Fatih Altaylı

‘Katır inadı’ politika olamaz

30 Nisan 2003
<B>BARZANİ </B>bir basın toplantısı yaptı ve baklayı sonunda ağzından çıkardı: ‘‘Kuzey Irak'ta kurduğumuz devletin bir model ve örneğini herkese sunuyoruz.’’ Durum malumu ilam. Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulduğunu ve Türkiye'nin bu fiili durumu görmezden geldiğini 1995'ten beri yazıyoruz. Türkiye bu durumu görmezden geldi çünkü bu durumu kabullenmesi savaş sebebi olarak açıklanmıştı. Ya savaşacaktınız, ya da yokmuş gibi davranacaktınız. Türkiye ikinciyi seçti. Ama Türkiye bir üçüncü seçenek olduğunu hiç düşünmedi. Üçüncü seçenek ‘‘politika değişikliğiydi’’. Yani savaş sebebi sayılan durumu savaş sebebi saymaktan vazgeçmek ve yeni duruma göre bir pozisyon almak.

Türkiye bunu yapmadı.

Pek az sayıda yazar bu ‘‘çekingenliği’’ eleştirdi ve bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye'nin böyle davranmaması gerektiğini yazdı. Ancak Türkiye böyle davrandı. Daha doğrusu Türkiye davranamadı. Tam aksine aşikár olan bir fiili durum için ‘‘kırmızı çizgi’’ demeyi sürdürdü. Sonra çizgiler pembeleşti. Şimdi ise ortada çizgi falan kalmadı.

Oysa şartlara göre politika belirlemek ve gerektiğinde değiştirmek beceridir. Ülkelerin politikaları ‘‘katır inadı’’ üzerine kurulamaz. Politika değiştirmek bir ülkeyi küçük düşürmez. Ama ısrar ettiği politikanın esaslarını yerine getirememek düşürür. Türkiye bölge politikasını değiştirmek zorundadır.

Aksi halde ne Ege'de, ne Kıbrıs'ta hiçbir inandırıcılığımız kalmayacaktır.

Tatlıses ve ilişkileri


PAZAR günü Vatan Gazetesi'nin manşetinde türkücü İbrahim Tatlıses vardı. Dansöz sevgilisi Asena'yı havaalanında herkesin içinde dövmüş.

Vatan da diyor ki: ‘‘Yok mu buna bir dur diyecek?’’

Doğrusunu söylemek gerekirse ben bu konunun artık haber bile olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü döven memnun, dövülen memnun.

Gül gibi geçinip gidiyorlar.

Bize ne!

Şaka değil.

Tatlıses'in bu ‘‘acayip’’ tutumuyla ilgili çok yazdım, çok söz söyledim.

Ama pişmanım. Durup bakınca ‘‘Bana neymiş’’ diyorum.

Çünkü herkes seçtiği doğrultuda yaşıyor.

Tatlıses'in Derya Tuna isimli ‘‘esas’’ sevgilisi vurulunca haber yaptık.

Hastaneye yatırılınca ilk ifadesinde ‘‘İbrahim Bey’’i suçladı.

Sonra geri aldı.

Hastaneden çıkınca ‘‘İbrahim Bey’’ine gitti.

Bağımlı mı? Yooo.

Ekonomik özgürlüğü mü yok? Yoo, Tatlıses'ten daha zengin.

Ama döndü.

Hakeza diğer kadın, Asena diye tanınanı. Bu orta yerde yediği bilmem kaçıncı dayak.

Bir kere de bacağından vuruldu..

Hálá ‘‘İbrahim Bey’’le beraber.

Havaalanında yediği son ‘‘tokat’’tan beş dakika sonra bile öpüşüp koklaşıp ayrılmışlar..

Demek ki, İbrahim Tatlıses'in kadınları böyle istiyor.

Aşkı biraz şiddetli yaşıyorlar.

Bu bir tarz. Alan razı satan razı, döven razı dövülen razı.

Biraz farklı bir ilişki. Ama bize ne.

Bence en doğrusu bunları haber bile yapmamak.

Çünkü hem özel hayata fazla girmek oluyor, hem de bu tür ilişkileri popüler hale getiriyor.

Bence bu yazıyı okuyun


ERTUĞRUL Özkök ile benim farklı tarihlerde yazdığımız yazılar, bazı gazeteciler tarafından iç içe geçirilerek yayınlanıyor.

Yazıları hatırlayacaksınız.

Tazminat davaları ile ilgili yazılar.

Ben diyorum ki: ‘‘Yüzde 99,9'u bir grup tarafından açılmış 2 bin dava ile uğraşıyorum ama dava açılacak diye doğruları yazmaktan kaçmam. Türk adaletine güvenirim.’’

Özkök
de mealen diyor ki: ‘‘Yazı yazmak hakaret etme özgürlüğü değildir.’’

Ve kendisine edilen hakaretlerden aldığı tazminatları belirtiyor.

Bu iki yazıyı paralel kurgu ile yayınlayan meslektaşlarımız Özkök ile benim farklı düşüncelerde olduğumu göstermeye çalışıyorlar.

Oysa durum bu değil.

Tam aksine, Ertuğrul Abi ile ben bu konuda tamamen hemfikiriz.

Üstelik de bugün değil, yıllardır hemfikiriz. Yıllar önce Genel Yayın Yönetmenim'le bu konuyu konuşmuştuk.

Çok yerinde bir uyarısı vardı bana. Abice. Dostça:

‘‘Fatih yazılarında müthiş fikir var. Ama üslubun öylesine sert ki, fikir değil üslup öne çıkıyor. Şu üslubu bir gözden geçirsen. Tabii sen bilirsin.’’

O kadar dostça bir uyarıydı ki.

Gerçekten de, o günden sonra daha dikkatli yazmaya başladım.

Belki de ilerleyen yaşımın, belki kızım Zeynep'in ailemize katılmasının da etkisi vardı.

Zaten Özkök de yazısında isim vermeden bu duruma değiniyor ve ‘‘Bazıları bu üslubu bıraktılar, bazıları sürdürüyor’’ diyor.

Benim üslubum değişti ama içeriğim değişmedi.

