Önce burada kıymetimi bilin, zira işte son derece centilmen davranıyor ve kaç defa "bok" kelimesini ve varyantlarını kullanmak ihtiyacını hissettiğinizi yüzünüze vurmuyorum ama yine de haşa!
Eğer bu yazıya "bok meseleleri" başlığını atmış olsaydım, bir ihtimal, söz konusu serlevha gazete yöneticileri tarafından değiştirilecekti. Haklı da sayılırlardı.
Çünkü son tahlilde, "genel ahlák" denilen ve dolayısıyla, bazı kelimelerin dozunu "ayarlamak" (!) zorunluluğunu da içeren bir değerler manzumesine göre davranıyoruz.
Eh, "Hürriyet" gibi "aile" kavramıyla da özdeşleşmiş bir basın organının buna haydi haydi riayet etmesi gerekir.
Fakat diyelim ki kullanmışım ve müsamahakár bir gününe denk gelen o gazete yönetimi de kaprisimi kabullenip, gık demeden bunu büyük hurufatla basmıştı.
Bu defa kabak hem onların, hem de benim başıma patlardı.
Çünkü, internete, telefona, faksa sarılan zevát "Hop dedik, terbiye kurallarını aşmanın da bir sınırı var" diye bin bir protestoda bulunurdu.
Artı, bendenize karşı ağzında sakız ettiği "mandacı", "satılmış", "uşak", "vatan haini" küfürlerine bir de "kuburcu" sıfatını eklerdi.
Hadi bakalım, alnına sürülen bu yeni lekeyi çıkartmaya çalış.
İştigal ettikleri nezih meslekten dolayı Batı ülkelerinde "mösyö pipi" yahut "madam pipi" diye anılan umumi hela bekçisiymiş gibi, sabun, deterjan, fırça, temizle Allah temizle!
YA KUNDERA OLSAYDIM
Ancak tabii, örneğin, en tanınmış romanı "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde sırf "dışkı"ya koskoca bir bölüm ayırmış ve bunun etrafında felsefe üretmiş büyük Çek yazarı Milan Kundera olsaydım, "bok meseleleri" başlığına kimse bir şey demez ve diyemezdi.
Hangi gazete yöneticisi veya okuyucusu, 20. yüzyıl edebiyatının dev ustasına "Aman üstád, şurada ’b’den sonrasını ’x’ şeklinde yazsak" diyebilmek cüretini gösterebilirmiş?
Artık Prag’da bile değil, Fransa’nın Nancy şehrinde oturuyor, Kundera derhal oraya döner ve malikánesinin kapısına koskoca bir "B-O-K" tabelásı yapıştırırdı.
Yahut, aynı Fransa’da ünlü başbakan Edouard Herriot’un koltuğunda otursam ve kameraların objektifine baka baka, "Siyaset işkembeye benzer. Bok kokmalı ama kıvamı kaçmamalı" diye kelám buyursam, "Akşam haberlerinde yayınlarsak milletin aile terbiyesi bozulur" kaygısıyla beni sansürlemeye kalkışacak; en azından o "bok" kelimesi işitilmesin diye parazit seslendirme yapacak tek bir medya organı çıkar mıydı?
Ne münasebet ve tam tersine, kalıbımı basarım ki en pahalı reklam kuşağında defalarca ve defalarca ekrana getirilirdim.
Daha yahut, bu defa Amerikalı diğer dev yazar Henry Miller olsam ve "Bokun değeri altın rayicine ulaşınca fakirlerin gxxü borsada prim yapacak" deseydim, o nokta nokta yazdığım kelime dahil, söylediğimde tek virgül değiştirmeye cesaret eden çıkar mıydı?
Şüphe mi var, hayır, hayır, hayır!
Ama tabii, işte benim gibi sarı çizmeli Mehmet Ağa bir gazeteci bozuntuluğuyla yetinirseniz, bir yazmadan bin düşünmek zorunda kalır ve sonunda da láfı evirip çevirip, pazar makalenize "bok meseleleri" başlığını atmaktan ricát edersiniz.
SANKİ TOPHANE’DE BÜYÜDÜM
Biliyorum, bunları söyledim ya şimdi hemen, "Be adam, her şeyin boku çıktı da bir tek bu ’bok meselesi’ mi kaldı" diyeceksiniz.
Hatta belki de, "Böyle boktan boktan konularla ilgilendiğine göre mutlaka Freud’cu psikanaliz koltuğuna uzanmalısın, çünkü aşikár, bebekliğindeki dışkı devresinin travmalarını üzerinden atamamışsın" diye ekleyeceksiniz.
Hatta ve hatta, muhtemelen, "Yoksa sen şu ’skatoloji’ denilen sapkınlıktan mı mustaripsin ki, Kundera’dan, Herriot’dan, Miller’den falan kapı açık aslında yediğin boku gizlemeye çalışıyorsun" diye çamur atacaksınız.
Haşa! Teessüf ederim.
Önce burada kıymetimi bilin, zira işte son derece centilmen davranıyor ve sizin de yukarıda kaç defa "bok" kelimesini ve varyantlarını kullanmak ihtiyacını hissettiğinizi yüzünüze vurmuyorum ama yine de haşa!
Her koyun kendi bacağından asıldığı ve başkasının uçkuru beni asla ilgilendirmediği için öyle sahte ahlákiyatçılıktan falan değil, paşa gönlümün bu taraklarda hiç mi hiç bezi olmadığından için, yukarıdaki herzelerle alákám yoktur.
Dolayısıyla, eğer şu "bok meseleleri"nden girizgáh yaptıysam, çünkü hem Hindistan’da yellenmeyi önlemek için üretilen genetik değişimli baklagillerden; hem de Japonya’da artık çok yaygınlaşan ultra alengirli tuvaletlerden söz etmek istiyordum. Hepsi bu kadar!
Ama işte, sanki ben Tophane kaldırımında büyümüşmüşüm gibi önce "aile terbiye"nizle makale başlığımı sansürlediniz, sonra da araya láf karıştırıp boka çomak soktunuz ki, ne kokusuz kuru fasulyelere, ne de bilgisayarlı klozet ekranlarına dair tek kelime edebildim.
Eh, keyfiniz bilir ve de eğer bir gün tekrar eşref saatime denk gelirse, belki lütfedip, sessiz pırt ve kokusuz dışkı nedir, size bunu anlatmak zahmetine katlanırım.
Şimdi, yukarıda hangi kelimeleri kullandığıma lütfen dikkat edin ve "Edep fukarası adam aile terbiyemizi bozuyor" diye de "Hürriyet" yönetiminin başına zebellá kesilmeyin.