23 Aralık 2003
<B>PAZAR </B>akşamı Teke Tek'te türban sorununu tartıştık. Bir yanda <B>Kezban Hatemi,</B> diğer yanda eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı <B>Vural Savaş.</b> Ortada ise benimle beraber Hukuk Doçenti Emre Öktem.
Uluslararası hukukta inanç özgürlüğü üzerine önemli çalışmaları olan Emre Öktem, Fransa'daki durumla Türkiye'deki durumun karşılaştırılabilir olmadığını net bir biçimde ortaya koydu. Yaklaşık 3 saat konuştuk, tartıştık. Bence ortaya çıkan tek bir sonuç var. Bu mesele tek bir şekilde çözülebilir. O da reşitlik ilkesi.
Yani kişilerin reşit oluncaya kadar eğitimle dinsel simgelerin birbirinden uzak tutulması.
Yani ilk ve ortaöğretimde türban takmak, gerek eğiten, gerekse eğitilen açısından yasak olacak. Yani çocuklar ve gençler liseyi bitirinceye kadar türban takamayacaklar, bunlara eğitim veren öğretmenler de aynı şekilde olacak.
Bu kapsamda imam hatip liseleri olarak Türk eğitim sistemine sokulan garabetler de kapatılacak.
Bunun yerine bütün liselerde mecburi din kültürü dersi ve seçmeli olarak da inanılan din okutulacak.
Üniversitelerde ise türban yasağı kaldırılacak.
18 yaşına gelmiş ve yasalar karşısında reşit olmuş kişilere ‘‘şunu giyersin, bunu giyemezsin’’ denilmeyecek.
Kamuda ise hizmet verenler, devletin kılık kıyafet yönetmeliklerine tabi olacak, hizmet alanlar ise yine canlarının istediği gibi giyinebilecekler.
Bunun dışında bir çözüm akla ve insan haklarına uygun görünmüyor.
Batı'da kilise okullarındaki serbestlikten ise kimse söz etmesin.
Bizde Tevhidi Tedrisat Kanunu var.
Gerçi imam hatip okullarının açılmasıyla bir miktar delinmiş de olsa iyi ki de var.
Galatasaray’a yakışmadı umarım sürmez
CUMARTESİ sabahı Hürriyet'in spor sayfasını açınca gözlerime inanamadım. Çok sevdiğim iki Galatasaraylı, eski başkanlar Faruk Süren ve Mehmet Cansun oturmuşlar, Galatasaray'ın iç işlerini dedikodu malzemesi yapmışlar.
Tarz hoşuma gitmedi.
Galatasaray'a yakışır bir durum değildi. Başka camialarda böyle şeyler olurdu ama Galatasaray'da olmazdı. Ama ne yazık ki oldu. İçim acıdı. Öğleden sonra Faruk Süren'le telefonda konuştuk. O da üzgündü.
‘‘Esat Yılmaer davet etti. Çok doğru, düzgün adamdır. Reddedemedim. Sonrasında da kalkıp gitmek yakışıksız olurdu. Ama haklısın ben de sabah gazetede görünce rahatsız oldum. Düşünürsen, benim için de neler söylendi be Fatih’’ dedi. Haklıydı, ilk kez bir Türk takımını Avrupa Şampiyonu yapan yönetimin başı olmasına rağmen onun için de çok şeyler söylenmişti ama o, bunları bir büyüklük içinde sineye çektiği için Faruk Süren'di.
Bunu hatırlattım.
‘‘Başkan keşke konuşmasaydınız. Galatasaray bundan rahatsız oldu’’ dedim.
‘‘Artık konuşmayacağım, merak etme’’ dedi. Kapattık. Bütün bunlardan sonra Allah tarafından Özhan Canaydın çıkıp bir yanıt vermedi. Yoksa işler iyice kötüye gidebilirdi.
Umalım bu mevzu burada kapanmış olsun. Galatasaraylılar unutmasınlar, bizim için hesap yeri kongredir. Doğruları, yanlışları orada konuşuruz. Tescilli Galatasaray düşmanlarıyla medyada değil.
NOT: Galatasaray'ı konu alan bu iki yazı dün yayınlanacaktı ama yer yokluğuna kurban gitti.
Ali Aydın’dan Terim’e yanıt
GALATASARAY, Elazığspor karşısında galibiyeti hak etti mi tartışılır ama hakem Ali Aydın'ın Galatasaray karşısındaki tavrı tartışılmaz. Bu adam yıllardır böyle Fenerbahçe'yi ipten alır, Galatasaray'ı ipe götürür.
Ve her ikisinde de alkışlanır.
Ali Aydın'ın Galatasaray'ı yıkmak için yine bir hamle yapacağını biliyorduk.
Çünkü Ali Aydın, Fatih Terim'e takmıştı.
Ali Aydın, normalde bir hakemin hakemlik hayatını bitirecek hatayı yaptığında ceza almadan işten sıyrılırken Terim, MHK'nın bu hakeme ayrıcalık yaptığını söylemiş ve başka hakem aynı hatayı yapsa böyle olmazdı, yorumunda bulunmuştu.
