20 Haziran 2007
NEDENLERİNİ dün ayrıntısıyla açıkladım, Washington’daki "Hudson Enstitüsü" tarafından düzenlenmiş olan "kafa çalıştır" toplantısının eleştirilecek bir yanı yok ve olamaz. Tartışılan senaryo gibi, oturuma TSK mensuplarının da katılması son derece doğaldır.
Buna karşılık, önce "haberi sızdıran utansın" açıklamasını yapan, iş sarpa sarınca da dün tümden inkára giden aynı enstitünün "yalanlaması" tabii ki, ne inandırıcı, ne de doğaldır.
Neyse, yukarıdaki noktaları koyduktan sonra, tekrar konunun özüne dönelim.
* * *
DEDİĞİM gibi, Washinton toplantısının püf noktası "feláket senaryosu"nda değil, katılımcılara atfedilen yaklaşımlarda odaklanıyor. Dikkat, burada kasten "atfedilen" dedim.
Nitekim, haberi patlatmış olan Yasemin Çongar da o hassas gazeteci etiğiyle, "kapalı gerçekler her halde ancak yıllar sonra ortaya çıkacak" diyerek ihtiyat payını saklı tuttu.
Fakat, eğer o "kapalı gerçekler"den sızan "rivayetler"de az biraz doğruluk payı varsa dahi - ki, bu ihtimal çok ağır basıyor - o halde takke düştü ve kel göründü demektir.
Çünkü!
* * *
ÇÜNKÜSÜ şu ki, söz konusu "rivayetler"e göre tartışmacılar hipotez geliştirirken, ABD’nin Kuzey Irak’taki bir bölüm PKK liderini de yakaladığını varsaymışlar.
Ardından, seçim arifesindeki bir iadenin AKP’nin işine yaracağını düşünmüşler.
Dolayısıyla da, teslimatın ertelenmesi konusunda görüş birliğine varmışlar.
En azından, hazır bulunanlardan tek bir Allah’ın kulu bu kumpasa itiraz etmemiş.
Tekrar ihtiyatlı davranıyorum ama, eğer doğruysa, "kurgu" (!) sonsuz vahimdir!
* * *
HAYIR hayır, burada esas vehámet "Hudson Enstitüsü"nün "neo-con" denilen ultra muhafazakár Washington ricáliyle içiçe olmasından kaynaklanmıyor. Bu, ikincil bir olgudur.
Çünkü, zaten ölü doğmuş olan ve bugün metelik değer biçilmeyen "BOP" projesi en başta, söz konusu "neo-con" zevát spekülatif "beyin egzersizleri"ne pek bir meraklıdır.
Ancak ne mutlu ki, hazretlerin süngüsü hanidir ve de gayet fena biçimde düşmüştür.
Yönetimindeki etkinleri şimdi çok sınırlıdır. Giderek, daha da daralmaktadır.
Üstelik, "resmi" ABD’nin "web muhtırası"ndan sonra da Türkiye’de demokrasiyi sahiplenen bir tutum sergilediği düşünülürse, AKP’nin seçim hızını kesmek için yakaladığı PKK liderlerini teslim edilmeyeceği hipotezi, "sivri akıllı" bir hezeyandan öteye gitmez.
Cürmü kadar yer yakar ve Washington’un muhtemel tavrını yansıtmaz.
O halde, "esas vehámet" nereden kaynaklanıyor?
* * *
ESAS vehámet "cihet-i askeriye"yi kapsayan sorundan kaynaklanıyor.
Çünkü, biri Genelkurmay "Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi" Başkanı, diğeri de Türk Askeri Ateşesi olan iki TSK tuğgenerali eğer toplantıda geliştirilen "iade ertelemesi" hipotezine karşı çıkmadıysa; háttá "rivayet edildiği" gibi, onayladıysa, işte orada duralım!
Duralım ve "kara kaplı defter"i açarak şunları alt alta yazalım.
Yukarıdaki "web muhtırası"ndan sonra aynı Genelkurmay "kamuoyuna çağrı" yayınlamadı mı? Bir de bunu "düzeltme"di mi?
Artı, Ümraniye’nin bomba stokçularından Antalya’nın piştov yemincilerine, "ulusalcı - kuvvacı" geçinen "nahoş" şahısların hep eski kışla mensupları olduğu saptanmadı mı?
Sonra, komplo teorisi ve yaygara üstádı olan aynı "ulusalcı - kuvvacı" kalemşörler, her ne hikmetse, şimdi Ümraniye ve Washington’a değil de havaya bakıp ıslık çalmıyor mu?
