Fatih Altaylı

Genelkurmay adına kim konuşur?

1 Ocak 2004
<B>AĞUSTOS </B>askeri şûrasından sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral <B>Hilmi Özkök </B>bir açıklama yapmış ve Genelkurmay adına kimlerin konuşmaya yetkili olduğunu belirtmişti. Buna göre Genelkurmay Başkanlığı adına konuşabilecekler Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay 2. Başkanı ve Genelkurmay Genel Sekreteri olarak sınırlanmıştı.

O günden bu güne geçen 4 ay boyunca bu kurala uyuldu.

Ancak 2003 yılının son gününe girerken kural çiğnendi.

Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman gece saatlerinde gazeteleri arayarak AKP Milletvekili Hüsrev Kutlu'ya yönelik zehir zemberek bir açıklama yaptı.

Genelkurmay Başkanlığı ise bu açıklamanın ‘‘arkasından’’ giderek ‘‘Yapılan açıklama Genelkurmay'ın görüşüdür’’ dedi.

Açıkçası izlenen yol beni şaşırttı.

Açıklama Genelkurmay'ın görüşü ise niye Genelkurmay adına konuşmaya yetkili kişiler tarafından yapılmadı.

Doğrusu merak ettim..

Siyasi rölativite

SİYASETTE ‘‘görecelik’’ kavramı var ve bu kavram AKP iktidarının en büyük sorunu.

Birkaç gün önce Fatih Camii'nde bir cenaze vardı.

Bir ‘‘tarikat şeyhi’’nin kızı ölmüştü ve binlerce sarıklı, takkeli adamla, yüzlerce çarşaflı kadın cami avlusunu ve yollarını doldurdular.

Şeyhin sakalını öpenler, eteğine yüz sürenler.

Aralarında siyasetçiler.

Aynı cami birebir aynı görüntüleri bundan yaklaşık 5 yıl önce yine yaşadı.

O zaman kaldırılan cenaze, aynı ‘‘şeyhin’’ damadına aitti.

Gelenler de, el etek öpenler de aynı kişilerdi.

O gün o görüntüler bizi çok rahatsız etmişti.

Fakat benzer görüntülerin bugün daha büyük bir tedirginliğe neden olduğunu görüyorum.

Bunun tek bir sebebi var. İktidar farkı.

O gün Anasol-D hükümeti vardı. Bugün AKP hükümeti var.

Görüntüler aynı, iktidar farklı.

AKP ile ilgili önyargı görüntülerin vahametini artırıyor.

Keza Meclis'teki Atatürk portresi tartışması.

Meclis'te sivil kıyafetli bir Atatürk portresi önerisi CHP'li milletvekilinden gelse, bunun adı ‘‘sivilleşme’’ olarak konulabilirdi.

Ama AKP'li bir milletvekilinden gelince, ‘‘Atatürk'ten rahatsız oluyorlar’’ diye yorumlanabiliyor.

Ama kimse bu talebin ‘‘Milli Görüşçülerin’’ eski felsefesi ile taban tabana zıt olduğunu hatırlamıyor.

Oysa hatırlayın, Milli Görüşçüler geçmişteki söylemlerinde Atatürk'ün asker kişiliğine saygı duyduklarını, ama sonrasındaki devrimlerinden rahatsız olduklarını vurgularlardı.

AKP'nin siyasetteki en büyük rakibi işte bu önyargıdır.

Bu yüzden AKP bu gibi konularda sıradan bir iktidardan çok daha fazla dikkatli olmak zorundadır..

AKP'liler bin düşünüp bir konuşmadıkça bu ülkedeki ‘‘gerilim tacirlerinin’’ ekmeğine yağ sürerler.

Bu ülkenin gerilmesinden zarar görecek olan ise sadece ve sadece bu ülke vatandaşları olacaktır.

İyi yıllar

2003 Türkiye için kötü bir yıl olmadı. Yoğun krizlerin yaşanmadığı, yanıbaşımızdaki ‘‘çirkin savaş’’ dışında bu yıl ülkemizi sıkıntıya sokacak önemli bir gelişme yoktu.

2004'ün ülkemize, ailelerimize, sevdiklerimize ve hatta sevmediklerimize güzellikler, mutluluklar, barışlar getirmesini diliyorum. Yılınız güzel olsun sevgili okurlarım.

Loto cinayeti

POPSTAR adayı Bayhan'ın Türk milleti tarafından nasıl yüceltildiğine şaşanlar için dün müthiş bir haber vardı.

Elindeki loto kuponuyla 1,6 trilyon lira kazandığını söyleyerek hava atan genç, akrabaları tarafından ıssız bir yerde öldürülmüştü ve elindeki kupon alınmıştı.

Ancak loto kuponu için cinayet işleyenler, gencin yalan söylediğini ve aslında ikramiye falan kazanmadığını bilmiyorlardı.

Popstar'ın yapımcısı Fatih Aksoy'un röportajındaki sözleri geldi aklıma.

‘‘Cinayet Türk halkına çok yabancı bir kavram değildir.’’

