Hadi Uluengin

CHP sol mu?

2 Ağustos 2007
MADEM ki CHP evrensel siyaset terminolojisini tahrif ederek kendisinin "sol" (!) olduğu iddiasını sürdürüyor, o halde en önce bizzát bu tanımdan başlayalım. Ancak hemen ekleyeyim ki, ben kendi hesabıma eski tür "sağ" ve "sol" kavramlarının geçerlilik taşıdığına inanmıyorum. Şu 21. yüzyıl başında bunların miadı çoktan doldu.

Fakat olsun, deyim hálá rağbet ve kabul gördüğüne; üstelik, başta aynı CHP olmak üzere "karanlıkçı Maocu"sundan "vatanseverci çete"sine bilûmum "ulusalcı - kuvvacı" şarlatanlar tanımı tersyüz ettiğine göre, artık "i"lerin üzerine kesin nokta koymak zorundayız.

Son tahlilde kendimin de ahláki ve siyasi kültüründen indiği "sol"un bu denli hayasız biçimde ayağa düşürülmesini önlemek için, kalpazan tahrifata artık "dur" demek gerekiyor.

* * *

"SOL - sağ" ayrışması Fransız Devrimi’ne ve o gün Versailles Sarayı’nın "Küçük Hazlar Salonu"nda toplanmış olan Meclis’in 28 Ağustos 1789 tarihli oturumuna uzanır.

Kral 16. Louis’in veto hakkı tartışılırken, ayrıcalığı destekleyen temsilciler sağa, karşı çıkanlar ise sola oturmuşlardır ki, kavram bu tarihten itibaren lügate girdi.

Giriş o giriş, jakobenizmin, sosyalizmin, anarşizmin, marksizmin solculuğu falan da sonradan geldi ve yukarıdaki ilk "anti" tutumla eklemleşti.

Dolayısıyla, hem üretim ilişkilerini eksen alan ideolojiler bütünü; hem de giderek bir "kültür" boyutu kazanan değerler manzumesi yine çok sonradan oluştu.

Fakat bütün durumlarda "sol"u belirleyen te-mel ve ha-ya-ti bir özellik mevcuttur!

* * *

O da şudur ki, şöyle veya böyle her "sol", hükümránlık süren genel statükoyla çelişir.

Onun yerleşiklik kazandırdığı genel paradigmaya karşı çıkar. Yenisini talep eder.

En azından, "reform" ve "değişiklik" istem ve sloganlarıyla özdeşleşir.

Her halükárda, "mevcut"u sorgulayan fikirler, teoriler, pratikler yumağıyla bütünleşir.

Başka bir deyişle, "sağ"ın "gerici" (!), muhafazakár, gelenekçi yaklaşımına karşılık "sol"un daha ilk çıkış anında belirli bir "ilericilik" (!), devrimcilik, háttá yı-kı-cı-lık vardır.

Sırf siyasi ve iktisadi planda değil, diyelim ki estetik kıstaslardan film senaryosuna; veya giyim tarzından edebi üslûba uzanan geniş bir skalada o "sol" kısmen isyankárlıkla ve mutlaka da, "anti-konformizm" denilen türden bir "kural ötesini aşmak" iradesini yansıtır.

* * *

BUNUN illá doğru ve haklı olduğu tartışmasına girmiyorum, zira zaten inanmıyorum.

Ancak, "sol"un özünde de, mayasında da, harcında da işte böyle bir t-e-m-e-l vardır.

Yani, geçmiş veya hükümran bir statükoyu sahiplenen "sol" düşünülemez. Olamaz.

Nitekim tekrar başa dönersek, yukarıdaki "tarihi nesnellik" kesin kural oluşturduğu içindir ki, Kral 16. Louis’in veto hakkını kabullenmeyerek eski statükoyu reddeden, yıkan ve de yenisini kuran o "Küçük Hazlar Salonu"ndaki radikal temsilcilere "sol" denilmiştir.

Ve, söz konusu yeni statüko kurumsallaştıktan, dolayısıyla muhafazakárlaştıktan, háttá "gericileştikten" sonra bu kez de onu sorgulayanlara yine "sol" denilmiştir ve denilmektedir.

* * *

İMDİİ, 22 Temmuz bozgununun CHP’sine ve "yükselen milliyetçilik" ve "şahlanan laiklik" üfürmesiyle bu parti yönetimini gaza getiren azılı azınlık "ulusalcılık"a baktığımız takdirde, yukarıdaki evrensel "sol" sıfatının "s"sini dahi görmek mümkün mü?

Hadi, kendisini "öteki" dışlamasıyla tanımladığı için bugünkü milliyetçiliğin "sol" değerlerle asla bağdaşamayacağı gerçeğini geçelim ama, o Deniz Baykal’lı CHP’de ve o "ulusalcı-kuvvacı" bezirgánlıkta mini minnacık bir statüko sorgulaması ve karşıtlığı var mı?

Tabii ki yok ve tam aksine, aynı statükonun en nobran, en gerici ve dolayısıyla, benim sevmediğim ama kullanılan lügate göre en "sağ" zaptiyeliği var ki, cumartesi işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Baykal mı CHP mi ideoloji mi? (I)

1 Ağustos 2007
CHP’nin sorunu Deniz Baykal mı?<br><br>Hayır! Bin defa hayır! Şüphesiz, altı oklu partinin uğradığı son seçim bozgununda muhteris, kavgacı ve demagog bir liderliğin taşıdığı devása pay inkár edilemez.

Oysa yine de "temel sorun" yukarıdaki Baykal’dan kaynaklanmıyor.

* * *

EVET ondan kaynaklanmıyor ve zaten de böyle kolaycı bir hükme varmak, ufuk açısını ağacın tekilliğiyle sınırlayarak ormanın bütününü görememek anlamına gelir.

Tamam, demokrasi etiğine göre CHP önderinin tabii ki derhal istifa etmesi gerekirdi.

Zaten Deniz Baykal’ın vurdumduymazlığına ancak kendi partizanları baháne buluyor.

Doğru ama, eğer Antalya milletvekili bir Mehmet Ağar’ın ahláki tavrını örnek alıp yukarıdaki etiğe sadık kalmış olsaydı bile, o "temel sorun" yine de çözümlenmeyecekti.

* * *

BURADA "temel sorun" derken aslında sırf CHP’yi kastetmiyorum.

Çünkü, madem ki söz konusu kurum Cumhuriyet tarihiyle özdeşleşiyor ve de bilhassa, madem ki kendisine "tek mirasçı" misyonunu vehmediyor, o halde bu partinin yaşadığı kriz bir bütün olarak "cumhuriyet ideolojisi"nin buhranını yansıtıyor. Gerçeğin aynasını tutuyor.

Zaten de öyledir. CHP’nin şahsında somutlaşan paradigma ve statüko iflas etmiştir.

Artı, hiç şüphesiz, aynı "temel sorun" evrensel nitelikli "sol" ve "sosyal demokrasi" kavramlarının Türkiye’de inanılmaz ölçüde ayağa düşürülmüş olmasını da kapsıyor.

Yine evrensel nitelik taşıyan siyasi terminolojiyi ülkemizde yüz seksen derece ters yüz etmiş olan lûgatin sayfalarını bir bir ve teker teker yırtıyor.

Fakat, bu "stratejik hezimet"in esas nedenlerini irdelemeden önce, CHP’nin, Baykal’ın ve kurmaylarının son beş yılı kapsayan "taktik bozgun"undan başlayacağım.

* * *

O da şu ki, CHP’si de, Baykal’ı da, kurmayı da tam anlamıyla "gaza geldiler"!

Toplum sosyolojisini okumak bab’ında tümden çuvalladılar. Affedilmez hata yaptılar.

Çünkü altı oklu parti yönetimi, "azılı azınlıklar" tarafından emme basma körükle üfürülen "yükselen milliyetçilik" rüzgárının gerçek bir fırtına olduğu zehábına kapıldı.

Dolayısıyla da, kitlesel derinliği asla yansıtmayan "ulusalcı-kuvvacı" şirretin genel kabul gördüğüne inanıp, "öteki"ne kompleks ve nefret eksenindeki politikalara sarıldı.

Yani CHP ricáli sandı ki, binde sıfır virgül küsuratlık "karanlıkçı Maocu"ların kılavuzluğunda kapalı, şoven ve militarist bir proje vaaz ettiği ölçüde, taraftar kazanacaktır.

Artı, her zamanki gibi laiklikle laikçilik (laicardisme) arasındaki kalın çizgiyi kasten görmezden gelerek de, dini hassasiyetten insanları tedirgin eden hırçın söylemini sürdürdü.

Başka bir deyişle, Deniz Baykal’lı CHP’yi 22 Temmuz hezimetine sürükleyen temel "taktik hata", ilkesel değil oportünist bir yaklaşımla, yönetimin gerçek olmayan trendlerin gerçek olduğunu varsayarak "nabza göre şerbet" vermek istemesinden kaynaklandı.

* * *

NEYSE, o nabzın şerbete mi, yoksa narkoza mı muhtaç olduğunu işte hepimiz gördük ama, yukarıda yaklaşımın ilkesel değil oportünist olduğunu kasten vurguladım.

Çünkü, "Yön - Devrim" darbeciliğinden inen ve nitekim bozguna sorumlu olarak da "mantıksız millet"i gösteren Onur Öymen gibi patolojik vakaları geçersek, başta Baykal, CHP yönetiminin yukarıdaki kendi söylemine kendisinin inandığına, ben inanmıyorum.

Zira bu parti ve dolayısıyla da "cumhuriyet ideolojisi", o "öteki" nefretinde, Batı kompleksinde ve köhnelik bekçiliğinde sonsuz kaba, sonsuz ham ve sonsuz cahil "ulusalcı" marjinallere oranla çok daha çetrefil ve de tabii ki çok daha rafinedir ki, yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

DTP tayyörü

31 Temmuz 2007
MAZBATALARINI almakta olan DTP’li kadın vekillerin fotoğrafını gördüğümde, derhal Rumeli Caddesi’ni hatırladım. Gözlerim, ora vitrinleri önünde pırıldamış eski cumartesi yakamozlarıyla kamaştı.