Kabul, ben komplo teorilerine tabii ki hiç rağbet etmiyorum ama, doğrusu, "puzzle" parçalarıyla birbirlerini tamamlaması çok mümkün senaryoları da kör gibi geçiştirmiyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2007
İKTİDARI ve muhalefetiyle, kimse bir bardak suda fırtına kopartmasın! Yani demek istiyorum ki, ABD’deki "Hudson Enstitüsü" tarafından düzenlenen ve büyük vaveyláya yol açan şu "beyin egzersizi"nde yadırganacak hiçbir şey yok ve olamaz.
Öngördüğü "feláket senaryosu" açısından da, katılımcıların kimliği açısından da yok.
Başka bir deyişle, genel Kürt - Irak sorunundan yola çıkan ve "suikast - misilleme" eksenindeki muhtemel gelişmeleri ele alan toplantının ne "çalışma hipotezi"; ne de Türk subaylarının oradaki varlığı eleştiri konusu yapılabilir
Aksine, sırf bu senaryodan ve bu mevcudiyetten hareket ederek TSK’yı eleştirmek, kendimizi ağacın tekilliğine sınırlayarak ormanın bütününü ıskalamak anlamına gelir.
* * *
ÖYLE, zira zaten adı üzerinde "beyin kurumu"; háttá daha argotik ama daha doğru Türkçeyle "kafa çalıştır" kuruluşu, "Hudson Enstitüsü" türü çatılar bunun için vardır.
Onların misyonu, "en tahayyül edilemeyecek" gelişmeleri dahi tahayyül etmektir.
Ve de tabii ki, ABD gibi haniyse orduyu bile "özelleştiren" bir ülkede böylesine "think tank" yapılanmalarının "ekmek kapısı"na dönüşmesi kadar doğal bir şey olamaz.
Üstelik, kriz dönemi diplomasiyle her zamankinden daha fazla eşgüdümlü çalışacak silahlı kuvvetlerin, alternatif senaryoların üretiminde de yer alması mutlak bir zorunluluktur.
* * *
ZATEN, tá Napolyon döneminden bu yana modern askerlik sanatını belirleyen en temel öğelerden birisini, feláket ihtimallerine karşı tedbir geliştirmek oluşturur.
Nitekim, üyesi bulunduğumuz NATO da ezelden beri her yıl, hem diplomatların, hem kurmayların katıldığı kriz yönetimi manevraları ve "savaş oyunları" düzenler.
Üstelik hatırlayalım, tıpkı şimdinin "Hudson vukuatı"nda olduğu gibi geçmişte de, söz konusu egzersizlerden ötürü kendi kendimize kaç "kriz" (!) icát etmemiştik ki?
Neymis, SHAPE komutanlığı Sovyet ordularının bir çırpıda Muş’a yürüdüğü yahut Kavaklar’dan Boğaz’a çıktığı senaryosunu hazırlayarak, karşı önlem hesaplamışmış.
İşte kızılca kıyamet koptu!
* * *
EVET, ez kázá senaryo dışarı sızdı mıydı, derhal ayranı kabaran bizim siyaset ricáli ve şoven medya, "NATO Türkiye’yi gözden çıkartıyor" diye yaygarayı basardı.
Vay efendim vay, sen nasıl olur da Türk toprağının işgalini düşünebilirmişsin?
Oysa, dur ağam, dur paşam, o senaryolar aynı Sovyet ordularının bir çırpıda Ren boyuna ulaştığı veya Trieste sularına indiği varsayımlarını da kapsıyor.
Fakat Bonn ve Roma hiç gocunmuyor. Aksine, "en kötü"ye göre direnişi hesaplıyor.
Allah göstermesin ama, sen de kendi "en kötü"nün bütün bir İttifak tarafından ele alınıyor olmasına sevin ki, ortaklarında birlikte vuracağın karşı şamar "en iyi" yere inebilsin.
* * *
ÖTE yandan, tabii ki yine Allah göstermesin ama Washington’da konuşulan senaryo bugünün şartlarında hiç de hayali sayılmaz. İtiraf etmek istemesek de, bunun farkındayız.
O halde, böylesine hayati konuların tartışıldığı bir oturuma "cihet-i askeriye" temsilcilerinin de katılması ve fikir bildirmesi kadar doğal; háttá ötesi, elzem bir şey olamaz.
Esas bunun tersi abesle iştigal ve "kafa çalıştır" kurumu da kafasızlık etmiş olurdu.
Dolayısıyla, şimdiki tepki ne senaryodan, ne de askeri mevcudiyetten kaynaklanıyor.
Zaten haberi "patlatmış" olan Yasemin Çongar’ın enfes saptamasıyla, "memleketin ahval"inden kaynaklanıyor.
