Fatih Altaylı

Devlete karşı siyaset kalkanı

17 Mayıs 2003
<B>CEM Uzan </B>müthiş muhalefet yapıyor. Elindeki bütün medya olanaklarını kullanarak AKP'ye saldırıyor. Yaptığı muhalefet ‘‘akılcı’’ olmaktan çok uzak.

Her şeye hayır diyerek, geniş halk kitlelerinin çok bilinen rahatsızlıklarını ‘‘kaşıyarak’’ ucuz muhalefet yapıyor.

Bu iş tutar mı?

Tutar tutmaz... Uzan'ın derdi tutup tutmaması değil.

Onun derdi başka.

Nasıl ki, bir grup hortumcu, gazete ve televizyon sahibi olarak basının kendi üstlerine gelmesi durumunda olaya ‘‘basın kavgası’’ süsü veriyorlarsa, Cem Uzan da aynı şeyi yapıyor.

İktidarların, bu grubun yaptıklarına müdahale etmesi halinde olaya ‘‘siyasi kavga’’ süsü vermek istiyor.

Bugün de durum bu, yarın da bu olacak. Arada siyasi bir başarı gelirse o da kaymaklı ekmek kadayıfı.

Şimdiki iktidarla kavgasının arkasında bile böyle bir durum var.

Gül hükümeti, Uzanlar'ın sözleşmelerinden doğan yükümlülüklerinden bazılarını yerine getirmediğini tespit edince, bunların üzerine gitmeye başladı.

Uzanlar buna hem dava yoluyla yanıt verdiler, hem de ‘‘siyasi’’ yolla.

Hemen saldırdılar.

Amaç hükümeti sıkıştırmak.

Devlet bunların ‘‘yaptıklarına’’ hukuk yoluyla müdahale etse bile kalkıp, ‘‘Muhalefet olduğumuz için bizi susturmak istiyorlar’’ diyecekler.

Devlet haklıyken haksız duruma düşürülmeye çalışılacak.

Uzan bu yüzden siyasette.

Kendine yeni bir kalkan oluşturmak için.

Yaptığı muhalefet ise tam palavra.

İşe milyonlarca dolarlık helikopterle gidip gelen Uzan'ın, başkalarının makam otomobil fiyatına muhalefet etmesi komik.

Ülkeye yenilik mesajı verirken, çevresine Tansu Çiller'in ülkenin anasını ağlatırken kullandığı kadroyu toplaması kadar komik.

Kesintisiz eğitime darbeden ses gelmiyor


8 yıllık kesintisiz eğitime darbe vuran yasal değişiklikle ilgili olarak hükümet cenahından ses çıkmadı.

Çocuğunu okula yollamayan anne babalara hapis cezası verilmesini öngören yasa değiştirilmiş ve 300 milyon lira gibi komik bir para cezasına dönüştürülmüştü.

Değişikliği önce Kanal D Haber'de duyurduk.

Ses gelmedi.

Bir gün sonra konuyu ben bu köşede ele aldım.

Milli Eğitim'le ilgili meselelere son derece duyarlı davranan Bakan Hüseyin Çelik'ten ses seda çıkmadı.

Dün de muhabir arkadaşlarım Sayın Bakan'a gittiler ve yapılan değişikliğin ‘‘gerekçesini’’ sordular.

Çelik yine ses vermedi.

Bu değişiklik iyi niyetle yapıldıysa mutlaka bir gerekçesi olmalı.

Acaba minare kılıfsız götürüldü de bu yüzden mi sessizlik var?..

Korku, aklın önüne geçmesin


BEŞİKTAŞ yöneticisi Sevgili Hüsnü Güreli'yi aklı başında bir adam olarak tanıdım.

Ancak İlhan Cavcav'ın ‘‘Galatasaray'ın yolunu açmak için Beşiktaş'ı yeneceğiz’’ açıklamasına karşı gösterdiği tavır ya benim yanılgımı, ya da Hüsnü Güreli'nin son zamanlarda değiştiğini belgeliyor.

Cavcav'ın söylediğinde hiçbir acayiplik yok.

Bir takım sahaya yenmek için çıkar.

Üstelik Galatasaraylı olduğunu söyleyen Cavcav'ın takımı, bir hafta önce Galatasaray'dan iki puan çalıp Beşiktaş'ı rahatlatmışken, Cavcav'ın konuşmasından daha normal bir şey yok.

Geçen hafta Gençlerbirliği, Galatasaray'a yenilmiş olsa Hüsnü Bey haklı olabilir.

Ama tam aksi olmuş. Cavcav'ın takımı, Galatasaray'ı şampiyonluktan uzaklaştırmış.

Hal böyleyken, Hüsnü Güreli'nin öfkelenmesinin nedenini anlamıyorum.

Bu kadar ‘‘korkmanın’’ ne álemi var.

De ki, Gençlerbirliği Beşiktaş'ı yendi.

Fark hálá iki.

Ve nasılsa ‘‘Şampiyon’’ Beşiktaş, Galatasaray ile İnönü Stadı'nda yani evinde oynamayacak mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Gazetecilere fikirlerimizi belirten mektuplar yazarken, mektubun muhatabına hakaret etmenin mektubun değerini artırmayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Yerel seçime doğru

16 Mayıs 2003
<B>SAĞDA </B>solda AKP'nin <B>‘‘baskın yerel seçim’’ </B>yapmayı planladığı konuşuluyor. Ben bunu hiçbir ‘‘yetkili ağızdan’’ duymadım.

Ancak mantıklı.

Ekonomi iyi gidiyor.

Yazın sorun çıkma olasılığı az.

Bu ortamda seçime gitmek AKP'nin işine gelebilir.

Bu yüzden de sonbaharda erken yerel seçim mantık dışı değil.