Yabancı ne demek. Akraba bir kavram.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Camiaları rezil etmek başarı olarak lanse edilmedikçe.
Yazının Devamını Oku

9 basit fark

31 Aralık 2003
<B>İNSANIN </B>tanıdığı için mutlu olduğu insanlar vardır. Benim için onlardan biri de <B>Gürtay Kıpçak'</B>tır. Çok sevgili dostum, o Gürtay Kıpçak bir e.posta yollamış. Fakir ülkelerle zengin ülkeler arasındaki farkın nereden kaynaklandığını anlatıyor. Yerim yettiğince aktarıyorum:

‘‘Zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasındaki fark, ülkelerin eskiye dayanmasıyla ilgili değildir. İlgili olsaydı binlerce yıllık geçmişi olan Mısır, Hindistan gibi ülkeler zengin olurdu. Oysa Avustralya, Yeni Zelanda gibi geçmişi 150 yılı bulmayan ülkeler Mısır'dan da, Hindistan'dan da zengin.

Bir ülkenin zenginliği o ülkenin sahip olduğu doğal kaynaklarla da ilgili değildir. Japonya'nın zaten küçük olan yüzölçümünün yüzde 80'i dağlar ve tarıma uygun olmayan alanlardan oluşur. Ama buna karşın Japonya yüzen bir fabrika gibi dünyanın her yeriden aldığı hammaddeleri işleyerek, dünyanın her yerine satar ve dünyanın en zengin ülkesi olur. Keza İsviçre. Tek bir kakao ağacı bile olmayan İsviçre dünyanın en iyi çikolatalarını üretir. Son derece sınırlı tarım arazilerinde son derece pahalı ve kaliteli gıda üretimi yapar.

Fakir ülkelerdeki şirketlerin yöneticileriyle diyalog halinde olan gelişmiş ülkelerdeki meslektaşları aralarında bilgi açısından bir fark olmadığını söyler hep.

Renk ve ırk da çok önemli değildir. Çünkü her renk ve ırktan insan gelişmiş ülkelere göçmen olarak gidip, oralarda büyük başarılar elde eder ve hatta o ülkelerin gelişmişliğine katkıda bulunurlar.

Peki fark nerededir?

Fark ülke insanlarının tavrında. Eğitiminde ve kültüründe. Gelişmiş ülke vatandaşlarının, gelişmemiş ülke vatandaşlarından çok basit 9 farklılıkları var:

1. Kesin etik değerler

2. Dürüstlük

3. Sorumluluk

4. Kural ve yasalara saygı

5. Diğer yurttaşların haklarına saygı

6. Çalışma şevki

7. Tasarruf etme ve yatırım yapma arzusu

8. Büyük işler yapma isteği

9. Dakiklik

Gelişmiş ülkelerde yurttaşların yüzde 80'i bu 9 unsura sahip. Gelişmemiş ülkelerde ise oran tam tersi.’’

Çok basit 9 fark ama sonuca etkisi büyük. Okuyun şu 9 farkı ve bir gün gelişmiş bir ülke olup olamayacağımıza birlikte karar verelim.

İyi belediye başkanı, kötü Galatasaraylı

GALATASARAY Spor Kulübü Başkanı ve yönetim kurulu son derece doğru bir karara imza atarak ligde geri kalan maçlarını Olimpiyat Stadı'nda oynayacaklarını açıkladılar..

Ağızlarına sağlık.

Belediye başkanı olarak dört dörtlük hizmetler yapan Mustafa Sarıgül, bir Galatasaraylı olarak sınıfta kaldı. Üstelik de hem kulübünü, hem de kulübün yönetimini zor durumda bırakarak.

Sarıgül, ‘‘hayali’’ bir projeyle ortaya çıktı. Nerede?

Her pazar akşamı Galatasaray Başkanı'na ve yöneticilerine ‘‘sövülen’’, küfürlerin havada uçuştuğu Telegol adlı bir televizyon programında. Oysa iyi bir Galatasaraylı, ki Sarıgül geçmişte yaptığı büyük hizmetlerle öyleydi, bu projeyle ‘‘küfür’’ programına değil, yönetimin, olmadı Divan'ın, o da olmadı Genel Kurul'un karşısına çıkardı.

Gelelim projeye. Bilmem kaç yüz dönüm arazi Milli Emlak'tan Belediye'ye devredilecek, bunun yüz dönümü Galatasaray'a stat yapılacak. Elde olan tek şey bir resim. Gerisi hikaye. Arazinin geri kalanın ne olacağını, buradan kimin ne rant elde edeceğini sormuyorum bile! Ama bu arazinin Milli Emlak'tan alınması bile başlı başına yıllarca sürecek bir prosedür. Olimpiyat Stadı'nın yolu yapılamazken, bu arazi alınacak, buraya yol iz bağlanacak. Çevre düzenlenecek. Stat yapılacak. Her şey yolunda giderse en az 5 yıl, belki de 10. Ali Sami Yen'e dönmek ise tam olmayacak iş. Satılmış bilet sayısı Ali Sami Yen'in 22 binlik kapasitesinin neredeyse iki mislinden fazla. Üstelik de Ali Sami Yen'in ‘‘eski açık’’ olarak bilinen tribünü çökmek üzere. Durum o kadar kötü ki, bir tehlike ile karşı karşıya kalmamak için buranın kapasitesinin yarısı kadar bilet satılıyor yıllardır.