Yarın tekrar "kafayı çalıştırıp", en başta dediğim gibi, Washington gelişmeleri paralelinde ormanı gizleyen ağaç konusuna "kafa yoracağım".
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2007
Madem ki çok yoğun talep geldi, bari şu ucuz tábirle "genel istek üzerine" diyeyim ve de son defa olmak kaydıyla, Jacques Brel’in başka bir şarkısını daha serbest tercüme edeyim. Jacques Brel’in ne de çok sevdalısı varmış! Şaşırdım kaldım.
Çünkü, hani ruh halimi yansıtıyor diye önceki pazar günü burada Belçikalı şair-şarkıcının "Le Moribond" adlı güftesini tercüme etmiştim ya, anında mektuplar yağdı.
Yani demek istiyorum ki, o sabahtan itibaren elektronik posta kutum "Aman gözünü seveyim, başkalarını da yayınla" diyen iletilerle dolup taştı.
Oysa, doğruya doğru, ben mütercim değilim. Hele hele, şiir çevirisi gibi çok zor bir işe girişmek ne haddime!
Ancak madem ki böylesine yoğun talep geldi, bari şu ucuz tábirle "genel istek üzerine" diyeyim ve de son defa olmak kaydıyla, Brel’in başka bir şarkısını daha serbest tercüme edeyim.
Bir de hatırlatayım ki, "Bu adamlarda" başlığını taşıyan aşağıdaki güfte Belçika’ya özgü sıradan ve küçük burjuvaların hayat tarzını, ufuk yoksunluğunu, kişi bencilliğini dehşet biçimde hicveder ama, "model" aslında evrenseldir. Hemen her toplum için geçerlidir.
Neyse, sadede geliyorum ve sözü Fransız şarkısının dev sihirbazına bırakıyorum.
BU ADAMLARDA
"İlkin babalık var. / Kabak kavun olanı, / Burnu pabuç olanı, / Adından bile biháber olanı.
"Çünkü efendi öylesine içer ki / Yahut öylesine içmiştir ki / On parmağı lüzumsuz, / Kendisi fütursuz, / Kendisi dut. /
"Ve, boktan şarapla her gece fitil / Şah zanneder kendini.
"Sonra, itele herifi sabahın köründe / Çünkü sızmıştır kilise dibinde / Kaskatı, taş mihráp gibi / Akbeyaz, Paskalya mumu gibi. / Ve sonra mırıldanır, / Ve sonra şaşı gözü.
"İşin doğrusu beyim, / Bu adamlarda beyim, / Kafa çalışmaz beyim. / Kafa çalışmaz da dua çalışır".
*
"Sonra ötekisi var. / Saçı fırça olanı, / Saçı taraksız olanı, / Mendebur olanı. / Sırtından gömleğini verir / Küçük bahtiyar insanlara. /
"Çünkü kızı everdi ya, / Yani şehrin kızı, / Yani başka şehrin kızı.
"Ve bitmedi daha o küçük dalavereleri, / O küçük afi şapkaları / O küçük oto kaportaları.
"Havası olsun ister, / Ama yok hiç havası / Paşalık taslamamalı / Züğürtken kasası.
"İşin doğrusu beyim, / Bu adamlarda beyim, / Yaşanmaz beyim. / Yaşanmaz da riyakárlık edilir".
*
"Sonra öbürleri var / Anası bir şey demez / Dese de, işte elinin körü.
"Ve sabahtan akşama kadar / O evliya suratlı babası / Odun çerçeve fotografisi / Posbıyık hergelesi / Vefat etmiştir de kaza eseri / Öküz trene bakar çehresi.
Hep hopurtadır çorbayı / Hep hopurdatır çorbayı.
Sonra kocakarı var. / Sabah akşam titreyip duranı, / Acilen geberir umulanı / Miras mangırını tutanı. / Ve hiç kulak verilmeyeni, / Buruşuk ellerinin dediğine.
"İşin doğrusu beyim, / Bu adamlarda beyim, / Konuşulmaz beyim. / Konuşulmaz da hesabiyat yapılır".
*
"Sonra, sonra Frida var. / Ay parçası kadar güzel olanı / Bana deli diváne olanı / Benim yavuklum olanı.
"Ve diyoruz ki çoğu defa / Evimiz olacak, dört yanı pencere / Sanki hiç duvarı yokmuşmuş gibi, / Sanki hep Leyla ve Mecnun yuvasıymış gibi.
"Ve kesin değilse de eğer / Ve belki mümkün. / Çünkü öbürleri istemiyorlar / Çünkü öbürleri istemiyorlar.
