Fatih Altaylı

ABD'deki dostlarımız siyasetimizden umutsuz

21 Nisan 2003
<B>ABD'</B>deki Türk yandaşları bile Türkiye'deki siyasi partilerden umudu kestiler. Geçmişte ABD kongresinde Türkiye'ye büyük destek veren bazı ‘‘etkin’’ kuruluşlar, Türkiye'deki siyasetin son dönemde ‘‘başarısız’’ bir sınav geçirdiğini düşünüyorlar.

AKP tam bir hayal kırıklığı.

İktidar partisi, bu çevrelerde plansız, programsız , gayri ciddi ve güvenilmez bir siyasi oluşum olarak görülüyor.

AKP liderini aralık ayı içinde Başkan Bush'la görüştürmüş olmaktan dolayı büyük bir pişmanlık içindeler.

CHP, bu çevreler için AKP'den daha büyük bir hayal kırıklığı. CHP'nin hiç değilse geçmişinde ‘‘ciddi’’ bir parti olduğunu ama bugün ‘‘ucuz’’ siyaset yaptığını söylüyorlar.

ABD'deki Türk dostu çevreler içinde en fazla prim kaybeden ise Kemal Derviş. Borsa deyimiyle Derviş'in ‘‘taban’’ yaptığını söyleyebiliriz. Bundan böyle Derviş'e ABD'den değil destek, yağmurlu havada su bile gelmeyecek gibi bir intiba var. Derviş'in ‘‘ABD'yi unutalım, AB'ye bakalım’’ tavsiyesini de kendisi hakkında oluşan intibayı hissetmesine bağlıyorlar.

DYP lideri Ağar'ın Türkiye'nin derdine ilaç olmayacağı inancı bu çevrelerde hákim. Ağar'ın yakın çalışma arkadaşı Bayar'a ise aynı çevrelerde bir ‘‘küskünlük’’ var.

Bayar'ın Türkiye'ye geliş ve siyasete giriş biçimi konusunda kendisini uyarmış ve yanlış yaptığını söylemişler. Ancak Bayar dinlememiş. Dinlememek bir yana, bu uyarıdan sonra Amerikalı dostları ile ilişkilerini koparmış. Buna da bozuluyorlar.

Amerika'daki Türk dostları bugün Türkiye'de güvenilecek bir siyasi yapı bulamıyorlar ve Türkiye'de siyasetin henüz yerine oturmadığını düşünüyorlar.

Cem Uzan'a ise ‘‘şimdilik’’ ciddi bir siyasi figür gözüyle bakamıyorlar.

Uluslararası şirketlerle olan finansal ve hukuki sorunlarını halletmeden uluslararası kabul görmesinin mümkün olmamasının yanı sıra şimdiye dek her şeye karşı çıkan adam olarak popülarite kazandığını ama asıl olanın ‘‘ne yapacağını’’ söylemesi olduğunu belirtiyorlar.

Türkiye’nin eliti gündemle müthiş ilgili


BİR akşam yemeği. Masada yaklaşık 30 kişi var. Tamamı üniversite mezunu. Hepsi en az 1 yabancı dil biliyor. İki veya daha fazla yabancı dil konuşanlar çoğunlukta.

Aralarında işi gücü olmayan yok. Büyük bölümü üst düzey yönetici. İçlerinden biri gazeteci.

Gergin bir gün geçirmiş. Kuzey Irak'ta Talabani Kerkük'ü ele geçirmiş. Türkiye'nin kırmızı çizgileri ihlal edilmiş. Ordu teyakkuzda. Dünyanın gözü Türkiye'de. Kuzey Irak'a girmekle girmemek arasında sıkışmış bir durumdayız. Hükümet içinde çalkantılar var. AKP'de her kafadan bir ses çıkıyor.

Gün boyunca bütün bu olayları hazırladığı haberlere yansıtmak ve halkı bilgilendirmek için uğraşmış ve geç saatte de olsa doğum günü kutlamasına katılmış. Masaya oturur oturmaz, gazeteci olduğunu bilenlerden biri soruyor:

‘‘Ebru Gündeş niye boşandı?’’

Gazeteci kem küm ediyor.

Gazeteciden tatmin edici yanıt çıkmayınca masadaki bilenler dedikoduları aktarıyorlar.

Bu konuda toplumsal merak tatmin olunca bir diğeri siyasi içeriği olan bir soruyla bunaltıyor gazeteciyi:

‘‘Tayyip Erdoğan'ın Deniz Akkaya'nın sevgilisi olan danışmanı kim biliyor musunuz?’’

Gazeteci onu da bilmiyor. Tam rezalet.

Bu konu da kapanıyor.

Ve nihayet dünyadaki gelişmelere atlanıyor:

‘‘Uday'ın evinde Bush'un kızlarının fotoğrafları bulunmuş. Nasıl fotoğraflar onlar?’’

Gazeteci anlamıyor. Soruyu soran meseleyi açıyor:

‘‘Çıplak falan mı?’’

Gazetici bildiği bir konu olduğu için rahatlıyor:

‘‘Yok canım giyinik.’’ Soruyu soranın fantezileri yıkılıyor. Bir diğeri sözü Saddam'a getiriyor.

‘‘Saddam'ın sevgilisi varmış. İtalyan mı o?’’

‘‘Galiba’’
diyor gazeteci.

Bir diğeri Saddam'ı eleştiriyor:

‘‘Çok zevksiz adam. O ne paçoz kadın öyle. Ben Saddam olucam, o kadar gücüm ve param olacak...’’

Saddam'
ın yerinde olsa ne yapacağını öğrenmek mümkün olmuyor. Yanında oturan eşinin çimdiğiyle lafı yarım kalıyor. Yaş günü partisi böyle sürüp gidiyor.

Türkiye'nin üst eğitim seviyesinde, üst gelir seviyesindeki genç yurttaşları Türkiye ve dünya ile ilgileniyorlar.

Haberiniz olsun!