Biliyorum şimdi hemen, İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin en mutena semtlerinden birisiyle, çelişki coğrafyasının temsilcileri arasında ne gibi bir ilişki kurduğumu soracaksınız.

* * *

ARTIK böyle yerler çoğaldığı için eski ayrıcalığını yitirdi ama, benim bütün çocukluğum ve gençliğim boyunca söz konusu cadde bir "estetik referans" niteliği taşırdı.

Çünkü, erkekler ve de bilhassa kadınlar gerçekten şık görünümle endám sergilerlerdi.

Mevsimine göre, diyelim ki lacivert hırka, ekose etek, hafif döpiyes, kalın gabardin, düz mokasen falan, sadeliği korumalarına rağmen son derece özenli ve gradolu giyinirlerdi.

Aslında bu durum, kıyafetin çok ötesindeki genel bir "hál ve oluş tarzı"nı yansıtır.

Birincisi şekli, ikincisi ruhidir ve de u-y-u-m kavramıyla bütünleşir.

U-y-u-m
, işte burjuvaziyle bütünleşen sihirli kelimeyi teláffuz etmiş oldum.

* * *

EVET öyle, çünkü eğer Rumeli Caddesi’ndeki geçmiş cumartesi randevuları bütün Türkiye’nin en estetik uyumlarını yansıttıysa, bunu asla o burjuvaziden soyutlayamayız.

Sádeliğinde şık kadınların oradaki yoğunluğunu, Teşvikiye-Nişantaşı-Şişli üçgeninin ilk Müslüman kentsoylulara mekán oluşturmuş olmasından bağımsız açıklayamayız.

Zira, giyim şekli de dahil, modern zamanlara damga vurmuş olan bütün estetikler şehir kültürü üzerinde yükselir. Veya hiç olmassa, şehirli kültürün yorumundan geçmiştir.

Eh, zaten adı üzerinde, o şehir ve o şehirlilik de burjuvaziyle özdeşleşir.

O halde rahatlıkla diyebiliriz ki, burjuvalaştımız ölçüde şeylere "uyum" sağlarız.

Ve muhtemelen farkına bile varmadan da, bunun dışgörünümünü kıyafete yansıtırız.

Bu, bir süreçtir. Káh biri, káh da diğeri öne geçtiği için "sırıtma" durumları yaşanır.

Nitekim "eşeğe altın semer de vursan, eşek yine eşektir" derken bunu kastederiz.

Ancak yine de uzun vadede paralellik kesindir ve o "hál ve oluş tarzı"ndaki şekli "hál" ruhi "oluş"a; ruhi "oluş" da şekli "hál"e dönüşerek birbirleriyle mutlaka eklemleşir.

* * *

İŞTE ben de, DTP’li hanım milletvekillerinin mazbata alırken objektife düşmüş olan fotoğraflarına dün alıcı gözüyle baktığımda, yukarıdaki paralelliğin müjdesini gördüm.

Tamam, belki henüz Rumeli Caddesi’ndeki gibi değildi ama, tayyör - pantolon, keten ceket, asorti bluz falan, Kürt aidiyetin parlamento temsilcileri belirli bir estetik sergiliyorlardı.

Belki kendileri reddediyor olabilirler ama gerçek değişmez, üzerlerinden şehirlilik; dolayısıyla burjuvalık; daha dolayısıyla da "uyumluluk" akıyordu.

Yok yok, öyle az buz şey değil! "Zahiridir" diye küçümsemek haddimize düşmedi.

Zira, bırakın "feminite" denilen kadınlık tezahürünü, ortalama bir estetiği dahi "suç" addeden; üstelik parka tapınmasını veya poşu fetişizmini kutsal kılan bir etno-milliyetçiliğin feodal kalıplarını kırmaya başlayarak buralara gelmek hiç kolay bir iş oluşturmuyor.

Háttá, Pakize Hanım kliniğinde değil Şırnak mezrásında doğan ve Valikonağı Caddesi’nde değil Diyarbakır varoşunda büyüyen bu hanım DTP milletvekillerinin böylesine bir "hál tarzı uyumluluğu"na varması, "sıradan kadınlar"ımızınkinden çok daha zorluk arz ediyor.

* * *

VE, keten tayyör ve asorti bluz ortada, bin şükür ki işte vardık. Varmaktayız.

Zira, Kürt aidiyetten yurttaşlar da dahil, ortak ulusumuz bir bütün olarak burjuvalaştı.

Dolayısıyla, ufukta, şekli "hál tarzı"nı aşan ruhi "oluş tarzı"nın da uyumu beliriyor.