Üstelik de Galatasaray ‘‘Yenisini yapacağım’’ diyerek buradan çıkmış şimdi ‘‘Yapamadık’’ deyip dönecek öyle mi?

Yok öyle şey.

Fatih Terim'in gidip Ali Sami Yen'i gezmesi bile bence yanlış.

‘‘Benim işim değil’’ deyip bu topa hiç girmemesi gerekirdi.

Ama gitti. Gitmekle de yetinmedi, ‘‘Bence uygun’’ diyerek yönetimi öfkeli taraftar karşısında zor durumda bıraktı.

Yönetimin bu proje bile denmeyecek hayalle ilgili yanıtı doğrudur. Ancak işlerin bu hale gelmesinin sorumlusu da yine bu yönetimin aczidir.
Yazının Devamını Oku

Yüz verirsin deliye

30 Aralık 2003
<B>TARİH </B>tekerrür ediyor ve Kürt-Amerikan ilişkileri batağa doğru ilerliyor. ABD ile Kuzey Iraklı Kürtlerin ilişkisi tam bizim bir atasözüne uygun gelişti:

‘‘Yüz verirsin deliye, gelir eder halıya.’’

Kürtler, ABD ile işbirliği içinde Irak'a ihanetin bedeli olarak bağımsız bir Kürdistan istediler.

Zoru görünce bunu bir sonraki adım olarak kafalarının arkasına atarak, ‘‘federasyona’’ razı oldular.

Ancak ABD buna da hiç sıcak bakmadı.

Ve şimdi Kürt-Amerikan ilişkileri son derece kötü bir noktaya geldi.

Hatırlayacaksınız, Türkiye Irak'ta ABD'ye destek vermek için iki bakandan oluşan bir heyeti Washington'a yollamış ve taleplerini masaya koymuştu.

Talepleri gören ABD yönetimi, bu talepleri ‘‘non starter’’ olarak değerlendirmişti.

Yani: ‘‘Bu noktadan yola çıkmamız mümkün değil. Bu tartışmaya değer bir talep değil.’’

Gerçekten de ABD o talepleri Türkiye ile tartışmadı bile.

Şimdi Amerikan yönetimi aynı ‘‘sıfatı’’ Kürtlerin talepleri için kullanıyor ve Kürtlerin ‘‘federasyon’’ içeren Anayasa talebine ‘‘non starter’’ diyor.

Çünkü ABD, bu talebin gerek Irak'ta, gerekse komşularında doğuracağı rahatsızlığı görüyor.

Türkiye, İran ve Suriye'nin rahatsızlığının yanı sıra, Arap Birliği'nin de bu talebe karşı çıkması Amerika'nın ‘‘bağımsız’’ veya ‘‘federe’’ Kürt devleti isteğine ‘‘Evet’’ demesini imkánsız hale getiriyor.

Kürtler ise bu konuda daha önce yazdığım yazıda belirttiğim gibi bir ‘‘ön adım’’ atmak istiyorlar.

Kürtler nihai noktada ‘‘self determinasyon’’ talebi ile dünyanın karşısına çıkmayı planlıyorlar.

Sırf bu art niyet bile ABD-Kürt ilişkilerini hiç tahmin edilmeyecek bir noktaya götürecek.

Ancak Kürtler bunun farkında değil. Üstelik geçmişi de hatırlamıyorlar.

Tarihten ders almamak, bu bölgedeki tüm halklara özgü bir milli karakter özelliği olsa gerek.

Edremit’te dediğimiz oldu

BİRKAÇ hafta önce Edremit'in göbeğindeki bir alanın Belediye Meclisi kararıyla planlarda değişiklik yapılarak ihaleye çıkarıldığını yazdım.

Buraya bir benzin istasyonu ve bir hipermarket yapılacağını, hipermarketin adının ihaleye çıkılmadan önce belirlendiğini de iddia ederek hipermarketin adının ilk hecesini de yazıya koydum.

Benzin istasyonunun ise çok büyük bir yanlış olduğunu, buranın hem ilçenin merkezi, hem de lisenin yanı olduğunu belirttim.

Bu yazının ardından Edremit Belediye Başkanı aradı.

Egeli olduğu için olsa gerek, bir ‘‘efe’’ tarzıyla konuştu. Yazdıklarımın yalan olduğunu, bilmeden, araştırmadan yazdığımı söyledi.

Benzin istasyonu yapılacak yerin yanında lise olmadığını, Adliye olduğunu, lisenin onun yanında olduğunu söyledi.

İhalenin ise çok temiz yapılacağını iddia ederek, ‘‘Bizden özür dileyin’’ dedi.

Anladığım kadarıyla telefonun diafonundan konuşuyor ve konuşmayı dinlettiği kişilere ‘‘Ben işte böyle oyarım’’ havası basıyordu.

Biraz atıştıktan sonra, ‘‘Beni haksız çıkartın özür dileyeyim’’ dedim.

O benim bu sözlerimi alıp, ‘‘Altaylı benden özür diledi’’ diye yerel basına verdi.

Güldüm.

Neyse sonunda ihale yapıldı.

Ve ben bir kez daha haklı çıktım.

Hipermarket için açılan ihaleyi Tansaş kazandı. Ben de haftalar önce ‘‘Tan’’ ile başlayan bir marketin kazanacağını yazmıştım.