Seçim sonbaharda olsun olmasın, adaylık faaliyetleri şimdiden başladı. Ancak durumlar karışık.

İstanbul'da Ali Müfit Gürtuna'nın Genç Parti ve Cem Uzan ile flört ettiği söyleniyordu. Gürtuna, Tayyip Erdoğan'ın kendisini aday göstermeyeceğini düşündüğü için Genç Parti'yle görüşüyordu.

Ancak bu durum bir miktar değişmiş görünüyor. AKP İstanbul'da ‘‘yeterince güçlü’’ bir aday bulmuş değil. Bir ara eski İzmir Belediye Başkanı Burhan Özfatura üzerinde duruldu ama fikir yeterince destek bulmadı. Bu yüzden Erdoğan ile Gürtuna arasındaki köprüler yeniden kurulmaya başlandı.

İstanbul'da AKP'yi zorlayabilecek tek parti CHP. CHP'nin İstanbul'u alabilmesi biraz da adayına bağlı.

‘‘Çalışkan’’ Mustafa Sarıgül, CHP'nin ilacı olabilir. Ancak CHP yönetiminin aklından Kemal Derviş ismi de geçiyor. Ben bunu Kemal Derviş'e sordum. Dedikodular onun da kulağına gitmiş. Resmi bir gelişme yok. Ancak Derviş ‘‘ulusal boyuttaki siyasette’’ daha başarılı olacağını söylüyor ve istemiyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adı geçen bir başka önemli siyasetçi de İsmail Cem.

Cem, AKP adayı karşısında ‘‘muhalefetin tek adayı’’ olarak seçime girmek istiyor.

Ankara'da AKP'nin Melih Gökçek'i aday göstermeyeceği kesin. Gökçek de, Gürtuna gibi Genç Parti'ye göz kırpıyor. AKP'nin adayı ise hemen hemen belli.

Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok.

İzmir'de Ahmet Piriştina'nın rakibi yok ama Piriştina'nın da partisinin adı var kendi yok.

Priştina DSP'den ayrılıp hangi partiye girerse seçimi o götürecek. Herkes Priştina'nın peşinde. Priştina ise ser veriyor sır vermiyor. Onun da aklında DSP Genel Başkanlığı var deniyor. Genel Başkan ve Belediye Başkanı.. Olur mu olur... Burhan Özfatura ismi AKP'nin İzmir için düşündüğü adaylar arasında da geçiyor.

Yerel seçime daha çok var ama kulislerde konuşulanlardan haberiniz olsun istedim.

Derviş: Sıcak paraya vergi, doları rahatlatır

DOLARDAKİ düşüşü ve düşük seyri Kemal Derviş'e sordum.

Doların olması gerekenden daha aşağıda seyrettiğini düşünüyor.

Bunun nedenlerini ise ikiye ayırıyor.

Biri duygusal, diğeri ekonomik.

Türkiye'de piyasaların zaman zaman rasyonel olmayan tepkiler verdiğini, bunun da kuru bazen çok yukarı, bazen de çok aşağı çektiğini söylüyor.

Ekonomik neden ise sıcak para.

Kemal Derviş, özellikle Hazine Bonosu'ndaki cazibe nedeniyle Türkiye'ye çok yoğun bir sıcak para girişi yaşandığını düşünüyor.

Bunun şimdilik tehlikeli boyutta olmadığı kanaatinde ancak bu girişi gereksiz buluyor.

Bu paranın borsa gibi daha kalıcı enstrümanlara yönelmesinin gerektiğini söylüyor.

Ve sıcak paraya yönelik küçük bir ‘‘vergi’’nin bu sorunu çözeceğinden emin.

Doların bu ‘‘düşmüş’’ halinin çok uzun süreceğine de inanmıyor.

Birkaç ay içinde, en geç yılbaşında gerçek değerine ulaşacağı kanaatinde.

Kemal Bey ilginç bir adam.

Ali Babacan'ı başarılı buluyor ve yeni Hazine Müsteşarı'nın eski müşteşarı aratmayacak kadar iyi olduğunu çekinmeden söylüyor.

Para politikalarının iyi gittiğini ifade ederken, ‘‘Programın bu ayağı iyi gidiyor ancak ikinci ayağı olan yatırım ve istihdamı arttırıcı önlemler konusunda hiçbir şey yapılmadı. Acilen o ayağı da devreye sokmak gerek. Yoksa tek ayakla uzun dayanmaz devrilir’’ diyerek uzun vadeli endişesini de söylemeden edemiyor.

Doların düşük seyrinin Bakanlar Kurulu'nda da gündeme geldiğini Abdullah Gül'ün sözlerinden anlıyorum.

Gül, ‘‘Dolarda anormal bir durum olduğunun farkındayız’’ diye konuşuyor. .

Başbakan Yardımcısı bu duruma uzun süre seyirci kalınmayacağını söylerken, ‘‘Merkez Bankası piyasayı izliyor. Durum normale dönmezse Merkez Bankası piyasadan günlük 40-50 milyon dolar alarak duruma müdahale etmeyi planlıyor’’ diyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Televizyoncular kendi reklamlarını yapmak için gazetelerde yalan haber yayınlatmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD PKK ile savaşabilir mi?

15 Mayıs 2003
<B>AMERİKA </B>Türkiye'nin Kuzey Irak'taki askeri varlığını geri çekmesini ve PKK ile mücadeleyi kendisine bırakmasını istiyor. Amerikan askeri bunu yapabilecek güçte olsa, Türkiye açısından son derece olumlu bir gelişme.

Kimse ölmesin ama benim Mehmedimin yerine başkasının ölmesini tercih ederim.

Fakat kazın ayağı ne yazık ki öyle değil.

Bölgede yıllarca savaşmış Türk komutanlar Amerika'nın ‘‘iyi niyetli’’ bile olsa bu sözünü tutamayacağı kanaatindeler.

Bölgede son tespitlere göre 6 bin civarında PKK militanı var. Bunlar genelde Kandil Dağı'nda barınmakla beraber çok hızla yer değiştirip İran'a geçebiliyor ya da Irak'ın kuzeyindeki yerleşim bölgelerinde gizlenebiliyor. ABD'nin bunları tespiti, izlemesi çok zor. Gelişmiş gözetleme teknikleri ile bunların izini bulsa bile ABD'nin sevdiği türden hava operasyonları ile bunları bulup yok etmesi mümkün değil çünkü hedefleri çok küçük.

Böyle bir mücadelede ABD nizami birliklerini değil, küçük komando birimlerini kullanmak zorunda. Ancak bu birliklerin bölgeyi tanımaması Amerikan askerlerinin başarısız olmasına ve kayıp vermesine neden olabilir. Bölgede konuşulan dilin ABD askerlerince bilinmemesi ve ABD'nin bölgede güçlü bir istihbarat ağı olmaması da bir başka dezavantaj.

Amerikan askeri bölgenin kültürel yapısını tanımadığı için peşmerge ile PKK militanı arasındaki farkı anlamakta güçlük çekecek. Bu durumda yanlışlıkla bölge halkına ya da tam tersi bir şekilde Amerikan birliklerine zarar verilebilir. ABD'nin PKK-Kadek'in gerilla taktiklerini bilmemesi de ABD'nin kaybını artıracak bir başka unsur olacak. İnsan kaybı konusunda çok hassas olan Amerika'nın bu durumu kabullenmesi zor.

ABD bölgede PKK'ya karşı peşmergelerden faydalanamaz. Çünkü peşmergeler gece savaşmaz. Bir harekátı uzun süre devam ettiremez kaçar. Cephane kullanımında savurgandır. Hiçbir sonuç alamayacağı yerde dağı taş günlerce bombalar.

KDP ile KYB birbirine güvenmediği için ortak hareket etmez. Tam aksine her iki grup PKK ile savaşmak için ABD'den aldığı cephaneyi ilerde birbirine karşı kullanmak için saklar.

Bölgeyi bilen komutanlarımız ABD'nin bu teklifinde bu nedenlerle samimi olmadığını düşünüyorlar. Afganistan'da Afgan birlikleri ile birlikte olmalarına rağmen El Kaide'ye karşı başarılı olamayan ABD'nin asıl amacının Türkiye'yi bölgeden çıkarmak olduğunu söylüyorlar.

Türkiye için hayırlı olan da bölgeden çıkmaktır. Ama arkasında bir tehdit bırakmadan.

Ah o üçüncü gol!


SEVGİLİ Gökmen Özdenak. Bir süreden beri her eline geçen fırsatta benim aleyhime yazıyorsun.

Sana kızamıyorum.

Çünkü sen benim tuttuğum takımın eski futbolcususun.

Attığın gollerle az sevinmedim.

Hele hele Rapid Wien'i 3-1 yendiğimiz maçı unutmam mümkün değil. Neredeyse 30 yıl oldu ama o müthiş kafan hálá gözümün önünde.

Bu yüzden sana kızamam.

Senin bana bu kadar öfkeli olmanın nedenini de anlayamıyorum.

Bir süre öncesine kadar beni çok sever, çok takdir ederdin.

Şimdi ise öfkelisin.

Kim bilir belki de haklısın.

Benim de çok sevdiğim, kardeşin Yasin'i Galatasaray'da Lucescu'ya teknik direktör yardımcısı yapmıştım.

Sonra Fatih Terim gelince Yasin'le çalışmak istemedi.

Ben ne yapabilirdim ki!

Sonra gelip Hürriyet'te çalışmak istediğini söyledin.

Sabah'ın spor servisinde mutsuz olduğunu, Hürriyet'te yazmanın daha iyi olacağını anlattın.

Hürriyet'teki odama geldiğin gün bile hálá ajandamda kayıtlı.

Keşke olabilseydi. Ama olmadı. Hürriyet sporu ben yönetmiyorum ki.

Ne yapabilirdim.

Şimdi eline geçen her fırsatta aleyhime birkaç satır karalıyorsun. O kadar zorlama oluyor ki, söverken övüyorsun, onu bile fark etmiyorsun.

Ne diyeyim sana.

Ama emin ol kızmıyorum.

O üçüncü gol var ya, o üçüncü gol.

O golün hatırı büyük.

8 yıllık eğitime darbe


MİLLİ Eğitim'de AKP iktidarı çok önemli bir gol attı ama kimsenin ruhu duymadı.

Bu golle 8 Yıllık Zorunlu Eğitim Kalesi'nin ağları delindi.

Yasaya göre, eğitim çağına gelmiş çocuğunu okula göndermeyenlere hapis cezası uygulanıyordu.

Bu cezanın ertelenmesi veya paraya çevrilmesi de mümkün değildi.

Böylelikle ailelerin çocuklarını hangi gerekçeyle olursa olsun 8 Yıllık Zorunlu Eğitim'den çıkarmaları mümkün olmayacaktı.

İktidarın yaptığı ‘‘yasal’’ bir değişiklikle bu uygulama sona erdi.

Bundan böyle eğitim çağındaki çocuğunu okula göndermeyen ana babalara hapis cezası verilemeyecek.

Bu ceza ‘‘göstermelik’’ bir para cezasına çevrildi.

Bundan böyle bu ‘‘suçun’’ müeyyidesi 300 milyon Türk Lirası para cezası.

Yani çocuğunu okula göndermiyorsan, 300 milyonu vereceksin kurtulacaksın.

Ver 300 milyonu gönder Kuran kursuna.

Bu arada bir küçük değişiklik daha yapıldı ve çocuğunu okula göndermeyip çalıştıranlara da para cezası getirildi.

O da tamı tamına 184 milyon Türk Lirası.

İlk bakışta eğitim cephesindeki bu delik küçük görünüyor ama dev gibi barajlar, küçük delikler yüzünden yıkılıyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Suçu kanıtlanmış olanlar, çamurluk yaparak suçlarını unutturamayacaklarını anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Ceza kesiyorsan köprüden de ucuz geçir

14 Mayıs 2003
<B>ARAZİ </B>araçlarının 70 kilometreden hızlı gitmelerinin yasak olduğu ve bu sınırı aşan 4x4 araçlara ceza kesildiği haberi birkaç keredir gazetelere konu oluyor. Trafik yasası böyle diyor.

Polis de bunu uyguluyor.

Yanlış bir uygulama.

Çünkü şu an piyasada satılan 4x4'ler arazi aracı değil. Bu yeni bir sınıf: SUV

Yani Spor Amaçlı Taşıt denilen bir tür. Trafik Yasası bu tanımı bilmediği için bu araçlar ‘‘arazi aracı’’ oluyor.

Polisin yapacağı bir şey yok.

Ancak o zaman başka bir gerçek ortaya çıkıyor.

Boğaz köprüleri ve otoyollardan bu araçların ‘‘ucuza geçmesi lazım’’, daha doğrusu otomobiller için uygulanan tarifenin yarı fiyatına geçmesi lazım.

Eskiden bu araçlar moda olmadan önce Land Rover gibi arazi araçları Boğaz Köprüsü'nden tarife gereği yarı fiyatına geçerdi.

Sonra bu uygulama kaynatıldı gitti. Yasaların ve yönetmeliklerin vatandaş aleyhine olanlarını uygulayıp, vatandaş lehine olanlarını uygulamamak olmaz.


Sigorta yaptırmayana niye ev yapıyorsunuz?


BU kadar tutarsızlık, devlet-halk ilişkisinde bu kadar ‘‘kaypaklık’’ olunca, bu ülkenin bugün içinde bulunduğu duruma şükretmek gerekiyor.

17 Ağustos depreminden sonra devlet bir sistem geliştirme çabası içine girdi:

‘‘Doğal Afet Sigortası’’

Son derece doğru işti.

Her afet sonrası ‘‘Devlet yardım etsin’’ diye ağlaşanlara karşı ciddi bir çözüm.

‘‘Sen kendini garantiye al, sonra devletten yardım bekle’’ çözümü.

Primi son derece cüzi.

Ödüyorsun. Afette zarara uğrarsan zararın karşılanıyor.

Sistem devreye sokuldu.

Tanıtımlar hazırlandı, reklamlar yayınlandı.

Kolay, akılcı bir sistem.

Ama her nedense her işi devletten bekleyen Türk halkı buna da yeterince ilgi göstermedi.

Büyük ihtimalle primlerin de devlet tarafından yatırılması beklenildi.

Tam bu sırada Bingöl depremi oldu.

Pek çok ev ve işyeri hasar gördü.

Bir de bakıldı ki, Bingöl'de Doğal Afet Sigortası yaptıran topu topu birkaç yüz hane var.

Buna rağmen Başbakan çıkıp sözü verdi:

‘‘Bilmem kaç bin tane deprem konutu yaptırıp vatandaşa dağıtacağız.’’

Haydaaaa.

Kime neyi dağıtıyorsunuz yahu! Sigortasını yaptırıp, kendi üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirene para ver, ev ver, yasa ne diyorsa yap. Hatta örnek olsun diye fazlasını yap. Ama mabadının üzerinde oturup, üç otuz parayı bile sigortaya yatırmayana kimin parasıyla ev veriyorsunuz.

Burası bir hukuk devleti olsa verememeleri lazım.

Ama verecekler.

Önce partiye yakın müteahhitlere evlerin yapım işini, Allah izin verir de inşaatlar biterse de evleri verecekler.

Böylece Doğal Afet Sigortası da tarihe karışacak.

Çünkü aklı başında hiç kimse gidip sigorta yaptırmayacak. Nasıl olsa verilen bir hak için niye uğraşayım ki diyecekler.

Ben de öyle diyorum.

Doğal Afet Sigortası için yatırdığım primimi geri istiyorum.

Bundan sonra da yatırırsam namerdim.

Bu düzeyde spor mu yazılır?


HINCAL Uluç Galatasaray hakkında yazı yazmıyor olmama taktı.

Dün ‘‘Sustu veya susturuldu’’ diyor.

Susturulmam mümkün değil.

Sustum. Nedeni çok basit.

Türkiye'de sporun ve sporla ilgili ahkám kesenlerin düzeyi ortada.

Hal mafyası ve benzerleri spora bulaşınca, spor spor olmaktan, spor sayfaları spor sayfası olmaktan çıkıyor.

Bunlarla mücadele etmek için o düzeye inmek gerekiyor.

O düzeye inince de, kendimi kötü hissediyorum.

Üstelik buna değmiyor da.

Çünkü uğruna mücadele edilenler bile bunun değerini bilmiyor, hatta karşı cephede yer alıyorlar.

Ben sporu o düzeyde görmek istemiyorum.

Anladın mı, Hıncal Abi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Yönetici olmakla kendini yönetici zannetmek arasındaki fark herkes tarafından fark edildiği zaman.
Yazının Devamını Oku

Ha ANAP, ha DYP, ha AKP!

13 Mayıs 2003
<B>BİR </B>okur diyor ki: <B>‘‘AKP'ye çok yumuşak eleştiriler yöneltiyorsunuz. Bugünkü yazınızda diğer partilerle aynı kefeye koyuyorsunuz. Bunlar değil mi, laikliğe karşı olanlar, bunlar değil mi rejimi yıkmaya çalışanlar.</B> <B>Bunlar yedisinde neyse, şimdi de aynı düşünceye sahiptirler.’’</B> Bu görüşü paylaşan pek çok okurum olduğunun farkındayım.

Ama haklı olduğumun da farkındayım.

Ben AKP'yi diğer partilerle aynı kefeye koymuyorum.

Ben Türkiye'deki bütün sağ partileri aynı kefeye koyuyorum.

Dün de yazdım.

AKP dediğiniz ne?

En önemli bakanlıklar hangileri?

İçişleri mi?

İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu yıllar boyu ANAP'ın İçişleri Bakanı değil miydi?

Madem 7'sinde ne, 70'inde o.. İşte aynı Abdülkadir Aksu.

Milli Eğitim Bakanlığı mı etkin?

AKP'nin ilk Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu ANAP'ın da bakanı, hatta çağdaş yüzü değil miydi? Ardından o koltuğa oturan Hüseyin Çelik'i Meclis'e ilk sokan kim? 1999 seçimlerinde Hüseyin Çelik DYP'den milletvekili seçilmedi mi?

En önemli bakanlıklardan birinde oturan Adalet Bakanı Cemil Çiçek, ANAP'ın devlet bakanı değil mi?

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bakan değildi belki ama ANAP döneminde yıllarca İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı gibi kilit bir görevde kalmadı mı? Sonra da Sayıştay Başkanlığı yapmadı mı?

Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu, ANAP'ın İçişleri Bakanı değil miydi?

Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, sağ iktidarlar ve hatta ‘‘sol başbakan’’ döneminde yıllarca Dış Ticaret Müsteşarı değil miydi?

En fazla imam hatip lisesi açan Başbakanımız Süleyman Demirel, seçim otobüsünün tepesinde başını örtüp Müslümanlardan oy isteyen Tansu Çiller değil miydi?

Devletin tamamında yer alan ‘‘fazla muhafazakár’’ kadroların tamamını 6 aylık AKP mi yerleştirdi?

AKP'nin tabanını kim yaptı?

Ben mi?

Yoksa birbirinden hiç farkı olmayan sağ iktidarlar mı?

Önce belediye sonra Türkiye


AKP'nin ‘‘kadrolaşma’’ hareketi dillere destan hale gelmeye başladı. Ağızlarda hep bu.

Çokuluslu bir şirkette üst düzey yöneticilik yapan bir dostum, ‘‘Bir bakanın en yakın beş adamıyla çalışmak istemesi normal. Herkes ister. Ama o beş adam da beş adam getiriyor. Herkes kendi 5 adamını getirince yukardan aşağıya müthiş bir değişim oluyor’’ dedi.

İşin vahim tarafı ise AKP'de ‘‘tek ses tek yürek’’ durumu olmadığı için, hükümet kendi getirdiği kadrolara bile söz geçiremiyor ve bürokrasi kilitleniyor.

İşin bir de ‘‘belediye’’ yönü var.

Tayyip Erdoğan İstanbul'u yönettiği kadrolara şimdi Türkiye'yi yönettirmeye çalışıyor.

İşte birkaç örnek.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Genel Müdürü Abdurrahman Gündoğdu, THY Genel Müdürü oldu.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSKİ Genel Müdürü şimdi DSİ Genel Müdürü. Onun yardımcısı Recai Berber ise şimdi Erdemir Yönetim Kurulu Başkanı.

Tayyip Bey'in belediyedeki genel sekreteri Kahraman Emmioğlu, Tüpraş Yönetim Kurulu Başkanı yapıldı. Belediye kuruluşlarından KİPTAŞ'ın Genel Müdürü Erdoğan Bayraktar da Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'nda.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Spor Genel Müdürü Mehmet Atalay Gençlik ve Spor Genel Müdürü yapıldı.

İETT Genel Müdür Yardımcısı ise şimdi TCDD Genel Müdürü.

Başbakan Erdoğan iyi ki İstanbul'da Belediye Başkanlığı yapmış.

Yoksa bu kurumların başına atayacak adam bulamayacaktı!

Aptallık anıtları


BÖYLE bir hastalıklı durum görmedim. Bir dizi tutuyor, anında ‘‘anıtı’’ dikiliyor. Televizyon ‘‘aptal kutusu’’ ama onun da bir sınırı olmalı.

Önce Asmalı Konak Anıtı açıldı törenle.

Hafta sonunda da Kınalı Kar Anıtı.

Öyle ‘‘hisli’’ bir tören olmuş ki, ‘‘maço’’ Kadir İnanır bile gözyaşlarını tutamayıp ağlamış.

Hayırlısı ile haftaya ‘‘Kınalı Kar Anıtı’’nı açağız.

Bir sonraki hafta sonu ise ‘‘Çocuklar Duymasın Anıtı’’ Kızkulesi'nin bahçesine dikilecek.

Yuh ki, ne yuh.

Altı ay sonra reyting almamaya başladığı için yayından kaldırılacak, bir altı ay sonra da ne izleyenlerin, ne de oynayanların hatırlayacağı diziler için anıt dikiyoruz.

5 yıl sonra bu anıtları görenler soracak, ‘‘Bu ne anıtı?’’ diye. Hatırlayan olmadığı için yanıt verilemeyecek.

Bence hepsi birer ‘‘aptallık anıtı’’ olarak kalacaklar. Bir akıllı çıkıp da dizisi bittiği gün anıtını yıkmazsa.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Takımlar ve camialar birtakım adamların komplekslerine kurban edilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Kadrolaşma

12 Mayıs 2003
<B>AKP</B> kadrolaşıyormuş!Yok yaaa!Söyler misiniz bana kim bugüne kadar kadrolaşmadı? Bülent Ecevit dışında beraberinde kadro taşımayan iktidar gördünüz mü?

Bir Bülent Ecevit kadrolaşamadı. Çünkü onun da Rahşan Hanım'dan başka kadrosu yoktu da ondan.

Türkiye'de kim iktidar olursa o kadrolaşıyor.

Geçen dönem kadrolaşan MHP'ydi.

Onlar da çok uzun yıllardır iktidardan uzaktılar. Gelir gelmez kadrolaşmaya başladılar.

İnsafsızca.

DSP'nin kadrosu yoktu. ANAP ise zaten yıllardır kadrolaştığı için kadrolaştıracak adamı kalmamıştı. Hepsi kadrodaydı.

Kadrolaşma Türkiye'nin gerçeğidir.

Şimdi de AKP kadrolaşıyor.

Hiçbir anomallik yok.

Türkiye'nin genetik kodunda bu var.

İktidara gelmek fetih zannediliyor.

İktidar olan kendi kadrolarına iş veriyor. Ama aslında ülkeyi yağmalatıyor.

Ben AKP'nin kadrolaşmasını niye önemsemiyorum biliyor musunuz?

Çünkü benim için ha AKP, ha DYP, ha ANAP, ha MHP hepsi bir. Türkiye'de sağın kadro havuzu aynı.

Hepsi aynı yerden adam alıyorlar.

O adamlar da duruma göre muhafazakár, milliyetçi muhafazakár, ilerici muhafazakár, liberal muhafazakár, tutucu muhafazakár, gerici muhafazakár olabiliyorlar.

Bu durum zaten yukarıda da görünüyor.

İşte AKP hükümeti. Bakanlarının yarısı ANAP kökenli. Bunların ANAP'lı iken kadrolaşmaları ile AKP'liyken kadrolaşmaları arasında bir fark mı var zannediyorsunuz!

Bir diğeri MHP'nin en has adamıyken AKP'ye geçip bakan olmuş.

Dediğim gibi ‘‘sağ’’ın kadro havuzu aynı.

Aslında mesele kadrolaşmakta değil.

Mesele liyakatsiz kadrolaşmada.

Sadece partili diye bir sürü ipsiz sapsız işe yaramaz adam devlete dolduruluyor.

Bunu daha önce MHP yaptı. Şimdi AKP yapıyor.

Çünkü ikisinin de ellerinde liyakatli kadro az.

ANAP'ın kadroları uzun süredir devlette olduğu için işi biliyorlardı.

Şimdi gelenler ‘‘kör cahil’’.

AKP iktidar olmadan önce de söyledim, şimdi kadrolaşırken de aynı şeyi söylüyorum.

Mesele bunların ‘‘şeriatçı’’ olmaları değil.

Türkiye'yi geri götürmek sıkar.

Sorun bunların ‘‘tın tın’’ olması.

Tepesinden tırnağına...

Özhan Serdar el ele hep beraber tribüne


LİGİN son düzlüğüne dönülürken işler hiç de iyi gitmiyor.

Galatasaray ve Beşiktaş taraftarları ‘‘müthiş’’ bir gerilime itiliyorlar.

Bu gerilimden ‘‘tatsız’’ ve hatta ‘‘kanlı’’ sonuçlar çıkması bile mümkün.

Kulüp yönetimlerinde kim suçlu, kim haklı meselesine girmek istemiyorum.

Ortamı kimin gerdiği de beni çok ilgilendirmiyor.

Çünkü bence asıl sorumlu ‘‘spor basını’’.

Gerçi ‘‘spor basını’’ demek spora hakaret. Bunlar spor değil kavga basını.

Gerginliği körüklüyorlar.

Yöneticilerin demeçlerinden cımbızla seçtikleri kelimeleri ve ifadeleri manşetlere çekip ‘‘kavga ortamı’’ yaratıyorlar.

Bu ortamdan vazife çıkaran bazı yöneticiler de gaza gelip dozu arttırdıkça işin içinden çıkılması imkánsız hale geliyor.

Tarafsız görüntü altında ‘‘düşmanlık pompalayan’’ bazı ‘‘seviyesiz’’ yorumcular da bu işin peşine takılınca ortaya son derece korkunç bir manzara çıkıyor.

Beşiktaş ve Galatasaray yöneticileri şapkayı önlerine koyup düşünsünler.

Bu çirkinliğe değer mi?

Tribünlerdeki bu gerilim sahaya da yansıyacak.

Bu gerginlik altında futbol oynanabilir mi?

Bir kıvılcımla tribünlerde çıkması muhtemel olayları durdurmak mümkün olur mu?

Burada görev Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın ve Beşiktaş Başkanı Serdar Bilgili'ye düşüyor.

Canaydın sezon başından beri ‘‘fair play’’ diyor.

Fair play gol yedikçe el sıkmak değildir. Bugün, her şeye rağmen dost eli uzatmak, bugün gerginliği gidermektir.

Serdar Bilgili, sadece sporda değil, hayatın her alanında tanıdığım en centilmen adamlardan biridir.

Onun da bu centilmenliğini bugün bir kez daha ortaya koyması gerekiyor.

Her iki başkan bir araya gelmeli, tansiyonu düşürmelidir. Kulüplerinden çıkan çatlak sesleri kesmelidir.

Unutmayın, şampiyonluk bir tek taraftarın kılına gelecek zarardan önemli değildir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Galatasaray şampiyon olamazsa, Galatasaray yönetimi spor servislerine birer avuç kına yolladığı zaman
Yazının Devamını Oku

Biri Irak'tan petrol alır, diğeri Kore'ye reaktör satar

10 Mayıs 2003
<B>MEHMET Ali Birand'</B>ın <B>Wolfowitz'</B>le yaptığı röportajda bazı soruları sormadığını söylemiştim. Birand aradı, ‘‘En iyi muhabir’’ iltifatı için teşekkür etti. Düşündüğümü yazmıştım. Bence Birand, CNN'in en iyi mal varlığı.

Sorulmayan sorularla ilgili olarak da, ‘‘Sadece o iki soruyu değil, daha binlerce soruyu soramadım’’ dedi ve bunu ‘‘zaman azlığına’’ bağladı.

O gün sorulmayan sorulardan biri, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in ambargo döneminde Irak petrolünün yüzde 80'ini satın almasının Türkiye'nin Irak'la ticaret yapmasından ne farkı olduğuydu.

Bugün ise Amerikan yönetimine sorulacak bir sorumuz daha var.

Bu sorunun muhatabı bizzat Rumsfeld. Yani ‘‘Başşahin’’.

Irak'ı vuran, Irak'la birlikte İran ve Kuzey Kore'yi ‘‘Şeytan Üçgeni’’ ilan eden ABD yönetiminin etkili adamı Rumsfeld, üç yıl önce bugün elinde nükleer güç bulundurduğu için ABD açısından tehdit sayılan ve ‘‘vurulacaklar listesi’’nde yer alan Kuzey Kore'ye iki adet ‘‘nükleer reaktör’’ satmış.

Türkiye'yi Irak'a ‘‘şampuan, deterjan, su borusu, otobüs, otomobil, motopomp’’ sattığı için suçlayan Rumsfeld, kendisi Kuzey Kore'ye nükleer reaktör satıyor. Üstelik bu reaktörlerin kullandığı yakıt daha sonra ‘‘atom bombası’’ yapımında kullanılabiliyor. Bu tip reaktörlere bu nedenle ‘‘bomba fabrikası’’ deniyor.

Rumsfeld bu işi yaptığı sırada ABB adlı İsviçre şirketinin yöneticisi. Şirketin temsilcisi olarak bu iki reaktörün Kuzey Kore'ye satılmasını organize ediyor ve bu işten Rumsfeld'in cebine ‘‘200 milyon dolar’’ giriyor.

Rumsfeld daha sonra bu ‘‘yüksek gelirli’’ işi bırakarak yıllık 190 bin dolar maaş aldığı ‘‘Savunma Bakanlığı’’ koltuğuna geçiyor.

Ve daha önce ‘‘bomba fabrikası’’ sattığı ülkeye tehditler savuruyor. Türkiye işte bu dünyada ‘‘saf ve temiz’’ siyaset yapmaya çalışıyor.

Yerseeee!

500 yıl geriden akıl almak


ÇOK sevdiğim bir dostum ‘‘Liderlik ve Güç Kullanımında Machiavelli’’ adlı kitaptan bir bölüm göndermiş.

Kitabın bu bölümünde Machiavelli'nin bir gözlemi aktarılıyor.

Neredeyse 500 yıl önce yapılmış bir gözlem.

Ancak gözlem bugünümüze ışık tutacak ve Türkiye'nin ne kadar basiretsiz bir biçimde yönetildiğini ortaya koyacak nitelikte.

Okuyunca ‘‘Keşke elime daha önce geçseydi de, Türkiye'yi yönetemeyenlere bu küçük değerlendirmeyi aktarsaydım. Belki daha isabetli kararlar verebilirlerdi’’ dedirtiyor.

Machiavelli'nin cümlesi aynen şöyle:

‘‘Komşularınızda sürüp giden bir savaş varsa tarafsız olmak taraf tutmaktan daha tehlikelidir. Eğer dışarıda kalırsanız, kaybedenler sizden nefret edecek, kazananlar ise sizi hor görecektir. Yararsız bir müttefik ve korkulmayan bir düşman kabul edileceksiniz. Bu nedenle gelecekte saldırıya uğramanız olasıdır.’’

Machiavelli sanki 500 yıl önce İtalya'da değil de, bugün Türkiye'de yaşamış da bu sözü söylemiş gibi.

Bugünkü anlamıyla ‘‘devlet’’ kavramının olmadığı, uluslararası hukuka dayalı ‘‘uluslararası ilişkiler’’in kurulmadığı dönemde yapılmış bir ‘‘politik analiz’’.

Bugün Türkiye'yi yönetenler, Türkiye'ye yön vermek için parmak kaldıranlar, bundan 500 yıl önce Floransa'da yaşamış bir adam kadar değerlendirme yapamıyorlarsa işimiz zor demektir.

Üstelik de, bugün Türkiye'yi yöneten kadroların en azından bir bölümünün yakın olduğu düşüncenin yayınlarında bile yıllarca ‘‘Bitaraf olan, bertaraf olur’’ diye yazılmışken.

Machiavelli, pek saygın bir adam olarak anımsanmasa da, uluslararası ilişkilerde onun temsil ettiği ilkeler geçerlidir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


AKP iktidarı, kadrolaşma konusunda hepimizi aptal yerine koymaya çalışmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Wolfowitz kafaları kumdan çıkardı

9 Mayıs 2003
<B>WOLFOWITZ,</B> <B>Grossman </B>ve <B>Perle'</B>ün açıklamaları, bu köşenin okurları için <B>‘‘şaşkınlık verici’’ </B>olmadı. Çünkü tezkerenin reddedildiği günden bu yana bu görüşlerin hepsi burada yazıldı.

Çünkü Amerikalılar bu görüşlerini ‘‘gizlemediler’’.

Tam aksine bilinmesini istediler.

İlişkilerin rayına girmesi için, gerçeklerin kabul edilmesi gerekiyordu.

Ancak Türk tarafı bu gerçeklerden kaçmayı tercih etti.

Dışişleri Bakanı Gül, Amerikalı meslektaşı Powell ile ilişkilerin iyi olduğunu tekrarlayıp durdu.

Wolfowitz'in açıklamalarından bir gün önce yaptığımız konuşmada kendisine ‘‘En azından Savunma Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye'ye bakışlarında farklılıklar var’’ dedim.

O da bunu kabul etti, ancak hálá ‘‘iyimserdi’’.

Wolfowitz ‘‘şok tedavi’’ yöntemiyle bu iyimserliği ortadan kaldırdı.

Türkiye'nin kafayı kuma gömerek dış siyaset yapma ve bunun doğruluğuna kendi kamuoyunu inandırma süreci de böylece sona erdi.

ABD, askere neden yüklendi?

WOLFOWİTZ'in açıklamalarında ilişkilerin bozulması ile ilgili kırgınlık dile getirilirken, belki de Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde ilk kez askerlerle ilgili olarak da ‘‘hayal kırıklığı’’ belirten ifadeler kullanıldı.

Amerikan Savunma Bakanlığı, Türk Genelkurmayı'nı tezkere konusunda ‘‘yeterince ağırlık koymamakla’’ suçluyordu.

Bu suçlamanın gerekçesi neydi?

Gerekçe tezkere oylaması öncesi yapılan Milli Güvenlik Kurulu'nun perde arkasında yatıyordu.

Bir önceki MGK toplantısında tezkere ile ilgili ‘‘umut verici’’ ifadeler kullanan MGK'nın, oylama öncesi yapılan toplantısından sonra açıklanan bildirisinde ‘‘tezkere topu’’ parlamentoya, daha doğrusu AKP'ye atılıyordu.

O günlerde MGK'nın bu tavrı benimki de dahil olmak üzere bazı köşelerde eleştirildi.

Peki topu iktidara atan bu MGK'nın perde arkasında neler yaşanmıştı?

Bu kritik MGK öncesi AKP kurmayları ‘‘siyasi bir manevra’’ yaparak toplantıdan önce yapılması gereken tezkere oylamasını, toplantı sonrasına ertelediler.

Çünkü AKP yönetimi ABD'nin uyguladığı baskının farkındaydı.

MGK'da tezkerenin çıkması yönünde bir karar alınacak ve taban baskısından dolayı tezkereye açıkça sahip çıkmaktan çekinen AKP ve hükümet ‘‘Bizim günahımız yok. MGK kararı’’ diyecekti.

MGK'nın asker kanadı bu siyasi manevraya başka bir manevrayla karşılık verdi. Toplantıya katılanlardan biri daha sonra MGK ile ilgili şöyle yakınacaktı:

‘‘Ben komutanların bu kadar sessiz olduğu bir başka MGK görmedim.’’

MGK'nın üniformalı üyeleri, bir önceki MGK'da söylenenden öte bir şey söylemelerinin mümkün olmadığını belirterek sustular.

Sivil üyeler ise ‘‘bir karar’’ için ‘‘bastırdılar’’.

Bu baskı sonuç getirmedi.

Tam aksine, gerilimi arttırdı.

Yine bir MGK üyesi toplantı sonrası, bir AKP yöneticisine ‘‘Cumhurbaşkanı neredeyse bizi fırçalayacaktı’’ diye dert yandı. Çünkü Cumhurbaşkanı sert bir çıkış yapmış ve ‘‘Burası bir karar değil, bir istişare organıdır. Siyasi sorumluluğunuzu bu kurulun üzerine yıkmaya çalışmanız doğru değil’’ demişti.

Seçilmiş AKP, kamuoyuna rağmen alınacak kararın sorumluluğunu Milli Güvenlik Kurulu'na yıkmak istemiş, MGK ise buna izin vermemişti.

Tam aksine kimliği bilinmeyen bir askeri yetkili kolay kolay kandırılamayan bir gazeteciye ‘‘askerin tezkereye karşı olduğu’’ yolunda bir bilgi sızdırdı.

Gerçi bu bilgi aynı gün geç saatlerde de olsa yalanlandı ama bilgi dedikodu mekanizmasına girmişti bile.

Bu gelişmelerin hemen ardından yapılan oylamada tezkere Meclis'ten geçmedi.

Karar Pentagon'u zıplattı.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün, tezkerenin reddinden sonra tezkereye verdiği destek bir işe yaramamış görünüyor. Bu nedenle ABD'nin kırgınlığı çok yaygın.

Ama çok da önemli değil.

Zaman her şeyin ilacıdır.

Bölgede Türkiye'den başka ‘‘adam gibi devlet’’ olmadığı için de bu süre çok uzun olmaz.

İzmir'deki okul ne oldu Dinç Bey?

‘‘1.2 milyar dolara kaç okul yapılır?’’ diye sormuş ve devlete yüz milyonlarca dolar borç takan Dinç Bilgin'in ayıplarını bir okul yaptırarak kapatamayacağını ima etmiştim.

Turgay Ciner hemen aradı.

‘‘O okulu ben yaptırıyorum. Zaten düzenli bir biçimde okul yaptırıyorum. Şimdi projelerimizden birini erteleyip, onun yerine yıkılan bu okulu yaptıracağım’’ dedi ve ekledi: ‘‘Sakın yanlış anlama, yazman için değil, bilgin olsun diye söylüyorum.’’

Yazacağımı söyledim. ‘‘Yazmasan da olur’’ dedi.

‘‘Peki Turgay Bey’’ dedim. ‘‘Okul maliyetleri hakkında bir fikriniz vardır. 1.2 milyar dolara kaç okul yaptırılabilir?’’

Güldü. ‘‘En azından 1000 okul yaptırılır. Hatta 1200 tane bile yaptırılabilir’’ dedi.

Telefonu kapattık.

O sırada faksımdan bir yazı çıktı.

İzmirli bir vatandaş dert yanıyordu. Dinç Bilgin Bornova'da, herhalde annesinin adı olan, Necmiye Bilgin İlköğretim Okulu'nun inşaatına başlamıştı. Ancak 3 yıldır okula tek bir çivi bile çakılmıyordu ve inşaat bir mezbelelik halinde duruyordu.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İmzasız şikáyet ve ihbarları dikkate almadığımı bazı okurlarım unutmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku