Fatih Altaylı

Pembeleşen çizgiler

11 Nisan 2003
<B>TÜRKİYE,</B> aylardan beri ABD yönetimini <B>‘‘kırmızı çizgileri’’ </B>konusunda uyardı. Bu çizgilerin tamamı Kuzey Irak'taki olası gelişmelerle ilgiliydi.

Başta bölgede bir Kürt devleti kurulmamasının altı çiziliyordu.

Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması, Musul ve Kerkük'ün Kürtlerin kontrolüne girmemesi, Irak anayasası uyarınca ‘‘otonom’’ olan Kürtlerin kontrolündeki bölgeye bu iki kentin dahil edilmemesi, Türkmenlerin haklarının korunması, Türkmenlerin haklarının anayasa güvencesine alınması gibi konular Türkiye tarafından ‘‘önemli’’ bulunmuş ve bu noktaların altı ‘‘kırmızı çizgilerle’’ çizilmişti.

Türkiye bu ‘‘çizgilerin’’ korunması için Kuzey Irak'ta bulunmak istiyor, bu çizgilerin aşılmasını ‘‘müdahale nedeni’’ olarak sayıyordu.

Meşhur 2. tezkere TBMM gündemine geldiğinde bugünkü noktayı önceden gördüğüm için ‘‘Türkiye savaşa tezkere reddedilirse girer’’ diye yazdım.

Çünkü tezkerenin geçmesi halinde, bu noktalarda bir tereddüt olmayacak, Türkiye bölgede ABD ile birlikte rahatça hareket edecek, hiçbir sıkıntı yaşanmayacaktı.

Ancak tezkere reddedildi.

O andan itibaren bugün ‘‘korku ve şaşkınlıkla’’ izlediğimiz gelişmelerin olması kaçınılmaz hale geldi.

Kürtler, Kerkük'e girdiler.

Bilinçli bir şekilde tapu kayıtlarını ve nüfus müdürlüklerindeki evrakı ortadan kaldırdılar.

Yarın sıra Musul'da.. Aynıları orada olacak.

Kırmızı çizgilerimiz birer birer aşılacak.

Nereye kadar aşılacağı ise tamamen ABD'nin insafına kalıyor.

Çünkü Türkiye'nin bölgeye bir müdahalede bulunması güç.

Çünkü bir müdahale, Türkiye'nin sadece ABD ile olan ilişkilerini değil, bütün Batı dünyası ile bağlantılarını zora sokar.

Bu yüzden şimdi ‘‘kabul edilebilir’’ geri adımlar atıyor ve çizgilerimizin rengini ‘‘kırmızı’’dan ‘‘pembe’’ye çeviriyoruz.

Türkiye'nin, yanı başında bu istenmeyen duruma maruz kalıp ‘‘karizmayı’’ çizdirmesinin sorumluları ise Türkiye'nin çıkarlarını iç politika malzemesi yapanlar.

Bunların kim olduğu da ‘‘gizli oturum’’ tutanaklarında, tarihte yargılanacaklar.

Gerilla değil kontrgerilla

SEVGİLİ dostum Enis Berberoğlu, ‘‘Amerikan ordusunun Irak'ta gerilla savaşı yaptığını’’ yazdı. Enis'in gazeteciliğine ve fikirlerine saygım vardır. Enis'in tespitleri ve tanımlamaları yerli yerinde. Yeni bir savaş konsepti üzerinde düşünmek için insanı gıdıklayan tarafları var. Ancak ABD ordusunun Irak'ta gerilla harbi yaptığını söylemek oldukça güç. Çünkü Amerikan ordusunun Irak'taki durumu ‘‘gerilla’’ tanımına uymuyor. Son günlerde savaş esirlerinin durumu nedeniyle dillerden düşmeyen ‘‘Cenevre Sözleşmesi’’nin 4. maddesi ‘‘gerilla’’nın hukuki tanımını yapıyor:

‘‘Silahlı kuvvetler mensubu olmayıp, teşkilatlı mukavemet harekátına katılan milis ve gönüllüler.’’

Amerikan ordusunun Irak'taki güçlerini bu tanıma sokmak zor.

Yine hukuki olarak işgalci konumdaki bir gücü ‘‘gerilla’’ sınıfına sokmak zor; çünkü gerilla genelde işgalci veya işgalci olduğu varsayılan bir güce karşı koymak için oluşturulan gruplara verilen ad.

Gerilla, ufak unsurlardan oluşur ve giderek birleşerek büyür.

Amerikan ordusundaki durum buna da uymuyor.

Gerillanın elinde ağır silahlar yoktur. Tam aksine silah ve teçhizatları hafiftir ve gerillaya hareket kabiliyeti sağlar. Amerikan ordusunun ağır silahları buna da uymuyor. Amerikan ordusunun Irak'taki harekátını ille bir şeye benzetmek gerekiyorsa, bir ‘‘gerilla’’ harekátına değil, ‘‘kontrgerilla’’ harekátına benzetmek mümkün olabilir. Hava gücü olmayan, ağır silahları bulunmayan ve arazide savaşma yeteneğini kaybetmiş bir Irak ordusunun ‘‘gerilla’’ tarzı bir savunma yapacağını hesaplayan Amerikan Genelkurmayı, Irak'ta yürüttüğü harekátı bir ‘‘kontrgerilla’’ operasyonu olarak planlamış. Irak'ın ABD ordusuna karşı bir cephe açacak gücü olmadığını bildiği için ‘‘düzensiz saldırıya’’ karşı plan yapmış.

Düzensiz birliklerin ve milislerin yapacağı harekátlarda ‘‘sivil halkla’’ karşı karşıya gelme riskini ortadan kaldırmak için gerektiği yerlerde durmayı göze almış.

Amerika'nın yürüttüğü tipik bir ‘‘kontrgerilla’’ taktiğidir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kamu görevi yapanlar, sorumsuzluklarından ‘‘Cebimden veririm’’ diyerek kurtulamadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Savaşı saklamak suç ortaklığı mıdır?

10 Nisan 2003
<B>SAVAŞ</B> görüntülerinin ekrana yansımasının çocukların ve hatta tüm izleyicilerin ruh sağlığı üzerinde tahribat yaptığı söyleniyor. Büyük bir çoğunluk, bu görüntülerin ekrana yansımasını istemiyor.