Şimdi galiba Edremit Belediye Başkanı bana bir özür borçlu.

Ama asıl özrü Edremitlilere borçlu.

İlçenin göbeğine bomba yerleştirmeye kalkıştığı ve ‘‘kokulu’’ bir ihale yaptığı için.

Basının gücüne bakın

ŞU basının gücü olmasa ne yapardık acaba. Kanal D'nin yeni ve modern binasına aylardır bir ‘‘engelli girişi’’ yaptırmayı başaramamıştım.

Sonunda konuyu Fatih Altaylı'nın Hürriyet'teki köşesine taşıdım.

Cumartesi günü yazı çıktı, pazartesi günü Bina Müdürü Suat Yatmaz aradı.

‘‘Konu bende. Hemen yapımına başlıyoruz’’ dedi.

İyi ki basın var.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Vehimlerin asıl nedeninin cehalet olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bürokratların ‘belgeli’ hesaplaşması

29 Aralık 2003
<B>SON </B>zamanlarda medyayı kullanarak hesaplaşmak, ama bunu çok çirkin biçimde yapmak ádet haline geldi. Karalamak için, engellemek için özellikle bürokrasi medyayı kullanır oldu.

Bir bürokratın göz diktiği göreve bir başka bürokrat mı atanacak?..

Kolay, hemen bir dosya bul, basına sızdır, işi engelle.

Eğer dosya doğruysa yapılan iş haklı görülebilir ama ya o dosya gerçekleri tam olarak yansıtmıyorsa...

Olamaz mı?

Bal gibi olur.

Geçtiğimiz günlerde oldu.

Bakırköy'den 1997 yılında ehliyet alan binlerce sürücünün ehliyetinin iptal edileceği haberi basına verildi.

Haber ilginçti.

Haber merkezleri haberin üzerine atladılar.

Haberde belgeleriyle birlikte Bakırköy'ün o dönemki İlçe Milli Eğitim Müdürü'nün de adı geçiyordu.

Haberi yaptık.

Ertesi gün adı geçen dönemin Müdürü Fevzi Ektiren aradı ve randevu istedi.

Hemen kabul ettim.

Geldi... Elinde bir dosya. Haberler doğruydu, Fevzi Ektiren o yolsuzluk suçlamasından dolayı soruşturma geçirmişti ve olay yargıya intikal etmişti.

Ama sonrası...

Sonrası önemliydi.

Fevzi Ektiren ‘‘sınav değerlendirme kurulu oluşturmamakla’’ suçlanıyordu ama o dönemde hiçbir yerde böyle bir kurul yoktu.

Mahkemede durumu incelemiş ve Ektiren'in hakkında kovuşturma yapılmasına bile gerek görmemişti.

Fevzi Ektiren bu olaydan sonra pek çok yerde İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış, sadece o günden sonra onu aşkın ‘‘Takdir Belgesi’’ almıştı.

Üzüldüm.

Ektiren, ‘‘Üzülmeyin. Ne zaman bir yere atanacak olsam bu belgeler hemen basına sızdırılıyor. Artık alıştım’’ dedi.

Üzülmüştüm, çünkü bürokratların birbirlerini yıpratmak için ‘‘doğruları yansıtmayan belgelerle’’ basın önünde hesaplaşması devleti yıpratıyordu, başkasını değil.

Telsim’in kampanyası engellenmeli

BEN patron olsam, sahibi olduğum işyerindeki telefonların Telsim'i aramasına izin vermem.

Nedeni ise basit.

Telsim'in yeni kampanyası.

Ceparan diye bir tarife başlatmışlar.

Diyor ki: ‘‘Telsim dışında bir telefondan Telsim hatlı bir telefon arandığında konuşulan her bir dakika için 1 dakika bedava konuşma hakkı kazanıyorsunuz.’’

Yani şunu diyor: ‘‘İşyerinizde faturasını sizin ödemediğiniz bir telefondan kendi hattınızı veya bir yakınınızın hattını arayın. Bedava konuşma hakkı kazanın, faturayı patronunuz ödesin.’’

Ne güzel değil mi?

Bu patron özel sektör olabilir, devlet olabilir.

Onlar kaybedecekler, Telsim ve Telsim abonesi kazanacak.

Bu ciddi bir biçimde halkı ‘‘ahlak dışı’’ davranmaya teşvik etmektir.

Telekomünikasyon Üst Kurulu bu tip ahlak dışı kampanyaları durdurmalıdır.

Sizi yine de severim

AH
bazı insanlar komplekslerini bir aşabilseler.

Mehmet Barlas'ın Deniz Seki ve Popstar yazanlara yönelik eleştirisine önce yanıt vermeyip sonradan dahil oldum. Tartışmayı abuk sabuk bulduğumu yazdım. Barlas bozulmuş. ‘‘Ben Altaylı'yı kastetmemiştim’’ diyor ve bana çatıyor. Bir de ekliyor: ‘‘Geçmişte bana hakaret etmiş, özür dilemişti.’’

Ebette hata yaptıysam her zaman dilerim ama yalan söylemem.

Fatih Altaylı'dan başka hiçbir köşe yazarı Deniz Seki'yi savunmamışken, bu yazıyı eleştiri konusu yapıp, ardından ‘‘Ben Altaylı'yı kastetmemiştim’’ demem.