Hálá aynı şeyleri yazıyorum.

Ama 30'unda değil, 40'ında bir adam olarak yazıyorum. Bu üslup değişikliğinin nedeni ‘‘tazminat’’ korkusu değil. Kimileri buna ‘‘büyüme’’ diyor, kimileri ‘‘olgunlaşma’’.

Türkiye'nin en genç köşe yazarıydım. Okurların gözü önünde ‘‘büyümek’’ kolay değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Dini siyasete alet edenler, kendilerine ders veren din adamlarına hakaret etmedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

İki büyük kulübün kumar ayıbı

29 Nisan 2003
<B>‘‘SPOR sahalarında bu ilanın ne işi var?’’ </B>diye yazdım dün. İnternet üzerinden bahis oynatan bir kuruluşun ilanları, başta benim takımımın maçlarını oynadığı Ali Sami Yen olmak üzere, pek çok statta saha kenarlarını süslüyordu.

Bunun büyük bir ayıp olduğunu yazdım.

Spor sahası kenarında ‘‘kumar’’ ilanı.

Üstelik de Türkiye'de bu iş illegalken.

Ve legal olsa bile spor sahasında kumar ilanı olmaması gerekirken.

Sahalarının kenarlarına bu ‘‘ayıp’’ ilanı koymakta bir beis görmeyen külüp yönetimlerinden ses seda çıkmadı dün.

Anlaşılan saha kenarlarında gençleri internet üzerinden yasadışı kumara teşvik etmeyi sürdürecekler diye düşünmeye başlamışken, bazı okurlar uyardılar, ‘‘Bir de bu kulüplerin internet sitelerine bakın’’ diye.

Baktım. Bakmaz olaydım.

Aynı ilan Galatasaray'ın ve Fenerbahçe'nin inrternet sitelerinin ‘‘manşetinde’’.

Şaka değil, her iki kulübün adını taşıyan ama aslında kulübün malı olmayan Galatasaray.com ve Fenerbahçe.com isimli siteler açılınca karşınıza bu ilan çıkıyor.

İlanla kalsa iyi, bu internet sitelerindeki ilanları ‘‘tık’’layarak buradaki linkten bahis sitesine atlayıp anında kumar oynamaya başlayabiliyorsunuz.

Bu iki internet sitesinin kulüplerle doğrudan bir bağlantısı olmadığı için buradaki ‘‘rezaletle’’ ilgili olarak kulüpleri suçlayamıyorum.

Ancak statlardaki durum kulüplerin kontrolünde.

Görünen o ki, bu kontrolü spor ahlakı içinde yapmayı da düşünmüyorlar.

Herhalde bu konuda ‘‘devletin’’ ‘‘ahlaki düzenlemeyi’’ yapmasını bekliyorlar.

Türkiye'nin sorunları ve MGK gündemi


TÜRKİYE'nin çevresinde yaşamakta olduğumuz yüzyılı etkileyecek gelişmeler tezgáhlanıyor, Avrupa ve Ortadoğu yeniden şekilleniyor.

Türkiye ciddi bir yol ayrımına zorlanıyor.

Ve bu ortamda toplanan ‘‘Milli Güvenlik Kurulu’’nun gündemine bakın.

‘‘Kamuda irticai kadrolaşma, Gülen'in eğitim imparatorluğu, şeriatçı örgütlenme şeması, bürokrasideki yandaş atamaları...’’

En önemli kurumlarından birinin gündemi bu olan bir ülkenin geleceği konusunda ‘‘iyimser’’ olmak mümkün mü?

Peki bu gündemi hazırlayanlar hata mı ediyor?

İki sorunun da yanıtı ‘‘Hayır’’.

Gündemi bu olan ülkenin geleceğinden umutlu olmak zor.

Ancak bu gündem boş yere oluşmadı.

AKP yönetimi çok ciddi hatalar yapıyor.

Parlamentoda ülkenin yüzde 65'ini temsil eden bir partinin, tabanını oluşturan yüzde 15'in, bilemediniz yüzde 20'nin beklentilerini karşılamaya yönelik hareket etmesi çok ciddi bir hatadır.

Eğer işe böyle başlarsanız, ne o yüzde 15-20'nin sorunlarını çözebilirsiniz, ne de geri kalan yüzde 45-50'nin hükümeti olabilirsiniz.

Büyük bir çoğunlukla iktidar olmayı başaran AKP'nin öncelikle kendini iktidara taşıyan sorunların üzerine getmesi gerekirdi.

Bu sorunlar AKP'nin taban seçmeni kadar, tepki ve seçim yasası nedeniyle AKP'de toplanmış olan oyların da çözülmesini beklediği sorunlardı.

Milletin ortak sorunları başarıyla çözülseydi, oluşan güven ortamında daha dar çevrelerin sorunlarının çözülmesi da mümkün olabilirdi.

Ama AKP bunu yapmadı.

Bu ülkeyi uzun yıllar yönetmeyi planlayan güçlü bir iktidar gibi değil, hasbelkader oturduğu iktidar koltuğunda mümkün olan en kısa sürede yandaşlarını en fazla tatmin etmeye çalışan iktidar gibi davrandı.

Bu tavır AKP'ye özgü bir tavır değil.

Son yıllarda Türkiye'de iktidar olan partilerin DSP dışında tamamı böyle davrandı.

O nedenle de hepsi yok olup gitti. Bırakın asıl misyonlarını, kendi küçük çıkarlarını bile uzun vadede elde tutamadılar.

Bu gidişle AKP'nın de sonu böyle olacak.

Batı demokrasilerinde seçimden seçime iktidar değişir.

Türkiye'de anlaşılan her seçim döneminde parti isimleri toptan değişecek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Türk vatandaşı olarak dünyaya geldiğimize pişman edilmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Spor sahalarında bu ilanın işi ne?

28 Nisan 2003
<B>TÜRKİYE </B>Ligi futbol maçlarında, daha doğrusu İstanbul'daki statlarda büyük bir rezalet sergileniyor. Rezaleti ilk olarak Ali Sami Yen'de gördüm.

Saha kenarında, televizyon kameralarının çekim açısına giren reklam panolarında bir ilan:

‘‘Bet.....’’