Kimbilir belki de haklılar.

Ben ise bir miktar farklı düşünüyorum.

Ruhlarımız sıkılsa bile, ben bu görüntülerin ekranlardan evlerimize gelmesinin daha doğru olduğu inancındayım.

Bir yerlerde çocuklar, kadınlar, siviller ölürken ‘‘ruh sağlığımız bozulmasın’’ diye bunu görmezden mi geleceğiz?..

Sonra da bunu ‘‘sorumlu gazetecilik’’ diye mi sunacağız?..

Ülkemizi karamsarlığa sokmaya sonuna kadar karşıyız, ama başka insanların ıstıraplarına karşı kafamızı kuma sokarak ruh sağlımızı koruyabileceğimize inanmıyorum. Bunu geçtiğimiz hafta Kanal D Haber'in toplantısında tartıştık. Amerikan ordusunun sivillere karşı yaptığı saldırılarda özellikle çocukların içine düştüğü durumu gösteren ‘‘müthiş’’ görüntüler vardı.

Bunu yayınlayıp yayınlamamayı tartıştık. Görüntüler rahatsız ediciydi, ama ortada bir insanlık suçu vardı. Bu suçu saklayarak suça ortak mı olmalıydık?

Bu görüntüleri yayınlamamayı öneren arkadaşlarıma şu soruyu sordum:

‘‘Arkadaşlar, bunlar sizin çocuklarınıza yapılsaydı dünyanın bunu bilmesini mi isterdiniz, yoksa gizli kalmasını mı?’’

Görüntüleri yayınladık.

Bekir Coşkun bu yayını ‘‘cesaret örneği’’ olarak yorumladı.

‘‘İğrençti’’ diyenler de...

Evet iğrençti.

Ama savaşın nasıl bir iğrençlik olduğunu gelecek nesillere ancak böyle aktarabiliriz.

Uydu görüntüleriyle, uzaktan çekilmiş bombalamalarla değil.

O bombaların düştüğü yerde insanlar var.

Haber insanın olduğu yerdedir...

Girmeli mi, girmemeli mi?


KUZEY Irak'ta Türkiye'nin istemediği gelişmelerin olması giderek ‘‘kaçınılmaz’’ hale geliyor. Batı basınının ve entelektüelinin desteğini almış Kürt grupların Musul ve Kerkük'e girmesi an meselesi.

ABD askerleri ile omuz omuza çarpışan ve ‘‘dost ateşiyle’’ liderlerinin kardeşini bile kaybetme noktasına gelen Kürtlere ABD'nin ‘‘engel olması’’ hayal.

Günlerdir Amerikan gazete ve televizyonlarının ‘‘birliklerimizle birlikte ilerleyen Kürt peşmergeler’’ dediği grupların ‘‘istenmedik’’ bir hareketi karşısında ABD askerinin namluyu bunlara çevirmesi pek mümkün değil.

Şu anda Türkiye'yi yönetenlerin yapabileceği tek şey, Kürtlerin Musul ve Kerkük'e girmemesi için ‘‘dua etmek’’.

Çünkü sonrası ile ilgili olarak Türkiye'nin ne bir kozu, ne de planı var.

Washington Post, Türkiye'nin böyle bir duruma müdahale etmek için Kuzey Irak'a girmesi halinde Amerikan güçleriyle çatışabileceğini yazıyor.

Bu ‘‘işkembeden sallanmış’’ bir tahmin değil, aba altından gösterilen sopa.

Post'un bunu yazdığı gün Türkiye'ye verilecek 1 milyar dolar yardım ‘‘Kuzey Irak'a girmeme şartına’’ resmen bağlanıyor. Bu da aba üstünden gösterilmiş sopa.

Peki ne olacak?

Hükümetin bu konuda bir fikri olduğunu düşünmüyorum.

Ertuğrul Özkök'ün bir süredir diline doladığı ‘‘danışmanlar’’, böyle bir olasılık tarafımdan hatırlatıldığında gülmüşlerdi.

Belli ki, böyle bir olasılıkta ne yapılacağı belli değil. Top her kritik konuda olduğu gibi askere atılıyor. Asker ne yapacak? Girecek mi, hükümetten emir mi bekleyecek?

Zor karar... Özellikle Türkiye'nin son yıllarda gördüğü en ‘‘demokrat’’ Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök için.

Amerika'nın Irak'a yaptığı birinci harekát Türkiye'ye bir Genelkurmay Başkanı'na mal olmuştu.

İkinci Körfez Savaşı'nın faturasında umarız böyle bir kalem olmaz.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Liderliğin insanları mutsuz etme değil mutlu etme sanatı olduğunu, kendini lider zannedenler anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD Dışişleri Bakanlığı: Türkler dünyanın en mutsuz toplumu

9 Nisan 2003
<B>AMERİKAN </B>Dışişleri Bakanlığı'nın 44 ülkede 38 bin kişiyle yüz yüze görüşerek hazırlattığı anketin sonuçlarını yayınlamaya devam ediyorum. Anketteki kritik sorulardan bazıları Irak'la ilgili. ‘‘Irak'ı bir tehlike olarak görüyor musunuz?’’ sorusuna Amerikalıların yüzde 84'ü, İngilizlerin yüzde 85'i, Fransızların yüzde 67'si, ‘‘Evet, Irak'ı tehlike olarak görüyoruz’’ yanıtını verirken, Türkiye'de Irak'ı tehlike olarak görenlerin oranı yüzde 44.

‘‘Saddam'ı indirmek için güç kullanılmalı mı?’’ sorusuna ise Amerikalıların yüzde 26'sı ‘‘Hayır kullanılmamalı’’ derken, bu oran Fransızlarda yüzde 64, Almanlarda yüzde 71 olmuş. Türklerin ise yüzde 83'ü Saddam'ı indirmek için güç kullanılmasına karşı çıkmış.

Anketin Türkiye'deki soru kitapçığında, diğer ülkelerde olmayan bir soru sorulmuş. 2002 Kasım ayında yapılan ankette ‘‘Amerika ve müttefiklerine Türkiye'deki üsleri kullanma izni verilmeli mi?’’ diye sorulmuş. Yanıtın ne olduğu ise bendeki ankette yer almıyor.

Ve Türkiye açısından büyük önem taşıyan soruya geldi sıra.

ABD Dışişleri Bakanlığı, 44 ülkenin vatandaşlarına ‘‘Ülkenizin içinde bulunduğu şartlar sizi tatmin ediyor mu?’’ diye sormuş.

MEMNUN MUSUNUZ?

Yani ‘‘Memleketinizden memnun musunuz?’’ demiş.

Kanadalıların yüzde 56'sı, Amerikalıların yüzde 41'i, Fransız ve İngilizlerin yüzde 32'si halinden memnun. Çeklerin yüzde 36'sı, Rusların yüzde 20'si yine halinden memnun. En düşük oranlar ise üç ülkede: Türkiye, Peru ve Arjantin. Türklerin ‘‘halinden memnun olanlarının’’ oranı sadece ve sadece yüzde 4. Yani Türklerin yüzde 96'sı halinden memnun değil. Peru ve Arjantin'de memnuniyet daha da düşük. Yüzde 3. Bu oran Pakistan'da bile yüzde 49.

EN MUTSUZU HANGİSİ

‘‘Halinizden hoşnut musunuz?’’
sorusuna ise Kanadalılar yüzde 67 ‘‘Evet’’ derken, Amerikalılar yüzde 64'le onları takip ediyor. AB ülkeleri de ortalamanın üzerindeler.

Asya'da halinden memnun olanların yüzde 50'yi geçtiği tek ülke Güney Kore. Afrika'da böyle bir durum söz konusu değil. Türkiye'de ise ‘‘Halimden memnunum’’ diyenler yüzde 17'de kalıyor. Rapor, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri dışındaki ‘‘hoşnutsuzluk ve mutsuzluğa’’ dikkat çekiyor. Ve raporda şöyle bir cümle var:

‘‘Türkler tespit edilen en mutsuz toplum.’’

Rapordan son bir sonuç daha verip, bu iç karartıcı konuyu noktalamak istiyorum.

‘‘Yeterince beslenemiyorum’’ diyenlerin oranı Türkiye'de yüzde 47. Bu durum Senegal, Mali ve Fildişi Sahili gibi Afrika ülkelerinin durumundan bile kötü.

Anlayacağınız, Türkiye'nin ve Türklerin durumu parlak değil. Ankara'ya bakınca iyiye gideceğine dair bir işaret de görülmüyor.

ABD, Irak’ta pislikleri başa geçirecek


SAVAŞ sonrası ABD'nin Irak'ı ‘‘kimlere’’ yönettirmeyi planladığına bakınca, Bush ve çevresinin aslında ne kadar iğrenç emellere hizmet ettiğini, Irak halkıyla uzaktan yakından bir alakaları olmadığını anlıyorsunuz.

ABD'nin Irak'ın başına geçirmeyi planladığı Ahmet Çelebi, tescilli bir ‘‘rezil’’. Türkiye'de de örneklerine rastlanılan tiplerden biri. Bir ‘‘hortumcu’’.

Irak'tan ayrılıp gittiği Ürdün'de bir bankayı (Berdan Bank) dolandırıp hortumlayan Irak'ın müstakbel lideri Çelebi, yakalanacağını anlayınca soluğu ‘‘özgürlükler ülkesi’’ Amerika'da almış.

Dolandırıcılık suçunu işlediği Ürdün'de gıyabında yargılanıp mahkûm olmuş. Hálá hakkındaki tutuklama kararı duruyor.

ABD'de ‘‘iyi mal’’ olduğu anlaşılınca sıkı bir CIA eğitiminden geçirilmiş. Karışık etnik kökeni ‘‘Arap milliyetçiliğine karşı’’ iyi bir panzehir olacak umuduyla yetiştirilmiş. Daha sonra ABD Kongresi tarafından Irak muhalefeti için ayrılan ödeneğin bir bölümünü ‘‘zimmetine geçirdiği’’ tespit edilmiş. Irak'ta tutunması mümkün olmayan birisi.

Diğer taraftan Kuzey'den Irak'a sokulan eski Genelkurmay Başkanı Nizar Abdülkerim Hazracı var. O da şimdi Amerika'nın has adamı.

Ancak Amerika'nın Saddam'a yönelttiği suçlamaların neredeyse tamamında Hazracı suç ortağı. Halepçe'nin emrini veren en yüksek askeri yetkili o.

Yüz binlerce Şii katledilirken Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan o. Daha sonra Saddam'ın damadıyla arası açılınca ülkeden kaçmak zorunda kalan ve Batalı istihbarat örgütlerinin ‘‘oyuncağı’’ olan o.

ABD, Saddam sonrasında bu ‘‘pisliklerden’’ medet umuyor. Gel de ABD'nin Irak ve bölge için ‘‘iyi niyetli’’ olduğuna inan.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Sevdiklerimizin değerini onları kaybetme korkusunu yaşamadan önce anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD Dışişleri araştırması: Dünya bizi sevmiyor

8 Nisan 2003
<B>ABD </B>Dışişleri Bakanlığı, 2002 yılının sonunda yaptırdığı bir araştırmanın sonuçlarını geçtiğimiz günlerde elde etti. ABD yönetiminin son derece önem verdiği araştırmanın sonuçları iki ülke açısından ‘‘elem verici’’.

Bunlardan biri ABD, diğeri ise Türkiye.

Araştırma sonuçlarına göre ABD'nin dünya üzerindeki imajı tek kelimeyle ‘‘rezalet’’.

Türkiye ise kendi yurttaşlarına ‘‘mutsuzluk’’ veriyor.

Bugün size bu araştırmayı yazacağım.

METODOLOJİ

Amerikan Dışişleri Bakanlığı, bu araştırmayı ABD'nin ilgi alanına giren 44 ülkede 38 bin denekle gerçekleştirdi.

Araştırmanın soruları tam 66 dil ve diyalekte çevrildi.

Deneklerin tamamıyla yüz yüze, evlerinde görüşüldü. Sorulardan bazıları Çin, Vietnam ve Mısır'da soru kitapçığından çıkarıldı. Ancak bunun nedeni ‘‘hükümet baskısı’’ değildi diye not düşmüş araştırmayı yapan kuruluş.

Araştırmanın ABD açısından sonucu ‘‘ABD karşıtlığının giderek yükseldiğinin gözlemlenmesi’’ şeklinde özetlenebilir.

Araştırmanın değerlendirme bölümünde, ‘‘ABD'den hoşnut olmama durumu yaygın bir tavır olarak görülüyor. NATO ülkelerinde, gelişmiş ülkelerde, Doğu Avrupa'da ama özellikle İslam toplumlarında ABD'den hoşnut olmama oranı çok yüksek’’ diye yazılmış.

Üstelik de bu ‘‘değerlendirme’’ yapıldığı sırada ABD'nin Irak'ta öldürdüğü çocukların görüntüleri dünya televizyonlarına yansımamıştı.

ABD'Yİ SEVENLER

Avrupa'da ABD'den ‘‘hoşlanma’’ oranı 2000'den bu yana düşüyor.

Öyle ki, Almanya'da 2000 yılında ABD'den ‘‘hazzetme oranı’’ yüzde 78 iken, 2002'de bu oran yüzde 61'e gerilemiş. İngiltere'de yüzde 83'ten yüzde 75'e düşüyor.

Daha önce ABD'den en hoşlanmayan Avrupalılar Fransızlarken, şimdi Almanlar 2 puan farkla onları geçmiş.

Rusya'nın oranı da Almanya ile aynı. Ancak son iki yıl içinde ABD'yi seven Rusların oranı neredeyse ikiye katlanmış.

ABD'nin ‘‘conflict area’’ yani ‘‘anlaşmazlık bölgesi’’ olarak adlandırdığı ülkeler arasında ise ABD'den hazzedenlerin oranı Pakistan'da yüzde 10, Türkiye'de ise yüzde 30.

‘‘Anlaşmazlık bölgesi’’ olarak tanımlanan yerlerde ABD'den hoşlananların oranı çok düşük.

Mısır'da yüzde 6 ile en düşük noktada. Ürdün'de yüzde 25, Lübnan'da yüzde 35, Özbekistan'da ise yüzde 85...

TERÖRİZMLE SAVAŞA DESTEK

ABD'nin terörizmle savaş olarak adlandırdığı yeni savunma stratejisini destekleyenlerin oranı da Müslüman ülkelerde hayli düşük.

Mısır'da yüzde 5, Ürdün'de yüzde 13, Pakistan'da yüzde 20, Türkiye'de yüzde 30, Endonezya'da yüzde 31, Senegal'de yüzde 32, Lübnan'da yüzde 38.

Müslüman olmayan ülkeler, ABD'nin kendine biçtiği bu yeni role kabul edilebilir oranlarda destek veriyorlar.

SÜPER GÜÇLER OLMALI MI?

Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın anketindeki en önemli sorulardan biri de ‘‘Dünyada birden fazla süper güç olmalı mı? Bu bir denge getiriyor mu?’’ şeklindeydi.

Bu soruya verilen yanıt ABD'yi ‘‘mutlu’’ etmiş olmalı.

Hemen her ülkede çoğunluk, ikinci bir süper gücün ortaya çıkmasına gerek olmadığı görüşünde.

Rusya'da bile ankete yanıt verenlerin yüzde 53'ü ‘‘tek süper güç’’le dünyanın daha güvenli olduğu kanaatinde.

ABD'yi mutlu eden bir başka yanıt ise, ABD'nin bilgi ve teknolojisinin hemen her ülkede kabul ve saygı görüyor olması. ABD'ye bu soruda bile ‘‘olumlu’’ duygular beslemeyen tek ülke Pakistan.

Amerikan kültürünü (televizyon, film ve müzik) seven ülkeler sıralamasında ortalamanın altına inen dört ülke var. Bunlardan biri yüzde 44 ile Türkiye, yüzde 33 ile Mısır, yüzde 30 ile Ürdün ve yüzde 4 ile Pakistan.

Amerika'nın fikirlerine en karşı olan üç ülke ise araştırma sonuçlarına göre Türkiye, Mısır ve Pakistan.

Türkler yüzde 11, Mısırlılar yüzde 6 ve Pakistanlılar yüzde 2 oranında Amerikan fikirlerini destekliyor.

TÜRKİYE VE ABD DIŞ POLİTİKASI

Amerikan dış politikasının diğer ülkeleri göz önüne alıp almadığı şeklindeki soruya olumlu yanıt veren ülke ise hemen hemen yok gibi.

ABD'nin yanı başındaki Kanada, ‘‘ABD dış politikası başka ülkeleri kaale alıyor mu?’’ sorusuna yüzde 75 oranında ‘‘hayır’’ diyor.

Bu oranın yüzde elliyi geçtiği ülkeler ise bir elin parmaklarından daha az.

Avrupa'da en kötü oran yüzde 21 ile Fransa'da. Bu oran Pakistan'da yüzde 23, Mısır'da yüzde 17.

En düşük oran ise Türkiye'de yüzde 16 ile.

Yani dünyada ABD dış politikasından en memnun olmayan ülke Türkiye.

ARA SONUÇ

Bu araştırmanın sonuçlarını yayınlamayı yarın da sürdüreceğim.

Ancak raporun sonuç bölümünden ilginç bir notu bugün aktarmak istiyorum.

ABD tek yanlı olarak hareket etmektedir.

Amerikan politikası, yoksul ve zengin ülkeler arasında büyüyen uçurumu azaltmaya değil, artırmaya hizmet etmektedir.

ABD'nin dünyadaki desteği, global sorunları çözmeye yetecek güçte değildir.

Müslüman ülkeler, ABD'yi daha fazla eleştirmektedir.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan AKP'yi birleştirmek zorunda

7 Nisan 2003
AKP'nin seçimleri büyük bir farkla kazanmasından sonra parti içindeki dengeleri izleyenler ‘‘Bu parti bir süre sonra bölünebilir’’ demeye başlamışlardı. O ‘‘bir süre’’ fazla uzun olmadı. AKP bugün fiilen bölünmüş durumda. Meclis'teki o büyük çoğunluğuna rağmen, çok sıradan kararlarda bile zorlanıyor. Tezkerenin Meclis'ten geçmemesi sırasında bunun bir ‘‘oyun’’ olabileceği iddiaları dolaştı. Yönetim istermiş gibi yapıyor, ancak milletvekilleri serbest bırakılarak aslında yönetimin de istemediği tezkere reddediliyordu. Bu senaryo çok konuşuldu. Hatta daha ileriye gidip, ‘‘Tezkerinin reddi AKP'nin Türkiye'yi Batı'dan koparma sürecinin bir parçası. Böylece Türkiye'yi yalnızlaştırıp İslam álemine monte edecekler’’ diyenler oldu.Ben bu senaryoya hiç inanmadım.Çünkü bence Meclis Başkanı'nın seçiminden bugüne parti içinde giderek artan bir ‘‘çatışma’’ ortamı vardı. Bu çatışmayı Arınç'ın ‘‘Neden Meclis Başkanlığı'nı istediğini’’ anlatan bir yazımda o günlerde ele almıştım. Bu gerilim sürdü. Hatta tırmandı. Bu normal bir süreçti. Büyüklüğün getirdiği bir sorundu. Aşılabilirdi.Ancak aşılamadı. Çünkü aşmak için ‘‘kadife eldivenli bir çelik el’’ gerekiyordu. Benzer bir güçle iktidar olan ANAP'ta bu ‘‘el’’ Özal'ın eliydi. Ne zaman ki cumhurbaşkanı oldu parti fazla dayanmadı. Tayyip Erdoğan ya ‘‘kadife eldiveni’’ giyecek ve bu el olacak, ya da partide şu an içte başlayan çatlak genişleyecek ve parti dağılacak.Bilinçli ve hesaplı bir bölünme bile çözüm olabilir.En kötüsü ise durumu kendi haline bırakmak. O zaman AKP çöker. Altında ise Türkiye kalır.Eleştiri de biraz zeká isterMEDYA eleştirisi yapmak keyifli bir iştir. Hiçbir şey yazmaz, hiçbir fikir üretmez, yazan ve üretenleri eleştirirsiniz. Ancak bu işin de bir zorluğu vardır. Az da olsa zeká gerektirir. Okuduğunu anlayacak kadar ‘‘azıcık’’ bir zeká. Yeni Şafak Gazetesi'nde sadece bu ‘‘zor’’ işi yapmak için maaş alan iki ‘‘arkadaş’’ var. KB ve AG. Dün benim bir yazımı almışlar. Ben yazıda diyorum ki: ‘‘AKP Grubu tezkereyi reddetti ama AKP hükümeti tezkerenin içeriğinde ne varsa hepsini verdi. Bu iş ABD'ye yaradı, istediklerini 6 milyar dolara değil, 1 milyar dolara aldılar.’’Bunu okuyan ve zekásı normal ve hatta normalin biraz altında olan biri bile benim neyi kastettiğimi anlayabiliyor. Ancak Yeni Şafak'ın iki ‘‘eleştirmeni’’ benim tezkerenin geçmemiş olmasından dolayı duyduğum mutsuzluğu kaleme aldığımı düşünüyorlar. Sıkıntı da buradan çıkıyor zaten. Bu kadar basit bir yazıyı anlamaya yetmeyecek bir zeká düşündüğü zaman bu kadar düşünebiliyor.Irak'ta iki acar gazeteci AMERİKALILAR Necef'te cami önüne dayanıp durdurulunca, aklıma Necef ve Kerbela anılarım geldi. Son Irak gezimizde iki ‘‘aşırı meraklı’’ gazeteciler olarak Metehan Demir ve ben Bağdat'ta duramadık. Irak içinde epey bir dolaştık. Gittiğimiz yerler arasında Şiilerin iki kutsal kenti Necef ve Kerbela da vardı.Her iki kentte dolaşırken, ten rengi ve kılık kıyafetiyle Metehan yerel halktan ayırt edilemediği için pek sorun çıkmadı. Ancak benim rengim biraz açık kaldığından dikkatler benim üzerimdeydi. Kerbela'da Hazreti Hüseyin'in türbesine girerken Metehan arkamda durmadan komik hikáyeler anlatıyordu. Bir ara kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım. Bir anda yüzlerce sakallı veya kara çarşaflı yüz bana çevrildi. Herkesin Hazreti Hüseyin için ağladığı yerde, Metehan'ın komik hikáyesi yüzünden kahkahayı patlatmıştım. Durumu kurtarmak için, önümdeki kapıda Şiilerin girerken yüz sürerek öptüğü bir yere yapışıp öptüm. Bu kez kahkahasını tutamayan Metehan oldu.Öfkeli bakışlar altında hızla toparlanıp, bizim için tehlikeli hale gelen bölgeden uzaklaştık. Metehan Demir, kapıyı öpmemi herkese anlatacağını söyleyerek beni tehdit etmeye başladı. Ancak Bağdat'ta Metehan'ın başına gelenler çok daha büyük rezalet olduğu için bu tehdit sökmedi. Bağdat'ta ‘‘acar muhabir’’ Metehan'a müthiş bir oyun oynadık. Kır saçlı, mavi gözlü, Avrupai görünümlü bir Türk işadamını Metehan'a ‘‘İşte silah denetçilerinin şefi Blix'in yardımcısı bu’’ diye tanıştırdık.Türk işadamı da hiç bozuntuya vermeden güzel İngilizcesiyle Metehan'ı üç gün boyunca işletti. Hafif aksanını ise Kanadalı ama Quebec'li olmasıyla açıkladı. Bu oyunu gerçekleştirmemizde Bağdat Büyükelçiliğimiz Müsteşarı Şakir Torunlar'ın da epey bir katkısı oldu. Metehan'la, silah denetçiisi kılığına girmiş Türk işadamı dostluğu ilerlettiler. Metehan da hayatının haberini yakalamış ve herkesi atlatmış olmanın keyfiyle denetçiden gelecek gizli bilgiler için randevulaştı. Metehan randevu yeri olan havaalanında karşısında Türkçe konuşan silah denetçisini ve yanında bizi görünce hafif bir kalp spazmı geçirdi. Bu iki öyküyü kimseye anlatmamak için birbirimize söz verdik. Gazeteci sözü!NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Büyük umutların daha büyük hayal kırıklığı yaratabildiğini aklımızdan çıkarmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

İşler hiç de kötü değil

5 Nisan 2003
<B>HAZIR </B>giyimde markalaşma savaşı veren <B>Yalçın Ayaydın'</B>la sohbet ediyorduk. Abu Dabi'de açtığı mağazanın en iyi ciro yapan mağazası olduğunu, şimdi Abu Dabi'de ikinci mağazayı ve ardından da Londra'da ve Paris'te birer mağaza açacağını anlatıyordu.

Londra ve Paris'te en ünlü markaların bulunduğu caddelerin üzerinde mağaza aradığını, olunacaksa buralarda olunması gerektiğini söylüyordu.

Keyifle dinledim.

‘‘Ama herhalde iç pazarda işler kötüdür. Piyasa kan ağlıyor’’ dedim.

‘‘Yooo’’ dedi, ‘‘Doğrusunu söylemek gerekirse iç piyasada markasıyla satış yapanlar için çok iyi bir sezon geçirdik. Son 15 gün savaş nedeniyle biraz kötüydü ama yine toparlamaya başladı. Nisan 15'ten sonra sorun kalacağını zannetmiyoruz. Tam gaz üretimdeyiz’’ dedi.

Sadece kendisi yani İpekyol için değil, aynı dernek çatısı altında bulunan, Damat Tween, Kiğılı gibi tanınmış başka markalar için de konuşuyordu.

‘‘Hesabını kitabını iyi yapan, geleceğe dönük proje üretenlerin sırtı yere gelmez’’ dedi.

Ayaydın'dan ayrıldıktan sonra önüme bir haber geldi.

Bazen başkalarının şanssızlığı sizin şansınız olur ya, tam o türden bir haber.

Uzakdoğu'daki SARS salgını, Türk tekstilinin işine yarıyordu.

Salgından korkan Avrupalı markalar üretim siparişlerini Türkiye'ye kaydırıyorlardı.

Durum bazılarının bizi inandırmaya çalıştığı kadar kötü değildi.

Paniğe kapılanlar aslında bugüne kadar devleti sövüşleyerek yaşamaya alışmış olan kesimdi.

Devletin malı tükenmek üzereydi ama kendi ayakları üzerinde durmaya çalışanlar için yol bitmemişti.

Türkiye zarar edince mutlu mu oluyorsunuz?


IRAK'a yapılan ticaret gezisi hakkında ‘‘olumlu’’ görüş beyan eden ender gazetecilerden biriydim. Ancak son dönemlerde Irak'a giden tek köşe yazarı da bendim.

Gören ve bilen biri olarak farklı düşünmem normaldi.

Ancak o gün yazdıklarımdan dolayı bana ‘‘kin tutan’’ bazıları şimdi hatırımı soruyor ve ‘‘Ne oldu sizin övdüğünüz gezi. Boşa gitmedi mi?’’ diye soruyorlar.

Çok biliyorlar ya!

Birincisi benim gezim değil, benim gazeteci olarak gözlem yapmak üzere gittiğim bir geziydi, ikincisi bu gezi boşa gitmedi.

Çünkü o gezide yapılan anlaşmaların tamamı Irak Devleti ve Birleşmiş Milletler onayıyla yapıldı.

O anlaşmaların garantisi Birleşmiş Milletler. Para Birleşmiş Milletler'in ‘‘Gıda Karşılığı Petrol Programı’’nda. Yani Türkiye o işten birkaç yüz milyon dolar para kaybedecek diye boşuna sevinmeyin. Belki biraz kayıp olacak ama tamamı değil.

Ancak bana bu ‘‘imalı’’ soruları soranların Türkiye'nin zarar etmesinden, Türkiye'nin para kaybetmesinden ‘‘ne mutluluk duyduklarını’’ doğrusu çok merak ediyorum.

Televizyon değil gazeteler karamsar


SEVGİLİ Tufan Türenç'in televizyonlarla ilgili eleştirilerini okudum.

Savaş haberlerinin televizyonlar tarafından abartılarak ve mesleki kurallar ihlal edilerek sunulduğunu öne sürüyordu.

Kanal D Haber olarak üzerime alınmak gereği hissetmedim. Ancak Türenç'in birkaçı hariç televizyonların hakkını yediğini düşünüyorum.

Bence olay tam böyle değil.

Özellikle ben Kanal D'de savaş konusunda fazlasıyla duyarlı davrandığım kanaatindeyim.

Öncü ve belirleyici haber bülteni olarak savaşın başladığı gün bile tam gün yayın yapmadım.

Saat 11.00'de yayını keserek Seda Sayan'ın eğlendirici programının başlamasına olanak sağladık.

Ekstra savaş haberleri vermedik.

Bir sonraki gün savaş haberlerini saat 09.00'da kestik ve normal yayına başladık.

İçerik olarak çok önemli askeri uzmanların görüşlerini alarak haberlerimizi hazırladık.

Ve topluma gereksiz bir karamsarlık aşılamaktan kaçındık.

Kamuoyunun büyük bölümü televizyonların bu tavrının farkında.

Ben de tam aksine gazetelerin bu konuda sınıfta kaldığını düşünüyorum.

Gazeteler uzun süreden beri aşırı bir karamsarlık pompaladılar.

Bunu ben söylemiyorum, vatandaş söylüyor.

Geçen hafta bir yemekte beraber olduğum bir reklamveren ‘‘Gazeteler moralimizi o kadar bozuyor ki, reklam vermek istemiyoruz. O kadar karamsar haberin içinde malımızın görünmesi olumsuz etki yapıyor’’ dedi.

Sevgili Tufan Abi'den ricam son 1 ayın gazetelerini alsın önüne koysun.

Bir o haberlere baksın, bir de her gün cıvıl cıvıl yayın yapan, dizilerini, eğlence programlarını sürdüren televizyonlara.

Sonra yargısını bir daha gözden geçirsin.

Rica ediyorum.

Ne demek protesto


POWELL Ankara'da dolaşırken bir grup gazeteci sırtlarını dönmüşler.

Şimdilerde moda bu: ‘‘Muhabir protestosu’’.

Birisi mahkemeden çıkıyor, muhabirler kameralarını yere bırakıyor ve protesto ediyorlar.

Böyle saçmalık görmedim.

Orada protesto edilen kişi değil, meslek protesto ediliyor.

Ne demek kamerayı yere bırakmak, ne demek fotoğraf çekmemek.

Sorduğun soruyla protesto et, ilginç bir fotoğraf açısı yakala protesto et.

İşini yapmayarak protesto etmek neyin nesi!

Okur, izleyici senden haber bekliyor.

Sen çekmiyorsun.

Neden?

‘‘Protesto ettim.’’

Böyle protesto olmaz. Böyle protesto meslek ahlakına sığmaz.

O an Powell vurulsa, kimsede görüntü yok.

Çünkü protesto ediyorlar.

Eğer benim bir muhabirim böyle bir protesto anında bir önemli kareyi kaçırırsa o gün işine son veririm.

Mesleğine saygı göstermediği için.

İmama kızıp, cami duvarına işediği için.

(Bu yazı 4 gün önce yazılmış, ancak sayfada yer bulamamıştır.)

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bazı savaşlarda iki tarafın da haksız olabileceğini kabullendiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Halepçe'de ölen çocuklar nereliydi?

4 Nisan 2003
<B>BAZI ‘‘aklıevvel’’ </B>ve <B>‘‘terbiye özürlüler’’ </B>faks ve mail atmışlar. <B>‘‘Saddam'ın yanındakiler saldırgan değil, ABD onlara saldırıyor. Ölen çocukları görmüyor musun?’’ </B>diye. Tabii giriş cümlesi olarak okkalı bir biçimde hatırımı sorduktan sonra.

Ben ‘‘Savaş iyidir ve ABD ne yaparsa haklıdır’’ demiyorum.

Ama ‘‘anti Amerikancı’’ olmak uğruna, Saddamcı olmak olmaz diyorum.

Çünkü bugün Amerikan bombasıyla ölen Iraklı çocuktan çok daha fazlasını Saddam ve ‘‘takımı’’ öldürdü. ‘‘Ölen çocukları görmüyor musun?’’ diyen Saddamcı, acaba Halepçe'de kendi ülkesinin lideri tarafından atılan kimyasal gazla ölen çocukları gördü mü?

Ya da Saddam'ın ‘‘Muhafızları’’ tarafından Necef'te, Basra'da, Kerbela'da öldürülen 200 bini aşkın Şii'nin kaçı çocuk, kaçı büyüktü, saydı mı?

Iraklı çocukları öldürmeye Amerikalının hakkı olmadığı gibi, Saddam'ın da hakkı yoktur.

Aklıevveller ‘‘Bir ülkenin çocukları öldürülecekse onları ancak o ülkenin lideri öldürebilir, başkası değil’’ diye düşünmüyorlarsa bana hak vermek zorundadırlar.

5 milyar dolarlık vicdan temizliği

GÜNLERDİR yazdık, ABD ile Türkiye arasında ‘‘çok derin’’ sorunlar yok diye.

Gül-Powell diyaloğu hiç kesilmemişti. ABD'nin önemli strateji kuruluşları Türkiye'nin vazgeçilmezliğini vurguluyorlardı. Ve aslında Türkiye, ABD ile ‘‘çaktırmadan’’ ciddi bir işbirliği içindeydi.

Bunu defalarca yazdık.

Elbette, ABD'de de bazı ‘‘fazla beklentili’’ çevrelerde Türkiye'ye karşı bir tavır gelişiyordu, ama bu ‘‘Amerikan politikası’’ haline gelmemişti. Fakat gelmesi için uğraşanlar vardı.

Yazdıklarımızın ‘‘garantili’’ olması için Powell'ın Türkiye'ye gelmesi yetti.

Ama öncesinde ABD Temsilciler Meclisi'ne verilen raporlarda da bu durum ortadaydı. Tahsisler Komitesi'nde Beyaz Saray'ın Türkiye için önerdiği 1 milyar doların aynen kabulü teklif edilirken, Türkiye için açılan parantezde, ‘‘Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin Irak'a özgürlük operasyonuna tam bir destek verdiğini ve işbirliği içinde olduğunu bildirmektedir’’ deniliyor.

Bu, şunu gösteriyor: Hükümet, AKP Grubu'na söz geçiremediği için tezkereyi Meclis'ten geçiremedi.

Ancak bu grubun tavrının Türk-Amerikan ilişkilerine darbe vurmasından çekinerek, ABD yönetimiyle tam bir işbirliği arayışına girdi.

Sonuç olarak iç politika ile dış politika arasındaki çekişme Türkiye'ye pahalıya patladı.

AKP Grubu'nun taban kaygısı ve bazı çıkar gruplarının yönlendirmesiyle aldığı karar, Türkiye'nin 6 milyar dolar hibe veya 30 milyar dolar krediyi kaçırmasına neden oldu. Ancak buna rağmen hükümet, iki ülke arasındaki işbirliğini bozmaktan çekindi ve uzun vadeli olumsuz sonuçların önüne geçmek için ABD'nin taleplerini ‘‘bir şekilde’’ karşıladı. Sonuçta ABD istediğini elde etti.

Türkiye ise bunun karşılığında 6 milyar dolar yerine 1 milyar dolar aldı.

AKP yönetiminin, alınmasını istediği kararın gerekçesini gruba anlatamamasının faturası 5 milyar dolar oldu. Bundan şikáyetçi olmaya hakkımız var mı?

Yok!

Yüce Meclis'in takdiridir.

Ama vicdanlarını rahat tutmasınlar.

Çünkü ABD istediğini, onların kararına rağmen aldı.

Jay Garner'dan vali olmaz

IRAK'ta kullanabileceğiniz en tehlikeli kelime İsrail. Orada bulunduğum süre içinde İsrail'den söz ederken ‘‘O ülke’’ kelimesini kullanmamız tavsiye edilmişti. Kanal D muhabirleri, çelik yeleklerin bir yerinde minicik harflerle ‘‘İsrail’’ yazdığını fark etmedikleri için iki gün gözaltında tutulmuşlardı. Irak'taki ‘‘İsrail antipatisi’’ bu düzeyde. Pentagon'un Irak'taki sivil yönetimin başına getirmeyi düşündüğü kişi, bu ülkedeki antipatiye pek uygun değil. Bu kişi emekli General Jay Garner. Garner ilginç bir şahsiyet. Bölgeye yabancı değil. Kuzey Irak'taki ‘‘insani yardım operasyonlarını’’ yönetmiş bir isim. Hani, ‘‘İnsani yardım adı altında PKK'ya yardım ediliyor’’ söylentilerinin ortalıkta dolaştığı zamanlarda... Sonra emekli olmuş. Emekli olunca köşesine çekilmemiş. Engin deneyimlerini silah üreticisi firmaların emrine vermiş. Savunma sanayii şirketlerinden SY Technologies'te çalışmaya başlamış. Bu şirketin ürünleri halen Irak'ta kullanılan silahlar arasında yer alıyor. İsrail-ABD ortak yapımı Arrow füze sistemlerinin geliştirilmesinde yer almış. Garner'ın başka Yahudi kuruluşlarıyla da ilişkileri oldukça sıkı fıkı. Bu ‘‘sicile’’ sahip birinin Irak'a ‘‘sivil yönetici’’ olarak atanması ilginç. Iraklıların Garner'ı çiçeklerle karşılamayacağı kesin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kapısının önünü süpüremeyenler, komşunun kapısının önünü süpürmeye kalkışmadığında...
Yazının Devamını Oku

5 milyar dolarlık vicdan temizliği

4 Nisan 2003
<B>GÜNLERDİR </B>yazdık, ABD ile Türkiye arasında <B>‘‘çok derin’’ </B>sorunlar yok diye. Gül-Powell diyaloğu hiç kesilmemişti. ABD'nin önemli strateji kuruluşları Türkiye'nin vazgeçilmezliğini vurguluyorlardı. Ve aslında Türkiye, ABD ile ‘‘çaktırmadan’’ ciddi bir işbirliği içindeydi.

Bunu defalarca yazdık.

Elbette, ABD'de de bazı ‘‘fazla beklentili’’ çevrelerde Türkiye'ye karşı bir tavır gelişiyordu, ama bu ‘‘Amerikan politikası’’ haline gelmemişti. Fakat gelmesi için uğraşanlar vardı.

Yazdıklarımızın ‘‘garantili’’ olması için Powell'ın Türkiye'ye gelmesi yetti.

Ama öncesinde ABD Temsilciler Meclisi'ne verilen raporlarda da bu durum ortadaydı. Tahsisler Komitesi'nde Beyaz Saray'ın Türkiye için önerdiği 1 milyar doların aynen kabulü teklif edilirken, Türkiye için açılan parantezde, ‘‘Dışişleri Bakanlığı, Türkiye'nin Irak'a özgürlük operasyonuna tam bir destek verdiğini ve işbirliği içinde olduğunu bildirmektedir’’ deniliyor.

Bu, şunu gösteriyor: Hükümet, AKP Grubu'na söz geçiremediği için tezkereyi Meclis'ten geçiremedi.

Ancak bu grubun tavrının Türk-Amerikan ilişkilerine darbe vurmasından çekinerek, ABD yönetimiyle tam bir işbirliği arayışına girdi.

Sonuç olarak iç politika ile dış politika arasındaki çekişme Türkiye'ye pahalıya patladı.

AKP Grubu'nun taban kaygısı ve bazı çıkar gruplarının yönlendirmesiyle aldığı karar, Türkiye'nin 6 milyar dolar hibe veya 30 milyar dolar krediyi kaçırmasına neden oldu. Ancak buna rağmen hükümet, iki ülke arasındaki işbirliğini bozmaktan çekindi ve uzun vadeli olumsuz sonuçların önüne geçmek için ABD'nin taleplerini ‘‘bir şekilde’’ karşıladı. Sonuçta ABD istediğini elde etti.

Türkiye ise bunun karşılığında 6 milyar dolar yerine 1 milyar dolar aldı.

AKP yönetiminin, alınmasını istediği kararın gerekçesini gruba anlatamamasının faturası 5 milyar dolar oldu. Bundan şikáyetçi olmaya hakkımız var mı?

Yok!

Yüce Meclis'in takdiridir.

Ama vicdanlarını rahat tutmasınlar.

Çünkü ABD istediğini, onların kararına rağmen aldı.

Halepçe'de ölen çocuklar nereliydi?

BAZI ‘‘aklıevvel’’ ve ‘‘terbiye özürlüler’’ faks ve mail atmışlar. ‘‘Saddam'ın yanındakiler saldırgan değil, ABD onlara saldırıyor. Ölen çocukları görmüyor musun?’’ diye.

Tabii giriş cümlesi olarak okkalı bir biçimde hatırımı sorduktan sonra.

Ben ‘‘Savaş iyidir ve ABD ne yaparsa haklıdır’’ demiyorum.

Ama ‘‘anti Amerikancı’’ olmak uğruna, Saddamcı olmak olmaz diyorum.

Çünkü bugün Amerikan bombasıyla ölen Iraklı çocuktan çok daha fazlasını Saddam ve ‘‘takımı’’ öldürdü.

‘‘Ölen çocukları görmüyor musun?’’ diyen Saddamcı, acaba Halepçe'de kendi ülkesinin lideri tarafından atılan kimyasal gazla ölen çocukları gördü mü?

Ya da Saddam'ın ‘‘Muhafızları’’ tarafından Necef'te, Basra'da, Kerbela'da öldürülen 200 bini aşkın Şii'nin kaçı çocuk, kaçı büyüktü, saydı mı?

Iraklı çocukları öldürmeye Amerikalının hakkı olmadığı gibi, Saddam'ın da hakkı yoktur.

Aklıevveller ‘‘Bir ülkenin çocukları öldürülecekse onları ancak o ülkenin lideri öldürebilir, başkası değil’’ diye düşünmüyorlarsa bana hak vermek zorundadırlar.


Tekel Genel Müdürü etek de giyecek mi?


HÜRRİYET'in gündeminde gördüğüm en müthiş haber, ‘‘Ankara viskisine İskoç imajı verileceği’’ yolundaki haberdi.

Tam bir anlamsızlık...

Kendi rakımıza yıllardır bir Türk imajı veremedik.

Bu içkiyi bir türlü dünyaya tanıtıp anlatamadık.

Bunu uluslararası bir içki haline getiremedik.

Kendi malına kendi imajını veremeyen Tekel, şimdi Ankara viskisine İskoç imajı verecekmiş...

Oldu olacak genel müdüre de ‘‘İskoç eteği’’ giydirsinler.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kapısının önünü süpüremeyenler, komşunun kapısının önünü süpürmeye kalkışmadığında...
Yazının Devamını Oku