"Çünkü diyorlar ki öbürleri / Çünkü láyık değilmişim ben Frida’ya / Çünkü o çok güzel benim için / Çünkü ben yalnız kedi gırtlaklamaya müstahákmışım."
*
"Oysa yemin, hiç öldürmedim hiç kedi / Yahut çok eskiden / Yahut leş kokuyorlardı, / Yahut unuttum. / Bahane arıyorlar işte.
"Ve sonra, rastlaşınca bazen / Sanki kasten değilmişmiş gibi / Sanki tesadüfmüş gibi. / Geleceğim diyor Frida, gözleri yaşlı / Kaçacağım diyor Frida, aşkları saklı.
"Ve ben bir saniye beyim, / Yalnız bir saniye beyim, / İnanıyorum beyim.
"Çünkü bu adamlarda beyim, / Bir yere gidilmez beyim. / Bir yere gidilmez.
"Ve saat geç oldu beyim, / Dönüş vakti geldi beyim."
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2007
FİLİSTİN bölündü! Biliyorum, "insaf, jeton yeni mi düştü" diyeceksiniz. Sonra da, İsrail’in kurulmasını onaylayan Kasım 1947 tarihli BM kararını hatırlatacak ve atmış yıl önce gerçekleşmiş bir malûmu ilán etmenin anlamsızlığını vurgulayacaksınız.
"Bölündü" derken neyi kastettiğime geleceğim ama, yine de teorik olarak haklısınız.
* * *
HAKLISINIZ ve de zaten müsaade buyurun, o kadar mürekkep yalamışlığım var.
Allah’a şükür, ne mütercim odası kapıkulluğunu sürdüren ve "Şark’ta muteber" cinsi kıymet-i harbiye taşıyan bir münevverim; ne de bilgi dağarcımı internet sitelerine borçluyum.
Ceháletini o sitelerdeki komplo teorilerinden edinen ve sonra da, İslami hassasiyetten ciddi gazetelerde dahi "dış politika yorumcusu" (!) diye sunulabilen meczûplardan değilim.
Dolayısıyla, "Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor" diye insan kışkırtmak; siste dağa çakılan pırpırı "ABD ve İsrail düşürdü" yalanıyla duyurmak; son Filistin bölünmesini de Gazze’deki doğal gaz kaynaklarının paylaşımıyla açıklamak bana sonsuz yabancıdır.
* * *
ARTI, aynı zihin şemasıyla aynı sonuçlara varan ve de aynı kışkırtıcı yöntemle sorumlu ve suçlu olarak yine bir "öteki"ni işaretleyen "ulusalcı" taifeden de değilim.
Aklımı peynir ekmekle yemediğim için, cáni Mao’yla Büyük Mustafa Kemal’i veya İttihatçı Talát’la İsmet İnönü’yü aynı kefede yüceltmeye kalkışacak kadar pervasız olamam.
Bush’tan tiksinsem de, Apo’yu kulağından tutup teslim etmiş ve tüm kartlarını Ankara için oynamış bir ABD’nin PKK’yı desteklediği türünden cinnet tezleriyle de vakit yitiremem.
Laik veya dindar bir "imánilik"le değil soğuk ve mesafeli bir akılcılıkla düşünmeye çalıştığım için, tercih ve sempatilerimi mümkün mertebe kenara bırakarak sentezi arıyorum.
* * *
BUNDA övünülecek, koltuk kabartılacak, paye çıkartılacak bir yan yok. Olamaz da.
Çünkü yukarıdaki yöntem o "mantıki akıl"ın en doğal ve en sıradan tezahürüdür.
Zaten tuhaf olan şey de benim böylesine bir yaklaşımı benimsemiş olmam değildir.
Garipsenmesi ve şaşırılması gereken yegáne şey, iyi kötü yüz elli yıldır rasyonaliteyle haşır neşir olan bir Türkiye’nin nasıl olup da hálá o rasyonaliteye bu kadar uzak düştüğüdür.
Tıpkı, Filistin’in ikinci defa bölünmesindeki gibi!
* * *
AYRINTISINA girmiyorum, evet, Filistin dünden beri ikinci bir defa daha bölündü.
İç savaş ertesi, şimdi Gazze Şeridi’nde Hamas denetimli mostaralık bir "Şer’i devlet" (!); Batı Şeria’da ise FKÖ kontrolunda başka bir "laik devlet" (!) nûmunesi hüküm sürüyor.
Ve tabii ki, BM temsilcisi De Soto’nun perşembe günkü raporunda da belirttiği gibi, gelişmeleri kışkırtmış olan İsrail ve ABD bu durum karşısında zil çalıp, göbek atıyor.
Ancak, ne İsrail, ne de ABD Filistinlerin yeni intiharından sorumlu değildir ve olamaz.