Ayrıca da beni kastetsen ne olur, kastetmesen ne olur Sevgili Mehmet Barlas.

Ben kızmıyorum da, sen niye kızıyorsun.

Ya Ayşe Arman'a ne demeli.

Bir röportajda bir soruya üç satır yanıt veriyorum.

Ayşe Arman neredeyse tam sayfa cevap veriyor.

Vicdan micdan laflarıyla.

Bir sporcuyla röportaj yaparken döpiyesinin içine bir şey giymemesini öneriyor. Ama kız kabul etmiyor.

Ben bunu anlatıyorum. Ayşe Arman konuları alıp başka yerlere götürüyor.

Okumadığı ve sıkıcı bulduğu Fatih Altaylı'ya tam sayfa yanıt veriyor..

Biraz sakinleş Ayşe. Rahatla. Yeme şu tırnaklarını.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sevgi yalandan üstün olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

İran’da çıplaklar kampı mı var?

27 Aralık 2003
<B>FRANSA'</B>daki <B>‘‘türban yasağı’’ </B>hakkında çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Bunların kimi ipe sapa gelir, kimiyse gelmezdi.

Ben ise Fransa'daki ‘‘türban komisyonunu’’ ilk olarak kamuoyuna duyuran yazar olarak, Fransa ile Türkiye'nin üst üste konulabilir vakalar olmadığını yazdım hep.

Fransa'da yasağın amacı da, sonuçları da Türkiye'dekinden çok ama çok farklıdır.

Tek ortak yönleri iki ülkedeki yasakların da, rejimin bazı özelliklerini korumak adına konulduğudur.

Fransa'daki türban yasağını, Fransa içinde ve dışında çok eleştirenler oldu.

Fakat bunlardan hiçbiri İran Cumhurbaşkanı Hatemi kadar komik olmadı.

İran Cumhurbaşkanı, Fransa'nın türbanla ilgili olarak aldığı kararı eleştirdi ve bu yasağın özgürlükleri kısıtlamak amacını taşıdığını söyledi.

Ben de bunu okuyunca güldüm.

Bu dünyada özgürlüklerden söz edecek son ülke İran olsa gerek.

Devrimden bu yana kadınların ‘‘zorla’’ örtüldüğü, sadece İranlı kadınların değil, ülkeye giren her inançtan kadının ‘‘örtünmek zorunda olduğu’’ bir rejimin en tepesindeki adam Fransa'daki türban yasağını ‘‘özgürlüğün kısıtlanması’’ olarak görüyor.

Ve sıkılmadan bunu açıklıyor.

Oysa bu açıklamayı yapmadan önce çalıştığı ofisin penceresinden şöyle bir sokağa baksa o açıklamayı yapmaz, o satırların yazılı olduğu kağıdı çiğneyip yerdi.

Kanal D binası ve engelliler

KANAL D birkaç ay önce yeni, modern bir binaya taşındı. Dünyadaki en modern televizyon binalarından biri.

Bu müthiş binayı 4 ay gibi kısa bir sürede yaptık ve yerleştik.

Binayı Türkiye'nin en iyi mimari bürolarından biri yaptı.

Ama ne yazık ki, bir konuda beni hayal kırıklığına uğrattılar.

Binanın projelerini incelerken bir şey dikkatimi çekti ve uyardım:

‘‘Bu binanın engelli girişi yok.’’

Herkes ‘‘Doğru’’ dedi ve inşaat aşamasında bu eksiğin giderileceği söylendi.

İnşaatta gelip bir daha uyardım: ‘‘Hálá yok.’’

‘‘Buraya yapacağız merak etmeyin’’
dendi.

Bina bitti hálá yok. Yine uyardım.

‘‘Haklısınız yapıyoruz’’ dediler.

Binaya taşındık aradan üç ay geçti hálá yok.

Engelli girişi yok, engelli tuvaleti yok.

Ben bu sorunu konuşarak çözemedim.

Ve sonunda basının gücüne sığındım.

Belki bu köşede yazılınca Kanal D binasına bir engelli girişi yaparlar.

NOT: Çok acı ama Türkiye'nin en modern düşünen insanları bile bu konuda gerekli bilince ulaşmamışlar.

YÖK'te adam gibi adam dönemi

YÖK
Başkanı'nın değişmesiyle birlikte Türkiye'de farklı bir dönemin başlayacağını söyleyebiliriz.

Ben Erdoğan Teziç'i zaten yıllardır bilirim, tanırım. Galatasaray'dan abimdir.

YÖK Başkanı olunca bu göreve getirilişine Türkiye adına sevinmiştim. Teziç'le Ankara'da ilk kez karşılaşan gazetecilerden aldığım izlenimler de benim haklı olduğumu ortaya koyuyor.

Gerginlik yaratmadan sorun çözmeyi seven, ilkeli, şov yapmayı değil iş yapmayı tercih eden bir tavrı vardır.

Bu durum daha ilk günden herkesin dikkatini çekmiş.

Erdoğan Teziç, AKP iktidarı için bulunmaz Hint kumaşıdır.

AKP eğer Türkiye'nin üniversitelerle ilgili sorunları çözme konusunda ‘‘samimi’’ ise bunu yapmak için Erdoğan Teziç'ten daha iyisini bulamaz.

Yok eğer samimi değilse ve üniversiteler üzerinden siyaset yapacaksa bunu da en zor Erdoğan Teziç döneminde yapar.

Böyle bir dönemde Teziç'le birlikte üniversitelerdeki kemikleşmiş sorunların çözülmesi, Türkiye'nin kemikleşmiş sorunlarının çözülmesinin de yolunu açar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İmama kızanlar cemaati dövmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

KKTC seçimlerini Rum kesimi kazandı

26 Aralık 2003
<B>KIBRIS </B>Rum Kesimi Lideri <B>Papadopulos,</B> Haravgi Gazetesi'ne verdiği özel demeçte, <B>‘‘Diğer boşluklarının da ötesinde, güvenlik ve Türk askerinin çekilmesi konusunu netleştirmediği için Annan Planı ne imzalanmak ne de referanduma sunulmak için hazır’’ </B>dedi. Bu sözler bizim aylardır söylediklerimizin teyidi anlamını taşıyor.

Denktaş, Annan Planı'nı ‘‘alelacele’’ reddederek çok ciddi bir ‘‘stratejik hata’’ yaptı.

Bu köşede başından beri Annan Planı'nın Rumlar açısından da kabul edilemez, hatta onlar açısından çok çok daha kabul edilemez olduğunu yazdık ve dedik ki: ‘‘Denktaş bu planı müzakereye hazır olduğunu söyleyerek planı patlamaya hazır bir bomba şeklinde Papadopulos'un kucağına bırakabilirdi.’’

Bu düşüncemi Denktaş'ın yüzüne karşı da söyledim.

Ancak bu konudaki hatasını kabul etmedi.

Gerçekten de Annan Planı, Kıbrıs'ta Türk tarafının istediği şartları yerine getirmemekle beraber, Kıbrıs'taki fiili durumu, uluslararası kabul görmüş bir hukuki duruma yaklaştırıyordu.

Ancak Denktaş bunu görmek istemedi.

Bu planın Rumlar açısından kabul edilemeyecek noktalarının daha fazla olduğunu anlamak istemedi.

Ve bir kez daha, uzlaşmaz kesimin Türk tarafı olduğu yolundaki Rum tezini güçlendirecek tarzda hareket etti.

Şimdi ise KKTC iç politika çıkmazı ile karşı karşıya.

Üç ay içinde seçimlerin yenilenmesi konuşuluyor.

Bu ortamda Türkiye'nin de eli kolu bağlı.

Yani marta kadar durumda bir değişme veya gelişme olamayacak.

Marttan mayısa topu topu iki ay var. 29 yıldır atılamayan adımlar, iki ayda hiç attırılmaz.

Anlaşılan o ki, KKTC seçimlerini Rum tarafı kazanmış.

Kaybeden ise yine Türkiye...

Ciddi mesele tavla mıdır Mehmet Bey?

MEHMET Barlas geçen hafta bana gönderme yaptı, benden başka herkes bu topa girdi.

Benim Popstar jürisinden Deniz Seki'ye destek verdiğimin ertesi günü, Barlas Türkiye'nin ciddi gündeminde böyle konuları yazmanın ‘‘hafiflik’’ olduğunu ima etti.

Ben okuyunca güldüm ve ciddiye almadım.

Ancak Hıncal Uluç, haklı ve ağır bir eleştiri yazdı.

Popstar, Türkiye'nin gündeminin bir parçasıydı ve hakkında yazı yazılabilirdi.

Ben o yazıyı da gereksiz buldum.

Çünkü Barlas'a yanıt verirken, bu kadar ‘‘ciddi’’ olmaya gerek yoktu.

Bana göre Barlas'ın o yazısı ‘‘anlamsız’’dı.

Çünkü bırakın Uluç'un dediği gibi gündem olmasını, Barlas gündemle hiç alakası olmayan abuk sabuk konularda da günlerce yazı yazabilen biriydi.

Barlas haftalar boyunca köşesinde ve televizyon programında ‘‘tavla’’ yazıları yazmış, bu oyunla ilgili fikirlerini kendince Türkiye'nin en önemli meselesi haline getirmişti.

Bunun dışında da Barlas'ın bu tür çok yazısı vardı.

Barlas'ın bu yazılarının yanında Popstar'la ilgili ahkám kesmek, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yapılmış bir konuşma kadar ‘‘ciddi’’ kalırdı.

Bakıyorum dün hálá bu konuda yazışıyorlar.

Yapmayın Allah aşkına.

Köşe yazarlığının asgari ciddiyeti bile bu tartışmayı kaldırmaz.

Hıncal Uluç korkmamış

HINCAL Uluç aradı. Kızmış... ‘‘Benim Akmerkez'deki o lokantada buluşmak istemememin nedeni terör korkusu değil, o lokantaya karşı olmam. Akmerkez'deki başka bir lokantada seve seve yerdim’’ dedi.

‘‘Ben anlamam. Yasemin öyle demiş. Biz Yasemin'in yalancısıyız’’ dedim.

Hikáyeyi anlattı.

Hıncal Abi, sekreteri Yasemin'e o lokantada yemek yemeyeceğini söylemiş.