Ufukta, Diyarbakır’ın ve İstanbul’un aynı Rumeli Caddesi yakamozları pırıldıyor.
Yazının Devamını Oku

Bisikleeeeeeeeeeeet (1)

29 Temmuz 2007
Muhtemelen dünyanın en meşhur spor müsabakalarından birisi, ilk düzenlendiği tarihten tam yüz dört yıl sonra, çarşamba günü mortoyu çekti. Serbest tercüme ediyorum, Yves Montand’ın söylediği ve Francis Lai’nin bestelediği "Bisiklet Üzerinde" adlı harikuláde şarkı şöyle der:

"Cambazımız pedal ustaydı / Yolumuz kır patikasıydı / Ayağını yere koyan yandı / Güzel Polet bisiklet aşkımızdı."

Sonra nakarat "bisikleeeeeeeeeeeeeet" diye uzayıp gider.

Güfte küçük çocukların dağdaki ve bayırdaki velosipet gezintilerini anlatır.

Yaz, çiçek, neşe, masûmiyet ve de tabii ki bisiklet kokar.

Hani şu mahalle benzincisinden yalvar aldığımız ve daha hızlı gideceğini umduğumuz için zincire sürdüğümüz gres yağı vardır ya, işte ondan kokar.

Hayır, bu eski şarkıyı, önümde bir kadeh pastis rakısı ve bir dilim keçi peyniri, "derin Fransa"nın bir köy kahvesine çöreklenip, sonra da kendimin Kızıltoprak-Erenköy arasında pedal çevirdiği çocukluk nostaljiyalarına daldığım için hatırlamadım.

Keşke böyle bir tatil yapabiliyor olsaydım.

Sadecene, o Fransa’nın adını taşıyan efsanevi "Bisiklet Turu" öldüğü için hatırladım.

TUR KOMAYA GİRDİ

Evet evet, muhtemelen dünyanın en meşhur spor müsabakalarından birisi olan yarışma, ilk düzenlendiği tarihten tam yüz dört yıl sonra, çarşamba günü mortoyu çekti.

Daha doğrusu, tabut henüz "ebedi istirahatgáh"ına defnedilmedi ama, soğuk kadavra cenaze levazımatçısının mahzenindeki masaya yatırıldı.

Ben bu satırları yazdığım sırada "Tur"un iptali resmen açıklanmadıysa da, siz şimdiden öyle varsayın.

Zaten aslına bakarsanız da ecel meleği hanidir kılıcını sallıyordu.

Bugüne dek can çekişmesi dahi özünde bir koma durumuna, bir sûni teneffüse tekabül ediyordu.

Neden mi?

Çünkü yıllardır ve yıllardır doping öylesine ayyuka çıkmıştı ki; çünkü bedenine hormonlu iğne şırıngalamayan hemen tek yarışmacı kalmamıştı ki; çünkü alavere dalavere o raddeye varmıştı ki, "Fransa Bisiklet Turu" denildi miydi "sokaktaki adam" hemen bıyık altından müstehzi bir edá takınıyordu.

Nitekim, çarşamba akşamı bisikletçi káfilesine zaptiye baskını ve hekim tahlili falan, şu an "sarı mayo"yu sırtında taşıyan Danimarkalı muhterem dahil, hazretlerin yine hap yutmuş olduğu saptandı ki, dediğim gibi, yüz dört yıldır düzenlenen müsabaka da bu sayede hapı artık tam yuttu.

Ruhuna el Fatiha, dünya spor tarihinde çok önemli bir sayfa kapanmış oldu.

Yukarıda "sokaktaki adam" ifadesini kullandım ya, eh zaten adı da "Fransa Bisiklet Turu" olduğuna göre, çok muhtemelen bu tanımla Paris başkentli devlet ahalisini kastettiğim sanılacaktır.

Yani, baget ekmeğin kırıntısından siyah berenin yatıklığına, şovenliği dillere destan altıgen ülke ahalisi içindeki genel "ortalama" zikrettiğim tahmin edilecektir.

Hayır, yanlış değil ama tam da öyle değil!

HOP OTURUP HOP KALKANLAR

Kabul, söz konusu "ortalama"nın, Roland Barthes’in deyimiyle modern "Fransız mitolojileri" arasında yer alan "T-U-R"un üzerine titrediği; hatta ve hatta, bütün bir yıl temmuz ayının gelmesini bekleyip kah radyo ve televizyon başında, eğer tatildeyseler de kah bizzat güzergah üzerinde hop oturup hop kalktığı doğrudur.

Zaten, fabrikadan çıkan işçinin alelacele ünlü spor gazetesi "L’Equipe"i alıp sonra kahve tezgáhında, bir önceki etabı kazanmış bisikletçi hakkında uzun tartışmalara girdiği de diğer bir modern mitolojidir.

Fakat iş bu kadarla kalmıyor.

Çünkü, Türkiye’dekinden çok farklı olarak bisiklet; dolayısıyla onun sporu; daha dolayısıyla da söz konusu sporun zirveleştirildiği "Fransa Turu" aslında bütün Avrupa’yı ilgilendirir.

Belçika ve Hollanda en az o Fransa kadar; İtalya’sı, İspanya’sı, Portekiz’i, Almanya’sı, Danimarka’sı da onlara çok yakın ölçüde "pedal kültürü"nün zincirini oluştururlar.

Daha doğrusu, artık epey bir zamandır "oluştururlardı" demek gerekiyor.

Evet oluştururlardı demek gerekiyor ki, madem şimdi yaz ve de madem bu mevsim bisikletle özdeşleşiyor, nedenlerini gelecek pazara bırakıyorum.

Eski çocukluk nostaljiyalarımda Kızıltoprak’tan Erenköy’e doğru pedal çevirirken de, "Cambazımız pedal ustaydı / Yolumuz kır patikasıydı / Yere ayak basan yandı / Güzel Polet bisiklet aşkımızdı" diyen Yves Montand şarkısını mırıldanıyorum.

Bisikleeeeeeeeeeeeeeeeeeeet?
Yazının Devamını Oku

Nereden nereye ve nasıl

28 Temmuz 2007
TÜRKER Alkan önceki günkü makalesinde şu saptamayı yaptı:<br><br>"AKP’nin başarısını ’faşist, Jakoben Atatürkçülüğün’ yenilgisi olarak görenler var. Bu, yanlış ve haksız bir tavır. Aksine, demokrasideki her ilerleme Atatürkçü başarıdır". "Radikal" yazarı daha sonra da çevredeki ülkelerin elimize su dökemeyeceğini kaydederek, bu ayrıcalığımızı Kemalist devrime borçlu olduğumuzu vurguladı.

Doğrudur ve ha-ya-ti bir terminoloji ayrışması hariç, öze tamamen katılıyorum.

***

ÖYLE ve de inkár eden çarpılır, çünkü eğer bütün bir ulus olarak 22 Temmuz 2007 günü "sivil zafer" kazandıysak, bunu esas itibariyle "Cumhuriyet Devrimi"mize borçluyuz.

Ne o Devrim’in Jakoben payanda üzerinde inşa edilmiş; ne de tek parti iktidarının ve ideolojisinin çok uzun süre hükümránlık sürdürmüş olmaları, bu kesin gerçeği değiştirebilir.

Nankör civciv misáli kibrin álemi yok, siyaset pratiği gökten zembille inmez. İnmiyor.

Hele hele, Batı tipi sivil geleneklerden son derece farklı seyir izlemiş toplumlarda, aynı Batı düşüncesinin bir parçasını oluşturan "demokrasi terbiyesi" hiç mi hiç inmiyor.

***

DOLAYISIYLA yine doğru, temeli demokratik olmasa bile, bırakın Ortadoğu’yu, ülkemiz çoğulcu rejimi Rus ve Kafkas coğrafyalarından da çok daha fazla özümsemiştir.

Zaten şu kadarını örnek vereyim, yukarıdaki ülke seçimlerini her izleyişinde "berbat" diye feryát eden Avrupa Konseyi heyeti Ankara dönüşü, "hayranlık derecesinde etkilendik ve Türkiye demokrasisinin ne denli kökleştiğini tekrar gördük" diye açıkladı.

Ve bütün bunlar bir çırpıda gerçekleşemeyeceği içindir ki, Cumhuriyet’in; háttá Tanzimat ve Meşrutiyetler’in yarattığı büyük birikime minnet ve şükrán borçluyuz.

Ancaaak!

***

ANCAĞI şu ki, bunlar artık "repüblikanizm" denilen "cumhuriyetçilik" veya "Kemalizm" yahut "Atatürkçülük" tábir edilen kısır ideolojilerle kalıp kılınamaz.

Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal’e sonsuz medyûnuz ama ideolojik defterler kapandı.

Çünkü bir; ideolojiyle donatılan ve üstelik Türkiye’deki gibi "dokunulmaz" (!) tabuya dönüştürülen her şey durağanlık demektir. Hayatın istop ettirilmesi anlamına gelir.

Oysa zaten demokrasinin bizzat kendisi bir "anti-ideolojidir". Tabudan sıyrılmıştır.

İki; aslında Mustafa Kemal Atatürk ideolojisi yoktur. Asla dogması olmamıştır.

"Atatürkçülük" ve "Kemalizm" onun fetişi etrafında ve "ona rağmen" üretilmiştir.

Üç; kaldı ki, varolduğu farzedilse dahi, her ideoloji gibi o "repüblikanizm"in de, o "Kemalizm"in de, o "Atatürkçülük"ün de binbir yorumu mevcuttur. Elástikiyeti sonsuzdur.

Recep Peker’in faşizan - korporatist altı ok "cumhuriyetçilik"i mi; "komünizm görüldüğü her yerde ezilmelidir" diyen atmışlı yıllar "Atatürkçülük"ü mü; yoksa şimdi Mao’yu ve Gazi’yi yanyana koyan "ulusalcı?-kuvvacı" cihetin "Kemalizm"i mi geçerlidir?

Bileği ve süngüsü güçlü olan konjonktüre göre daima kendi tanımını dayatmıştır ki, o bileği bükmek ve o süngüyü kırmak ancak şekli bir reçete olur ve hastalığı tedavi etmez.

***

BUNUN yegáne çaresi, 22 Temmuz "sivil zaferi" dahil sonsuz şey borçlu olduğumuz Cumhuriyet’i ve Kemal Atatürk’ü onlar adına üretilmiş olan ideolojilerden arındırmaktadır.

Yani, eski terminolojiyi çöpe atmak dahil, tabu, fetiş ve dokunulmazlıkların yerine bu defa, siyaset pratiğini zaten bildiğimiz o demokrasinin "siyaset felsefesi"ni koymaktır.

Başka bir deyişle, artık "anti-ideoloji" kültürü benimsemek ve uygulamak zorundayız.

Ve de son 22 Temmuz "sivil zafer"inden sonra, özünde zaten aynı "anti-ideoloji"yi hedefleyen Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal’e şimdi her zamankinden daha çok yakınız.
Yazının Devamını Oku

KONDA’nın ve yazarın erdemi

26 Temmuz 2007
MALUM, söz uçar yazı kalır. <br><br>Yani, ağızdan çıkan laf çabuk unutulur ama satıra dökülmüş olan şey ebedilik kazanır. Zaten bunun içindir ki, uygarlıklar tarihini sözel ve yazılı olmak üzere ikiye ayırıyoruz.

Artı, insan beyni unutkanlığa yatkındır anlamına gelen "hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür" deyişi de dilimize o sözel kültürün rizikolarına dikkat çekmek için girmiştir.

O halde şimdi, çok eskiye değil sadece bir hafta önceki gazetelere şöyle bir bakın.

* * *

EVET bakın ve lütfen söyleyin, ne görüyorsunuz?

Meselá, daima metodolojik sondaj düzenleyen ve üstelik yılların pratiğinde sınanmış olan Tarhan Erdem’in yönettiği KONDA araştırma şirketi 22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonuçlarını tıpatıpına tahmin ettiğinde, kimlerin ne dediğini satır be satır okunuz mu?

Yazısına "oha" ve "çüş" başlığı atmış olanları mimlediniz mi?

"Satılmış", "Soros çocuğu", "AKP yalakası", "erdemli Tarhana", "hormonlu anket" diyenleri işaretlediniz mi ?

Ve yine aynı şahısların, iktidar partisinin çökeceği; CHP’nin performans sergileyeceği; háttá "karanlıkçı Maocular"ın bile "sürpriz" yapacağı yönünde ahkám kestiklerini ve müjde verdiklerini gördünüz mü?

* * *

EH sonrasını hepimiz biliyoruz, daha ilk sandıklar açılıp sonuçlar KONDA tahminleriyle harfiyen çakışınca, takke düştü ve de kel göründü. Nazlı yárim tam şapa oturdu.

O "oha"ların, o "satılmış"ların, o "yalakalar"ın cilası sapır sapır döküldü.

Yani yine inatçı gerçekler dayattı ve yine inatçı gerçekler galebe çaldı.

Peki de, pervasızlığın bir bedeli, bir diyeti olmayacak mı?

* * *

TAMAM, bir bölüm kalem ister istemez özür dilemek zorunda kaldı.

Ve de hadi, tahminden sonra edepli bir eleştiriyle yetinerek yanılanları saymayayım.

Ancaak, doğruyu söylediği için Tarhan Erdem’in maruz kaldığı iftiralar, suçlamalar, ispiyonlamalar böylesine sahte ve metazori özürlerle geçiştirilebilir mi?

Cibilliyetsizlik bu kadar ayağa mı düştü ?

KONDA tam on ikiden vurdu ama yine de yüz seksen derece yanıldığını varsayalım.

Son tahlilde doğrulanma payları dünyanın her yerinde çok elastiki addedilen bir sondaj gerçekleştirdiği için Erdem’e hakaret ve lanet savurmak gibi bir özgürlük düşünülebilir mi?

Söz uçar yazı kalır, "oha", "satılmış", "yalaka" diye küfretmek bir hak olabilir mi?

İşte zaten bütün mesele burada düğümleniyor!

* * *

ÖYLE, çünkü gerçeği reddederek mikrokozmos hayallere sığınan ve "öteki"ne nefret ve kompleks temelinde komplo teorileri üretip kendine "ulusalcı-kuvvacı" diyen bu kesimin fütursuzluğu, toplumumuzun hálá tam bir yazılı uygarlığa dönüşememesinden kaynaklanıyor.

Zira, derin gelenekten inen o yazılı kültürlerde okuyucu virgülün dahi çetelesini tutar.

Dolayısıyla yazar da bilir ki, en taraf okuyucu dahi önündeki káğıtla yaşadığı gerçek arasında kıyaslama yapacaktır. Bir, üç, beş, uyuşmuyorsa da kendisine bedel ödetecektir.

Hele hele, küfür, hakaret, ispiyonculuk falan, fos satırları asla ve asla affetmeyecektir.

Başka bir deyişle, yerleşmiş yazılı uygarlık kültürlerinde okuyucu "hafıza-ı beşer nisyan ile malûldur" unutkanlığına düşmeyeceğinden, yazar da ayağını denk atar.

Her halükárda da aynı okuyucu, Tarhan Erdem’i hakarete boğan "ulusalcı-kuvvacı" kalemşörlerden öyle göstermelik özür falan değil, artık gerçeği yazacak e-r-d-e-m bekler.
Yazının Devamını Oku

Neden bayram

25 Temmuz 2007
DOBRA dobra söyleyeceğim, hálá ve hálá tarifsiz sevinçler içindeyim. Ülkem, ulusum ve inandığım demokratik ve hümanist değerleri adına çok mutluyum.

Öylesine mutluyum ki, aradan iki gün geçti ama o ülkemin ve ulusumun 22 Temmuz 2007 tarihine altın harflerle nakşettiği "sivillik bayramı"nı kutlamayı sürdürüyorum.

Ve müsaade buyurun da, bu sevinç, bu mutluluk ve bu bayram benim hakkım olsun.

* * *

EVET olsun, çünkü bu defa övünerek söyleyeceğim, totaliter ideolojiyle köprüleri attığım yirmi dokuz yaşından beri hep aynı istikrarlı ve aynı dürüst çizgiyi izliyorum.

Elli altı yaşıma girdiğime göre, demek ki tam yirmi yedi yıldır kaleme almış olduğum her satırın, her noktanın, her virgülün altına bugün de imzamı atmaya hazırım.

Alnım açık, ne nabza göre şerbet verdim; ne de gelene ağam, gidene paşam dedim.

Zaten o paşaların her darbe, müdahale ve muhtırasında da "kuyruğu dik tuttum".

Halep oradaysa arşiv buradadır, zigzag, yalpalama, çelişki gösterenin alnını karışlarım.

Dolayısıyla da, ordu hariç, genel olarak "ricál ideolojisi"nin en çok hüküm sürdüğü bir meslek branşında rüzgára göğüs germek ve akıntıya kürek çekmek kaderimi oluşturdu.

* * *

VE yukarıdaki yirmi yedi yıl boyunca, Batı düşüncesi eksenli bir tahlil yöntemiyle sivil demokrasiyi tavizsiz savunurken, Müslüman aidiyet ve kültürden inen ama daha ziyade agnostik felsefeye meyleden su katılmamış bir laik olmama rağmen, şimdilerde AKP’de maddileşen siyasi oluşuma hep yakın durdum. Sıcak baktım. En azından, asla hasım olmadım.

Erdoğan’ın partisi daha kurulmadan çok, çok önce, Türkiye’deki "dini hassasiyetten siyaset"in demokrat ve demokratik karakter arz ettiğini; onu dışlayan bir çoğulculuğun hayal edilemeyeceğini; ötesi, tüm İslam álemi için ö-n-c-ü ve model nitelik taşıdığını vurguladım.

Bu akımın Avrupa tipi sosyal Hıristiyan rotayla benzeştiğini ve Türk - Osmanlı seküler geleneğin köklerinden ötürü de, kendi özünde ve mayasında l-a-i-k olduğunu kaydettim.

Her halükárda, iktidar icraatını zaten onaylıyor olmam bir yana, 2007 temmuzunun Türkiye siyaset pratiğinde demokrasi mevzilerini korumak, pekiştirmek ve yükseltmek AKP ’den geçtiği içindir ki, tabii ki eleştirelliğimi saklı tutmak kaydıyla, bu partiyi sahiplendim.

* * *

FAKAT, bir şeyi sahiplenmek ve savunmak sadece öznel ve irádi bir olgu oluşturur.

Eğer tahlil ve ufuk açınız yanlışsa, gerçeklerin inatçılığına kör bakarak kendi arzularınızı nesnel verilerin yerine koyarsanız. Ancak bir partizan ve militan olarak kalırsınız.

O inatçı gerçekler dayattığında da dehşet biçimde yanılırsınız. Rezil-i rüsva olursunuz.

Nitekim, beş yıldır "öteki"ne nefret ve kompleks ekseninde komplo teorileri üreten; azılı azınlıkların "yükselen milliyetçilik" gazını üfüren; kendisi gibi düşünmeyene "vatan haini" iftirasını atan; veya binde sıfır küsuratlık "karanlıkçı Maocular"ın "büyük" seçim sürprizi gerçekleştireceğini bu gazetede ciddi ciddi buyuran "ulusalcı - kuvvacı" zevátın 22 Temmuz 2007 "sivil zafer"i ertesinde içine düşmüş olduğu şu dehşet házin ve şu dehşet pejmürde duruma şöyle bir bakın!

Kabul, onlarda yüz surat mahkeme duvarı olduğu için yine pişkin pişkin havaya bakıp ıslık çalıyorlar ama, Allah yine de düşmanımı bile böylesine düşürmesin.

* * *

TABİİ, pervasızlığı meşru kıldığı için o "düşen"e vurulmayacağı sözü asla doğru değil ama, hadi şu "sivil zafer"in yüzü suyu hürmetine şimdilik yine de öyle olmuş olsun.

Zaten, muzaffer AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan da seçim gecesi açıklamasında aynı sivilliğin temel erdemleri arasında yer alan uzlaşma ve barış kültürünü dile getirdi.

Başbakan’ı ve partisini tekrar kutlarken ben de "sivillik bayramı"nı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Sivil zafer

24 Temmuz 2007
SIRF AKP’ye değil bütün ulusumuza kutlu olsun, pazar günkü seçimler tıpkı 15 Mayıs 1950 seçimleri gibi Türkiye demokrasisi için muazzam bir zafer anlamına geldi. Modern cumhuriyet tarihimize de daha şimdiden altın harflerle yazıldı.

Dolayısıyla, nasıl ki elli yedi yıl önce tek parti iktidarını yıkan oylamayı demokrasi bayramıyla simgeleştiriyoruz, gelecekte de 22 Temmuz’u "sivillik bayramı" olarak anacağız.

Tekrar kutlu olsun!

* * *

EVET, pazar günkü seçimler o 15 Mayıs 1950’nin doğal uzantısını oluşturdu.

Yarım asırdan fazla süren "demokratikleşme süreci"ni tamamladı. Noktayı koydu.

Dün sabahtan itibaren "geçiş dönemi" bitti ve iradi arzu kesin sisteme dönüştü.

Bundan geri dönüş de mümkün değildir! Asla ve asla değildir!

Zaten 22 Temmuz’u elli yedi yıl öncekinden ayıran ana özellik de burada odaklanıyor.

* * *

ÖYLE, çünkü "yeter, söz milletin" sloganlı seçimler tek parti iktidarını parlamentoda noktalasa dahi, onun ideolojik sultasına ve devlet hükümránlığına son vermemişti.

Nitekim, yarım asırdır gerçekleşen askeri darbeler ve "hukuki" dayatmalar da "statüko zaptiyelerinin" o sultayı ve o hükümránlığı korumak ihtirasında hayat buldu.

Ve, en son olarak yine askerlerin 27 Nisan "web muhtırası"ndan ve yine "hukukiler"in "anayasa yorumu"na, bunu şimdiye kadar da idáme ve ikáme ettirebildiler.

Bundan böyle ettiremeyecekler! 22 Temmuz 2007’den sonra ettiremezler.

Zira 1950’de paradigma ancak şeklen delinmişti ve dünya konjonktürü de otoriter, en azından vesayetli demokrasi altında yönetilen bir Türkiye’ye göz yumacak seyir izledi.

En önemlisi ise bizzat o Türkiye milleti "söz"ü kesildiği ve susturulduğu zaman daha yüksek sesle haykıracağı bir demokratik kültüre, cesarete ve olgunluğa henüz ulaşamamıştı.

* * *

OYSA şimdi ulaştı ve de zaten 22 Temmuz seçimleri bunun ispatını sunuyor.

Ötesi, sonuç "yeter, söz milletin" diyenler için "sivil zafer" yansıttığı ölçüde, onun "anti"sindeki statüko paradigması açısından korkunç bir "resmi hezimet" niteliği taşıyor.

Yani, elli yedi yıl önce az biraz yara almış olan o paradigma önceki gün haniyse çöktü.

Öyle ki, kışla mevcutlu web muhtıralarıyla; vicdán yoksunlu mahkeme kararlarıyla; emekli general komutlu cumhuriyet mitingleriyle; laikçi bezirgán üfürmeli şeriat öcüleriyle; azılı azınlık yaygaralı "ulusalcı-kuvvacı" şiarlarıyla; "vatansever kuvvetler" parolalı haraç çeteleriyle falan, statüko ideolojisi ve onun emir erleri büyük ölçüde şamar yediler.

Artı, sosyoloji cahili şarlatanların "yükselen milliyetçilik" mavalları; "sol" kalpazan partilerin neo-faşist söylemleri; medyaların "yorumcu" nûmuneleri falan da berhava oldu.

Gelişme daha çok sıcak bunun farkına henüz varılmıyor ama, yakın - orta vadede hep beraber göreceğiz, 22 Temmuz 2007’de Türkiye’de yeni, yepyeni bir statüko doğdu.

* * *

BU kez akl-ı selim sahibi bir "durumdan vazife çıkartma" gerçekleşeceğini umalım.

Yani ümit edelim ki, demokrasiyi ve anayasayı hiçe sayarak muhtıra ve kelám buyuran "iyi saatte olsunlar" böylesine misyon vehimlerinin nereye vardırdığını artık nihayet görür.

Paşa paşa asli iş ve mekánın başına dönerek de "sivil zafer"in iradesine itaat eder.

Ve yine umalım ki, Deniz Baykal’ın sağ kolu ve "ulusalcılık" şampiyonu Onur Öymen’in CHP bozgununa gerekçe olarak seçmenlerin "mantıki" (!) davranmadığını göstermesi hezeyanındaki gibi, "milletten başka millet" arayışlarına artık bir nokta konulur.

Ama yook, bunlar hálá eski tas, eski hamam statüko zaptiyeliğini sürdürecek, ne gam!

22 Temmuz "sivil zaferi"ne çomak sokmaya kalkışanın kendisi artık asla kalkamaz.
Yazının Devamını Oku