* * *
OLAMAZ, zira 1947’deki ilk bölünmeden beri atmış yıl geçti ki, hangi "yabancı güç", hangi "beşinci kol", hangi "komplo teorisi" adamı bu kadar süre parmağında oynatabilir?
Ama yüzün kızarmadan hálá oynatıldığını söylüyorsan, kabahatin özründen büyük.
Atmış yıllık tecrübeden ders çıkartmamış ve yine kumpasa gelmişsen, dur be birader! Dur, sus ve artık ne beni ve bilhassa ve bilhassa, ne de kendini kandır!
Bir defa olsun, suçluyu "öteki"nde değil de kendi "mantiki akıl" yoksunluğunda ara.
Bu denli tongaya bastığına i-n-a-n-a-b-i-l-e-n şu "imáni düşünce"ni sorgula. Yokla.
Ve işte, ikinci bölünmesini dahi komploya bağlayan Filistin’den, PKK teröründe ABD parmağı keşfeden Türkiye’ye, en laiğinden en dindarına bütün bir İslam Álemi’ni belirleyen tragedya, rasyonel düşünce sistematiğini reddeden bu "akıl ötesi imánilik"te hayat buluyor.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2007
ŞİMDİ biraz ferahlayarak diyebiliriz ki, hassas terazi kefesinde aklıselim ağır bastı.<br><br>Tabii ki yanılma payını açık bırakıyorum ama, en azından şu aşamada öyle gözüküyor. Tahmin ettiniz, Kuzey Irak’a yönelik bir maceraperest operasyonu kastettim.
* * *
ÖYLE, çünkü önceki akşam gerçekleştirilen "terör zirvesi"nden sızan ilk işaretler, ülkemizi girdaba sürükleyecek bir serüvenciliğin tam hakimiyet sağlayamadığını gösteriyor.
Anlaşılıyor ki, gözleri hanidir kıvılcım çakan "şahinler" kesin serbesti ve açık kart elde edememişlerdir.
Kabul, aynı işaretler sınırlı bir harekátın düzenlenmesi ve "no man’s land" denilen türden ve aslında zaten mevcut olan tarafsız bölgenin pekiştirilmesi ihtimalini de yansıtıyor.
Ama buradaki "sınırlılık" esas rizikonun ikinci plana geçtiği anlamına gelmektedir.
Yani, özde stratejik kıymet-i harbiye taşımayan pahalı bir jest olarak kalacak olsa da, ölçü kaçırılmadığı takdirde böyle bir operasyona ABD’nin kerhen göz yumması mümkündür.
O halde, en başta dediğim gibi ve şimdilik kaydıyla, biraz ferahlayabiliriz.
* * *
HİÇ şüphesiz ki, gelişmelerin böylesine itidalli bir sürece kavis çiziyor gözükmesini, geç ve güç olsa da hükümetin maceraperestliğe karşı "sıkı duracağı" sinyaline borçluyuz.
O hükümet nihayet aynı zamanda iktidar olduğunu da hatırladı ve şehit tabutlarının üzerinden vurmaya yeltenenen provokatörlere; pervasız bir kışla ideolojisini televizyon stüdyolarında savaş tamtamı çalarak sürdürmeye çalışan emekli apoletlilere ve ilkokul tahrir ödevlerinden kötü bir Türkçe’yle "tepki çağrısı" yayınlayan "iyi saate olsunlar" bildirilerine rağmen, serüvenciliğe direniş iradesi gösterdi.
Bu açıdan da, kısmi bir üslûp hatası içerse dahi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tam "terör zirvesi" arifesinde "Türkiye’deki mücadele bitti mi de Kuzey Irak’ı düşünüyoruz" şeklinde ifade ettiği formül, öz itibariyle gerçeğin tá kendisini yansıtmaktadır.
* * *
ÖYLE, zira terörün kökü de, tabanı da, militanı da "esas olarak" ülke toprağındadır.
Hiçbir "harici harekát", tedhişçiliğin "dahili beli" kırılmadıkça başarı sağlayamaz.
Başka bir deyişle, her şey, Kürt şiddet örgütünün "adam devşirmesine" çanak tutan ve tabii ki bizim k-e-n-d-i sorunumuz olan Kürt meselesinde odaklanmaktadır.
Dolayısıyla da, söz konusu sorun "eşit yurttaş - farklı etnisite - üniter devlet" çerçevesinde çözümlenmediği müddetçe, PKK’nın ve PKK’ların arkası kesilmez. Kesilemez.
Kaldı ki, tüm "materyalist felsefe" (!) palavralarına rağmen intihar saldırısı için dahi adam devşirebilen bir "imani kavmiyetçilik" rasyonel akılla açıklanamaz ve tartılamaz.
