"KIŞLANIN önünde redif sesi var / Bakın çantasında acep nesi var / Bir çift kundurası, bir de fesi var" diyen o duyarlı türküdeki "redif" kelimesi iki ayrı anlam taşır.
Birincisi, Tanzimat reformları ertesinde "asákir-i redife" diye sıfatlandırılan ve terhis edildikten sonra ihtiyat sınıfına kayıtlı kalmayı sürdüren erkek kesim için kullanılır.
Diğeri ise yine aynı adla anılan ve silah altına alınmayan İstanbul çocuklarını tanımlar.
O İstanbul çocukları ki, ağızları Sarıyer muhallebisi, Vefa bozası veya Arnavutköy çileği koktuğundan, epey uzun bir müddet ayrıcalık sahibi olmuşlardır.
Payitaht’ta doğmanın yüzü suyu hürmetine ne flinta, ne de martini kuşanmışlardır.
* * *
TÁ ki, uzak Yemen’den yakın Seferberlik’e İmparatorluk oluk oluk kanaya ve de anneler "Bakın çantasında acep nesi var" diye hüngür hüngür ağlaya!
Eh, yalın ayak çoban ve başı kabak köylü değil ya, söz konusu çantadaki kundura ve fes şehirliliğin; bilhassa da Dersaadetliliğin simgesini oluşturur.
Dolayısıyla da, türkünün "redif"inde esas olarak o İstanbul çocuğu kastedilir.
Yani, feráceli anneler bilinçaltında, bitmiş bir ayrıcalığın yakınması da dile getirirler.
* * *
OYSA, velev ki benim Fatihli ninelerim de kışla kapısında ağlamış olsun, "asákir-i redife"den "asákir-i umumi"ye geçiş tabii ki çok büyük ve çok önemli bir devrimdir.
Özgürlükçü, eşitlikçi ve háttá, Cumhuriyet’ten önce "cumhuriyetçi" bir devrimdir.
Bu açıdan bakıldığında da, son Osmanlı döneminin genel "asker ocağı" uygulaması, Türkiye’nin modernleşme ve "ulus devlet"e kavis sürecinde hayati bir viraj oluşturur.
Çünkü, Bizans’tan devralınan ve yarı feodal - yarı Asyalı bir geleneği toparlayan "yeniçeri", "hassa" ve "tımar" kurumları önce birer meslek ordusuna tekábül ediyorlardı.
Sonra da toprak mülkiyeti uzantısı olarak "kûl - tebá" kimliğini yansıtıyorlardı.
Muvazzaf askerlik ise o "tebá"dan "yurttaş"a dönüşümde ilk aşamayı gerçekleştirdi.
Kışla sırf sosyal statü dengesizliklerini tırpanlamakla kalmadı. Aynı zamanda, farklı etnisite ve alt kimlikleri "Osmanlılık" üst düzeyinde harmanlamak misyonunu yüklendi.
Artı, ilk defa çatal kullandırmaktan biraz olsun elifba söktürmeye, okul işlevi gördü.
Diyebiliriz ki, ülkemiz "modern zamanlar"a nizamiye kapısından girdi.
* * *
BUNUN böyle olması da aslında çok doğaldır. Batı’daki sürecin geçikmiş devamıdır.
Çünkü, zaten militarist tabanlı Prusya’nın tá Büyük Fritz’e uzanan istisnasını hariç tutarsak, en azından teorik olarak, "genel askerlik" olgusu Fransız Devrimi’yle özdeşleşir.
"Her yurttaş nefer, her nefer yurttaş" ilkesi ora modern ulus devletiyle doğmuştur.
"Mesleki askerlik"ten "milli askerlik"e geçilmiştir ki, Jean Jaures Devrim’den bir asır sonra kaleme aldığı "Yeni Ordu" adlı eserinde, bunun "harmanlayıcık"ını teorize eder.
Nitekim, Brötonlar veya Oksitanlar ancak kışla rahle-i tedrisinde Fransız olmuşlardır.
Ancaak!
* * *
ANCAĞI şu ki, söz konusu modern zamanlar yavaştan yavaşa sona eriyor. Bitiyor.
Dolayısıyla da, Jaures’in o "yeni ordular"ı epeydir "eski" kalmaya başladılar.
Geçmişteki misyon bittiği gibi,teknisyenliği bile aşan "teknokrat asker"e gidiyoruz.
Hatta, ilk çağların "meslek askeri" nitelik devrimiyle "asker teknokrat"a dönüşüyor
Bu yüzden de, şimdi "yeni" değil "yepyeni" ordular düşünmek ve kurmak gerekiyor.
İşte, TSK’nın son "profesyonelleşme" kararı da yukarıdaki çerçevede yer alıyor.
"Yepyeni hayat" mutlaka "yepyeni ordu" dayatıyor ki, artık sırf ağzı muhallebi kokan İstanbul çocukları değil, çok geniş kesimler de "redif" olarak kışladan muaf olacak.