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Futbolcuların kalitesinin spor yöneticilerinin ve spor yazarlarının kalitesini aştığını spor yazarları ve spor yöneticileri anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD'deki dostlarımız siyasetimizden umutsuz

21 Nisan 2003
ABD'deki Türk yandaşları bile Türkiye'deki siyasi partilerden umudu kestiler. Geçmişte ABD kongresinde Türkiye'ye büyük destek veren bazı ‘‘etkin’’ kuruluşlar, Türkiye'deki siyasetin son dönemde ‘‘başarısız’’ bir sınav geçirdiğini düşünüyorlar. AKP tam bir hayal kırıklığı. İktidar partisi, bu çevrelerde plansız, programsız , gayri ciddi ve güvenilmez bir siyasi oluşum olarak görülüyor. AKP liderini aralık ayı içinde Başkan Bush'la görüştürmüş olmaktan dolayı büyük bir pişmanlık içindeler. CHP, bu çevreler için AKP'den daha büyük bir hayal kırıklığı. CHP'nin hiç değilse geçmişinde ‘‘ciddi’’ bir parti olduğunu ama bugün ‘‘ucuz’’ siyaset yaptığını söylüyorlar. ABD'deki Türk dostu çevreler içinde en fazla prim kaybeden ise Kemal Derviş. Borsa deyimiyle Derviş'in ‘‘taban’’ yaptığını söyleyebiliriz. Bundan böyle Derviş'e ABD'den değil destek, yağmurlu havada su bile gelmeyecek gibi bir intiba var. Derviş'in ‘‘ABD'yi unutalım, AB'ye bakalım’’ tavsiyesini de kendisi hakkında oluşan intibayı hissetmesine bağlıyorlar. DYP lideri Ağar'ın Türkiye'nin derdine ilaç olmayacağı inancı bu çevrelerde hákim. Ağar'ın yakın çalışma arkadaşı Bayar'a ise aynı çevrelerde bir ‘‘küskünlük’’ var. Bayar'ın Türkiye'ye geliş ve siyasete giriş biçimi konusunda kendisini uyarmış ve yanlış yaptığını söylemişler. Ancak Bayar dinlememiş. Dinlememek bir yana, bu uyarıdan sonra Amerikalı dostları ile ilişkilerini koparmış. Buna da bozuluyorlar. Amerika'daki Türk dostları bugün Türkiye'de güvenilecek bir siyasi yapı bulamıyorlar ve Türkiye'de siyasetin henüz yerine oturmadığını düşünüyorlar. Cem Uzan'a ise ‘‘şimdilik’’ ciddi bir siyasi figür gözüyle bakamıyorlar. Uluslararası şirketlerle olan finansal ve hukuki sorunlarını halletmeden uluslararası kabul görmesinin mümkün olmamasının yanı sıra şimdiye dek her şeye karşı çıkan adam olarak popülarite kazandığını ama asıl olanın ‘‘ne yapacağını’’ söylemesi olduğunu belirtiyorlar.Türkiye’nin eliti gündemle müthiş ilgiliBİR akşam yemeği. Masada yaklaşık 30 kişi var. Tamamı üniversite mezunu. Hepsi en az 1 yabancı dil biliyor. İki veya daha fazla yabancı dil konuşanlar çoğunlukta. Aralarında işi gücü olmayan yok. Büyük bölümü üst düzey yönetici. İçlerinden biri gazeteci. Gergin bir gün geçirmiş. Kuzey Irak'ta Talabani Kerkük'ü ele geçirmiş. Türkiye'nin kırmızı çizgileri ihlal edilmiş. Ordu teyakkuzda. Dünyanın gözü Türkiye'de. Kuzey Irak'a girmekle girmemek arasında sıkışmış bir durumdayız. Hükümet içinde çalkantılar var. AKP'de her kafadan bir ses çıkıyor. Gün boyunca bütün bu olayları hazırladığı haberlere yansıtmak ve halkı bilgilendirmek için uğraşmış ve geç saatte de olsa doğum günü kutlamasına katılmış. Masaya oturur oturmaz, gazeteci olduğunu bilenlerden biri soruyor: ‘‘Ebru Gündeş niye boşandı?’’Gazeteci kem küm ediyor. Gazeteciden tatmin edici yanıt çıkmayınca masadaki bilenler dedikoduları aktarıyorlar.Bu konuda toplumsal merak tatmin olunca bir diğeri siyasi içeriği olan bir soruyla bunaltıyor gazeteciyi:‘‘Tayyip Erdoğan'ın Deniz Akkaya'nın sevgilisi olan danışmanı kim biliyor musunuz?’’Gazeteci onu da bilmiyor. Tam rezalet. Bu konu da kapanıyor. Ve nihayet dünyadaki gelişmelere atlanıyor: ‘‘Uday'ın evinde Bush'un kızlarının fotoğrafları bulunmuş. Nasıl fotoğraflar onlar?’’Gazeteci anlamıyor. Soruyu soran meseleyi açıyor: ‘‘Çıplak falan mı?’’Gazetici bildiği bir konu olduğu için rahatlıyor:‘‘Yok canım giyinik.’’ Soruyu soranın fantezileri yıkılıyor. Bir diğeri sözü Saddam'a getiriyor. ‘‘Saddam'ın sevgilisi varmış. İtalyan mı o?’’‘‘Galiba’’ diyor gazeteci. Bir diğeri Saddam'ı eleştiriyor: ‘‘Çok zevksiz adam. O ne paçoz kadın öyle. Ben Saddam olucam, o kadar gücüm ve param olacak...’’ Saddam'ın yerinde olsa ne yapacağını öğrenmek mümkün olmuyor. Yanında oturan eşinin çimdiğiyle lafı yarım kalıyor. Yaş günü partisi böyle sürüp gidiyor. Türkiye'nin üst eğitim seviyesinde, üst gelir seviyesindeki genç yurttaşları Türkiye ve dünya ile ilgileniyorlar. Haberiniz olsun!NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Futbolcuların kalitesinin spor yöneticilerinin ve spor yazarlarının kalitesini aştığını spor yazarları ve spor yöneticileri anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Iraklı Tatlıses dinler Madonna değil

18 Nisan 2003
<B>IRAK'</B>ın yeniden imarında Türk firmaları yer almayacakmış. Türk firmalarının taşeron olarak bile işleri almalarına Amerika izin vermeyecekmiş. Türkiye Irak'a çöp bile satamayacakmış.

Bu iddialar dün bazı gazetelerde ve köşelerde yer aldı.

Doğrudur. Bugün için durum bu olabilir.

Hatta bir süre için de durum bu olabilir. Ama bu durum kalıcı bir durum değildir. Çünkü Irak ne Amerika'nın, ne İngiltere'nin komşusudur.

Irak bizim burnumuzun dibindedir ve yıllardır Türk pazarı ile içli dışlıdır.

Irak bize daha yakındır.

Savaştan önce Irak'ta bindiğim taksinin şoförü Türk olduğumu öğrenince hemen bir İbrahim Tatlıses kasedi taktı teybe ve söylemeye başladı.

Ve şöyle dedi:

‘‘Saddam Hüseyin miting yapsa ve emirle adam toplasa 1 milyon kişi gider. İbrahim Tatlıses Bağdat'ta konser verse 2 milyon kişi gider.’’

Laleli'de iş yapan bir arkadaşım ise ‘‘Eskiden buraları Ruslar değil, Iraklılar ayakta tutardı. Savaş bitsin burası Iraklıdan geçilmez’’ demişti.

Iraklı bir bakan ise her Irak vatandaşının hayalinin İstanbul'da bir tatil olduğunu anlatmıştı.

Bu kültürel yakınlığı ve bunun yansımalarını Amerika'nın engellemesi mümkün değil.

Amerika Birleşik Devletleri eğer söylediği gibi Irak'a demokrasi ve özgürlük getirecekse, Irak'ın Türkiye ile ilişkilerini engelleyemez.

Kimse merak etmesin, ABD bir süre Irak'ın Türkiye ile ilişkilerini kontrolünde tutmak isteyecektir.

Ama bu uzun süreli olmaz.

Kimse kaygılanmasın.

Başarıyı kriter yapmayan başarılı olamaz

BÜTÜN dünya sivil havacılık sektörü krizde. Dev firmalar birbiri ardına batıyorlar. Kár etmek bir yana, en az zarar eden ve ayakta kalabilen başarılı sayılıyor.

Böyle bir ortamda bir firma öyle yönetiliyor ki, herkes batarken o kár ediyor. Herkes küçülürken, o büyüme planları yapıyor.

Açıkçası benim bir havayolu firmam olsa, yukarda söz ettiğim firmanın yöneticilerini kaç paraysa kaç para verir transfer eder, batmaktan kurtulurdum.

Eminim ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da kendi ait bir havayolu firması olsa öyle yapardı.

Yani o firmanın başındakileri kendi firmasına transfer ederdi.

Fakat Recep Tayyip Erdoğan'ın bir havayolu firması yoktu. Ama devlete ait bir havayolu firması vardı ve yukarda anlattığım örnek o firmaydı.

Yani krizlere dayanmış, müthiş bir yönetime sahipti.

Erdoğan başka bir firmada olsalar transfer edilmesi gereken yönetimi görevden aldı ve yerine bu sektörde deneyimi olmayan kişileri getirdi.

Başbakanımız benden duymuş olmasın ama eğer bir ülkeyi yönetirken, kendi işimizi yönettiğimiz zamanki kadar ve hatta ondan daha hassas davranmıyorsak başarılı olmamız mümkün değildir.

Suçladığı medyanın başarılı bir iktidarı uzun süre başarısız, başarısız bir iktidarı da uzun süre başarılı göstermesi de aynı oranda imkánsızdır.

Bu kadar faiz nasıl olur?

BANKALAR Cumhuriyeti Türkiye'de istediğiniz yasayı çıkarın bankaları durduramıyorsunuz.

Kredi mağdurları için çıkarılan yasayı uygulamamak için vatandaşa türlü zorluk çıkarmaktan çekinmediler.

Bugün git yarın gel, öyle olmaz böyle olur, henüz daha bilgi gelmedi, bize ulaşan resmi bir yazı yok gibi bahanelerin ardından uygulamanın son günlerine kadar geldiler.

Ve rezalet sürüyor.

Tüketici Hakları Derneği Gaziantep Şubesi'nin gönderdiği bir ödeme emri var elimde.

Komedi filmine konu etseniz, bu kadar saçmalığın komedisi mi olur diye kimse gülmez.

Bir vatandaşımızın bankaya borcu var.

Ödeme emrinin ‘‘Asıl alacak’’ kısmında bu borcun miktarı yazıyor.

Borç tamı tamına 1 lira.

Evet yanlış okumadınız 1 Türk Lirası. Belli ki unutulmuş, belli ki küsurat olduğu için atlanmış.

Banka şimdi bu yurttaştan 172 milyon 197 bin 980 lira faiz istiyor.

1 liraya karşılık kendisine gönderilen ödeme emri 180 milyon 807 bin 803 TL.

Bu yapılana bankacılık diyorlar.

Bunu bankacılık zannettikleri için de hem batıyorlar, hem de ülkeyi batırıyorlar.

Bugün bankalar hálá sistemde güçlü ama uzunca bir süre sonra bugünlerin tarihi yazılırken, Türkiye'yi bu müthiş çöküntüye bankaların götürdüğü yazılacak.

Ama ne yazık ki, o gün bir tek Türk bankası dahi kalmamış olacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Zorla güzellik olmayacağını bilenler, zorla çirkinlik yapmaya çalışmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

PKK'yı destekleyen Suriye değil miydi?

17 Nisan 2003
<B>AMERİKA </B>Birleşik Devletleri'nin Suriye'yi <B>‘‘terörist devlet’’ </B>olmakla suçlamasının ardından Türkiye'de birdenbire bir <B>‘‘Suriye taraftarlığı’’ </B>gelişmeye başladı. Aynen birkaç haftadan beri ‘‘Saddamcı’’ olduğumuz gibi.

Saddam'ın Türkiye'ye doğrudan bir zararı olmadığı ve Türkiye'nin zararının Saddam yönetimi nedeniyle Irak'ın içine düşürüldüğü durumla ilgili olduğunu düşünürsek Saddamcılığın kabul edilebilir bir tarafı olabilir.

Zekice bir tavır olmamakla birlikte, bir tavırdır.

Fakat bu ani gelişen ‘‘Suriyeciliğin’’ anlaşılabilir tarafı yoktur.

Çok değil, bundan 4-5 yıl öncesine dönersek, Türkiye'nin Suriye'ye ‘‘savaş ilan etme’’ noktasından döndüğünü hatırlayabiliriz. Bu sayede Suriye yıllardır barındırdığı Apo'yu ülkeden çıkartmış ve Apo'nun İmralı'yı boylamasıyla sonuçlanan süreç başlamıştı.

Ancak balık, hatta bitki hafızasına sahip bir toplum olduğumuz için hatırlayamıyoruz.

Oysa Türk milletinin son 15 yıl boyunca en çok nefret ettiği ülke Suriye'ydi.

Bu nefret sebepsiz değildi.

Suriye, Türkiye'nin 30 bin insanını ve yüz milyarlarca dolarını yitirmesine neden olan PKK terörüne destek veriyor, terörün elebaşısı Abdullah Öcalan'ı barındırıyor, besliyor ve hatta yönetiyordu.

Benim Abdullah Öcalan ile Lübnan'da yaptığım görüşmede bile yanında Suriye Muhaberatı'ndan bir ajan vardı.

Özetlemek gerekirse, bugün Türkiye'nin dış borcunun bu kadar yüksek, Güneydoğu'da zorunlu olarak yaptığı harekátlar nedeniyle Avrupa ile ilişkileri bozuk, terörle mücadelenin gölgesi nedeniyle insan hakları sicili kirliyse, bunun en önemli müsebbibi Suriye.

Hal böyleyken ve bunu Türk vatandaşlarının tamamı biliyorken, şimdi aniden Suriyeci olmaya hazırlanıyoruz.

Neden?

Çünkü ABD Suriye'yi suçluyor ve teröre destek olmakla itham ediyor.

Türkiye'de ne yazık ki, şöyle bir hava gelişmeye başladı.

‘‘Amerika'nın düşmanı dostumuzdur.’’

Kimse demiyor ki: ‘‘Bu Amerika Türkiye'nin çevresindeki pislikleri temizliyor.’’ Tam aksine kahrolsun Amerika.

Dua edelim de, Amerika Abdullah Öcalan'ın tehlikeli bir terörist olduğunu söylemesin.

Bu kafalar, o zaman da Öcalan'ı Türkiye'ye başbakan yapmaya kalkarlar.

Kafaları kumdan çıkarma zirvesi gerek


TEZKERE Meclis'ten döndükten ve Türk-Amerikan ilişkileri büyük zarar gördüğünden beri Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ortalarda görünmüyor. Savaş karşıtı söyleminden ve uluslararası hukuka uygunluk talebinden de artık söz etmiyor. Türkiye tarihinin en ‘‘zorlu’’ dönemlerinden birinden geçerken Sayın Sezer kendini ‘‘Köşk'e’’ hapsetti.

Öyle ki, bir süredir filesini alıp ‘‘markete’’ bile gitmiyor.

Devlet yönetme deneyimsizliği nedeniyle böyle davranıyor olabilir. Bilemem.

Ancak böyle davranma hakkına sahip değil. Cumhurbaşkanı'nın acilen yapması gereken bir ‘‘zirve’’ toplamak. İktidar ve muhalefet liderlerinin, MGK'nın sivil ve asker üyelerinin, MİT müsteşarının katılacağı bir zirve. Bu zirvede gelişmeler, kısa ve uzun vadeli sonuçlar masaya yatırılmalı ve bölgede kalıcı etkisi olacak gelişmelere karşı Türkiye'nin alacağı tavır enine boyuna tartışılmalı. Kafamızı kuma gömerek, sorunlardan ve tehlikelerden uzak kalamayız. Tam aksine kumun dışında kalan yerlerimize yönelik tehditleri göremeyeceğimiz için, ağır yara alabiliriz.

Kıbrıslı Rumlar büyükelçilik açmak isterse!


TÜRKİYE Avrupa Birliği'ne adayken, Avrupa ile bağı bile olmayan ülkeler dün Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda son adımı attılar. Bu ‘‘acı’’ tabloda Türkiye'nin önemli bir de hassasiyeti vardı.

Kıbrıs Rum Kesimi dediğimiz ülke de bu adımı atanlar arasındaydı. Törenin bir bölümüne Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de katıldı. Kendimizce bir protesto yaptık ve Rum Kesimi'nin ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olarak imza atması sırasında Dışişleri Bakanımız o salonda bulunmadı.

Türkler için hoş ama boş bir tavır.

Çünkü sonucu değiştirmiyor. Kıbrıs, biz Rum Kesimi desek de, 1 Mayıs 2004'ten itibaren Avrupa Birliği üyesi olacak. Yani bizim tanımadığımız Kıbrıslı Rumlar, 2 Mayıs 2004 günü Ankara'ya gelip ‘‘büyükelçilik’’ açma talebinde bulunabilirler.

Türkiye ile iş yapma, Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye'ye gümrüksüz ihracat yapma, Türkiye'ye gelip tatil yapma haklarını kullanmak isteyebilirler.

Böyle bir durumda Dışişleri Bakanımız salondan çıkarak veya toplantıya katılmayarak sorunu çözemez ve bu gelişmeyi engelleyemeyiz. Ya da Avrupa Birliği hayallerimizi unutur ve AB adaylığından çekiliriz. Bugünkü şartlarda bunun görünen başka çözümü yok.

Veya 1 Mayıs 2004'e kadar Kıbrıs sorununu çözeriz. Tabii bu çözümün şartlarının Kıbrıslı Türkler için her geçen gün ağırlaştığını da kabul ederek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Görme özürlülerin sorunlarla karşılaşmadığını zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Hani yatırımın önündeki bürokrasi kalkacaktı?

16 Nisan 2003
<B>GEREK </B>Başbakan, gerekse dün yurtdışından dönen Devlet Bakanı <B>Babacan,</B> Türkiye'de yatırımı kolaylaştıracak önlemler alınacağından dem vurdular. Bu sözler bana hiç yabancı değil.

Türkiye'de iktidar adayı ve iktidar olan herkes bu sözleri etti.

Fakat hiçbiri bu sözleri gerçekleştirmedi.

Açıkçası ben Başbakan Tayyip Erdoğan'dan bu konuda son derece umutluydum.

Çünkü seçimlerden önce özellikle yabancı yatırımcıların işlerini yokuşa sürmeyeceklerini, işlemleri azaltacaklarını ve bunu bir masa etrafında toplayıp, bir günde bitirilebilecek hale getireceklerini söylemişti.

Yabancı sermayeyi çekmeyi beceren ülkelerde olduğu gibi istim arkadan gelse bile yatırım yapılacak bir ortam sağlanacaktı.

Bu önemliydi, çünkü Türkiye'deki bürokrasi yatırımların önündeki en büyük engeldi.

Yerli yabancı ayırt edilmeksizin herkese büyük zorluklar çıkartılıyordu. Zaten hassas olan yabancı sermaye bu yüzden gelmiyor, gelen geldiğine pişman oluyor, fırsatını bulansa ilk fırsatta kaçıyordu. Bu bugüne kadar yapılmamıştı ama AKP iktidarı yapar diye umuyordum.

Çünkü Erdoğan ‘‘piyasa’’ dilini anlar gibi duruyordu ve elinde bunu yapacak iktidar gücü vardı.

Allah var, adamlar gelir gelmez zor bir gündemle karşılaştılar ama zor bir dönemden geçiliyor diye Türkiye'nin ‘‘rutin’’ meselelerini de görmezden gelmeye hakları yok.

Yatırımların önünü açmanın savaşla mavaşla bir ilgisi yok.

Tam aksine savaş sonrası oluşacak ortam Türkiye açısından çok olumlu.

Yanı başımızda çivi bile üretemeyen ama yeniden imar edilecek bir Irak ve bunun yarattığı birkaç yüz milyar dolarlık bir pazar var.

Bu pazarın kısa vadede asıl pay sahibi olamasak bile coğrafi yakınlık nedeniyle ‘‘taşeronu’’ ve ‘‘tedarikçisi’’ olmamız kaçınılmaz.

Bu bile Türkiye'yi yatırım için cazip hale getirecek bir unsur.

Ama yatırımcının önü açılmazsa bu şans da uçup gidecek.

Yabancı bir yatırımcı Irak pazarına yakın olmak için Türkiye'ye yatırım yapmaya karar verse, o yatırımın izni çıkıp, yatırım gerçekleşme aşamasına gelinceye kadar Irak'ın imarı biter, şansı var ise yapılanlar eskiyeceği için ikinci kez imarına yetişir. Kim bilir belki ona bile yetişemez.

Abartı gibi duruyor ama değil.

Durum tam bu.

Bu nedenle Tayyip Erdoğan özellikle yabancı sermayenin önünü açacak ‘‘işlem masasını’’ bir an önce hayata geçirmek zorunda.

Cumhurbaşkanı devleti mi temsil eder, kendini mi?


TEZKERE krizlerinin başgösterdiği ilk günden beri Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'i izliyorum.

Tutarlı bir biçimde Türkiye'nin ABD'nin taleplerine ‘‘Evet’’ dememesini istiyor.

Son derece net bir şekilde Amerikan karşıtı bir tavır izliyor.

Ve yanı başımızdaki gelişmelerin Türkiye'ye olan etkileriyle değil, yapılan işin uluslararası hukuka uygun olup olmadığıyla ilgileniyor..

Sıradan bir vatandaşın, bir sivil toplum örgütü başkanı veya yöneticisinin, uluslararası bir hukuk kurumunun veya kurulunun başkanının, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin böyle bir tavır sergileme hakkı vardır elbet.

Ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın böyle bir hakkı olduğunu düşünmüyorum.

Elbette ki, Cumhurbaşkanı'nın haklarını ve görevlerini söyleyecek halim yok.

Bunlar zaten Anayasa'da yazıyor.

Ve benim okuyabildiğim kadarıyla ‘‘Türkiye'nin iç ve dış politikasını tayin etmek’’ diye bir yetkisi ve görevi yok.

Ancak Cumhurbaşkanımız, tek başına, Türkiye'nin politikasını tayin edebiliyor.

Haklı ve haksız olması önemli değil.

Önemli olan yetkisi dışında hareket etmesi.

Türkiye'nin siyasi kararlarını Meclis alır.

Cumhurbaşkanının bunu bir kez veto etme ve bir de Anayasa'ya aykırılık açısından Anayasa Mahkemesi'ne gönderme hakkı bulunuyor.

‘‘Ben böyle düşünmüyorum. Engellerim’’ deme hakkına, düşüncesi çok doğru bile olsa sahip değil.

Sorumsuz bir mevkide otururken, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili önemli kararlarda ‘‘kafasına göre’’ hareket etme hakkına hiç sahip değil.

Üstelik de, hukuk adamı olma dışında hiçbir devlet yönetme ve uluslararası ilişkiler deneyimine sahip değilken, kritik dönemeçlerde direksiyona asılması ‘‘yasal’’ da değil.

Hele hele zorla yönelttiği istikamette çarpılacak bir duvarın faturasını ödemeyecek, tam aksine araçta yokmuş gibi davranabilecekken.

Cumhurbaşkanı devleti temsil eder. Kendini devlet zannetmez.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Sorumsuzluğun aslında en büyük sorumluluk olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak'a girelim diyen tek kişi

15 Nisan 2003
<B>GEÇEN </B>hafta Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilgili <B>‘‘kırmızı’’ </B>çizgilerinin <B>‘‘pembeleştiğini’’ </B>yazdım. Kimileri yazıyı fazla cüretkár buldular.

Kimileri ise ‘‘yerine oturduğunu’’ düşündüler.

Benim yazı cüretkár da olsa, yerine otursa da, ortaya çıkan somut gerçek, Türkiye'nin ‘‘bölgesel güç’’ olma özelliğini kaybetmeye başladığıdır.

Geçen haftanın gergin günlerinde Ankara'da bir zirve toplandı.

Kuzey Irak'ta meydana gelen gelişmeler üzerine ne yapacağız zirvesi.

Zirvede siyasetçiler ve bürokratlar bir araya geldiler.

Zirve aslında tek bir soruya cevap aramak için toplanmıştı: Kuzey Irak'a girelim mi, girmeyelim mi?

Herkes fikrini söyledi.

Askerler, ‘‘Eğer girilmesi yönünde bir karar alınırsa biz bölgede her türlü operasyonu yürütecek durumdayız. Hiçbir şeyden çekinmeyiz. Hiçbir eksiğimiz yok’’ dediler ve kararı siyasi otoriteye bıraktılar.

Zirvede ‘‘Kuzey Irak'a girmeliyiz’’ diyen bir tek kişi çıktı.

Toplantıya katılan Dışişleri'nin üst düzey bir bürokratı ‘‘Kuzey Irak'a mutlaka girmeliyiz. Bir saat sonra çıkacak bile olsak girmeliyiz’’ dedi.

Herkes şaşırdı. Çünkü Dışişleri'nden böyle çıkış beklenmiyordu.

Dışişleri'nin gerekçesi ise hayli mantıklıydı:

‘‘Eğer bir hamle yapmazsak inandırıcılığımız biter. Türkiye'nin yıllardan beri altını çizdiği ve kendince çok önemli gördüğü bir konuda geri adım atması Türkiye'nin kendine güvensizliği olarak algılanır. Bu çok önemli bir tavizdir ve arkası gelir.’’

Belki kelimesi kelimesine bunlar konuşulmadı ama ana fikir buydu.

Türkiye'nin caydırıcılığını göstermesi ve hamle üstünlüğünü kazanması gerektiği düşünülüyordu.

Ancak bu fikir toplantı sırasında itibar görmedi ve ‘‘Amerika'nın gerekeni yapacağına inanıyoruz’’ denildi.

Dileyelim ki, Amerika'nın bundan sonra bölgede yapacağı her şey, bizim çıkarlarımıza uygun olsun.

Bu düzeydekilerle spor yazılmaz


HINCAL Uluç futbol yazmıyor olmamı köşesinde eleştirmiş.Cuma akşamı karşılaştığımız zaman da yüzüme söyledi.

‘‘Hata ediyorsun. Ortalığı seviyesiz adamlara bırakıyorsun’’ dedi. Haklıydı ama ben de haklıydım.

Türkiye'de sporun ve spor yazarlarının içine düştüğü ortamda spor yazmak içimden gelmiyor.

Çünkü bir spor yazısı yazıyorsun, fikirsiz, düzeysiz, sahtekár, yanardöner ve kılıksız ‘‘görgüsüzlerin’’ malzemesi oluyorsun. Açıkçası ben kendimi ‘‘o’’ düzeyin adamı olarak görmüyorum.

Ama yazınca ister istemez ‘‘atlıyorlar’’ ve düzeysiz bir ortamda ‘‘muhatap’’ olmak zorunda kalıyorsunuz.

Bu yüzden de yazmıyorum.

Ama meydanı boş bulduklarını da zannetmesinler. Kafam çok bozulursa o tiplere ya da tipsizlere haddini bildirmeyi de bilirim.

Kimse merak etmesin.

Sen de merak etme Hıncal Abi.

NOT: Bu yazıyı pazar günü yazmıştım. Aynı akşam Telegol programında yaşanan rezaletlerin bir bölümünü izledim. Midem bulanınca kapattım. Bu programda daha önce de böyle rezaletler oldu. Birbirlerine galiz küfürler bile ettiklerini duydum. Bu rezaletin spor programı adı altında yayınlanıyor olmasına RTÜK nasıl sessiz kalıyor anlamıyorum. Muzır neşriyat kapsamında gece yarısından sonra yayınlandığı için mi?

Paraları alıyoruz


KIRK kere yazdık hálá anlamayanlar var. Kürşad Tüzmen'in Irak'a yaptığı gezide yapılan iş bağlantılarının güme gittiğini hálá yazıp hálá söyleyen ‘‘cühela’’ laf anlamamakta direniyor. Bir kez daha yazıyorum, Türk firmaları o gezide yapılan anlaşmalardan gerçekleşen bölümlerin parasını alıyorlar.

Bu anlaşmalar Birleşmiş Milletler garantisinde.

Irak'ın şu anda BM'de 21 milyar doları var ve bu paralar o fondan ödeniyor. Geçen hafta bile ödeme yapıldı. Ayrıca da devletlerin devamlılığı prensibi diye bir şey var.

Yani oradaki borçlar Irak'ın borcu ve savaş sonrasında da ödenecek.

Aynı Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödediği gibi.

Anlamamakta direnenler acaba anladı mı?

Bankacılık yasasında bir önemli ayıp


GEÇTİĞİMİZ günlerde bir banka genç ve başarılı bir çalışanını genel müdürlüğe terfi ettirdi. 15 yıllık bankacıydı ve bu makamı hakkıyla elde etmişti. Yıllarca çalışmış, dünyanın önemli bankacılık merkezlerindeki bankalarda bile genel müdürlük yapmıştı. Atama yapıldı ancak bu bankacı genel müdür olamadı.

Çünkü yeni Bankalar Kanunu'na göre bu başarılı bankacının genel müdür olması imkánsızdı.

Kanuna göre banka genel müdürü olabilmek için üniversitelerin işletme ya da iktisat bölümlerinden mezun olmak gerekiyordu.

Eğer hasbelkader bu bölümlerden mezunsanız ve kanunda öngörülen süre herhangi bir şirkette muhasebecilik yaptıysanız bile banka genel müdürü olabiliyordunuz. Aksi takdirde genel müdür olmanızın önü kapalıydı.

Genç bankacının eğitimi buna uygun değildi. Dünyanın her yerinde banka genel müdürlüğü yapabilirdi. Çünkü pırıl pırıl bir özgeçmişi vardı ve bankacılık alanında başarılarla doluydu.

Ama Türkiye'de yapamazdı.

Oysa işletme veya iktisat mezunu olsaydı, herhangi bir BİT'in muhasebe müdürlüğünden Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü'ne bile geçebilirdi.

Bu saçmalığa izin veren ise Bankacılık Kanunu ve ilgili yönetmeliklerdi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yükseldikçe komplekslerimizi aşağıda bıraktığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Irak'a medeniyet getirirken medeniyeti yok ettiler

14 Nisan 2003
<B>BAĞDAT'</B>ta ve Irak'ın genelindeki yağma görüntüleri <B>‘‘korkunç’’</B>. Dükkánlar, evler eski yöneticilerin sarayları, Saddam Ailesi'nin malları yağmalanıyor.Saddam'ın sarayındaki yarış atlarını bile yular takıp koştura koştura ‘‘götürdüler’’.

Musul'da yağmalanan yerler arasında Merkez Bankası da vardı.

Çuvallarla para yerlere saçıldı, bir o kadarı da götürüldü.

Ancak bu yağmanın beni üzen tek bölümü Bağdat'ta gerçekleşti.

Mezopotamya'nın 7 bin yılı aşan geçmişinden kalan ‘‘cansız’’ tanıklarının en önemlilerini barındıran bir müze vardı Bağdat'ta: Irak Ulusal Müzesi.

Ortadoğu kültür mirasının bu en önemli ‘‘barınağı’’ 2 gün içinde talan edildi.

Aralarında eşşiz sanat başyapıtlarının da bulunduğu 170 bin tarihi eser müzeden alınıp götürüldü.

Irak'ta yapılan 10 bini aşkın kazıdan çıkarılmış, kimi sergilenen kimi depolarda bekleyen eserlerin kimin tarafından alındığı ve nereye götürüldüğü belli değil.

Yok edilenler arasında en eskisi 5000, en yenisi 2000 yıllık seramik çanaklar, yazılı tabletler, fildişi tanrı heykelleri, bilinen ilk geometri çalışmalarını içeren tabletler, bakır ayakkabılar, savaş arabalarından kalan parçalar var.

Müzenin en değerli parçaları arasında yer alan 5500 yıllık som altından yapılma bir harp, Sümerlerin büyük kentlerinden biri olan Uruk'ta bulunmuş aynı döneme ait bir kadın başı heykeli, 4000 yıl önce yapılmış altın takılar da yağmalanan eserler arasında.

Amerikalı askerler bir ara yağmayı engellemek için gelmişler ancak müzeyi koruma altına alan Abrams tankının çekilmesinin hemen ardından yağma yine başlamış.

Şu anda müzenin durumu feci.

Sadece müzedekiler değil, müzeden alınarak Saddam'ın saraylarını dekore etmek üzere götürülen tarihi eserler de sırra kadem basmış.

Yağmalanan her şeyi belki yerine koymak mümkün olacak ama bu eşsiz eserleri yerine koymak güç.

Bush Irak'a saldırmadan önce ‘‘O ülkeye medeniyet getireceğiz’’ dediğinde As Sahaf ‘‘Bush'un ataları mağaralarda yaşarken bu ülkede medeniyet vardı’’ diyerek çok güzel bir yanıt vermişti.

Ama savaşı Bush kazandı.

Artık Irak'ta ‘‘o’’ medeniyet yok.

Arka sayfa güzeli Cumhuriyet icadıdır


CUMHURİYET Gazetesi'nin arka sayfasına ‘‘güzel kadın’’ fotoğrafı koymaya başlaması birkaç hafta önce Türk basınına konu oldu.

Herkes ‘‘şaşkın’’ bir halde, ‘‘Cumhuriyet de arka sayfada kadın unsurunu kullanmaya başladı’’ diye duyurdu haberi.

Bunun üzerine felsefi yorumlar bile yapıldı.

Oysa Türk basınında güzel kadının ne olduğu bilinmezken, Cumhuriyet Gazetesi arka sayfasında güzel ve estetik kadın fotoğrafı kullanırdı.

Bunu nedense hiç kimse hatırlamadı.

1980'li yıllarda Cumhuriyet Gazetesi'nin arka sayfasında her pazar günü mutlaka son derece şık ve güzel bir kadın fotoğrafı yer alırdı.

Altında ise şimdiki güzel kadın fotoğraflarının altında olduğu gibi uydurma bir fotoğrafaltı değil, Necla Seyhun Hanımefendi'nin o hafta için kaleme aldığı ‘‘moda yazısı’’ yer alırdı.

Üstelik de bu yazılar ‘‘gerçek’’ moda yazıları olurdu.

Şimdiki gibi ‘‘şıklığın’’ ne olduğundan bihaber ‘‘burjuva’’ havası basan ama ‘‘şalvara’’ daha yakın duran ‘‘magazin zırtapozları’’ tarafından yazılmış ‘‘hanzo’’ kıyafet değerlendirmeleri değildi o yazılar.

Şimdilerde Necla Seyhun'un o müthiş moda yazılarını bulmak mümkün değil. Bırakın gazeteleri, moda dergilerinde bile o kalitede yazılar yok.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Mesleki kıskançlıklar ülkenin sorunlarından daha önemli hale gelmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Bir büyükelçiden tarihi benzetme

12 Nisan 2003
TÜRKİYE yönetilmiyor. Dünyanın son yıllarda yaşadığı bu en büyük krizde, fırtına bölgesinde kalan Türkiye, fırtınaya ‘‘dümencisiz’’ yakalandı. Devlet katında ne yaptığını bilen bir tek kişi bile yok.Konum itibarıyla biraz Abdullah Gül ‘‘güven’’ veriyor ama o güven de ayaz gecede gökteki bir yıldızla ısınmaya çalışmak gibi. İşin vahimi bu durum dışardan daha da kötü görünüyor. Batılı bir ülkenin Ankara Büyükelçisi'nin önceki akşam bir yemekte söylediği cümle bu durumu çok iyi özetliyor. Büyükelçi ‘‘Türkiye Osmanlı'nın son günlerinde bile bu kadar dağınık bir görüntü vermiyordu’’ diyor. Gerçekten de görüntü bu. Ancak bu kısa cümle sadece bir tesbiti içermiyor. Bu aynı zamanda bir ‘‘farkındalığın’’ ve bir de ‘‘tehlikenin’’ habercisi. Türkiye'nin zor durumunun herkes farkında.Yani konjonktür daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi 1. Dünya Savaşı dönemini anımsatan emarelerle dolu. Yani Türkiye 1. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı dayatmaları tekrar yaşayabilir. Ve ortalıkta buna karşı koyacak bilgi ve yetenekte bir ‘‘Mustafa Kemal’’ de görünmüyor.Kıyat'ın kulağı çekilmiş midir?EMEKLİ Amiral Atilla Kıyat, televizyonlarda ‘‘görüş bildiren’’ emekli askerlere bindirdi. ‘‘Türk ordusunu zor duruma düşürmüşler’’ dedi ve ekledi: ‘‘Genelkurmay kulaklarını çekti.’’ Kıyat'a göre bu emekli askerleri izleyenler onların ortaya koyduğu düşüncelerin Türk ordusunun düşünceleri olduğunu zannediyormuş ve abuk sabuk konuşmaları Türk ordusunun prestij kaybına neden olmuş. Oysa kimsenin kimseyi zor duruma düşürdüğü, ya da ordumuzun prestij kaybına uğradığı falan yok. Çünkü herkes biliyor ki, bu askerler ordunun sözcüsü değil. Kendi askeri bilgileri çerçevesinde birtakım değerlendirmeler yapıyorlar. Zaten Genelkurmay da işin başından beri bu paşalarla bir ilgisi olmadığını net bir biçimde ‘‘hissettirmiş’’. Genelkurmay'la hálá ilgisi olanlar zaten ekranlardan uzak durmayı tercih etmişler. Ayrıca da eğer emekli paşaların ‘‘ekranlarda’’ konuşmaları bir ayıpsa ve Genelkurmay'a prestij kaybettiriyorsa, burada hiçbir paşa Atilla Kıyat kadar prestij kaybettirmemiştir. Bir dönem NTV ekranında yaptığı programda söylediği sözlerin ordu içinde ne büyük tepki aldığını, Kıbrıs'la ilgili Türkiye'nin devlet politikasıyla 180 derece ters düşen açıklamalarına ne diyecek Kıyat? Onlar da kamuoyunda ‘‘Genelkurmay'ın fikri’’ olarak algılanmış mıdır? Ya ‘‘Genelkurmay beni zaten ciddiye almaz’’ deyip sıyıracak, ya da hatasını kabullenecek. Eğer öyle bir algılama var ise ve bu algılamalarda Genelkurmay kulak çekiyorsa, Kıyat'ın kulağının yerinde olmaması gerekir!Almanya'dan Danimarka'ya fırça GEÇEN hafta içinde Avrupa Birliği'nde Türkiye'ye oynanan oyun Hürriyet'in manşetine yansıdı. AB Türkiye'yi ‘‘kapıda oyalama’’ taktiği güdüyordu ve bunun ‘‘somut’’ kanıtı görüntülü olarak basına yansıdı. Bu yansıma Avrupa Birliği içindeki ‘‘çekişmeyi’’ bir kez daha su yüzüne çıkardı. Avrupa Birliği'nin iki büyüğü, Fransa ve Almanya, Türkiye ile ilgili bu ‘‘gizli’’ tavrın basına yansımasından Danimarka Başbakanı Rasmussen'i sorumlu tutuyorlar. Gerçekten de Rasmussen'in ‘‘çok yakın çevresi’’ kaynaklık etmese, bu bilginin ortaya çıkması pek mümkün değildi. Bunu bilen Almanya, haberin Hürriyet'te yer almasının ardından Danimarka'ya sert bir çıkış yaptı. Gerçeği kabullenmek anlamına geleceğinden, aleni olarak yapılamayan bu çıkışta Almanya Danimarka'yı ‘‘ikiyüzlü’’ olup ortalığı karıştırmakla suçluyor. Almanya haksız değil. Danimarka'nın ‘‘operasyonu’’ Avrupa Birliği içinde giderek su yüzüne çıkan çatlağı da gösteriyor. Almanya ve Fransa giderek yalnızlaşırken, karşı cephe genişliyor. Ünlülerle röportaj ödevleriBİRKAÇ yıldır öğretmenler ilköğretim öğrencilerine son derece yaratıcı bir ödev veriyorlar:‘‘Bir ünlü ile röportaj yapın.’’Her gün pek çok öğrenci arıyor, bir şekilde bana ulaşıyor ve dertlerini anlatıyorlar. Ben de onlara yardımcı olmak için hazır bir röportajı yolluyorum. Ama yetmiyor. Öğretmenlerin bir isteği daha var. Birlikte fotoğraf çekilecek. Haydaaaa. Çocuklarımıza canımız feda ama işi gücü bırakacağız, her gün onlarca öğrenci dünyanın bir ucundan kalkıp gelecek, biz de onlarla fotoğraf çektireceğiz. Elden geldiğince onu da yapıyoruz ama bize de yazık, çocuklara da. Dün yine böyle bir talep geldi. Benimle değil, Galatasaraylı futbolcularla röportaj yapmak istiyorlar, benden aracılık istemişler. Ben de Fatih Terim'i arayıp rica ettim. Meğer onda da birikmiş yaklaşık 3 bin röportaj talebi varmış. Yapmayın sevgili öğretmenlerimiz. Bize de acıyın, çocuklara da. Böyle ödev mi olur. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Yaşımız ve tecrübemiz komplekslerimizi artırmak yerine azalttığı zaman.
Yazının Devamını Oku