* * *
ZATEN tartılamayacağı içindir ki, yukarıdaki "mutlu son"a varıldığı takdirde dahi, tedhişçiliğin bıçakla kesilir gibi bir çırpıda sona ereceğine dair hiçbir garanti yoktur.
Düşünün ki, o rasyonel aklın hüküm sürdüğü varsayılan ve o demokratik çözümü çoktan gerçekleştirmiş bir İspanya ve İrlanda’da bile BASK ve IRA örnekleri göz çıkartıyor.
Eh, son tahlilde "irrasyonalizm coğrafyası"nın parçası olan PKK’nın kökü Türkiye’de, Irak’ta, Suriye’de, şurada, burada gerçekleşecek askeri harekátlarla kazınabilir mi ?
Burada tek alternatif, Madrid ve Londra’nın yaptığı gibi, Kürt sorununu yukarıdaki özgürlükçü, eşit ve üniter çervede çözümleyerek PKK’nın beslendiği meráyı kurutmaktır.
Sonsuz marjinalleşsin ki, her vakit çıkacak bir kaç meczup dışında, adam devşiremesin.
Topraktan bereket tohumları fışkırıyor olsun ki, aradığı zehirli otları bulamasın.
Ve o toprak; o ortak, o yekpáre, o yegáne toprak, bağımsız ve meşrû Irak devletiyle ne alákası var ve olabir, bizim k-e-n-d-i toprağımızdır!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2007
CANIM ciğerim Ufuk Güldemir’e sádir olan takdir-i iláhi, cumartesi günü başladığım Belçika konusunu yarıda kesti. Kaldığım yerden şimdi devam ediyorum. Ve işte, pazar günü gerçekleşen seçimler bu ülkeye ilişkin kötümserliğimi doğruladı.
* * *
ÖYLE, çünkü oylama sonuçları, 1830’dan beri harita üzerinde mevcut olan, fakat o tarihten beri "ulus" kimliği yaratamayan Benelüks krallığını bölünmeye daha da yaklaştırdı.
Zira, açık açık ve uluorta "geber Belçika" diyen siyasi kurumlar, halkın yüzde atmışını barındıran Flaman bölgesinde, deyimin tam anlamıyla "malı götürdüler".
Irkçı, faşizan ve resmen "ayrılıkçı" aşırı sağ ikincilik tahtına oturdu.
Fakat daha önemlisi, sosyal Hıristiyanların birinciliği elde etmesi dahi, bu partinin söz konusu aşırı sağın slogan ve temalarını kendi defterine yazmasından kaynaklandı.
Üstelik onlara bir de, "birlikçilik"le suçladığı liberallerden kopan fraksiyonu eklendi.
Dolayısıyla, kuzeydeki durum şimdi Avusturya, Hollanda ve Danimarka andırıyor.
Yani, militan ve popülist sağın çekim gücü geleneksel partileri de peşinden sürüklüyor
* * *
ANCAK, Belçika’nın yukarıdaki üç devletten farklı olarak bir de "etnik eksen"de ayrışması, seçimlerin aynı zamanda bizzat o devlet varlığını da girdaba sürüklemesini getirdi.
Çünkü, Flamanya’nın aksine, üçlü federasyonun diğer unsurlarını oluşturan güneydeki Valonya ve başkent Brüksel’de, sonuçlar öyle kayda değer bir değişikliğe yol açmadı.
Ayrıntıya girmiyorum, bakkal hesabıyla klasik sol biraz düştü ve klasik sağ biraz arttı.
Ama bırakın ayrılıkçılığı, bunların tümü de ortak ülke bütünlüğünü sahipleniyorlar.
Dolayısıyla da, oylama ertesi ortaya çıkan vahim, cidden vahim durum şudur:
Zengin Flamanlar orta - uzun vadede Belçika’dan kopmak; her halükárda da, "fakir ve beceriksiz" Güney’in "yükünü sırtında taşımamak" projesinde birleştiler.
Güney ise tam tersine, can havliyle, aynı çatı altında yaşamak hedefinde buluştu.
Ve, bu idare-i maslahat statükosunun daha ne kadar devam edeceğini bilen beri gelsin.
* * *
YUKARIDA "zengin" dedim ya, işte meselenin özü de tam bu kelimede odaklanıyor.
Zira, klasik milliyetçilikle zaten alákası yok, "mikro-milliyetçi"; "kavmiyetçi"; hattá aynı dili konuştuğu ve aynı soydan indiği Hollandalıları bile reddettiği için "kábileci" bir dürtü üzerinde yükselen "Flaman sorunu", özünde "zenginlik sorunu"na tekábül ediyor.
Başka bir deyişle, Belçika’nın Cermen kökenlileri, tıpkı İspanya Bask ve Katalanları; tıpkı Büyük Britanya İskoçları; tıpkı İtalya Lombardları gibi, "kader birliği"nde birleşmeyi kabullenmedikleri için, kendi refahlarını "ulus"un diğer unsurlarıyla paylaşmak istemiyorlar.
Yani, "rabbena hep bana" bencilliğiyle, mazide çok daha zengin oldukları için tá 2. Savaş nihayetine dek kendilerini nasiplendiren, ama sonraki gelişmelere ayak uyduramadığı için hızla gerileyen Valonya ve Brüksel’in "yükünden kurtulmak" peşinde koşuyorlar.
* * *
ÖYLE bir bencillik ki, yabancı sayısının Güney’den kat be kat az olmasına rağmen, o Güney’de hemen hiç prim yapmayan ırkçılık ve şovenizm Flamanya’da ayyuka çıkıyor.
AB’nin en kitlesel faşizan partisi başta, bu temalar muazzam "müşteri" (!) topluyor.
Öyle bir bencillik ve şımarıklık düşünün ki, sosyal konutlara kiracı olmak için mutlaka Felemenkçe bilmek şart koşuluyor. Otoyolun asfalt bakımı ise bölge sınırında noktalanıyor.
Dolayısıyla, zaten "ulus"un "kader birliği"nden yoksun Belçika, zenginlik budalası ve kabileci "Flaman sorunu"ndan ötürü şimdi ülke olarak da haritadan silinmeye gidiyor.
Tekrarlıyorum, 1830 tevellütlü Benelüks krallığına takdir-i iláhi sádir olmak üzeredir ve ez káza 200. yıldönümünü kutlarsa, çok ama çok büyük mucize gerçekleşmiş sayılır.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2007
GERÇEK mi? Mümkün mü? İhtimal var mı?
Hayır, değil! Olamaz! Yok!
Ama Ufuk öldü!
* * *
BAZI insanlar vardır ki, dil ucuyla tatmak ne kelime, "ebedi hayat" iksirinden kana kana ve doya doya içtikleri için, onların ölüme karşı bağışıklıkla donandıklarına hükmedilir.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2007
Yağmurun, ırmağın, salapuryanın ve tramvayın sükûnetleri arasından işittim ki, ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"ydı. Rahip önce ellerini çırptı ve sonra ışıkları söndürdü. Yüksek sesle de, "Rabb hepinizi takdis etsin, hayırlı istiráhatler evlatlarım" dedi.
Bir tek, yatakhaneden tuvalete giden koridoru belli belirsiz aydınlatan ve Protestan ahlákçılığın cimri huzmelerini saçan küçük ampul yanık kaldı. Rahip gitti ve sükûnet indi.
O sükûnete alıştıktan sonra, aslında tam bir sessizliğin hüküm sürmediğini fark ettim.
Pejmürde kıyafetinden ziyade, sığır kuyruğuna bezelye çorbasını garip bir şapırtıyla kaşıkladığı için demin yemekhanede dikkatimi çekmiş olan ve hangi milletten olduğunu çıkartamadığım berduş, düzenli tempoyla horulduyordu.
Muhtemelen, bütün gün kaldırım kenarında içtiği biraların etkisiyle çoktan sızmıştı.
Bir de, dışarıda belli belirsiz çiseleyen yağmurun yeknesak tıkırtısına, seyrek aralıklarla geçen tramvayın köprü kavisinde çıkarttığı ray gıcırtısı karışıyordu. Sonra, nehirden geçmekte olan salapuryanın uskur sesi duyuldu.
Irmak gemisi büyük ihtimalle akıntıya ters yönde seyrediyordu ki, zorlandığı anlaşılan dizel motorun gürültüsü tam rıhtımdaki binamızın camlarında da hissedilecek ölçüde arttı.
Nitekim, ışıklar yatakhane perdelerine vurup koğuşu kat etmeye başlayınca, teknenin gerçekten de kuzeyden, sınır tarafından, belki de tá sisler deltasından geldiği kesinlik kazandı.
Gölgeler uzadı, duvarları yavaşça kat etti ve ardından, gürültüyle birlikte kayboldu.
Yine sessizlik inmişti ki, uzaktan, çok uzaktan, yağmurun, tramvayın, nehrin ve salapuryanın ötesinden, gece dokuz buçuğu vuran katedralin çanı işitildi.
Bir de, bir an için, tramvayın arşında çakan kıvılcımın şavkı seçildi.
ÇIRAKLIK YILLARIM
Ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"mın en başındaydı ki, ara sıra İsviçre’nin Basel şehrini mekán tutuyordum. Káh otostopla, káh trenle Ren kentine iniyor ve iş arıyordum. O kadar da zorlandığımı söyleyemem.
Çünkü, tabelásında "Settelen Biraderler ve Mahdumları-Dahili ve Beynelmilel Bilûmum Nakliyat" yazan firma öyle fazla ince eleyip, sık dokumuyordu.
Hamaliye şirketin ne oturma, ne de çalışma izni aradığı vardı.
Sabah beşte kapıya dikilmek ve "acaba kuyruklu piyanoyu da omuzlayabilir mi" diye cüsseye bakarak adam seçen ustabaşının gözüne girmek kaydıyla, günü kurtarabilirdiniz.
Dolayısıyla, parmağıyla "sen de gel" diye işaretledi miydi, dünyalar benim olurdu.
Benim olurdu, çünkü biliyorsunuz ki, birazdan Helvet imalátı o hariká "Saurer" marka kamyonlardan birisinin kasasına oturacaksınız. Belki "Ciba-Geigy" kimya fabrikasının fıçılarını, belki de herhangi bir evin eşyalarını taşımak için yola düzüleceksiniz.
Kabul, yükten, balyadan, ağırlıktan canınız çıkacağı gibi bir de aman şu antika ayna kırılmasın, aman bu hassas alet bozulmasın diye tasalanacaksınız ama, sonra paydos gelecek.
Paydos gelecek ve o vaktin parasıyla 70-80; háttá bahşiş verilirse, belki çil çil 100 İsviçre frangını "bin bereket" diye çenenize sürteceksiniz. Bu rakam benim için bir Karun serveti oluşturuyordu.
İSTASYONDA GECELEME
Servet oluşturuyordu ama, dediğim gibi, her gün iş yok ki!
Bırakın her günü, haftada iki, en kabadayısı üç defa çalışabilsem, bayram edeceğim.
Ustabaşı "bu sabah mafiş" dedi miydi; yahut tersten kalktığı için sizi seçmedi miydi, çapaklı gözle amele pazarına dikildiğinize yanın. Fakirin ekmeği bir ihtimal ertesi güne?
Dolayısıyla, dişimle, tırnağımla, bilhassa da sırtımla kazandığım parayı gıdım gıdım artırmak ve masrafımı en aza indirmek zorundayım.
Daha dolayısıyla, oteli, hanı, yurdu falan zaten hayal dahi edemem, Basel’de kaldığım müddetçe ya istasyonun bekleme odasında gecelemeye çalışarak polislerle köşe kapmaca oynayacağım; ya da, yukarıda sözünü ettiğim ve Protestan rahipler tarafından işletilen "düşkünler yurdu"nda bir káse sıcak çorba ve bir adet yataklı karyola bulacağım.
Burası çok iyi ve çok güzel ve yemekhanesindeki o sığır kuyruğuna bezelye çorbasına ek olarak bir de yatakhanesinde çift battaniye veriyorlar ama, işte "ama"sı var! Yani, tıpkı amele pazarındaki gibi, her gece yer bulamıyorsunuz.
Sınır bitişik ve İsviçre zengin ya, Fransa ve Almanya’dan "kral gecesi" (!) geçirmeye gelen ora berduşları bir yandan; Türkü, Macarı, Portekizlisi, benim gibi izinsiz çalışabilmek için burada dolanan kaçaklar diğer yandan, "düşkünler yurdu" çabucak doluveriyor.
Rahip kapıda, "Heyhat, bu akşam yerimiz kalmadı evládım, Rabb’im seni takdis etsin" dedi miydi, çare yok, beni ve uyku tulumumu önce Basel tren istasyonunun gürgen, sonra da polis nezarethanesinin meşe bankları bekliyor.
İşte, demek o akşam Rabb bu günáhkár kulunu takdis etmekle yetinmemiş ve bir de sefaletine acıyarak ihsan buyurmuş olmalı ki, midem sığır kuyruğuna bezelye çorbasıyla tok ve sırtım kuş tüyüne değilse bile sünger yatakla pek, Ren Nehri rıhtımındaki Protestan "düşkünler yurdu"nun koğuşunda, uzaktan uzağa, dokuz buçuğu vuran çan sesini işittim.
Yağmurun, ırmağın, salapuryanın ve tramvayın sükûnetleri arasından işittim ki, ekmeği aslanın ağzından ve gençliği Mefistofeles’in iksirinden kaptığım "çıraklık yılları"ydı.
Sonra, hiç farkında olmadım, o tramvayın arşında hep sonsuzluk kıvılcımı çaktı.
Yazının Devamını Oku