ağzındaki baklayı çıkartsın. Yani, ha bre temcit pilavı gibi ortaya sürülen şu Kuzey Irak’a müdahale láfazanlığının arkasındaki "PKK terörü" gerekçesinin aslında bir bahane oluşturduğunu itiraf etsin.
Gerçek nedenin, orada kurulabileği varsayılan bağımsız bir devletin bizim Kürtlerimizi de "ayartacağı" (!) korkusundan kaynaklandığını artık dobra dobra söylesin.
Ve, k-e-n-d-i Kürt sorunumuzun ancak ve ancak kendi toprağımızda çözümleneceğini yine dün dile getirdiğim için, bugün konunun uluslararası hukuk boyutunu işleyeceğim.
* * *
ÖNCE, o uluslararası hukuk açısından TSK’nın Kuzey Irak’a girmek hakkı yoktur.
Çünkü bir; Cemiyet-i Akvám’a üye kaydedildiği 1932 yılından beri Irak bağımsız bir devlet addedilmektedir. ABD o hukuku ihlál etmiştir ama, heyhat, tek tabanca "süper güç"tür.
Çünkü iki; 331 km’lik sınır, aynı Cemiyet-i Akvam uzlaşısını kabullenen Türkiye ve mandater başkent Londra’nın Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Anlaşması’yla saptanmıştır.
Çünkü üç; o hudutun ötesini talep ve ötesine tecávüz eden bir Irak Kürdistan’ı yoktur.
O halde, Irak’a düzenlenecek bir harekát hangi hukuki gerekçeye dayandırılacaktır?
* * *
BURADA hemen "sıcak takip" denileceğini biliyorum.
Hayır, zira aslında bunun yine uluslararası hukuk açısından resmi bir legalitesi yoktur.
Fakat doğru, "göz yumma" durumları yaşanır. Ama bunun da şartları bellidir.
Kerhen de olsa milletlerarası camia cevázı ancak çok net, çok bariz, çok somut bir "vur -kaç" tecavüzüne karşı zamanda ve mekánda son derece sınırlı bir harekát için verir.
Öyle uzun boylu "içerilere dalmak"; meydan muharebelerine tutuşmak; karargáhlar, garnizonlar, duvarlar inşa etmek; haftalar ve aylar boyu demir atmak, "sıcak takip"e girmez.
Üstelik, her ülke kendi sınırını sıfır noktasından itibaren denetlemekle yükümlüdür.
Karşıdaki "otorite boşluğu"nu gerekçe gösterene de, "sen, senin tarafı kolla" denir.
Dolayısıyla, uluslararası argüman yoksunluğu bir yana, harekát durumunda ABD’nin el bebek gül bebek TSK’ya bile kaş çatarak Ankara’yla küláhları değiştirmesi kaçınılmazdır.
* * *
HA unutuyordum, bir de "ulusalcı" zevát Kuzey Irak maceraperestliğine "zira Musul ve Kerkük Misák-ı Milli sınırları içine giriyordu" diye bahane uydurmaya kalkışıyor.
Doğrusu, ceháletin, şovenizmin ve de gözü dönmüşlüğün bu kadarına pes!
Çünkü, uluslararası hukuk tarafından resmileştirilmemişse, geçmişteki veya şimdiki hiçbir ulusal temenni, istek, ihtiras her neyse, asla ve asla "nesnel gerçek" değildir! Olamaz.
Oysa, asıl adıyla Ahd-ı Milli, Kurtulus Şavaşı’mızın başındaki talepleri yansıtıyordu.
Káh azámi, káh asgári istekler içeriyordu ve Savaş nihayetinde de n-o-k-t-a-l-a-n-d-ı.
Pragmatizm ustası Büyük Mustafa Kemal’in realpolitik vizyonu sayesindedir ki 1923 Lozan ve Irak sınırını saptayan 1926 Ankara antlaşmalarıyla defter kapandı. Mühürlendi.
Ve, Boğazlar Montrö’sünde olduğu gibi de bundan sonraki herşey yine hukukidir!
* * *
KALDI ki, Misák-ı Milli’yi "delil" (!) diye sunmak kadar bir ahmaklık olabilir mi?
Yani şimdi bu takdirde, Hatay ne o Misák-ı Milli’nin; ne de üstelik Lozan’ın içinde yer aldığından, topraklarımıza 1939’da katılan eski Sancak’ı Suriye’ye hibe mi edeceğiz?
Yoksa, aynı Ahd-ı Milli öyle öngörüyordu diye, "Elviye-i Seláse"ye dahil edilen Kars ve Ardahan için, bizde mi kalsın, Rusya’ya mı gitsin diye referandum mu düzenleyeceğiz?
Kör cahilsin ve bilmiyorsun, bari sus be adam da, Irak maceraperestliğini kışkırtmaya yeltenirken eski defterleri açmaya kalkışıp, durup dururken bir de başımıza yeni dert açma!
Konuyu yarın Türkiye’nin hayati dış politika çıkarları açısından inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2007
SON PKK terörü, yine ayranı kabartılan şu Kuzey Irak’a müdahale láfazanlığında ancak bir bahane oluşturuyor. Buzdağının su sathındaki görüntüsünü yansıtıyor. Çünkü bütün sorun Türkiye’nin her zamanki "Kürt paranoyası"nda odaklanıyor.
Başka bir deyişle, meselenin özü, güney sınırımızda bağımsız bir devletin kurulacağı ve bunun da bizim Kürt kökenli yurttaşlarımızı "ayartacağı" (!) korkusundan kaynaklanıyor.
* * *
OYSA, en başta müdahale kışkırtıcısı "şahinler" olmak üzere bir nebzecik akl-ı selim sahibi olan herkes biliyor ki, PKK’nın e-s-a-s kökeni ve e-s-a-s tabanı dışarıda değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları ve kitleleri içindedir!
Filanca örgüt şefinin şu devlete sığınmış; falanca tüfek mermisinin bu ülkeden gelmiş; fişmekan gerilla kampının da o sahada kurulmuş olması yukarıdaki temel gerçeği değiştirmez.
Konjonktüre göre, bazı güçlerin tedhiş örgütünü desteklemesi de değiştirmez.
Çünkü, PKK’nın "adam devşirmesine" çanak tutan siyasetler sorgulanmadığı; yani demokratik ve özgür bir Türkiye k-e-n-d-i Kürt sorununu üniter devletin "eşit yurttaş - farklı etnisite" çerçevesinde çözümlemediği müddetçe, şiddetin sonu gelmez ve gelemez.
* * *
EVET gelmez ve gelemez, çünkü TSK isterse Kuzey Irak’a değil tá Bağdat’a ve Basra’ya dek insin, PKK’nın beli ancak kısmi ölçüde ve geçici bir süre için kırılabilir.
Korkunç bir uluslararası macerayı göze almadığımız müddetçe zaten mümkün değildir ama yine de farz edelim ki askeri bir harekáta giriştik ve güneyimizi "süt limana" çevirdik.
Terör örgütü bitecek ve tedhiş nihayete mi erecek?
Hayır!
* * *
HAYIR, zira o esas zemin Türkiye toprağında olduğu ve "fitil"ini de Kürt sorununun varlığıyla ateşlediği içindir ki, aynı PKK şu veya bu ad altında tekrardan zuhur edecektir.
Háttá belki, "desperados" bir intikámcılıkla daha da reziláne eylemlere yönelecektir.
Nitekim, Suriye’nin Bekaa kampını kapatması ve Apo’yu sepetlemesi ertesinde de işte gördük, örgüt bir süre kriz yaşadıktan sonra yeniden "toparlandı" ve belá saçmaya başladı.
Tekrar başladığımız yere döndük ve kahpece katledilen ölülerimizi tekrar sayar olduk.
* * *
BUNUN arkasında Ali’nin ve Veli’nin olduğu bahanesiyle kendimizi kandırmayalım.
Başımızı kuma sokarak ve komplo teorisi uydurarak "öteki" keşfetmeyelim.
Çünkü, ne kadar hin olduğu varsayılırsa varsayılsın, hangi "dış mihrak" Türkiye’nin Cumhuriyet’ten beri yaşamakta olduğu Kürt sorununu zaman içinde bu denli kalıcı kılabilir?
Hangi "harici güç" onun "maşalar"ını (!) bu kadar uzun süre manipüle edebilir!
Hayır hayır, eğer maddi zemin yoksa, dış faktörler bir iç bünyeyi ebediyen kemiremez.
* * *
NİTEKİM, ABD’de legal çalışan İrlanda İRA’sından Fransa’yı geri mevzi kullanan Bask ETA’sına tüm deneyler de ispatladı ki, etnik talep yansıtmak iddiasıyla ortaya çıkan şiddet kurumları, onların dış kaynak ve üslerinin "kurutulmayla" ortadan kaldırılamıyorlar.
Kısmi darbe yiyorlar ama, "şer çiçekleri"ni toprağa eninde sonunda tekrar ekiyorlar.
Onları yok edebilmek; daha doğrusu, akıl ötesi marjinal fanatikler daima olacağından, varlıklarını ve melánetlerini en asgáriye indirebilmek için, işte o toprağı kurutmak gerekiyor.
Yani, "sonuç"u üreten "sebep"e varmak ve PKK’nın "adam devşirmesi"ne çanak tutan Kürt sorununun barışçıl, eşit ve üniter çerçevedeki çözümünü aramak gerekiyor.
Ve öyle Kuzey Irak’larda falan değil, yalnız ve yalnız Türkiye’de aramak gerekiyor.
B-i-z-i-m Kürt sorunumuz b-i-z-i-m ülkemizde çözümlenebilir ve gerisi aldatmacadır.
Yazının Devamını Oku