Yasemin de, nezaketinden, durumu idare etmek için terör bahanesini öne sürüp yeri değiştirmek istemiş.

Kimbilir, belki bir yandan da bizi korumaya çalışmış.

Bu yüzden de Hıncal Uluç benim dilime düşmüş.

‘‘Ben kendi gazetemin önüne koyulan saksıları bile eleştirdim. Korkuyla yaşanmayacağını en iyi ben bilirim’’ dedi.

Duyurulur...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Tecrübenin yıllarla değil, o yılların nasıl yaşandığıyla ilgili olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kürtler rüyadan uyandı, bizim kábus görmemize gerek yok

25 Aralık 2003
<B>DÜN </B>birbirinden yaklaşık 10 bin kilometre uzakta iki yazar, hemen hemen aynı satırları kaleme aldılar. Bunun nedeni ‘‘aklın yolunun bir olması’’ idi.

Hürriyet'te benim dün Irak'la ilgili olarak yazdıklarımı, neredeyse benzer ifadelerle The New York Times, imzasız bir ‘‘editoryal’’ yazı olarak kaleme aldı.

NYT'nin ABD'deki entelektüellerin görüşünü yansıttığı dikkate alınırsa, ortaya bir tek gerçek çıkıyor: ‘‘Kuzey Iraklı Kürtler hayal görüyor.’’

Bakın NYT'nin editoryali ne diyor: ‘‘Kürtler Irak'taki rejime karşı çıktılar ve Türkiye, İran ve Suriye'deki Kürtlerle birleşerek bağımsız bir Kürdistan'ın hayalini kurdular. Ancak Washington böyle bir şeyin olamayacağını kendilerine net bir şekilde belirtti. Şimdi Iraklı Kürtler, Irak içinde, saygın ve hakları olan bir toplum olarak yaşamaya razı durumdalar.’’

Bir kez daha tekrar etmek gerekirse, Türkiye'nin yanıbaşında, Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulması olasılığından yola çıkarak ‘‘septik’’ bir tavır sergilemesi gereksiz.

Buna yönelik politikalar üzerinde höt zöt yapmanın da bir faydası yok.

Iraklı Kürtler bir rüya gördüler ve bu rüyadan ABD'nin çimdiklemesiyle uyandılar. Türkiye'nin bu olasılığa göre tedbirli olması iyidir.

Ancak tüm politikalarını buna göre oluşturması sadece ve sadece ‘‘rüya tabirciliğine’’ girer.

Tayyip Erdoğan'ın, Abdullah Gül'ün ve Dışişleri ekibinin bundan sonraki gündemi Türk-Amerikan ilişkileri olmalıdır. Çünkü 1 Mart'tan bu yana Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir sayfa, farklı bir dönem açılmıştır.

Bu yeni dönem, yeni politikalar gerektirmektedir.

Otomobillerden değerine göre vergi alınsın

MALİYE Bakanı Unakıtan'ı işini bilen bir bakan olarak görürüm hep.

Ancak otomobil vergileri konusunda ya işi bilmiyor, ya da ucuz ‘‘popülizm’’ yapıyor. Diyor ki: ‘‘Otomobile bu kadar para veren vergisini de versin.’’

Versin de, otomobile o kadar para veren adam vergisini zaten peşin peşin vermiyor mu? Maliye Bakanı'nın söylediği, o otomobillerin satış fiyatının yaklaşık yüzde 60'ı vergi değil mi?

Mesela 249 bin Euro'ya bir Ferrari aldınız diyelim, bunun en az 130 bin doları vergi. Almanya'da taksitle 120 bin Euro'ya aldığınız bir SL 55 Mercedes, Türkiye'de vergiler nedeniyle 210 bin Euro.

O yüzden bakanın söylemi yanlış. ‘‘220 bin Euro'yu arabaya veren vergisini de versin’’ diyemez, ‘‘220 bin Euro'yu arabaya veren, yılda şu kadar daha versin’’ diyebilir. Ama yeni Motorlu Taşıt Vergisi sistemi orada da adaletli değil. Ağırlığa göre hesapta haksızlık oluyor diye motor hacmine geçildi. Ama haksızlık yine ortadan kalkmadı. Çünkü burada da yaş faktörü var, otomobilin değer faktörü var. 5 litre motorlu 200 bin dolarlık araç da var, 2 bin dolarlık araç da. Şimdi yine adaletsiz bir durum söz konusu. Bence bu işin doğrusu, araçların kasko bedellerine göre bir vergi tarifesi belirlemek. Diğer yöntemlerin hiçbiri hakça olmuyor.

Olmadı Hıncal Abi

YILLARDIR
keyifli bir Galatasaray grubumuz vardır.

Bazen ayda, bazen on beş günde bir öğle yemeğinde toplanır, saatlerce Galatasaray konuşuruz.

Grup öyle çok kalabalık değildir.

Hıncal Uluç, Ali Dürüst, Özer Saraçoğlu, Burak Elmas ve ben, daimi üyeler olarak yer alırız.

Başka Galatasaraylı dostlarımız da zaman zaman gruba katılırlar.

Dün de yine bizim grubun öğle yemeği vardı.

Yer olarak da Akmerkez'deki bir lokantayı seçmiştik.