Stattaki taraftarın da, televizyon başında maçı izleyen sporseverin de gözünün içine sokulan bir ilan.

Ancak spor sahalarının kenarında olmaması gereken bir ilan.

Niye mi? Çünkü bu ilan bir ‘‘yasadışı’’ kumar ilanı.

Reklamı burada da yapılmış olmasın diye tamamını yazmadığın ilan internet üzerinden limitsiz kumar oynatan, bahisçilik yapan bir şirketin ilanı.

Şirket Türkiye'de değil.

Yurtdışı merkezli.

Ama dünyanın her yerinden girip, internet üzerinden kredi kartıyla limitsiz kumar oynayabiliyorsunuz.

Türkiye Cumhuriyeti'ne ne bir kuruş vergi ödüyorlar, ne de Türk ekonomisine zerre katma değerleri var.

Tam aksine, geçen yıl Türkiye'den bu ve benzeri ‘‘kumar sitelerine’’ 200 milyon dolara yakın para yağdığı iddia ediliyor.

Ve bu yasadışı kumarın ilanları spor sahalarının kenarında.

Ben önce Ali Sami Yen'de gördüm. Meğer neredeyse bütün statlara bu ilanı veriyorlarmış.

Çünkü özellikle maç sonuçları üzerine bahis oynayanlar bu sitelere para bırakıyormuş.

Bu ilanı spor sahalarının kenarına hiç yakıştıramadım doğrusu.

Umarım başka yakıştıramayanlar da olur.

Nerede CNN Türk, nerede NTV


ÖNCEKİ gün yurtdışından geliyorum. Tercihimiz THY. Ekranda THY için özel hazırlanmış bir TV programı var.

Çizgi filmler, Türkiye'yi tanıtıcı belgeseller ve özet haberler.

Haberler ise BBC menşeli.

BBC World'den alınmış ve banda eklenmiş.

Türk Hava Yolları, yolcularına dünyayı BBC gözlüğüyle aktarıyor.

Sanırsın ki Türkiye'de televizyon yok.

Ayıp.

Türkiye'de dünya çapında televizyonculuk yapan bir NTV var, bir CNN Türk var.

Ama THY'de BBC'den haberler.

Cidden ayıp.

Ya NTV'nin, ya CNN Türk'ün, ya da THY'nin ayıbı.

Belki de, üçünün birden.

30 milyar çok mu?


GENELDE Hürriyet'in manşetleri ile paralel düşünürüm. Hürriyet Türk halkının ve bir parçası olarak benim hissiyatıma uygun tepkiler verir.

Ama ender olarak farklı bakış açısına sahip olduğum da vardır.

Bugünlerde yine Hürriyet ile farklı düşünüyoruz,

Hürriyet, kamu bankalarının başına geçen yöneticilerin aldıkları ücretlerin yüksekliğini eleştiriyor üç gündür.

Şusu busu derken ellerine 30 milyar geçiyormuş.

Doğrudur, 30 milyar çok büyük para.

Ama ben meseleye öyle bakmıyorum.

Benzer büyüklükte bir özel sektör bankasının genel müdürü kaç lira alıyor?

Daha mı az, daha mı çok.

Galiba daha çok.

O zaman bu para normal.

Hatta az bile.

Tartışmamız gereken mesele 30 milyar almaları değil.

İcraatlarıyla bu parayı hak edip etmedikleri.

Ben kamuda çalışanların parasal açıdan mağdur edilmemeleri gerektiğini düşünüyorum.

Hak etmeleri şartıyla.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Geç kalmamızın zorluğunu başkalarına çektirmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Akılcı bir kriz yönetimi

26 Nisan 2003
<B>BEŞİKTAŞLI </B>taraftarlar boş yere yönetimlerine kızacaklarına <B>Serdar Bilgili'</B>nin zekásına ve halkla ilişkiler başarısına şapka çıkarsınlar. Siyah beyazlı renklere gönül veren bazı fanatikler, Pascal Nouma adlı sempatik ama çılgın oyuncunun Beşiktaş'tan uzaklaştırılmasına tepki gösteriyorlar.

Gerekçeleri ise ligin bu kritik günlerinde takımın Nouma'ya ihtiyaç duyuyor olması.

Centilmenlik palavra diye düşünüyorlar.

Türkiye liginin genel gidişatına ve Türkiye'de son yıllarda sporda da kendini gösteren Makyavelist felsefeye göre ilk anda haklı gibi duruyorlar.

Ancak değiller.

Çünkü olayın tarafları sadece Beşiktaş yönetimi ve Nouma değil.

Üçgenin bir diğer köşesinde de Futbol Federasyonu ve Federasyon üzerindeki toplumsal baskı var.

Nouma'nın ‘‘Sevincini’’ göstermesinin ardından müthiş bir toplumsal tepki oluştu.

Devletin en tepesindeki Beşiktaşlılar bile sert tepki gösterdiler.

Beşiktaşlı Genelkurmay Başkanı dahi üyeliğini askıya almaktan söz edecek kadar öfkeliydi.

Bu yoğun tepki karşısında Nouma'ya verilecek ceza, bir aylık hak mahrumiyetinden az olamayacaktı.

Hatta bu cezanın üç aya kadar çıkabileceği söyleniyordu.

Beşiktaş yönetimi, Nouma ile ilgili kararını işte bu şartlarda verdi.

Zaten ‘‘asılacak’’ olan Nouma'nın ipini kendi çekti.

Böylece son derece doğru bir hamleyle kaybı kazanca çevirerek kulübün saygınlığını kat kat artırırken, gelecekte benzer durumlarla karşılaşabilecek rakipleri için de yüksek bir çıta koydu.

Sakın kimse yanlış anlamasın; bu akılcılık Beşiktaş yönetiminin aldığı kararın saygınlığına gölge düşürmez. Tam aksine yönetim becerisine de ayrı bir saygınlık kazandır.

Beşiktaşlılar kızmak bir yana, kulüplerini bu derece ‘‘zekice’’ yöneten kişilere saygı duymalılar...

Bu istisna istismar getirir


EMEKLİLİK yaşını 65'ten 61'e düşüren yasal düzenlemenin, özellikle tecrübenin önem kazandığı Dışişleri'nde büyükelçiler düzeyinde büyük boşluk yaratacağı söyleniyor.

Doğrudur, tecrübe önemlidir.

Ancak ben Türkiye'nin ‘‘tecrübeli’’ büyükelçilerinin bugüne kadar ‘‘kuş kondurduğunu’’ görmedim.

Ya da kimseye haksızlık etmeyeyim, pek az gördüm diyeyim.

Buna mukabil aşağıda bekleyen pek çok genç diplomatın önü açılacak.

Bu açıdan ben bu yasayı sakıncalı görmüyorum.

Ancak düzenlemenin başka bir sakıncası var.

O da beraberinde getirdiği ‘‘istisna’’ maddesi.

Buna göre siyasi otorite ‘‘eğer isterse’’, bu sınırı kişiye özel olarak aşabilecek.

Türk siyasetinin tarzı ‘‘istemek’’ ve ‘‘kişiye özel’’ gibi iki unsurla birleşince ortaya büyük bir sakınca çıkıyor.

O da şu:

Yaş haddi yaklaşan büyükelçiler, iktidarlara yakın olmak isteyecekler. Bu yüzden de sona yaklaştıkça ‘‘devletin’’ değil ‘‘iktidarın’’ büyükelçisi olmaya başlayacaklar.

Şimdiye dek siyaset üstü kalmayı başarmış bir kurum olan Dışişleri de siyasallaşacak.

Bunu bir de yurtdışı temsilciliklerimize yollanan son genelgeyle birleştirirseniz, tasvir etmeye çalıştığım tablo daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Bu nedenle 61 yaş sınırı kabul edilebilir.

Keyfe keder istisna ise asla...

Eee yaşlandık artık


BİLMEM dikkat ediyor musunuz, gazetelerde giderek daha fazla sağlık köşesi yer almaya başladı.

‘‘Nasıl genç kalırız?

Kalbimiz sağlam mı?

Hayat veren detoks formülleri...’’

Bu başlıklar artık her gün gazetelerde.

Okurlar haklı olarak bu haberlerdeki artışın nedenini merak ediyorlar.

Hatta komplo teorileri bile üretiyorlar.

Boşuna kendilerini yormasınlar. Bu haberlerin çok basit bir gerekçesi var.

Gazete yöneticileri giderek yaşlanıyor.

Eskiden Hürriyet'in yazı işleri toplantıları çok keyifli olurdu.

Artık değil.

Ne zaman gelsem, kolesterol lipid anjiyo, yeni check-up teknikleri, by-pass'ta kaydedilen aşama, stent gibi asap bozucu meselelerden söz ediliyor.

Ertuğrul Abi bazen soruyor, ‘‘Niye toplantılara gelmiyorsun artık’’ diye.

‘‘İşim vardı’’ diyorum, ama asıl neden kendimi kötü hissetmem.

E haliyle bu toplantılardan sonra bol bol sağlık haberleri yapılıyor.

Başka hiçbir nedeni yok.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Her işini son dakikaya bırakanları eleştirenler, her işlerini son dakikaya bırakmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

Yerel yönetim reformu oldu bittiyle olmaz

25 Nisan 2003
<B>GENEL </B>Yayın Yönetmenim <B>Ertuğrul Özkök,</B> yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması ile ilgili düzenlemeyi <B>‘‘heyecan verici’’ </B>bulmuş olmalı ki, önceki gün köşesini bu konuya ayırmış. Yerel dinamiklerin harekete geçmesinin siyasal yapıyı renklendireceğini ve insan kaynağını harekete geçireceğini düşünüyor olmalı.

Sorunların ‘‘yerel duyarlılıklarla’’ daha hızlı ve akılcı çözüleceğine inanmış gibi duruyor.

Bu düşünce tarzına ‘‘wishfull thinking’’ diyorlar. Bir anlamda iyimser ileri görüş.

Oysa ben Ertuğrul Abi'nin yanlış hatırlamıyorsam bir Karadeniz gezisinden sonra yerel yöneticilerin kendi kentlerini oy uğruna nasıl yağmalattığını, yüzyıl başında her biri birer San Remo, Portofino olan kentlerin ‘‘belediyeler’’ tarafından nasıl birer beton ve çirkinlik abidesi haline dönüştürüldüğünü yazdığını da biliyorum.

Yerel yönetim reformu Özkök'ün şikáyet ettiği bu durumu körükleyecek mi, yoksa durduracak mı?

Bilemiyorum.

Ancak yerel yönetim reformuyla birlikte bir de ‘‘Denetim Reformu’’nun gerekli olduğunu Özkök'ün geçmiş yazıları gösteriyor.

Ama ya işin popülizm boyutu.

Belde belediyelerinin Türkiye'de kentleşmeye vurdukları darbe ortada.

Yerel yönetim reformu bunları nasıl kontrol altına almayı düşünüyor?

Yoksa her seçim döneminde ‘‘yerel imar afları’’ mı gelecek!

Yerel sorunların yerinden çözümü kulağa hoş geliyor.

Ya yerel parlamentoların denetimi?

Açıkçası Yerel Yönetim Reformu çok ciddi bir iş.

İyi niyetli bir iktidar bunu bir oldu bittiyle değil, toplumun ‘‘iyi niyetli’’ bütün kesimleriyle tartışarak yapabilir.

Çünkü bu ya çok iyi olur, ya da berbat.

Ortası olmaz.

Ya Marmara bağımsızlığını isterse?

EYALET sistemi gerçekten ‘‘öcü’’ mü? Bir ülkede eğer ekonomi dengeli değilse, ülke kaynakları adil paylaşılmamışsa, bölgeler arasında müthiş bir gelişmişlik farkı var ise eyalet sistemi ‘‘öcü’’ değil, karabasan bile olabilir.

Eyalet sistemini tartışırken Türkiye'nin bugünkü haline bakmak lazım.

Türkiye ekonomik açıdan homojen olmayan bir ülkedir.

Bölgeler arasında müthiş farklılıklar var.

Türkiye eyaletlere bölündüğü zaman bir yanda kişi başı geliri 15 bin dolar olan eyaletler ortaya çıkarken, diğer yanda kişi başı geliri 300 doları bulmayan eyaletler olabilecek. Çekoslovakya'yı bölen gerekçe etnik olmaktan çok benzeri bir ekonomik dengesizliktir.

Türkiye'nin bugünkü durumunda eyalet sistemini tartışmaya başlamak bile müthiş bir kaosa girmemize neden olabilir.

Marmara eyaleti Avrupa'nın saygın bir üyesi olma şansını, Doğu Anadolu Eyaleti'nin gelişmesine kurban etmek istemeyebilir.

Bugün aklımıza bile gelmeyen ayrımlar Türkiye'yi çok farklı tartışmalara taşır. Bölgeler arası sosyal farklılıklar, bir süre sonra ‘‘çok hukukluluğun’’ yolunu açabilir.

Eyalet lafı içinde bulunduğumuz coğrafyada tehlikelidir.

Bugünkü şartlarımızda herhangi bir başka gerekçeyle dahi telaffuz edilecek kelime değildir.
Ha sergi, ha siyaset

ALİNUR Velidedeoğlu ile konuşuyoruz. Sergisinin nasıl gittiğini soruyorum.

‘‘İyi, çok iyi’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Basın aleyhte yazdıkça daha iyi oluyor.’’

Bazı yazarlar sergiyi görmeden aleyhte yorumlar kaleme almışlar.

‘‘Sadece bir yazarın aleyhteki yazısından dolayı gelen 20 kişiyle tanıştım’’ diyor Velidedeoğlu.

Açıkçası sergiyi gezmedim. Hakkında yorum yapamam. Gazetelerde gördüğüm fotoğraflara dayanarak ‘‘farklı’’ bir şeyler yapılmaya çalışıldığını söyleyebilirim.

Farklı ve yaratıcı olan her şeyin saygıdeğer olduğuna inanırım.

Velidedeoğlu'na ‘‘Peki kötü yorumları okuyup gelenlerin kendi yorumları ne oldu?’’ diye sordum. Pek çoğu sergilenen eserleri veya en azından serginin konseptini beğenmiş.

Konunun bizi ilgilendiren tarafı da işte tam burası.

Düşünüp duruyoruz, basının saygınlığı neden erozyona uğruyor diye. İşte bu yüzden. Farklı olana saygı göstermiyoruz. Yapılan işe değil, o kişiye olan sempatimize veya antipatimize göre yorum yapıyor, yazı yazıyoruz.

Kişiden kişiye farklılık gösterebilecek konularda dahi monotip arayışına giriyoruz.

Herkesin bizimle aynı beklenti içinde olması gerektiğini düşünüyoruz. Siyaseti yorumlarken de, sanatı yorumlarken de bu tavrımızı değiştirmiyoruz.

Sonra da saygınlık arıyoruz.

Daha çoook ararız.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi boş zamanımızı, başkalarının da boş zamanı zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Değişimi bürokrasiden beklemeyin!

24 Nisan 2003
<B>YATIRIMCILARIN </B>önünün açılmasıyla ilgili yazıma TOBB Başkanı <B>Rifat Hisarcıklıoğlu'</B>ndan bir bilgi notu geldi. Hisarcıklıoğlu, yatırımcıların zorluklarını anlatıyor:

‘‘...Bir gıda işletmesi kuracaksınız. Aynı belgelerle değişik yasalardan doğan yükümlülükleriniz nedeniyle hem Çevre, hem Sağlık, hem Tarım, hem mahalli idareler ve bazı diğer kurumlardan izin almak zorundasınız. Bu, aylar hatta bazen yıllar sürebilmektedir. Bir başka çarpıcı örnek de turizm sektöründen verebiliriz. Turizm Bakanlığı'ndan Turizm Yatırım ve İşletme Belgesi almış bir tesisin başka bir yerden işletme izni almasına gerek yoktur. Oysaki, bir emniyet amiri veya belediye başkanı, başka bir yasadan doğan hakkı nedeniyle her odadaki minibar için ayrı ayrı içki satış ruhsatı talep edebilmektedir. 200 odalı bir otel, 200 aynı içki satış ruhsatı almaya zorlanmaktadır... Daha yatırıma başlamadan, işin başında bir şirket kurmak için bile 19 ayrı kapıya başvurmanız gerekmektedir.’’

Gelişmekte olan ve hatta gelişmiş ülkeler, yatırım çekebilmek için her türlü cambazlığı ve kolaylığı yaparken Türkiye'de durum bu. Türkiye bununla ilgili çözümü buluyor.

‘‘Yatırım Ortamını İyileştirme Kurulu’’ diye bir kurul kuruldu. Ancak işlev kazanamıyor. Yani çözüm uygulamaya geçemiyor. Nedeni basit.

Devletin hiçbir kurumu, elindeki yetkiyi başka bir yere devretmeye, bırakın devretmeyi paylaşmaya yanaşmıyor. Yatırım yapabilmek için kapısını çalmak zorunda olduğunuz onlarca kurum bu durumdan hoşnut. Varlık nedenleri bu çünkü. İşadamları kapılarına gidecekler. Bekleyecekler. Sürünecekler.

Bu kurumlarda çalışanlar kendilerini önemli hissedecekler.

Hatta bazı ‘‘ahlaksızlar’’ bu işlemlerin yapılmasından şu veya bu şekilde nemalanacaklar.

Ve ne yaparlarsa yapsınlar ay başında maaşlarını alacaklar.

Bu iş kendi haline ve bu düşünce yapısındaki bürokratlara bırakılırsa hiçbir şey değişmez.

Bu iş ‘‘güçlü bir siyasi otorite’’ işidir.

Bu konuda ‘‘söz’’ vermiş olan Başbakan Erdoğan bu sözünü tutmak, bu işi bıçak gibi kesip atmak zorundadır.

Bu mesele zamanla olmaz. Zamanla olacak tek şey, siyasetçinin bürokrasinin kucağına oturup, çarkın bir parçası olmasıdır. Türkiye bugüne kadar hep bundan dolayı bir adım ilerleyememiştir. Bürokrasinin maaşları ödenmez hale gelinceye kadar, bürokrasi bu sistemin değişmesine izin vermez.

Tazminat davaları


HINCAL Uluç, yüklü tazminat davalarının yazarların özgürlüğünü kısıtladığına dikkat çekiyor. Haklı... Pek çok yazarın ‘‘tazminat talebi’’ korkusuyla otosansür uyguladığını biliyorum.

Çünkü yasalar bu duruma göz yumuyor. Türkiye'de en kolay şey dava açmak. Hele hele tazminat davası. Git harcı yatır, davayı aç. Kazanamazsan harcın iade. At yarışından iyi. Kaybetsen bile kaybetmediğin bir kumar.

Oysa ilk yapılması gereken değişiklik, davayı açanın harcına el konulması.

Bu, dava açana da bir ‘‘izan’’ getirecektir. Yargının dava yükünü de azaltacaktır.

Gazeteciye düşen ise doğru bildiği yolda ‘‘davadan’’ korkmamaktır. Yazdığın doğruysa, yazdığına inanıyor ve güveniyorsa tazminattan, davadan ürkmemeli.

Yazılarım nedeniyle şu anda 2 bini aşkın davayla uğraşıyorum. Bunların yüzde 99.9'u aynı kişi ve grup tarafından açılmış davalar.

Benden istenen tazminat miktarı 30 küsur trilyon.

Mesaimin bir bölümü adliyelerde geçiyor.

Gerekirse bütün günüm orada geçecek.

Ama yazmaktan geri kalmayacağım. Yazdıklarımın doğruluğuna, belgelerime ve Türk adaletine güveniyorum.

İbrahim Tatlıses, Almanya'da bir kadına tecavüz ettiği iddiasıyla aranıyordu. Bunu bir dizi haber yaptık.

‘‘Yalaaan’’ diye bağırdı ve 500 milyar liralık tazminat davası açtı.

Belgelerimizi sunduk.

Doğruluğu ortaya çıktı. Takipsizlik kararı verildi.

Tatlıses'in tehditlerinden, dava miktarından korksaydık hem haberi yapamayacaktık, hem de haklılığımızı gösteremeyecektik.

Ama yine de Uluç haklı. En azından yerli yersiz dava açmanın önüne geçmek için davayı kaybedenin dava harcını iadesini önlemek lazım.

Hiç değilse devletimize bir gelir olur.

Önce çalarlar, sonra sergilerler


BAĞDAT'ta Ortadoğu tarihinin en nadide parçalarının yağmalanışını yazmıştım. Bu yağma ‘‘barbar Arapların’’ kendi tarihlerine saygısızlığı gibi görüldü ne yazık ki!

Ancak ben hiç ama hiç o kanaatte değilim. Bu yağma son derece bilinçli bir yağmadır. Ve Irak'ın sadece çocukları, geleceği, doğal varlıkları değil, tarihi ve geçmişi de Batı'ya, medeniyete kurban ediliyor.

Bağdat'taki ulusal müzeden yağmalanan tarihi eserler bir süre sonra Batı'nın ‘‘kültür’’ başkentlerinde birer birer ortaya çıkacak emin olun. Dünyanın en büyük hırsızlığının ‘‘utanmazca’’ sergilendiği British Museum'da, parayla dünya tarihinin satın alınarak ‘‘gemişsiz’’ Amerikalıların ‘‘anlayabilenlerine’’ gösterildiği Metropolitan Museum'da bu soygunun en nadide parçalarını görebileceğiz. Christie's gibi, Sotheby's gibi ‘‘çalıntı mal’’ mezatlarının mabetlerinde bu talanın daha az değerli bölümlerinin milyonlarca dolara satıldığını göreceğiz.

Amerika'nın değişik kentlerindeki ‘‘vakıf’’ müzelerinde bile Ortadoğu tarihinin izlerini bulabileceğiz. Bunları bulamayacağınız tek yer Ortadoğu olacak. Farkında mısınız bilmem ama Amerika ve İngiltere, dünya tarihini hızla geri sarıyorlar. Her türlü talana izin verecek bu geri sarışın, çok kanlı sonuçlar doğurmasından korkmaya başladım.

NOT: Irak tarihinin talan edilişini duyurduğum yazıma verdiği tepkiden ötürü Profesör Celal Şengör'e çok teşekkür ederim. Kimsenin umursamadığını sandığınız bir yazının yankılanışını duymak çok güzel.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Türkiye'yi yönetenler Türk halkına karşı gösterdikleri cesareti, uluslararası ilişkilerde de gösterebildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku

Bayramı zehir etmeyin

23 Nisan 2003
<B>SANKİ </B>çevremizde yeterince sorun ve stres yokmuş gibi, AKP de durduk yerde gerilim yaratıyor. Dışişleri Bakanlığı'nın yolladığı genelgenin Türkiye'de <B>‘‘ihtiyaç duyulmayan’’ </B>bir tartışma başlatacağı ortadayken bu genelgeyi büyükelçiliklere yollamak şart mıydı? Bundan kim ne kazanacak?

Daha onun stresi bitmeden 23 Nisan resepsiyonu sıkıntısı.

Bayan Arınç katılacak mı, katılmayacak mı?

Katılmayıverse boyu mu kısalır?

Bireysel özgürlükmüş.

Yetiyorsa gücün, kuralı değiştir.

Yetmiyorsa kurala uy.

Camiye ‘‘mayoyla’’ girmek isteyene de ‘‘bireysel özgürlük’’ diyecek misiniz?

En ‘‘sevimli’’ bayramımızı bile bize zehir edecekler.

Muhalefet resepsiyonu protesto ediyor.

Askerlerden gelen haberler ciddi. Kapıya kadar gelecekler.

Bayan Arınç oradaysa ya dönecekler, ya da Arınçlar'ı pas geçip salona girecekler.

Boşa gerilim.

Bu ülkeyi germeye kimin ne hakkı var. Ne geren kazanıyor, ne gerilen.

Olan millete oluyor.

Yapmayın Allah aşkına.

Adam gibi yönetim şu ülkeyi.

Yeter yahu!

KKTC halkı AB’ye girdi


KIBRIS'ta Türk tarafı ilk kez hamle üstünlüğünü ele geçirdi. Yıllardır ‘‘edilgen’’ taraf gibi görünen KKTC, Güney'e geçişi serbest bırakarak çok iyi bir hamle yaptı. Rum tarafının eli kolu bağlı. Çünkü onlar Kıbrıs'ı tek ülke olarak gördükleri için bunu engelleyemezler.

Engelledikleri anda bölünmeyi kabul etmiş sayılacaklar.

Engellemedikleri takdirde KKTC halkı, Avrupa Birliği içinde serbest dolaşım hakkını elde etmiş olacak.

Bir anlamda KKTC, AB üyesi olamıyor ama KKTC yurttaşları AB üyesi oluyor.

Bu önemli bir hamle.

Sadece Kıbrıs Rumları açısından değil, Avrupa Birliği açısından da sonuçları var ve her ikisini rahatsız edici.

Bu iyi bir hamle ama bir sonuç değil. Bundan sonraki adım da planlanmışsa iyi.

Yoksa orta vadede geri tepebilecek bir silah.

Bayar: İcazeti milletten alırız


TÜRKİYE'de siyasetin içinde olduğu için sevindiğim bir siyasetçi var: Mehmet Ali Bayar. Dışişleri'ndeki düzgün bir kariyerin ardından siyasete atıldı.

Siyaset geleneğinden, parlak bir adam.

Girişinde işe cuma namazıyla başlamasını eleştirmiştim.

Bir daha böyle bir hatası da olmadı.

İşte o Mehmet Ali Bayar'ın adı üç gün önce bir yazımda geçti.

ABD'deki Türk dostu çevrelerin Mehmet Ali Bayar'ın kendileriyle ilişkilerini koparmış olmasından duydukları ‘‘kırgınlığı’’ yazdım.

Bayar hemen aradı. Bir de açıklama gönderdi:

‘‘Türkiye'nin Amerika'daki hangi dostlarına atıfta bulunuyorsun bilmiyorum. Ancak yazından da memnuniyetle gözlemlediğim gibi, gerek Sayın Genel Başkan Mehmet Ağar, gerek ben, gerekse tüm DYP'liler siyaseti herhangi bir yerden icazet alarak değil, sadece milletten, bu ülkenin vefakár insanlarından icazet ve destek alarak yapmayı ilke olarak kabul etmiş insanlarız.’’

Bayar'
ın bu sözlerinin ‘‘doğru’’ olduğunu biliyorum.

Bu ‘‘doğru’’nun DYP'ye ne kazandıracağını ise birlikte göreceğiz.

Bravo Beşiktaş’a


DÜN Pascal Nouma ile ilgili yazımı yazdım ve anneme doğum günü hediyesi almak için bir alışveriş merkezine gittim.

Dolaşırken karşıma Beşiktaş menajeri Sinan Engin çıktı.

Ayaküstü konuştuk.

‘‘Hata yapıyorsunuz’’ dedim, ‘‘Nouma'nın yaptığı Beşiktaş'a yakışmıyor. Korumak Beşiktaş'a zarar verir’’.

‘‘Haklısın’’
dedi ve anlattı:

‘‘Nouma'nın yaptığı hareketi biz kulübeden tam olarak göremedik. Açıkçası ben büyütmeyin derken Nouma'nın tam olarak ne yaptığını bilmiyordum. Bildik deliliklerinden biridir diye düşünüyordum. Rezaleti televizyonda gördüm. Korunacak tarafı yok.’’

‘‘Ne yapacaksınız?’’
diye sordum.

‘‘Başkan çok öfkeli. Artık Beşiktaş'ta oynayamaz. En geç sezon sonu da gider’’ diye yanıtladı.

Ertesi gün, yani dün toplanan Beşiktaş Yönetim Kurulu ‘‘100 yaşındaki’’ bir Beşiktaş'a yakışanı yaptı ve sezon sonunu bile beklemeden Nouma'nın biletini kesti.

Beşiktaş yönetiminin bu kararı, Türkiye'deki tüm spor yöneticilerine ibret olacak bir karardır.

İnönü Stadı'nda skorbordun altında Atatürk'ün ‘‘Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim’’ sözü yazardı.

Hálá yazıyor mu bilmem. Ama o cümlenin Beşiktaş yönetiminin ruhuna kazındığını anladım.

Bravo Beşiktaş'a!..

Helal olsun Serdar Bilgili dostuma.

NOT: Galatasaraylı Volkan'ın sevinme biçimine de epey tepki geldi. Bu vesile ile Galatasaray yönetiminin de futbolcularını sevinç gösterilerinin insanları rahatsız etmeyecek derecede ölçülü olması gerektiği konusunda uyarması gerekiyor.

NOT: Bu yazıyı yazmış bitirmiştim ki, Serdar Bilgili aradı. Nouma hakkındaki kararını maç anında verdiğini, ancak yönetim kurulunun onayını almak için düne kadar beklediğini söyledi. Başkan Bilgili, Teknik Direktör Lucescu'nun da yönetimin kararına büyük saygı duyduğunu iletti.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bozmaya programlanmış beyinler, yapmayı da düşünebildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Adı Sevinç'miş

22 Nisan 2003
<B>NOUMA'</B>nın basın toplantısını gülerek izledim. Yapılan rezilliğe bir kılıf aradılar. En müthiş sözü Sinan Engin söyledi: ‘‘Nouma sevincini gösterdi.’’

Nouma'
nın cinsel organına ‘‘Sevinç’’ adını taktığını bilmiyordum.

Adı ne olursa olsun bunu hepimize göstermek zorunda değildi.

Aslında bu durum bir ilk değil.

Yıllar öncede galiba Fenerbahçeli Bahtiyar şortunu indirip bir bölgesini tribünlere teşhir etmişti.

Ama o zaman buna ‘‘sevinç’’ demek kimsenin aklına gelmemişti.

İşin gırgırı bir yana, Nouma'nın yaptığı gerçekten ayıp. Beşiktaş Başkanı Serdar Bilgili çok sevdiğim bir dostum ve gerçek bir ‘‘centilmendir’’.

Açıkçası onun Nouma'nın bu rezilliğini Beşiktaş'la birleştireceğine hiç ihtimal vermiyorum.

Ve bir okurumun bana yazdığı satırları Sevgili Serdar'a aktarmak istiyorum:

‘‘Hafta sonu eşim, Fenerbahçeli bir arkadaşım, eşi ve 7 yaşındaki çocukları ile Beşiktaş-Fenerbahçe maçını izliyorduk. Bildiğiniz gibi 1. gol oldu ve Pascal Nouma elini şortunun içine, edep yerine soktu. Arkadaşımın 7 yaşındaki çocuğu bunun ne anlama geldiğini sorduğunda yanıt veremedik’’

Okurum arada bunun cezalandırılması için talepte bulunuyor, o bölümü yazmıyorum ama devamı önemli:

‘‘Sinan Engin dün akşam spor programlarına bağlanarak, Fenerbahçe yöneticilerinden özür dileriz, bu konuyu kapatalım, dedi. Sinan Bey gelsin bizim hanımlardan, o rezaleti izleyen milyonlarca kişiden ve bunun ne anlama geldiğini anlamakta zorluk çeken 7 yaşındaki çocuktan özür dilesin.’’

Gerçekten de Nouma'nın yaptığı rezalet Nouma'yı bağlar. 100. yılında şampiyonluğa koşan Beşiktaş'ı değil.

Ama bu rezalete sahip çıkmak ve korumak, işte Beşiktaş'ı asıl zor duruma düşürecek olan budur.

Serdar Bilgili gibi gerçek bir centilmen tarafından yönetilen Beşiktaş gibi kulübün sahip çıkması gereken en son şey Nouma ve onun ‘‘Sevinç’’idir.

Yeni stratejik ortak Kürtler


TÜRKİYE ile yaşadığı hayal kırıklığı ABD'yi bölgede yeni arayışlara yöneltti.

Gerçi Irak'ın ele geçirilmesinden sonra Türkiye'nin bir önem kaybına uğraması zaten kaçınılmazdı ama önem kaybı ile güven kaybı birbirine paralel gelişince Türk-Amerikan ilişkileri çok ciddi biçimde zedelendi.

50 yıldır ABD'nin bölgedeki en güvenilir müttefiki olan Türkiye hakkındaki görüşler hızla değişti.

Amerikan yönetimi Türklerden ‘‘umduğunu bulamadığını’’, buna mukabil Kürtlerde ‘‘umduğundan fazlasını bulduğunu’’ Washington'da yüksek sesle söylüyor.

Tezkerenin Meclis'te reddedildiği güne kadar Amerikan yönetiminin niyeti Irak'ın işgalinde Türkiye'yi destek noktası olarak kullanmak ve gerektiği yerlerde ortak harekát imkánlarını zorlamaktı. Amerikan planında Irak'ın geleceğinde 3 ülkenin söz sahibi olması öngörülüyordu. Bunlardan ikisi İngiltere ve ABD idi. Diğeri ise muhtemelen Türkiye olacaktı. Tezkerenin reddi bu planı suya düşürdü. Ve birdenbire Kuzey Irak'taki Kürtler ne kendilerinin beklediği, ne de Amerika'nın planladığı bir şans yakaladılar. Kürtler bu şansı iyi kullandılar. ABD ile hiç kimsenin yapmayacağı oranda bir işbirliği içine girdiler. Irkdaşlarına değilse de, yurttaşlarına silah doğrulttular. Şimdi öğreniyoruz ki, Washington Barzani ve Talabani'ye bağlı Kürt grupların kendilerine verdiği servisten son derece memnun.Hele hele işgal ettikleri Kerkük ve Musul'da da ABD'nin arzularına dışına çıkmamaları, düne kadar ABD tarafından ‘‘güvenilmez ve başıbozuk’’ bulunan bu grupların değerini arttırdı. ABD bölgede güvenilir yeni bir ‘‘partner’’ bulmanın sevinci içinde. Amerikan yönetimi şimdi Kürtleri ‘‘mükafatlandırmak’’ için formüller arıyor. Bu formüllerin Türkiye'nin pek hoşuna gitmeyeceğini ise herkes biliyor.

İsrailli meslektaşına Gül’den rica


TÜRK-Amerikan ilişkileri tarihinin en bozuk dönemini yaşıyor.

Ben o günleri bilmiyorum ama bilenler 1974'teki büyük krizde bile ilişkilerin bundan daha kötü olmadığını söylüyorlar. En azından bugünkü durumun Türkiye açısından daha kritik olduğu söyleniyor. Türkiye'de bunun farkında ve ilişkileri bozanlar şimdi tamir için uğraşıyorlar..

Fakat ABD'deki kırgınlık çok fazla. ABD'nin bugün dünyada en güvenmediği iki ülkeden biri Türkiye. Bu nedenle de Türkiye krizi aşmak için ABD'de muhatap bulmakta dahi zorlanıyor.

‘‘Şu ilişkileri düzeltelim’’ mesajı vermek için bile ilişki kurulamıyor.

Bu ortamda İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom Türkiye'ye geldi.

Bu ziyaret sırasında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün İsrailli meslektaşından çok önemli bir ricası oldu. Gül, Şalom'dan Türk-Amerikan ilişkilerinin düzeltilmesi için ‘‘yardım’’ talebinde bulundu ve İsrail'in Türk hükümeti ile Amerikan yönetimi arasında arabuluculuk yapmasını istedi.

AKP hükümeti şimdi İsrail ile ilişkileri sıkılaştırmak istiyor.

Çünkü hem ABD kapısını, hem de Irak kapısını bu yolla açacak gibi görünüyor.

İsrail ise gelişmelerden mutlu. İsrail'de bugün en çok konuşulan konu bugünkü İsrail yönetiminin etkin isimlerinin büyük bölümünün Irak kökenli Yahudiler olması.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Kıbrıslı muhalefet partileri, çözümsüzlük konusunda Rumları da Denktaş kadar kusurlu bulacak kadar vatansever olduğunda.
Yazının Devamını Oku