Hadi Uluengin

Aktan, Schmitt MHP (II)

12 Temmuz 2007
<B>DÜN</B> dediğim gibi, liberal (özgürlükçü) düşüncenin travmatik düşmanı ve MHP adayı <B>Gündüz Aktan </B>veda yazısında, maddenin tabiatı icábı kendine referans bellediği nasyonal sosyalist (Nazi) hukukçu <B>Carl Schmitt</B>’i <B>"şahit"</B> (!) gösterdi.

Onun, <B>"siyaset farklı hayat tarzları arasındaki mücadeledir"</B> tanımını kıstas aldı.

Oysa hayır, totalitarizmin Alman ideoloğu halt etmiş, asla da, kata da öyle değildir.

* * *

<B>DEĞİLDİR</B>, çünkü illá <B>"mücadele"</B> kelimesini kullanmak gerekiyorsa, o halde siyaset ancak ve ancak farklı <B>"hayat düşünceleri"</B> arasındaki mücadeleye tekábül edebilir.

<B>"Hayat tarzı" </B>bunun şekli uzantısıdır. <B>"Öz"</B> daima <B>"biçim"</B>i ve fikir de zikri<B> </B>belirler.

Meselá, sünnet varsayıp çember sakal koyveriyor ve ibadet haricinde de takke giyorsanız, bu sakálet içsel bir düşüncenin, inancın, fanatizmin falan dışavurumunu yansıtır.

Öyle olduğunuz için sofu değilsinizdir. Tam tersine, sofu olduğunuz için öylesinizdir.

Ve o sofuluktan caydığınız takdirde, yüzde doksandokuz virgül doksandokuz ihtimalle sinek kaydı tıraş olur ve muhtemelen de başınıza beyzbol takımının kepini geçirirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Aktan, Schmitt ve MHP (I)

11 Temmuz 2007
EMEKLİ elçi Gündüz Aktan MHP’den aday oldu.<br><br>Doğrusu, ilk işittiğim an sadece söz konusu parti hesabına üzülmüştüm. Çünkü, adaylık duyulduğunda Devlet Bahçeli henüz kürsüden yağlı urgan atmamıştı.

"Cumhuriyet" gazetesi bu "urgancı" MHP ile "ulusalcı" CHP arasında koalisyon vaaz etmeye başlamıştı.

Dolayısıyla, genelde "ülkücü hareket" denilen akımın sivilliğine inanmak istiyordum.

Veya öznel arzularımı nesnel gerçeğin yerine koyarak, kendimi kandırıyordum.

* * *

ZİRA, her ne kadar kendisi kasten reddetse bile, emekli diplomat kelimenin gerçek "entelektüel" anlamında bir "aydın"dır.

Binbir çelişkisine rağmen de bu birikimini totaliter; en azından otoriter siyasetlere "rehber olmak" için kullanmaktadır. İdeologluğu misyon bellemiştir.

Dolayısıyla, Aktan sıradan bir "ulusalcı - kuvvacı" gibi "fasulyeden" geçiştirilemez.

Tehlikesini ondan daha üst bir entelektüel düzeyde bertáraf ve berhava etmek gerekir.

Çünkü, yeni MHP üyesi uzun yıllardan beri demokrasi karşıtlığı; daha doğrusu, genelde "evrensel" addedilen liberal demokrasi karşıtlığı için teori üretmeye çalışmaktadır.

Nitekim de, veda yazısında Alman hukukçu Carl Schmitt’in siyaset tanımını referans aldı ve bugünkü Türkiye’nin "belki ilk kez" o Schmitt’in tanımıyla benzeştiğini yazdı.

Emekli diplomat son yazısında bile, árif olan nezdinde paçayı tekrar ele verdi.

* * *

ÖNCE biline ki, Aktan’ın referans diye gösterdiği ve "daha sonra faşizme kayan" diye şöyle bir geçiştirdiği o Carl Schmitt hiç şüphesiz yine entelektüel kimlik taşır ama, bal gibi de, buz gibi de, göz çıkartır gibi de Nazidir!

Nispeten masûmene bir "daha sonra faşizme kayan" minaresi kılıfa sığmaz.

Bu satırlar yazarı Schmitt’in gamalı haç partisine üye olmadan önceki ve sonraki eserlerini epey karıştırmıştır. Onun Hitler için ürettiği "kanûniyet"lere (!) de not düşmüştür.

Zaten ırkçı ve otoriter aşır sağ kökenli Katolik hukukçu, parlamento katlinden Yahudi dışlanmasına, istim arkadan gelsin hesabı, uygulamalardan sonra "yasa" teorize etmiştir.