Sabah Hıncal Uluç'un sekreteri Yasemin, bizim Gülay'ı aramış.

‘‘Hıncal Bey ‘Akmerkez tehlikeli, yer değiştirelim' diyor, nereyi yapalım’’ deyince kafamdan aşağı kaynar sular döküldü.

Teröre pabuç bırakmamaktan söz eden Hıncal Abi, iki tane çapulcu Akmerkez’i hedef gösterdi dedikodusuyla Akmerkez'e gitmek istemiyor.

Bu mu terörle mücadele Hıncal Abi, bu mu terör karşısında boyun eğmemek.

Yemin ederim, Hıncal Uluç'un böyle bir talepte bulunmuş olmasına inanamadım.

Hıncal Abi'nin tatlı canına zarar gelme olasılığına karşı yemeği Nişantaşı'nda bir yere aldık. Ama ben ona inat yemekten sonra Akmerkez'e gidip yarım saat dolaştım.

İnsanları korkutarak amacına ulaşmaya çalışan teröre inat...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Rejimi korumaya çalışırken, rejime daha çok zarar verdiğimizi fark ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Bir kez daha uyarıyorum

24 Aralık 2003
<B>DEĞERLİ </B>okurlar. Zaman zaman benim adımı kullanan kişilerin sağda solda terbiyesizlikler yaptığı bilgisi bana ulaşıyor. Asistanım, yardımcım, eşim, dostum olduğunu söyleyenler çıkıyormuş. Benim eşim dostum benim adımı kullanmaz.

Asistanım ise bir tane, adı da Gülay Karabulut ve kimseden bir şey istemez.

Adımı kullanıp sizden bir şey isteyeni ve hatta terbiyesizleşeni bir güzel dövün. Sonra bana haber verin gelip bir de ben döveyim.

Çünkü başka çare kalmadı.

ABD Kürtlere onay verecek mi?

TÜRKİYE
tedirgin bir ülke İç politika ve dış politikada tavırları hep ‘‘kendine güvensizlik’’ belirliyor.

70 milyonluk genç nüfus, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri, 1 milyonluk güçlü bir ordu, farklı jeopolitik konum gibi unsurlar hep unutuluyor.

Atılan her adımda bir kendine güven sorunu yaşanıyor.

Sanki dünya bizi yok etmek için birleşmiş ve sanki bizim hiç gücümüz yok.

84 yıl önce, gerçekten berbat bir durumdayken yazılan destan unutuluyor.

Irak'taki gelişmelere yaklaşımımız bile paranoyakça. Verilere bakmadan, kimin ne tavır aldığını gözlemlemeden ‘‘veryansın’’ ediyoruz.

Şimdilerde Iraklı Kürtlerin, Kerkük'ü de kapsayan bir bölgede ‘‘federal’’ bir Kürdistan kuracağından korkuyoruz.

Manşetler bu yönde, iddialar bu yönde.

Ancak bunları yazan ve bunlardan korkanlar sadece Kuzey Iraklı Kürtlerin taleplerine bakarak ahkám kesiyorlar. Oysa Irak yeniden yapılanırken, orada söz sahibi olanlar ve neyin nasıl şekilleneceğine karar verenler Kürtler değil.

Kuzey Iraklı Kürtlerin ‘‘sözcüsü’’ konumundaki Behram Salih önceki akşam Kanal D'de, İyi Geceler Türkiye'ye konuştu. Salih'e ‘‘Federal Kürt Devleti projenize ABD onay veriyor mu?’’ diye soruldu.

Çünkü ABD'nin 18 eyaletli planı içinde Kürt bölgesi tek bir eyalet olarak yer almıyor, tam aksine Kürt bölgesi de üç parçaya bölünüyordu. Salih'e ABD'nin bu planının değişip değişmediği soruluyordu.

Salih kem küm etti ve ‘‘Doğrusunu söylemek gerekirse ABD'nin bu konuda bir kararı, ya da bize bir desteği yok. Biz ABD'nin planının kabul edilemez olduğunu söylüyoruz ve kendi önerimizi getiriyoruz. ABD'nin bu öneriyi ciddiye alacağını düşünüyoruz’’ dedi.

Peki ABD bunu niye ciddiye alacaktı?

Behram Salih şöyle yanıtladı: ‘‘Savaştan önce ABD'ye destek verdik. Savaş sırasında destek verdik. Bunun karşılığında onlar da bizim taleplerimize duyarlı olacaklarının sözünü verdiler.’’

Yani aslına bakarsanız, ortada ne bir Federal Kürt devleti var, ne de bununla ilgili bir destek.

Kuzey Iraklı Kürtler istiyor.

İsteyenin bir yüzü kara.

Verecek olan ise Amerika. Ve galiba sorun orada. ABD'nin Irak'la ilgili net bir planı hálá oluşmuş değil.

Ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını bir türlü netleştiremiyorlar.

Bu açıdan Türkiye çok önemli. Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni boyutunun belirlenmesi ve Türkiye'nin devreye girmesi gerek.

Bölgede Türkiye'ye rağmen bir şey olmaz. Bunu herkes biliyor.

Bunu bilmeyen tek ülke galiba Türkiye.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Uzan'a kızıp vatandaşı dövmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku