Fatih Altaylı

Wolfowitz: Democracy for Iraq, not for Turkey

8 Mayıs 2003
<B>MEHMET Ali Birand,</B> ABD Savunma Bakan Yardımcısı <B>‘‘yavru şahin’’ Paul Wolfowitz'</B>le yaptığı röportajla Türkiye'nin gündemini değiştirdi.Wolfowitz'in sözleri yenilir yutulur gibi değil.

Ancak ABD Savunma Bakanlığı'nın böyle düşündüğünü zaten biliyorduk.

Yani sürpriz de değil.

Pazartesi akşamı Abdullah Gül'e Pentagon ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasındaki bakış farklılığını hatırlatarak, ABD'nin Türkiye politikasının hangi bakış açısına göre şekillenmesinin beklendiğini sormuştum.

Gül, bir büyük devletin bölgesel bir güçle uzun süre kavgalı kalamayacağını ima etmişti.

İncirlik konusunda da Gül'ün söyledikleri açıktı:

‘‘ABD Irak'ı ele geçirince biz yardım etmiş de olsak, etmemiş de olsak İncirlik'e ihtiyacı kalmayacaktı ki!’’

Yani aslına bakarsanız Wolfowitz'in sözleri Türk Dışişleri açısından ‘‘sürpriz’’ değil.

Malumun, Türk kamuoyuna ilamı...

Ancak Wolfowitz Türkiye'ye karşı ‘‘endazeyi’’ bir miktar kaçırdı.

Bütün dünyanın ticaret yaptığı Türkiye'nin Irak'la iş yapmasını eleştirdi.

Ben şahsen Mehmet Ali Birand'dan Wolfowitz'e bu sözleri üzerine bir soru daha sormasını beklerdim. Sorulmayan o soru şu:

‘‘Türkiye'nin Irak'la iş yapmasına kızıyorsunuz. Peki Irak'ın ambargo döneminde sattığı petrolün yüzde 80'inden fazlasını Başkan Yardımcınız Dick Cheney'nin petrol şirketi aldı. Basra'dan yüklenen tankerler aldıkları malı doğrudan Teksas'a getirdiler. Türkiye'nin komşusuyla ticaret yapması ayıp da, sizin düşman ilan ettiğiniz ülkeden, hem de Başkan Yardımcınız vasıtasıyla petrol almanız ayıp değil mi?’’

Birand
bu soruyu nedense sormadı. Belki de bu durumu bilmiyordu.

Ya Türk Genelkurmayı ile ilgili sözler. Wolfowitz ‘‘Askerlerin daha fazla ağırlık koymasını beklerdik’’ dedi.

Hani ABD'nin isteği Irak'a demokrasi getirmekti. Birand bu yanıtı da biraz eşelese, Wolfowitz ‘‘Demokrasiyi Irak için istiyoruz, Türkiye için değil’’ diyebilir miydi?

Mehmet Ali Birand, yaptığı röportajla Türkiye'nin ‘‘en iyi muhabiri’’ olduğunu gösterdi ve Türk-Amerikan ilişkileri ile ilgili yazılarında ne kadar haklı olduğunu kanıtladı.

Ama keşke bu iki soru da aklına gelseydi.

NOT: Başlık ‘‘Irak için demokrasi istiyoruz, Türkiye için değil’’ olarak tercüme edilebilir.

Bremer'ın atanması ABD demokrasisi için


AMERİKAN yönetimi Irak'ın başına atadığı emekli asker Jay Garner'ın üzerine Paul Bremer'ı atadı.

Bunun çeşitli nedenleri var.

ABD Dışişleri Bakanlığı ile ABD Savunma Bakanlığı arasındaki çekişme bu nedenlerden biri.

Bush'un Powell-Rumsfeld dengesini gözetmesi bir diğeri.

Ama aslında asıl neden bunların hepsinin dışında.

Asıl neden ‘‘Amerikan demokrasisi’’.

Irak'ın başına bir ‘‘asker’’in atanması Amerikan entelektüelleri arasında bir süredir eleştiriliyordu.

‘‘Askerler savaşır, savunur, siviller ise yönetir. Asker sivile komuta etmez, asker ülke yönetmez.’’

Bu nedenle General Garner'ın Irak'ı yönetmesi Amerikan demokrasisinde bir ‘‘hazım sorunu’’ yaratmıştı.

Bush bu hazımsızlığı, Garner'ın üzerine bir sivili atayarak gösterdi.

İşin ilginci, tam da Wolfowitz'in Türkiye'de askerlerin yeterince ağırlık koymadığını söylediği bir günde.

Abukluğun yanıtı hakaret midir?


HÜLYA Avşar'ın asabı biraz bozuk galiba.

Geçen hafta kızının ayakkabı numarasını soran bir muhabire ‘‘Sen denyo bile değil, dangalaksın’’ diye bağırdı.

Bu hafta başında da benzer bir gerilimi başka bir muhabir ile yaşadı ve ona da hakaretler yağdırdı.

Bunlar Hülya Avşar'ın bildik tarzı değil.

O muhabirlerin kendisi ve mesleği için önemini bilir; ona göre davranırdı.

Şimdilerde pek bir agresif.

Kimileri diyor ki: ‘‘Avşar haklı. Abuk sabuk sorular soruyorlar.’’

Doğru, sorular abuk sabuk. 20 yıldır Hülya Avşar ile dipdibe yaşayan muhabirlerin artık soracak ‘‘doğru dürüst’’ sorusu kalmadı ki. O yüzden abuk sabuk soruyorlar. Abuk sabuk soruya hakaretle mi yanıt vermek lazım.

Hülya Avşar, kendisini Türkiye'nin starı yapan tavrıyla, bugünkü tavrını karşılaştırsın.

Muhabirlere edilen hakaretlerle Avşar sadece muhabirleri değil, kendisini sevenleri de kaybediyor.

Bazıları o hakaretleri hak etse de.

Galatasaray'a ceza verilmeliydi


EĞER Galatasaray hakkında yazı yazmama konusunda bir taahhüdüm olmasaydı, bugün şöyle yazardım:

Keşke Futbol Federasyonu Galatasaray'ın sahasını kapatsaydı ve Galatasaray, Gençlerbirliği maçını başka bir sahada oynasaydı.

Hem vicdanlar rahatsız olmazdı, hem de Galatasaray daha stressiz bir maç yapardı.

Üstelik de, Federasyon Başkanı ile akrabalık ilişkisi dillere destan olanların diline düşmezdi. Ama benim dileğim şu. Şampiyonluk düğümü Beşiktaş-Galatasaray maçında çözülsün. Beşiktaş Galatasaray'ı evinde yendi. Galatasaray da gücü yetiyorsa Beşiktaş'ı evinde daha farklı yensin. Şampiyonluk o maça kalırsa lig daha adil olmuş olacak gibime geliyor. Tam bir final maçı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Güçlü olmak, haklı olmayı sağlamadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Irak’taki temsilcilikler hızla açılacak

7 Mayıs 2003
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanı <B>Abdullah Gül'</B>le konuştuk. Irak'taki ihalelerde Türkiye'nin dışlanması konusunu bizim kadar önemsemiyor. ‘‘Amerika sadece bizim değil, en yakın müttefiki İngiltere'nin bile Irak'tan iş almasına karşı çıkıyor. Bu konuda İngiltere ile bile aralarında sorun var’’ diyor. Bu işle ilgili olarak koordinasyonla görevlendirilen Büyükelçi Ahmet Ökçün'ün verdiği rakamlar ise çarpıcı. Ökçün, Irak'ın ancak 5 yıl sonra yılda 25 milyar dolarlık petrol çıkaracak kapasiteye erişebileceğini, bunun da 500 milyar doları bulan Irak'ın dış borçlarını ödemekte kullanılması halinde bile Irak'ın 25 yıl hiç durmadan petrol satması ve bu sırada hiçbir harcama yapmaması gerektiğini hesaplıyor.

Ökçün'e göre Irak'ta ortada büyük bir pasta yok. Ben kendi adıma Ökçün'ün bu hesabını gerçekçi bulmuyorum. Irak hemen hiçbir şey üretmeyen bir ülke. Dış alım yapmak zorunda. Bunu en ucuza yapabileceği ülke ise Türkiye. Özellikle de tüketim mallarında. Anladığım kadarıyla hükümet de bunun farkında. Dışişleri Bakanı Gül, Bağdat Büyükelçiliği'nin yaz ortasına kalmadan faal hale getirileceğini söylüyor.

Karşı tarafta muhatap olunacak bir yönetim olmadığı için büyükelçi düzeyinde değilse bile maslahatgüzar düzeyinde faaliyete geçilecek.

Sadece Bağdat'ta değil, Musul ve Kerkük'te de hızla birer ‘‘konsolosluk’’ açılıyor.

Bununla ilgili olarak Barzani ve Talabani ile anlaşmaya varılmış durumda. Türkiye buralarda da ‘‘diplomatik’’ varlığını gösterecek.

Bu acelenin tek gerekçesi, ilişkileri bir an önce normalleştirip ticarete uygun altyapıyı hazırlamak. Bunlar çok doğru adımlar. Ancak lafta kalmayıp bir an önce atılması gerek.

Hırsızı denetleyen hırsız olursa!


HERKES müteahhitlere ve siyasilere kızgın. Siyasiler ihale vermiş, müteahhitler de çalmış. Peki ya kontrolör denilen ‘‘şerefli’’ yurttaşlarımız.

Her işin başı ‘‘denetim’’ değil mi?

Bunu daha önce başka konularda da yazdık. Bankalar battı. O bankaları her yıl denetleyip ‘‘Taş gibidir maşallah’’ raporu veren anlı şanlı ‘‘Uluslararası Bağımsız Denetim Kuruluşlarına’’ hiçbir şey olmadı. Oysa ABD'de bir şirket batınca denetim firması bunu raporunda görmemişse o da batıyor. Türkiye'de bunu aylarca yazdım kimse umursamadı. Bu meselede de öyle. Müteahhit çalmış, bina bu yüzden yıkılmış.

Peki müteahhit çalarken, devlet adına, kamu adına onu denetlemekle görevli ‘‘şerefsiz’’ nerede?

Müteahhit çalarken, kontrolör ne almış.

Yok mu onun adı sanı.

Bilinmiyor mu?

Siyasetçi işi gereği ihale verecek. Müteahhit sistem gereği en fazla kárı elde etmeye çalışacak. Bunu yaparken hırsızlık yapmasını ise kamu adına ‘‘denetçi’’ ya da ‘‘kontrolör’’ engelleyecek.

Yani asıl sorumluluk onda. Ama onun adını anan, arayan soran yok.

Hep bir ağızdan, canı gönülden siyasetçiye ve müteahhide küfrediyoruz.

Asıl ‘‘ahlaksız’’ı ise unutuyoruz. Yakasına ilk yapışılması gereken denetçidir. Bu işin hesabını sormaya ondan başlamak gerekir.

ERDOĞAN, KOZLU’YA ‘DEVAM ET’ DEMİŞ


ABDULLAH Gül'e AKP'nin kadrolaşma ile ilgili ‘‘savunmalarının’’ geçerli olmadığını söyledim. AKP yönetimi ‘‘başarısız bürokratları’’ değiştirdiğini söylüyordu. ‘‘THY yönetimini nasıl başarısız olarak nitelendirirsiniz?’’ diye sordum.

Yanıtı ilginçti. ‘‘THY yönetimini biz değiştirmedik’’ dedi. ‘‘Tayyip Bey, THY Yönetim Kurulu Başkanı Cem Kozlu ile bizzat görüştü. Görevine devam etmesini istedi. Hatta bu konuda ısrarcı bile oldu. Ancak Cem Kozlu Coca Cola'daki görevinin çok ağır olduğunu ve bu görevine ağırlık vermek istediğini söyleyerek Tayyip Bey'den izin istedi’’ diye anlattı olayın iç yüzünü. Bu anlatım işi değiştiriyor. Demek ki, sadece iktidarlar bürokrasisini seçmiyor. Bürokrasi de iktidarını seçiyor. Ben Türkiye adına Cem Kozlu'nun görevini sürdürmesini isterdim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Şıracının avukatı bozacı olmadığında.
Yazının Devamını Oku

12 yıllık desteği çöpe attık

6 Mayıs 2003
<B>IRAK </B>yeniden yapılıyor. Yapılanıyor değil, gerçek anlamıyla yeniden yapılıyor. Ve komşusu Türkiye bu işin dışında.

Nedeni ise siyasi iktidarın ‘‘doğru bildiğinin’’ arkasında duramamış olması.

Amerika Birleşik Devletleri'ne son anda ‘‘madik’’ atması.

‘‘Komşumuza bizim topraklarımızdan saldıramazsınız’’ şeklindeki ‘‘sözde vicdani’’ yaklaşım.

Yani ‘‘palavra’’.

Irak'a ilan edilmiş bir savaş yokken dahi Türkiye topraklarından kalkan uçaklar Irak'ı bombaladılar.

1991'den 2003'e kadar neredeyse her gün İncirlik'ten kalkan Amerikan uçakları Irak'a bomba yağdırdılar.

Türkiye, Irak'ın elini kolunu kıran bu bombardımana yıllarca ‘‘yardım ve yataklık’’ etti.

Bu yüzden de ABD ve İsrail ile son derece sıcak ilişkiler kurdu.

Ama ‘‘gerçek anı’’ geldiğinde, yani ‘‘nihai bombardıman’’ günü bu desteği kesti.

ABD'ye verdiğimiz destekten dolayı 12 yıl boyunca Irak'ın eski yönetimiyle sorun yaşadık.

Son anda vermediğimiz destekten dolayı Irak'ın bugünkü yönetimiyle ne zaman sona ereceği belli olmayan bir kriz yaşıyoruz.

Alakasız ülkeler işin içinde, biz dışındayız.

Elbette bu sorun kalıcı değil.

Elbette komşumuzla ilişki kurmamız sonsuza kadar engellenemez ama gereksiz bir sıkıntının içindeyiz.

12 yıllık işbirliğinin meyvelerini toplayamamanın ve yıllarca çalıştığımız tarlayı hasat zamanı terk etmenin nasıl bir ‘‘siyaset’’ anlayışı olduğunu doğrusu çözemiyorum.

İyi ki yazmışım!


DEPREMİN ertesi günü herkes sistemi suçlarken, köşemde bir çağrı yaptım.

‘‘Okullarımız ne kadar sağlam?’’ diye sordum ve hem idarecileri, hem de sivil toplum örgütlerini okullarımızın sağlamlığını denetlemeye çağırdım.

Bu çağrının bugün geldiği noktada çok mutluyum.

Türkiye'nin gerçek büyük gazetesi Hürriyet ve Kanal D Haber, bu çağrıyı birlikte tekrarladılar.

Hürriyet bunu manşetine taşıdı, ilk ateşi yaktı ve bu iki büyük kurum bunu bir kampanyaya çevirdi.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve Eğitim Sen Başkanı Alaattin Dinçer'le de konuştuk.

Onlar da bu kampanyanın içinde yer alıyorlar.

Sadece onlar değil, pek çok mimar ve mühendis odası da buna destek olmak için arıyor.

Hürriyet, Kanal D ve Doğan Haber Ajansı muhabirleri okul okul gezmeye başladılar bile.

Bu kampanya çerçevesinde okulların depreme dayanıklı olup olmadıkları belirlenecek.

Eksiklik, oluşturulacak fondan karşılanacak ve geleceğimiz olan çocuklarımızı enkaz altında görme acısından kurtulacağız.

Gazetecilerin ‘‘İyi ki yazmışım’’ dediği günler vardır.

Bugün de o günlerden biri.

1.2 milyar dolara kaç okul yapılır?


SABAH Gazetesi de depremde yıkılan Bingöl'deki Yatılı Bölge Okulu'nu yeniden yaptırıyor.

İyi bir hareket...

Ama bazen iyi hareketleri de eleştirmek gerekir.

Düşünüyorum da, Dinç Bilgin'in Etibank'ta buharlaştırdığı 1.2 milyar dolarla acaba kaç okul yaptırılırdı?..

Ya da Etibank'tan yasalara aykırı bir biçimde kendi şirketlerine aktardığı yaklaşık 600 milyon dolarla kaç okul hizmete sokulur, kaç öğrenci bu okullarda okuyabilirdi?..

Yapmasalardı


BAŞTA Fransız Le Figaro olmak üzere bazı Avrupa gazeteleri benim yazıyı haber yapmışlar: ‘‘Kendi ülkenizi talan ederseniz, vatandaşlarınız enkaz altında ölür.’’ Bu başlığımı almışlar ve Türkiye'deki sistemi eleştiriyorlar. Türkiye'de yolsuzluğun ve hırsızlığın her yere bulaştığına ve bunun acısını yurttaşların çektiğine değiniyor gazeteler. Üzücü bir deprem olayında bile bu durum unutulmuyor. Haberleri okuyunca üzüldüm. Benim sözlerimle, yabancılar benim ülkemi eleştiriyorlardı. ‘‘Yazmasa mıydım’’ dedim.Acaba vatan hainliği mi yaptım diye üzüldüm. Ama bu bir an sürdü. O yolsuzlukları yapanlar ve yaptıranlar ‘‘Yapmasaydım’’ demiyorlarsa, onlar kendilerinin gerçek birer vatan ve millet haini olduklarını görmüyorlarsa, benim ‘‘Yazmasa mıydım’’ deme hakkım olmuyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Galatasaray yönetiminin suskunluğunun Fatih Terim'i antipatik hale getirdiğini Galatasaraylı yöneticiler gördüğü zaman.
Yazının Devamını Oku

Özel okul teşviki fakir öğrencilere

5 Mayıs 2003
<B>MİLLİ </B>Eğitim Bakanı'nın, özel okullara giden öğrencilerin eğitim giderlerinin bir bölümünü karşılamaya yönelik projesini <B>‘‘olumlu ve doğru’’ </B>bulduğumu yazmıştım. Ancak AKP'nin en doğru projelerine bile <B>‘‘şüpheyle’’ </B>yaklaşılıyordu ve ortada bir <B>‘‘samimiyet’’ </B>sorunu vardı. Yazı üzerine Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik aradı. Ardından bir faks çekti. Sonra bir daha aradı. Epey konuştuk.

Bakan Çelik şöyle diyor:

‘‘Biz bu yıldan itibaren devlet parasız yatılı sınavına girme şartlarına sahip, en düşük gelir düzeyinde ailelerin çocuklarını sınava tabi tutarak bunlardan 10 bin kişiyi özel okullara göndereceğiz. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman özel okullara ödeyeceğimiz para yaklaşık 15 trilyon Türk Lirası'dır. Bu projenin yararlarını şöyle özetleyebiliriz:

Zeki, kabiliyetli ancak parası olmayan fakir aile çocukları da özel okullara gidebilecek.

10 bin öğrenci için bu yıl gerekli olan 250 yeni dersliği inşa etme maliyetinden kurtulacağız. (Yaklaşık 30 trilyon TL.)

Devlet okullarındaki kalabalığı cüzi de olsa azaltacağız.

Özel okulların boş olan 208 bin kişilik kontenjanından yüzde 5'lik bölümü alarak özel okulları teşvik edeceğiz.

Sayın Altaylı, atılan her olumlu adımda birbirimizin niyetini sorgulamaya başlarsak bir yere varamayız. Herkes bilmelidir ki, biz milli eğitim meselelerine ideolojik değil, pedagojik olarak yaklaşmaktayız.’’

Bakan Çelik, Türkiye'deki okulların bir kısmını tarikat okulu diye nitelemenin doğru olmadığını da belirtiyor ve ‘‘Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre işletilen ve denetlenen okulların hepsinin’’ Cumhuriyet'in okulları olduğunu söylüyor. Fethullah Gülen'in okulları olarak nitelenen okulların ise bütün özel okullar arasında yüzde 10 ila 15 arasında bir payı olduğunu ve bunların kontenjan açıklarının çok az olduğunu bildiren Bakan Hüseyin Çelik, öğrencilerin hangi okula gitmek istediklerini kendilerinin belirleyeceğini de yazmış.

Herhangi bir okula kaynak aktarmanın akıllarından bile geçmediğini ama aynı şekilde bazı okulların bu uygulama dışında tutulmasının da yanlış olduğunu belirten Bakan, ‘‘Bir mahalleye su götürdüğünüz zaman bu bizden değil diye bazı evlerde su bağlamamak olmaz’’ diyerek tavırlarına bir de örnek vermiş.

Çelik'in diğer söylediklerini de başka bir gün sizlere aktaracağım.

Bingöl Emniyet Müdürü’ne madalya taksaydınız!


BİZİM mesleğin iyilerinden Saygı Öztürk görevden alınan Bingöl Emniyet Müdürü'yle ilgili bir haber verdi önceki gün.

Bingöl'de görevden alınan Emniyet Müdürü Osman Nuri Özdemir, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Siirt'teki konuşmasını banda aldıran ve bu yüzden de Erdoğan'ın hapse girmesine neden olan kişiymiş.

Yani Saygı'nın haberi diyor ki: ‘‘Erdoğan müdürü bu yüzden görevden aldı.’’

El insaf.

Eğer Recep Tayyip Erdoğan Emniyet Müdürü'nü bu yüzden görevden alacak olsaydı, çok daha öncesinden almaz mıydı? Bunu yapacak yetkisi, gücü yok muydu?

Vardı. Ama almadı. Çünkü herkes biliyor ki, bir meydanda konuşurken o ilin emniyeti o konuşmayı kaydeder. Bir emniyet müdürünün görevini yerine getirmesi kan davası nedeni olmaz.

De ki oldu. O zaman da beklemesine gerek yok. İlk kararnameyle görevden alır.

Ama Erdoğan bunu yapmamış.

Bingöl Emniyet Müdürü'nün görevden alınmasından daha ‘‘olması gereken’’ bir şey yok ki!

Kentte polisin hatalı tutumu nedeniyle neredeyse bir ayaklanma, bir isyan başlıyor.

Görüntüler ortada, Özel Harekátçı polisler büyük bir hata içindeler.

Asker araya girmese polisle halk birbirine girecek.

Bu emniyet müdürü görevden alınmayacak da, ben mi görevden alınacağım.

Tam aksine müdür görevden alınmazsa bir acayiplik olmuş olacak.

Ama öyle olmuyor. Doğru olan yapıldığı halde, hemen olaya bir siyasi kulp bulunup, haklı haksız, haksız haklı hale getirilmeye çalışılıyor.

Cuma günü yazdığım gibi ‘‘samimiyet’’ sorunu her yerde AKP'nin karşısına çıkartılıyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Çağdışı bürokrasi siyasetçiye olan güvensizliğin arkasına saklanmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Özel okul teşviki fakir öğrencilere

5 Mayıs 2003
MİLLİ Eğitim Bakanı'nın, özel okullara giden öğrencilerin eğitim giderlerinin bir bölümünü karşılamaya yönelik projesini ‘‘olumlu ve doğru’’ bulduğumu yazmıştım. Ancak AKP'nin en doğru projelerine bile ‘‘şüpheyle’’ yaklaşılıyordu ve ortada bir ‘‘samimiyet’’ sorunu vardı. Yazı üzerine Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik aradı. Ardından bir faks çekti. Sonra bir daha aradı. Epey konuştuk. Bakan Çelik şöyle diyor:‘‘Biz bu yıldan itibaren devlet parasız yatılı sınavına girme şartlarına sahip, en düşük gelir düzeyinde ailelerin çocuklarını sınava tabi tutarak bunlardan 10 bin kişiyi özel okullara göndereceğiz. Bunu gerçekleştirdiğimiz zaman özel okullara ödeyeceğimiz para yaklaşık 15 trilyon Türk Lirası'dır. Bu projenin yararlarını şöyle özetleyebiliriz: Zeki, kabiliyetli ancak parası olmayan fakir aile çocukları da özel okullara gidebilecek. 10 bin öğrenci için bu yıl gerekli olan 250 yeni dersliği inşa etme maliyetinden kurtulacağız. (Yaklaşık 30 trilyon TL.)Devlet okullarındaki kalabalığı cüzi de olsa azaltacağız.Özel okulların boş olan 208 bin kişilik kontenjanından yüzde 5'lik bölümü alarak özel okulları teşvik edeceğiz. Sayın Altaylı, atılan her olumlu adımda birbirimizin niyetini sorgulamaya başlarsak bir yere varamayız. Herkes bilmelidir ki, biz milli eğitim meselelerine ideolojik değil, pedagojik olarak yaklaşmaktayız.’’Bakan Çelik, Türkiye'deki okulların bir kısmını tarikat okulu diye nitelemenin doğru olmadığını da belirtiyor ve ‘‘Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre işletilen ve denetlenen okulların hepsinin’’ Cumhuriyet'in okulları olduğunu söylüyor. Fethullah Gülen'in okulları olarak nitelenen okulların ise bütün özel okullar arasında yüzde 10 ila 15 arasında bir payı olduğunu ve bunların kontenjan açıklarının çok az olduğunu bildiren Bakan Hüseyin Çelik, öğrencilerin hangi okula gitmek istediklerini kendilerinin belirleyeceğini de yazmış. Herhangi bir okula kaynak aktarmanın akıllarından bile geçmediğini ama aynı şekilde bazı okulların bu uygulama dışında tutulmasının da yanlış olduğunu belirten Bakan, ‘‘Bir mahalleye su götürdüğünüz zaman bu bizden değil diye bazı evlerde su bağlamamak olmaz’’ diyerek tavırlarına bir de örnek vermiş. Çelik'in diğer söylediklerini de başka bir gün sizlere aktaracağım. Bingöl Emniyet Müdürü’ne madalya taksaydınız!BİZİM mesleğin iyilerinden Saygı Öztürk görevden alınan Bingöl Emniyet Müdürü'yle ilgili bir haber verdi önceki gün. Bingöl'de görevden alınan Emniyet Müdürü Osman Nuri Özdemir, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Siirt'teki konuşmasını banda aldıran ve bu yüzden de Erdoğan'ın hapse girmesine neden olan kişiymiş. Yani Saygı'nın haberi diyor ki: ‘‘Erdoğan müdürü bu yüzden görevden aldı.’’El insaf. Eğer Recep Tayyip Erdoğan Emniyet Müdürü'nü bu yüzden görevden alacak olsaydı, çok daha öncesinden almaz mıydı? Bunu yapacak yetkisi, gücü yok muydu?Vardı. Ama almadı. Çünkü herkes biliyor ki, bir meydanda konuşurken o ilin emniyeti o konuşmayı kaydeder. Bir emniyet müdürünün görevini yerine getirmesi kan davası nedeni olmaz. De ki oldu. O zaman da beklemesine gerek yok. İlk kararnameyle görevden alır.Ama Erdoğan bunu yapmamış. Bingöl Emniyet Müdürü'nün görevden alınmasından daha ‘‘olması gereken’’ bir şey yok ki!Kentte polisin hatalı tutumu nedeniyle neredeyse bir ayaklanma, bir isyan başlıyor. Görüntüler ortada, Özel Harekátçı polisler büyük bir hata içindeler. Asker araya girmese polisle halk birbirine girecek. Bu emniyet müdürü görevden alınmayacak da, ben mi görevden alınacağım. Tam aksine müdür görevden alınmazsa bir acayiplik olmuş olacak. Ama öyle olmuyor. Doğru olan yapıldığı halde, hemen olaya bir siyasi kulp bulunup, haklı haksız, haksız haklı hale getirilmeye çalışılıyor. Cuma günü yazdığım gibi ‘‘samimiyet’’ sorunu her yerde AKP'nin karşısına çıkartılıyor. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Çağdışı bürokrasi siyasetçiye olan güvensizliğin arkasına saklanmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Milli Eğitim'de hayaller ve gerçek

3 Mayıs 2003
<B>MİLLİ </B>Eğitim Bakanlığı'nın özel öğretimi desteklemek için özel okullarda okuyan öğrencilerin okul paralarının bir bölümünü karşılamayı planladığı projeye değinmiştim önceki gün. Bir veliden gelen faks, bu projenin gerçekleşme olasılığı hakkında bir fikir verebilir.

Aktarıyorum:

‘‘Bu iktidarı takdir ediyorum ve başta Gül ve Erdoğan olmak üzere fikirlerinin arkasında başka bir amaç olmadığını düşünüyorum. Ancak palanlanan iş ile yapılmakta olan uygulama arasındaki farklılık, sizin belirttiğiniz destek projesinin uygulanabileceği konusunda ciddi soru işaretlerine neden oluyor. Kim bilir belki de, size aktaracağım bu olaydan Başbakan'ın veya Gül'ün haberi yoktur.

Oğlum ilköğretim 6. sınıfta çok başarılı ve çalışkan bir öğrencidir. Bu sene Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Sınavı'nı kazandı. Ancak devlet çalışkan ama fakir bir öğrenciye üç ayda bir verilen 39 milyon lira harçlığı nedense kesti. Belki üç ayda bir alınan 39 milyon liranın büyük kıymeti yok ancak bu harçlık öğrenciye bir ayrıcalık ve şevk veriyordu. Şimdi Sayın Milli Eğitim Bakanı da çıkıp ‘Çocukları kolejlerde okutacağız' diyor. Üç ayda bir öğrenciye verilen 39 milyonu veremeyen Milli Eğitim, çocukları kolejde nasıl okutacak?

Takdirini size, Sayın Başbakanımıza, Sayın Dışişleri Bakanımıza ve Sayın Milli Eğitim Bakanımıza bırakıyorum..’’

Güzel bir soru. Üç ayda bir 39 milyonu veremeyen Milli Eğitim, kolejlerin milyarlık faturalarına nasıl katkı yapabilecek? Ne dersiniz Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik. Nasıl olacak?

AB’de bir ilk


AVRUPA Birliği dönem Başkanı Yunanistan, Türkiye'nin adaylığına verdiği önemi ilginç bir yöntemle gösteriyor.

15 AB üyesi ve katılım için imzalarını atan 10 adayın Dışişleri Bakanları üç gündür Rodos'ta toplantı halindeler. İşleri tıkırında bu 25 ülkenin bakanlarının yaptığı toplantıya bugün öğle saatlerinde Romanya, Bulgaristan ve Türk Dışişleri Bakanları da katılacaklar. Grup daha sonra Meis'e geçecek. Orada ‘‘aile fotoğrafı’’ çekilecek. Sonrasında ise bir ilk gerçekleşecek.

28 Dışişleri Bakanı toplantılarını Kaş'ta sürdürecekler. Yani Türkiye'ye geçecekler. Bu bir ilk, çünkü AB Dışişleri Bakanları'nın toplantısı ilk kez üye olmayan bir ülkenin topraklarında yapılmış olacak.

2 saatliğine de olsa bu önemli bir jest. Bu jestle Yunanistan Türkiye'nin AB üyeliğine verdiği önemi gösteriyor.

Bu arada Kıbrıs Rum Kesimi Dışişleri Bakanı da Türkiye'ye gelmiş olacak. Bu da onların kárı.

Tanrı da Türk düşmanı mı?


REKLAMCI bir tanıdığım İzmit Depremi'nin Türkiye'nin Gece Yarısı Ekspresi filmiyle şekillenen imajını değiştirdiğini Türkiye'nin adını bu filmle duyup olumsuz hisler besleyen Batılıların, depremden sonra Türkiye'ye karşı daha pozitif duygularla baktıklarını söylemişti.

Sözlerinden anladığım şuydu; nefret acımaya dönüşmüştü.

Şimdi acıma duygusunu da yerle bir edip, ‘‘Bunlar adam olmaz’’ duygusuna doğru ilerliyoruz.

Çünkü Gölcük Depremi ile Türkiye'deki doğal felaketleri gündeme alan dünya basını Bingöl depreminden sonra Türkiye'yi ağır bir biçimde eleştirmeye başladı.

Şimdi artık Türkiye'nin depremden bile ders almayan bir ülke olduğunu, yaşadığı onca felakete rağmen önlem almayı beceremeyen Türkiye'nin yine çocuklarını enkaz altında bıraktığını yazıyorlar.

Peki bunları yazanlara ‘‘haksız’’ diyebilir miyiz?

Ya da bu yazıları, ‘‘Bunlar zaten Türkleri sevmezler’’ diyerek, bunu da ‘‘evrensel ve geleneksel Türk düşmanlığı’’na bağlayabilir miyiz?

Yoksa tarafsız bir gözle baktığımızda bunların doğru olduğunu mu düşünürüz.

Metrocity'ye çocuk giremez mi?


METROCITY açılmadan hakkında pek çok haber çıktı. Kimi olumlu, kimi olumsuz.

Ortaklarının mali durumları, fiyatları, kiraları, kiracıları hepsini öğrendik çok şükür.

Fakat bir okurumun gönderdiği bilgi, bu haberlerin hepsinden daha etkileyici.

Anladığım kadarıyla Metrocity güvenlik görevlileri ciddi bir ‘‘had aşımı’’ içindeler.

Daha önce Hıncal Uluç'un yazılarından öğrendiğimiz kadarıyla Carrefour'da yapılan bir uygulamaya Metrocity de başvuruyor.

Kapıdaki güvenlik görevlileri alışveriş merkezini gezmeye gelen çocukları kapıda son derece kaba bir şekilde durduruyor ve yaşları 16'dan küçükse alışveriş merkezine sokmuyorlar.

Metrocity'nin ve içerdeki müşterilerin güvenliği elbette önemli ama ufacık çocuklara peşin peşin suçlu muamelesi yapmaya, onlara hakaret etmeye ve özgürlüklerini kısıtlamaya kimsenin hakkı yok.

Metrocity yönetiminin, güvenlik görevlilerinin bu işgüzarlığına son vermeleri gerek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Özel harekátçı polisler geçmişten aldıkları dersleri unutmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Ülkeni talan edersen vatandaşın enkazda ölür!

2 Mayıs 2003
<B>YİNE </B>deprem... Yine ilk çökenler <B>‘‘torpilli’’ </B>müteahhitlerin yaptığı kamu binaları. Sabah radyoda öfkesini haykıran Bingöllü vatandaşın sözleri bu konuda yazılabilecek her yazıdan öte bir anlam taşıyordu:

‘‘Şu ahırı ben yaptım sapasağlam duruyor. Bu okulu müteahhit yaptı altında 200 çocuk yatıyor.’’

Orada yaşamını yitiren çocukların katili ne depremdir, ne de ‘‘hırsız’’ müteahhit.

O canların vebali, bu gibi hırsız müteahhitlerin Ankara'daki temsilciliğini yapan sözde ‘‘milletvekillerinin’’ sırtındadır.

Şimdi hepsi oraya akın edecek, acılı konuşmalar yapacak, oralarda boy gösterecek, televizyon kanallarına ‘‘Beni de çekin, bakın vatandaşımın acısını paylaşıyorum’’ mesajları gönderecekler.

Utanmadan, sıkılmadan, bu işin sorumlusu olduklarını bildiğimizi hesaba katmadan...

Bu pisliği bir kez daha yazmak niyetinde değilim.

Artık hepimiz neyin ne olduğunu ve bu memleketin neden bir türlü ‘‘adam olamadığını’’ biliyoruz.

Bugün bina yıkılır, yarın THY uçağı düşer.

Siz teknik meseleleri siyasi olarak ele alır, partizanlıkla iş götürürseniz bu sonuç normaldir.

Partili müteahhidin inşaatının kontrolünü yaptırmazsanız yıkılır.

THY'nin yetişmiş teknik personelinin yerine partilileri getirirseniz uçak düşer.

Şimdi iki müteahhit, iki kontrolör hakkında dava açılır.

Bir süre davalar savsaklanmaya başlar. Sonunda üç beş aya mahkûm olurlar, mesele kapanır gider.

Ama Ankara'dan kaynaklanan rezilliğe kimse karışmaz.

Seçim zaferini ‘‘fütuhat’’ zannedip, kendi ülkenizi talan ettirmeye başlarsanız olacağı budur.

Acıdır ama müstahaktır...

Okullarımız ne kadar sağlam?

ARTIK biliyoruz, Türkiye'de depremler Doğu'dan başlıyor, Batı'ya doğru geliyor.

Bingöl'le beraber yeni bir deprem silsilesi başladı diyenler var.

Başladı başlamadı bilemem. Profesör Ahmet Ercan 1 yıl içinde İstanbul'da da bir deprem beklediğini söylüyor.

Olabilir, olmayabilir.

Sağa sola koyulan ve serseriler tarafından soyulan deprem konteynerleri dışında bir hazırlık yok.

Bir de vatandaşların kendi çabaları var.

Herkes ev alırken veya kiralarken ‘‘Zemin sağlam mı?’’ diye soruyor, oturacağı binanın sağlamlığı hakkında rapor istiyor.

Kendimizi garantiye almaya çalışıyoruz.

Peki ya çocuklarımız?..

Okuyup adam olmaları için onları her gün okullarına uğurluyoruz.

Çocuklarımızın okullarının durumu ne?

Var mı ‘‘açık’’ bir bilgi.

İşte Bingöl'de olan ortada.

İlk yıkılan bina, okul.

Canlarımızı her gün yolladığımız okullarla ilgili bir bilgi yok.

Milli Eğitim Bakanlığı, öncelikle deprem bölgelerindeki okullardan başlayarak bütün okulların sağlamlığını denetletmek zorunda.

Ve daha önemlisi, bu denetim sonucunda elde edilen ‘‘raporu’’ her okul kendi velilerine göstermek zorunda.

Ve tabii veliler, çocuklarını gönderecekleri okullardan bu raporları istemek zorunda.

Enkaz önünde ağlayıp dövünmektense, bir rapor istemek daha iyidir herhalde.

Gereksiz sakatlıklar

MİLLİ Takımımız, Çek Cumhuriyeti ile oynadı.

4 tane yedi.

Hazırlık maçlarının skorlarını önemsemem. Hiç itirazım yok. Deneme maçlarıdır. Burada yiyeceksin ki, resmi maçta yememenin yolunu bulasın.

İtirazım olan konu başka.

Türkiye'de iki takım ligin son virajına başa baş girmişler.

Her maç final.

Ve bu iki takımın iki önemli oyuncusu milli maç sayesinde sezonu kapatmışlar.

İlhan 2-3 maç yok.

Hasan önümüzdeki yıla kadar.

Reva mı bu?

Yazık değil mi, bir forvetini ‘‘Sevinci’’nden dolayı kaybeden Beşiktaş'ın bir diğer forvetini böyle kaybetmesine?..

Ya Hasan'a...

Zaten bu sezon bitip tükenmeyen sakatlıklar nedeniyle kadro kuramayan Galatasaray'ı bir eksik daha bırakmaya...

Çok mu farzdı bu maç?..

Hele hele bu kadar sert bir oyun.

İçin rahat mı Sevgili Şenol Güneş?..

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sorumsuzluğun sonunun üzüntü olduğunu aklımızdan çıkarmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bırakalım soysunlar bırakalım çalsınlar

1 Mayıs 2003
<B>BİR </B>dostumla yemek yiyoruz. <B>‘‘Yine girdiniz Sabah'la birbirinize’’ </B>dedi.‘‘Yooo’’ dedim.

‘‘Gazeteni okumuyor musun? Siz yazıyorsunuz, onlar yazıyor.’’

‘‘Bizim Sabah'la bir işimiz yok. Biz içinden milyarlarca dolar boşaltılan bankaları soyan şerefsizlerle uğraşıyoruz. Biz diğer bankaları soyanları yazdığımız gibi Etibank'ı soyanları da yazıyoruz Sabah'ı değil. Etibank'ı soyan Sabah'ın da ortağıysa bizim suçumuz mu?’’
dedim.

‘‘Haklısın ama böyle algılanmıyor.’’

Haklıydı...

Böyle algılanmıyordu.

Bir tarafta son beş yılın dördünde vergi rekortmeni olmuş bir patron... Kazandığı her kuruşun vergisini devlete ödemiş bir adam... Geçen yıl devlete 550 milyon dolar vergi yaratmış bir grup... Diğer tarafta bankasını 1.2 milyar dolar zarara sokmuş, bunun 650 milyon dolarını cebe indirmiş birisi...

Kimse bu farkı ayırt etme gereğini duymuyor ve basit bir cümleyle işin içinden çıkıyor:

‘‘Yine girdiniz birbirinize.’’

Doğrusunu isterseniz bizim birbirimize girmeye hiç ihtiyacımız yok.

1.2 milyar dolar bize girmiyor, Türkiye'ye giriyor.

Ama vatandaş gözünde biz birbirimize girmişiz.

İnsan üzülüyor.

Ama görüyorum ki, milletin umurunda değil.

Sevgili Ertuğrul Özkök, sana sesleniyorum. Yazmayalım artık. Bırakalım hırsızların yakasını.

Biz vatandaşın parasını kurtarmak için küfür yiyoruz, vatandaş bizi aynı kefeye koyuyor.

Bırakalım çalsınlar! Bırakalım soysunlar!

Soyulanın umurunda değilse bize ne! Ne diye beş para etmez soyguncuların avukatlığına soyunmuş sözde gazetecilerin yazılarına muhatap oluyoruz ki!

Saddam'dan Bush'a: Benim hatama siz düşmeyin


ABD'nin Irak'ı ‘‘fethedebileceğini ama yönetemeyeceğini’’ savaş öncesi yazılarımızda hep vurguladık.

Osmanlı'nın en fazla ‘‘vali yiyen’’ eyaleti Bağdat'ın 10 bin kilometre öteden kolay yönetilemeyeceğini, Anglosakson kültürüyle Irak'ın kontrol edilemeyeceğini söyledik.

Irak'ın dini ve etnik olarak parçalanmış, 1200 kabileye bölünmüş nüfusunun kolay hazmedilemeyeceğini anlattık.

Thomas Friedman da kendini Saddam'ın yerine koyarak Bush'a yazdığı‘‘açık mektupta’’ aynı şeylere değiniyor dün.

‘‘Benim neden kötü bir çocuk olduğumu şimdi daha iyi anlayacaksınız’’ diyerek, Irak'ın ancak demir bir yumruğun altında bütünlüğünü koruyup kontrol edilebileceğini söylüyor.

Friedman'a göre ‘‘şok ve dehşet’’ sadece Irak'ta savaş kazanmak için değil, Irak'ı kontrol edebilmek için de gerekli bir unsur.

ABD'nin Irak'ı ele geçirip, Irak'ın kontrolünü ele geçirememesini de eleştiriyor Friedman ve diyor ki: ‘‘Irak halkını gücünüz değil, güçsüzlüğünüz ürkütür.’’

Ve bir de öneride bulunuyor:

‘‘Necef'i yeniden Şiiliğin merkezi haline getirin.’’

Bunu uzaktan kumandayla değil, Necef'in kendi doğal büyüme olanaklarının kısıtlanmaması yoluyla yapılmasını da istiyor. Necef'in güçlenmesinin İran'ı zayıflatacağını ve Ortadoğu'daki İran etkisini azaltacağını aktarıyor.

Thomas Friedman, Bush'a bir de önemli hatırlatma yapıyor:

‘‘Burası bir Arap ülkesidir. Iraklılar ikinci sınıf Amerikalı değil, birinci sınıf Arap olmayı tercih ederler.’’

Kendini Saddam'ın yerine koyan Friedman'ın son sözü ise ilginç:

‘‘Benim politik hayatımın sonu olan bu savaşı engellemek için niye bir şey yapmadığımı merak ediyorsunuz. Ne düşündüğümü, kimi dinlediğimi merak ediyorsunuz. Yanıt basit: Ben sadece kendimi dinledim. Sakın benim hatamı tekrarlamayın.’’

Samimiyetini bir kanıtlayabilse


BİR iktidar için en kötü şey, ‘‘samimiyetinden şüphe’’ edilmesi olsa gerek.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, önemli bir açıklama yaptı.

Çelik, devletin sırtından eğitim yükünün bir bölümünü alan özel okullarda okuyan öğrencilerin okul ücretlerinin bir bölümünün devlet tarafından ödeneceğini söyledi.

Yüzde yüz doğru bir uygulama.

Bu köşede yıllarca yazdık.

Özel okulların KDV'sini düşürmek gerek...

Çocuklarını bu okullarda okutan velilere vergi iadesi yapmak gerek diye.

Gerekçemiz aynıydı.

Çocuklarını bu okullara yollayan veliler, devletin sırtından bir yük kaldırıyorlardı.

Devlet de buna karşın onların sırtındaki yükü bir miktar hafifletmeliydi.

Bizim bu önerimizi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, çok daha radikal bir biçimde ele aldı.

Özel okula giden çocuklara doğrudan yardım.

Alkışlanması gereken bir karar.

Fakat iktidardaki parti AKP olunca bu ‘‘doğru’’ hareketin altında buzağı aranmaya başlandı.

İlk akla gelen ‘‘tarikat okullarına kaynak aktarımı’’.

Öyle ya, başta Fethullah Gülen okulları olmak üzere, Türkiye'de dini grupların kontrolünde pek çok özel okul var.

Şimdi deniyor ki, ‘‘Bakanın amacı, tarikat okullarına devlet kaynaklarından para pompalamak’’.

Acaba mı?

Hiç kimse ‘‘Hayır, bu böyle değildir’’ diyemiyor.

‘‘Evet, amaç bu’’ demek için de elimizde bir veri yok.

Bu durum AKP'nin bütün icraatında önüne çıkan en büyük engel.

İktidar partisi her şeyden çok ‘‘samimiyetini kanıtlamakla’’ vakit geçiriyor.

Bunu kanıtlamanın en sağlam yolu zaman.

Bakalım AKP samimiyetini kanıtlayacak kadar zaman bulabilecek mi?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Mağdurlar, zanlılardan çok avukatlarına güvendiği zaman.
Yazının Devamını Oku