Hayatının hiçbir döneminde ise demokrasinin "d"sini dahi teláffuz etmemiştir.

Aksine, her zaman o demokrasiye yeminli düşman olmuş ve kariyer başlangıcından itibaren Prusya militarizmini sahiplenerek, liberal Weimar cumhuriyetine nefret kusmuştur.

Kısmen gözden düşmesi ise Reich salgırganlığını "uluslararası etki alanı" teorisiyle "hukukileştirmek" istemesinden; Himmler’in de bunu çok "kof" bulmasından kaynaklanır.

İşte, MHP adayı Gündüz Aktan’ın siyaset tanımında referans aldığı Carl Schmitt bu şahıstır ve ününü de demokrasi düşmanlığına "hukuki" kılıf uydurmak becerisine borçludur.

* * *

AKTAN’ın Schmitt’ten kapı aralaması tabii ki tesadüfiyet ve masûmiyet içermiyor.

Ancak, bu bamteli hiç dikkat çekmediğine göre, belli ki pek çok kimse aynı Carl Schmitt’in ne şeceresini, ne de onun "devlet egemencisi hukukilik" totalitarizmini biliyor.

Zaten o "devlet egemencisi hukukilik"tir ki, emekli elçiyi cezbediyor.

"Cinnet yılları"nda kendim de totaliter tuzağa düştüğüm, ama köprüleri attığım andan itibaren bunun nedenlerini aralıksız araştırdığım için, yukarıdaki bamteli gözümden kaçmadı.

Tıpkı, MHP adayı Gündüz Aktan’ın liberal siyaseti yine Schmitt’ten referans ihtiyacıyla "farklı olanların uzlaşması gibi boş bir hayal" diye tanımlayarak "yağlı urgan" ideologluğuna soyunmasının da gözümden kaçmadığı gibi ki, bunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

İki seçim tek sonuç

10 Temmuz 2007
FARÁZİYE bu ya, kopartılan fırtınaya ve kendi kendine gelin güvey olan falcılara rağmen tabii ki ufukta böyle bir ihtimal yok ama yine de aşağıdaki varsayımı üretelim. Yani diyelim ki, iki hafta sonra bugün AKP ciddi bir oy kaybına uğramış olacaktır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi yeni hükümet kurmak alternatifini yitirecektir.

Háttá, ağzımdan yel alsın ve Rabbim yazdıysa bozsun ama, CHP’yle MHP’nin koalisyon iktidarı bile gündeme gelecektir.

Ee sonra?

* * *

EVET "ee sonra", zira her ne kadar bu olasılık Türkiye’nin kısa vadede kısmen içine kapanması anlamına gelecek olsa dahi, aynı zamanda da demokrasinin başarısı anlamına gelir.

Biliyorum, şimdi derhal cumartesi günkü makalemi yüzüme vuracaksınız.

Orada bunun tam tersini de söylediğimi ve iktidar partisinin performans tekrarlaması durumunda, yine o sivil demokrasinin kazançlı çıkacağı sonucuna vardığımı hatırlatacaksınız.

Doğru!

Fakat, yukarıdaki seçenek de aynı ölçüde doğrudur ve zaten yazıyı öyle noktalamıştım.

* * *

ÖYLE, çünkü eğer 22 Temmuz oylamasıyla AKP az veya çok yenilgiye uğrarsa, tıpkı başarısı durumunda da olacağı gibi, bu, Türkiye’deki "ulus iradesi"nin işlerliğini kanıtlar.

Kimse minnacık şüpheye kapılmasın, birinci alternatifteki gibi ikincisinde de "esas kazançlı" çıkan taraf mutlaka ve mutlaka "demokratik sistem" olacaktır.

Demek ki, istisnasız bütün bir sivil toplumun en yüksek seviyede görüş beyán etmesi anlamına gelen seçimlerle, "İslami" (!) olduğu öne sürülen ve "laiklik" anlayışı konusunda kaygı duyulan bir kurum dahi normal sistem çerçevesinde iktidardan uzaklaştırılabiliyormuş.

Yahut aynı partiye belirli bir oy kaybı "dersi" (!) verilerek, doğru veya yanlış, ülke insanlarının hayat tarzına ilişkin ciddi kaygılar beslediği ortaya konulabiliyormuş.

İşte bunun adı da tam láyıkıyla "sivil demokrasi"dir ki, böyle bir sonuç "durumdan vazife çıkartmaya" kalkışmış olanların yine şapa oturmasından başka bir anlam taşımaz.

* * *

TAŞIMAZ, zira devlet mekanizmasındaki konumları sayesinde belden aşağı vuran "statüko zaptiyeleri" ne hakla ve de bilhassa ne akla hizmet "sopa sallamaya" yeltendiler?

Başta dediğim gibi hiç sanmıyorum ama, eğer AKP iki hafta sonra gerçekten kısmi bir "bocalama" tablosu sergilerse, hangi aklıevvel bunun "web muhtıraları"ndan, "ulusalcı-kuvvacı" çetelerden, "vatansever" (!) haraççılardan kaynaklandığı sonucuna varabilir?

Háttá aslında tam tersine, iktidar partisi 22 Temmuz’da oranını korur veya yükseltirse bunun esas sebebini, demokratik kuralları hiçe sayarak ve "hariçten gazel okuyarak" o AKP’nin kitleler nezdinde "mağdur" konuma düşmesine çanak tutmuş olan güçler oluşturacaktır.

* * *

Yok geriledi veya durakladı, eh tabloyu halk iradesi değiştirdiğine göre, ne "iyi saatte olsunlar" tehditlerinin, ne "laiklik elden gidiyor" feryatlarının kıymet-i harbiyesi kalacaktır.

Eh işte, "kışla müdahilliği"ne rağbet bit pazarına nimet düzeyine inecektir.

Hele hele, zaten AKP’yi "İslami hassasiyetten muhafazakár demokrat" olarak niteleyen ve Türkiye’yi "pozitif emsál" addeden dış dünyayı, aynı müdahilliğe göz yumması için, "Şeriat tehlikesine karşı kılıç attık" mavalıyla kandırmak tamamen imkansızlaşacaktır.

* * *

EVET evet, seçim sonucu ne olursa olsun, her iki durumda da demokrasi pekişecektir.

Ve yine her iki durumda, demokrasi karşıtları darbe yiyecektir.

Ama sonucu beğenmeyip darbeye yeltenen deli çıkarsa, darbe değil sille yiyecektir.
Yazının Devamını Oku

Eski temmuz

8 Temmuz 2007
Knokke’de geç yaz geceleri, mazbut ve faziletli sarışın kadınlar, bahçeleri ortancalı villaların penceresinden denize bakarken, sırtlarının belli belirsiz okşanmasından hoşlanırlar. Arzular terinin serinletilmesinden haz alırlar. İhtiras günahlarından avundurulmayı beklerler. Tesadüfen eski, çok eski bir yazımın orijinalini buldum.

Sonra ara tara, 3 Temmuz 1986’da yayınlanmış matbû şeklini buldum. Karşılaştırdım.

Belçika’nın sayfiye beldesi Knokke’deki bir yaz mevsiminden söz etmişim.

Eh, şimdi de yaz ve şimdi de temmuz, "Sarışın ve Faziletli" başlığını taşıyan o yazıyı orijinal metninden aktarıyorum.

Knokke, Manş Denizi kıyısında bir sayfiye şehridir. Fransa’dan başlayıp yukarı doğru 80 kilometre boyunca uzanan Belçika sahil şeridinin en kuzeyine düşer.

Öyle ki, plajda üryan dolaşan kadınlara bakarak anatomi bilgisini derinleştirme sevdasına kapılanlar, sınırı nasıl geçtiklerini hiç fark etmeden kendilerini Hollanda’da bulurlar.

Knokke’yi diğer sahil beldelerinden ayıran özellik ise bir seçkinler mekanı olmasıdır.

Ne Ostende’deki gibi trene binip günübirliğine deniz havası almaya gelen sıradan küçük burjuvalara; ne de Middelkerke’deki gibi, karidesten sonra çilekli dondurma yiyemedikleri için mızmızlanan arsız çocuklara rastlanır.

La Panne’deki gibi, kumsalsa ilk gördükleri boynu altın zincirli oğlanla hafta sonu aşkları yaşamaya hazır tezgáhtar kızlar da buraya uğramaz.

Knokke’de avam şeyler aramak nafiledir.

MAZBUT KADINLAR

Bir kere, Knokke’de sarışın ve faziletli kadınlar vardır.

Bu kadınlar baharda da buraya geldiklerinde, lacivert tonlara yakın giyinirler.

Yazın kumsalda dolaşırken de, çok biçimli bacakları şık keten etekliklerin yırtmaçları arasında seçilir.

Bu kadınlar cumartesi akşamları kilise ayinine giderler. Çıkışta da kitapçıya uğrarlar.

"Vogue" yahut "Elle" dergisinde tavsiye edilmiş yeni yayınları alırlar.

Ertesi gün tenis kortunda buluşmak üzere de başka sarışın kadınlarla randevulaşırlar.

Kocalarına sadık mazbut kadınlar olarak, bahçelerindeki ortancaları sulamak için, yine kocalarına ait villalara dönerler.

Rıhtım boyunda yapılar vardır. Birleşik düzen, balkonlu ve camekánlıdırlar.

Yedi-sekiz katı pek geçmezler. Sayfiye için kiralayanlar ikámet eder.

Akşam piyasasında maaile balkona çıkarlar ve kremalı pasta yiyerek aşağı bakarlar.

Bir de, dürbünle denize bakarlar.

Topless mayoyla dalgalara dalan genç kızlara, rüzgár sörfü yapan adaleli delikanlılara, hızlı motorlarla turlayan kodaman adamlara göz atarlar.

ALTIN GENÇLİK

Kara tarafındaki kahve ve lokantalar ise bir mevsim moda olurlar, ertesi mevsim gözden düşerler.

Aralarındaki hiyerarşi nesnel kıstaslara göre değil öznel kıstaslara göre belirlenir.

Rıhtıma çıkan sokaklar da "Porsche"lerin veya "Range Rover"lerin park yeridir.

Çok güzel genç kızlar ve çok yakışıklı delikanlılar otomobil kapılarını yavaşça kapatırlar ve o moda mekanlardan birisine girerler.

Bunlara "altın gençlik" diye tabir edilir. Para konusundaki kavramları da çok özneldir.

İyi ailelerde terbiyeli yetiştirilmişlerdir ve uluorta öpüşmezler.

Eğer sis yoksa ve yağmur çiselemiyorsa, Knokke’nin yaz akşamlarında ufuk çok berrak ve ışık çok yumuşaktır.

Knokke’de yaz akşamları, hafta sonuna sarışın ve faziletli kadınlarla gelmemiş erkekler, rüzgár dört kuvvetinde ve İngiltere istikámetinden dahi esiyor olsa, lokanta teraslarına beyaz örtülü masa çıkarttırırlar.

Beyaz eldivenli metrdotellere beyaz şaraplar ve beyaz etli balıklar ısmarlarlar.

Konyak gelene kadar da Marcel Proust okurlar. Konyak geldikten sonra da Visconti filmleri düşünürler ve Mahler dinlemek isterler.

Sonra, cüretkárlığın sınırı yok ve nasıldır bilinmez, mazbut ve faziletli kadınlara yalnız gözleriyle tebessüm ederek o mazbut ve sarışın kadınları fethederler.

Knokke’de geç yaz geceleri, mazbut ve faziletli sarışın kadınlar, bahçeleri ortancalı villaların penceresinden denize bakarken, sırtlarının belli belirsiz okşanmasından hoşlanırlar.

Arzular terinin serinletilmesinden haz alırlar.

İhtiras günahlarından avundurulmayı beklerler.

Lokanta teraslarında Proust okumuş erkeklerden ilk nefesi çekilmiş cigaralar isterler.

Sonra, Knokke’de yazın güneş çok erken doğar ve Kuzey Deniz’i dalgasızdır.

Uzaktan, belki Anvers’e, belki Rotterdam’a gittiği tahmin edilen şilepler geçer.

Knokke’de yazın, Marksistler tarafından "çürümeye mahkûm olduğunu" iddia edilen o gerçek burjuvalar tatil yapar.

Knokke temmuzlarında, "çürümeye mahkûm olduğu" iddia edilen şeylerin sindirilerek tadılmasında mahsur yoktur.
Yazının Devamını Oku

AKP sondajı

7 Temmuz 2007
ANKET ve sondajın ayrı ayrı şeyler olduğunu açıklamak için hanidir dilimde tüy bitti ama anlayan beri gelsin! Hayır, ikisi arasındaki çok önemli farkı ukalálık olsun diye vurgulamıyorum.

Çünkü birinci kelime soruşturma için kullanılır.

Örneğin, polis hafiyesi kátili bulmak için "anket" yapar.

Veya tüketici kurumu, perákende malın ortalama fiyatını "anket" aracılığıyla saptar.

En azından iradi olarak, "anket"teki yanılma payı en asgáriye indirgenmiştir.

Oysa "sondaj" başka bir şeydir!

* * *

BAŞKA bir şeydir ve aslına bakarsanız, Türkçeye de aşağıdaki anlamıyla girmiştir.

Yani, artezyen suyu aramak veya petrol ve gaz keşfetmek için kuyu "sondaj"ı yapılır.

Fakat o suyun ve o petrolün fışkıracağına dair kesin garanti yoktur.

Tamam, boş atıp dolu tutmak kaderciliğinden mümkün mertebe uzak durulur ve topografik haritalardan uydu fotoğraflarına bütün veriler devreye sokulur ama yine de, teçhizátı kös kös başka yere taşımak ihtimali her zaman mevcuttur.

Ve tıpkı aynı şekilde, seçim öncesi varsayımlarının sandıklar açıldığında mutlaka gerçeğe dönüşeceğine dair bir garanti yoktur.

İstatistik sistemleri ve denek tabloları en azami ölçüde bilimselleştirilmiş olsa dahi, birçok ülkede pek çok defa yaşandığı gibi, öngörülerin fos çıkması gayet de mümkündür.

İşte bu yüzden de, siyasi eğilimleri araştıran kamuoyu taramalarına "anket" değil, "s-o-n-d-a-j" denir.

* * *

BURADA, iki terminoloji arasındaki farklılığı vurguladığım için, 22 Temmuz arifesindeki sondajlara burun kıvırdığım sanılmasın.

Tam tersine, geçmişte de sınanmış ve yanılma payları asgáride kalmış kurumlar tarafından öngörülen sonuçları dün olduğu gibi bugün de gayet ciddiye alıyorum.

O halde, seçime iki hafta kala, "genel hat" itibariyle bu öngörüler nasıl şekilleniyor?

İşte hepimiz görüyor ve okuyoruz ki, AKP yüzde 35’le yüzde 40 arasında değişen bir performans sergiliyor. Birinci parti önceliğini fersah fersah koruyor.

Fakat ben o yüzde 35’i bile kasten aşağı çekip, bunu yüzde 30’a bile indirmiş olayım.

Peki de, öyle bile olsa, bu, iktidar partisi için başarı anlamına gelmeyecek mi?

Evet, gelecek ve gelir!

* * *

GELİR, zira bir kere, söz konusu kurum kendisiyle "aynı familya"dan olduğu varsayılan SP’nin yüzde 2.49’da kaldığı 2002 seçimlerinde yüzde 34 elde etmişti. Eh, o SP’nin bugün de eski müşterileri toparlayacağı düşünülürse, demek ki AKP’nin "öz oyu" düşmemiş olacak.

İki, bütün demokratik sistemlerde "iktidar yıpranması" diye bir olgu vardır.

Hükümet partilerinin belirli yüzdeler yitirmesi hemen her zaman normal addedilir. Nihayet üç ve de tabii en önemlisi, kaynatılan bütün cadı kazanlarına rağmen eğer şu anki sondajlar AKP için yüzde 35 - 40 arası sonuç öngörüyorsa, buradaki başarı tartışılamaz.

Demek ki, iyi saatte olsunların "web muhtırası"ndan azılı azınlıkların miting şiarlarına; "ulusalcı - kuvvacı vatanseverler"in (!) çete provokasyonundan statüko zaptiyelerinin hin kumpaslarına, kopartılan fırtınalar on para etmiyormuş ve etmemiş.

Dolayısıyla, 23 Temmuz sabahı da yukarıdaki eğilim doğrulanırsa, yalnız AKP değil, sivil ve çoğulcu eksenli bütün bir demokratik Türkiye de başarı kazanmış olacaktır.

Fakaat, ilk bakışta çelişkili gözüküyor olsa bile, bunun tam tersi durumda dahi yine o sivil ve demokratik Türkiye başarı kazanmış olacaktır ki, nedenlerini salı günü açıklayacağım.
Yazının Devamını Oku

Ey küreselleşme!

5 Temmuz 2007
EGE Cansen usta dünkü yazısının son sözünü şu cümleyle noktalamıştı: "Ey küreselleşme, sen nelere kádirsin!"

Bunun nedenini de Türk ekonomisinin gösterdiği yüksek performans oluşturuyordu.

Nitekim Cansen de diğer tüm nesnel gözlemciler gibi, milli gelirin ilk üç ayda ve denetimli enflasyon altında yüzde 6,8 artmasını "bundan iyisi can sağlığı" diye yorumlamıştı.

İktisat uzmanı daha sonra da bu büyük başarıyı iki temel öğeyle açıklıyordu.

Bir; doğrudan yabancı sermaye girişlerindeki olağanüstü bir artış gerçekleşmiştir.

İki, yüksek verimli sanayi üretimiyle, yine yüksek fiyatlı mal ihracatı sürmektedir.

Ve şimdi gel de, can-ı yürekten bir "ey küreselleşme, sen nelere kádirsin" deme!

* * *

EVET evet, zira sorarım size, eğer "ulusalcı-kuvvacı" taifenin ha bire küfrettiği şu küreselleşme olmasaydı, "doğrudan yabancı sermaye" böyle oluk oluk akacak mıydı?

Örneğin Hollanda ING’si, ilk kelimesi "ordu"yla başlamasına rağmen TSK bankası olmadığına inanmamız istenen OYAKBANK’a 2,7 milyar trink doları bastıracak mıydı?

Yahut, eğer aynı küreselleşme hüküm sürmeseydi, Fransız Renault Belçika’daki dev fabrikasını bile kapatıp tüm üretimini Bursa’ya taşıyacak mıydı?

Türkiye en önde gelen ve en kaliteli taşıtı sunan ihracatçılar arasında sayılacak mıydı?

Eğer o küreselleşmeyi ıskalasaydık, şimdi Felemenk kökenli banka kredisiyle büyüyen orta boy işletmeden, şimdi bilgisayarlı preste hassas parça üreten oto kalfasına, insanlarımız bütün bir ekonomik sürecin refah ve uzmanlaşma erdemlerinden nasiplenebilecek miydi?

Yani, ez kázá "ulusalcı - kuvvacı" zevátın yaygaracılığı hayata geçmiş olsaydı, bugün bütün bir ulus ve ülke olarak geçen yıla oranla yüzde 6,8 daha zengin olacak mıydık?

Daha gürbüz, daha sağlıklı, daha güvenli, daha usta yaşayabilecek miydik?

Tabii ki hayır, hayır, hayır ve bunu inkár etmek için sonsuz kötü niyetli olmak gerekir.

* * *

ZATEN, partizan, önyargılı ve bön davranarak AKP hükümetinin yukarıdaki iktisadi başarısını reddetmeye veya küçümsemeye kalkışmak için de çok kötü niyetli olmak gerekir.

Rakam rakamdır ve kimsenin inkár etmediği yüzde 6.8 büyüme hızı da nesneldir!

Burada, "eh işte, IMF reçetesi" türü bir burun kıvırma da insafsızlığın daniskásı olur.

Çünkü Türkiye yetmişli yıllardan beri aynı "IMF reçeteleri"nden ibadullah gördü.

Ama onlara rağmen de "yetmiş sente muhtaç" sayısız krizi çok daha fazlasıyla gördü.

Kaldı ki, işte sandık arifesiyse sandık arifesi, iktidar hiçbir şekilde geleneksel ve popülist "seçim ekonomisi" rüşvetçiliğine soyunmadı. Rotadan caymadı ve caymıyor.

Zaten Erdoğan hükümetinin bu kararlılığı ve istikrárı sayesindedir ki yabancı sermaye girdisi ve yüksek verimli ihracatla ülkemiz her geçen gün dünkünden daha çok küreselleşiyor.

O küreselleşmeden en iyi yararlanan "orta boy dev"ler içinde parmakla gösteriliyor.

Bir nebze yabancı dil bilen, Türkiye için tá Şanghay’dan Rio’ya yapılan çok iyimser değerlendirmeleri okusun ve elini vicdánına koyarak, rağbetin cevabını kendi kendine versin.

* * *

O halde, "ulusalcı - kuvvacı" taife şimdi gerçekten de iki gözü iki çeşme dövünebilir.

Çünkü, buradan dönüş olmayacaktır. Hayati "Rübikon çizgisi" haydi haydi aşılmıştır.

Dünyayla iktisaden eklemleştiği oranda, Türkiye artık si-ya-se-ten de küreselleşmiştir.

Dolayısıyla, aynı "ulusalcı - kuvvacı" cihet askeri darbelerin ne "post", ne "pre", ne de "proto" modernlerine bel bağlasın. Avucunu yalar. Şapa oturur. Bilhassa da, postu bırakır.

Biline ki, yüzde 6,8’in láfı mı olur, Türkiye halkı kendisini gelecek ve sonraki yıllar yüzde 68 fakirleştirecek, dilencileştirecek ve yabancılaştıracak bir feláketi kabul etmeyecektir.

Ben de Cansen ustanın son sözüyle bitiriyorum: Ey küreselleşme, sen nelere kádirsin!
Yazının Devamını Oku

Açık

4 Temmuz 2007
HALEP oradaysa arşiv buradadır ve inanmayan hemen araştırabilir.<br><br>Daha tek kişi meláneti fark etmemişti ama, 29 Eylul 2004 tarihli yazımı "açık istihbarat.com" rumuzuyla provokasyona başlayan "ulusalcı-kuvvacı" siteye ayırmıştım. Bu başıbozuklar da, internette cirit atan ve káh "ordu göreve" yaygarası kopartan; káh "Kürt bakkala gitme" Naziliğine soyunan; káh da açıkça hedef tetikleyen diğer "ulusalcı" yaftalılar gibi yine komplo teorisi uyduruyor ve yine "öteki"ne nefret tohumları saçıyordu.

Ancak, benim makaleyi kaleme almamın esas nedenini şu "haber" (!) oluşturmuştu.

* * *

SÖZ konusu site o gün, "aralarında emekli general ve albayların bulunduğu 87 asker bir ay önce eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı liderliğinde Ankara Balgat’taki bir karargáhta toplandı" diye sevinç çığlıkları atarak darbe "müjdelemiş0ti" (!).

Eh, adında zaten "istihbarat" gibi netámeli bir kelime var ve de üstelik sezinleniyor ki, bu hazretler "iyi saatte olsunlar"la şöyle veya böyle dirsek teması içindedir.

Ve dediğim gibi, yazım 29 Eylül’de yayımlandı ya, ne sihirdir, ne keramet, yukarıdaki "cihet-i askeriye haberi" ertesi gün siteden siliniverdi. Eyvah, yalancı duruma düşeceğim.

Allah’tan tedbirli adamımdır, bilgisayar hafızasına kaydetmiştim ve hálá duruyor.

Ancak, bende duruyor ama bu "açık istihbarat.com" artık sanal álemde durmuyor.

* * *

EVET evet, cumartesi günkü "Hürriyet"te Tolga Tanış’ın yayınladığı haberden sonra bu "ulusalcı-kuvvacı" zevát o sanal álemden tamamen çekiliverdi. Ara ki, bulasın.

Çünkü, "açık istihbarat"ın "kalemşorlar"ı aynı zamanda da "silahşor"muş.

Meğer pek "kapalı" işler de çeviriyorlarmış. Ümraniye ve Atabeyler çetesine uzanan ve çoğu emekli asker olan zevátla ya organik, ya da "manevi" ilişki içinde bulunuyorlarmış.

Üstelik, şimdi kendi içlerinde de kanlı bıçaklı biçimde bölünmüşler ki, birbirlerini belden aşağı resimlerle ve "ödlek" ve "şerefsiz" türü láflarla suçluyorlarmış.

* * *

YUKARIDAKİ olgular tabii ki birer "tesadüf" (!) oluşturmuyor.

Yani, "avukat" (!) Kerinçsizler’in fütursuz saldırganlığından, Dink’in katillerini "hepiniz Ermeni’siniz" diye savunan diğer "avukat"ın Maocu İP partisi yandaşlığına veya "Cumhuriyet" gazetesine atılan provokasyon bombalarının Ümraniye Çetesi cephaneliğinde çıkmasından, eski Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın "Kürt bakkala gitme" ırkçısı dergide "yazar" (!) olmasına, "ulusalcı-kuvvacı" geçinen "öteki" düşmanlarının böylesine sığlık arzetmesi; böylesine basitlik sergilemesi; böylesine amatörlük yansıtması yadırgatıcı değildir.

Artı, av sahası olarak interneti seçmeleri; komplo teorilerinde birleşmeleri; dolayısıyla da, rahip yahut aynı Dink cinayeti faillerini sanal álemden tavlamaları da yadırgatıcı değildir.

* * *

DEĞİLDİR, çünkü bir, "öteki"ne nefret aslında o "öteki"ne karşı duyulan bilinçaltı korkudan kaynaklanır. Bastırılmış kompleksler yansıtır. Ruhi ve mantıki travma içerir.

Genel bilgisizliğe ek olarak burada rasyonel ve analitik akıl yoksunluğu devreye direr.

Ve denetlenemeyen internet bugün, o mantık yoksunu ve o "öteki" nefretli herhangi bir vasat için hem tüfek, hem de çulluk işlevi görmektedir. Avcı kuş, kuş da avcıdır!

Tüfektir, zira bütün "açık istihbarat com" portallarında "haber" (!) patlatır, palavra atar, kumpas uydurursunuz ki, avanak kuşları "ulusalcı-kuvvacı" tongaya bastırabilirsiniz.

Misyoner boğazlayacak veya Ümraniye Çetesi’ne zabit yazılacak adam tavlarsınız.

Ve tabii tavlandığınız için de, bizzat siz avcının çantasındaki keklik olmuş olursunuz.

Aslında her şey gerçekten a-ç-ı-k ve de sonsuz apaçık ama, açığı yakalayabilene!
Yazının Devamını Oku

Terör ve çay saati

3 Temmuz 2007
2’NCİ Dünya Savaşı’ndaki sivil acıları yansıtan fotoğraflardan birisinde şu manzara vardır. Ama görüntüye gelmeden önce biraz tarihi konteksi açıklamam gerekiyor.

* * *

HİTLER 1940 yazında Fransa’nın işgalini tamamladıktan sonra, hazır ayak zaten kıtada vahim darbe yedi ya, hemencecik İngiltere’nin de "icábına bakmaya" karar vermişti.

Fakat arada Manş var ve denizi çala kürek geçmek Arden dağlarını aşmaya benzemez.

Dolayısıyla, karşı kıyıya çok yoğun hava bombardımanları başlatmıştı.

Tenekeden "mareşal" apoleti kuşanan ve Nazi uçaklara komuta eden Göring Ada’nın canına çabucak okumalı ki, Britanya ahalisinin maneviyatı ve direniş azmi kırılmış olsun.

Böylelikle de, halkına yalnız "kan ve gözyaşı" vaat eden Büyük Winston Churchill kamuoyu desteğini yitirecek ve Londra metazori teslim masasına oturacak.

* * *

İŞTE bu strateji gereği, gündüz "Heinkel", gece "Junker" filosu falan, gamalı haç armalı baykuşlar başta o Londra olmak üzere, bulutlardan aşağı ölüm yumurtaları bıraktılar.

Onbinlerce sivil öldü ve şehirler, mahalleler, katedraller yerle bir oldu.

Almanca şimşek anlamına gelen "blitz" harekátıyla İngiliz göklerde öyle bir şimşek çaktırıldı ki, Berlin kurmayı "ha bugün, ha yarın pes etti, edecek" diye hayali planlar kurdu.

Oysa, pes etmek ne kelime ve tam tersine, büyüklüğünü gerçekten ispatlayan Büyük Britanya milleti, halkı ve devleti, şimşek değilse bile Hitler’in başında kabak patlattı.

Zaten en başta sözünü ettiğim fotoğraf da tam burada devreye giriyor.

* * *

MUHTEMELEN Londra’nın "proleter banliyöleri"nden birinde çekilmiş olan siyah-beyaz enstantane aynen şu manzarayı yansıtır.

Geri planda, hálá dumanları tüten ve bütün bir sokağı kapsayan enkáz yığınları vardır.

Ön planda ise, her halinden işçi olduğu anlaşılan ve yanlarında iki küçük valiz bulunan bir aile, yine muhtemelen kendi evlerinden kurtardıkları bir masa etrafında toplanmıştır.

Ve, ve, ve, yüzünde bir nebzecik panik havası olmayan kasketli baba, kayışı omzuna asılı küçük termostan kızına çay servisi yapmaktadır.

"Tea time"!

* * *

EVET evet, hani şu bütün İngilizlerin mukaddes addettiği ve iki elleri kanda olsa dahi asla vazgeçmeyecekleri "çay saati" var ya, işte belli ki yine onun zamanı gelmiştir.

Nazi bomba mı yıldırtacakmış, enkáz üzerinde de olsa ritüele aynen riayet edilecektir.

Varsın yıkıntı, ucuz porselenden demliği kırmış ve hális Hint’ten ithálatı kesmiş olsun, o çayın o kötü harmanı o termosun bakalit bardağında, ama mutlaka yine vaktinde içilecektir.

Vaktinde içilecektir ki, Hitler ve Hitler’ler asla ve asla muzaffer olamasın!

Vaktinde içilecektir ki, acılara rağmen hayat daima ve daima ölüme üstün gelsin!

Vaktinde içilecektir ki, saatin yelkovan hiçbir zaman geri dönmesin!

* * *

YUKARIDAKİ "çay saati" fotoğrafını, İngiltere’nin hedef olduğu ve yüzde doksandokuz virgül doksandokuz ihtimalle "İslami" (!) yafta taşıyan terörden dolayı hatırladım.

Zira aktüaliteden izliyorum, o İngiltere tıpkı "blitz" bombardımanındaki gibi ve tıpkı IRA tedhişçiliğindeki gibi, yine sağlam duruyor. Yine "çay saati"nden taviz vermiyor.

Ve o meczûp tedhiş ki, Büyük Britanya’yı "büyük" kılmış olan bu ödünsüzlük ve bu serinkanlılık geçmişini ıskalıyor. Bir ülkeyi ve bir ulusu çapulculukla pes ettireceğini sanıyor.

Ve yine o Büyük Britanya ki, dün olduğu gibi bugün de "çay saati"ni hiç aksatmayarak, heyhat terörle yaşayan dünyamıza, tekrardan dirayet ve direniş dersi veriyor
Yazının Devamını Oku