Ali Aydın, Terim'in bu lafına karşı yapacağını Elazığspor maçında yaptı. Ofsayt bir poziyonu görmeyerek gole pozisyon yarattı.
Oluşan pozisyonda bir penaltı kararı verdi ve dünyada hiçbir hakemin çıkarmayacağı bir kırmızı kart çıkardı.
Ali Aydın, Galatasaray'ı yakmaya üç sezondur devam ediyor. Galatasaray yönetimi ise bu arsız duruma fair play ile yanıt veriyor. Fair play'in karşılıklı bir pozisyon olduğunu hálá anlamadan.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yöneticiler, sorunları kaçarak çözemeyeceklerini anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2003
<B>MİLLİYET </B>dün Kürtlerin Kuzey Irak'ta Federal Kürt Devleti peşinde olduklarını yazdı. Aynı gün bir Kürt internet sitesinde IKDP Başkanı <B>Mesut Barzani'</B>nin bir makalesi yayınlandı.Barzani makalede gönüllü birlik temelinde federal ve birleşik bir Irak sadece Kürtler açısından değil, Irak için de en iyi çözümdür diye yazdı. Barzani makalesinde, 1991'den bu yana sergiledikleri koruyucu tavır için Türkiye, İngiltere, Fransa ve ABD'nin her eyaletine teşekkür ediyor.
Ancak bugün ABD öncülüğünde hazırlanmakta olan Irak Anayasası'ndan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor.
Bu yeni Anayasa'nın 1970'te Kürtlere otonomi sağlayan Anayasa'dan çok daha geride olduğunu belirten Barzani şimdi bir adım ilerlemeyi değil, 1970'te elde ettikleri kazanımları savunmaya çalışıyor.
Yani anlayacağınız Irak'ta Kürtlerin durumu zannedildiği kadar iyi değil.
Tam aksine ABD bölge dengeleri uğruna bir kez daha Kürtleri gözden çıkarıyor.
NOT: Bu konuyla ilgili daha detaylı bir analizi yarın sizlere sunacağım.
SPK: İmar'da sorumluluk BDDK’nındı
GEÇEN hafta İmar Bankası'ndan Hazine bonosu alanların mağdur edilmelerinde Sermaye Piyasası Kurulu'nun (SPK) da sorumluluğu olduğunu anlatan bir yazı kaleme aldım. Perşembe günü yayımlanan bu yazıya SPK cuma günü bir yanıt verdi. Yanıt dediysem, 9 sayfalık detaylı bir bilgi notu.
Öyle bir bilgi notu ki, büyük bir ihtimalle konuyla ilgili olarak açılan soruşturmada SPK'nın savunması da bu bilgi notu olacak.
SPK'nın yazısını aynen yayınlamam mümkün olmadığı için iyice okudum. Bankalar Kanunu ve Sermaye Piyasası Kanunu ile ilgili bölümlerini inceledim. Bugün size bu yanıtın bir hülasasını aktaracağım.
Sermaye Piyasası Kurulu, İmar Bankası'nın bono dolandırıcılığında hiçbir kusurlarının olmadığını söylüyor. Bunu da kendi açısından sağlam gerekçelere bağlıyor.
SPK'nın İmar Bankası'nın sermaye piyasası faaliyetlerinde bulunmasını yasaklayan hukuki süreci anlatıyor ve adı geçen bankanın 25.10.1990 tarihinden itibaren yasalar karşısında sermaye piyası faaliyetinde bulunma yetkisinin kalmadığı aktarılıyor. (Bu süreç aynen doğru.)
SPK 25.10.1990 tarihli bu kararına dayanarak İmar Bankası'nın Hazine bonosu dolandırıcılığındaki sorumluluğu Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'na ve BDDK'ya yüklüyor.. SPK, bankaların müşterilerine kendi portföylerinden sattıkları ya da başka bankalardan müşterileri için aldıkları kamu menkul kıymetlerinin TCMB nezdindeki depo hesaplarda saklandığını ve izlendiğini belirtiyor.
Ancak bu hesaplarda müşteri bilgilerinin bulunmaması nedeniyle TCMB nezdindeki bu hesaplarla banka kayıtlarının karşılıklı olarak incelenmesi gerektiğini söyleyen SPK, TCMB genelgesinin 4. maddesince TCMB müfettişlerinin bankayı denetleyebileceğini aktarıyor.
Yani SPK, Merkez Bankası müfettişlerinin yetkilerini kullanmadığını ve bunun da bir ihmal olduğunu iddia ediyor.
SPK yolladığı yazının devamında Kurul'dan alınmış yetki belgesi bulunmayan, bu nedenle de sermaye piyasası kurumu niteliği taşımayan bir bankanın kurul tarafından denetiminin mümkün olmayıp, bu bankanın Sermaye Piyasası Kanunu'na aykırı bir işlemi bulunup bulunmadığı denetime yetkili makamlaran, yani Hazine Müsteşarlığı, TCMB ve BDDK'nın denetimi sonunda tespit edilebilir, diyor ve ekliyor: Sermaye Piyasası Kurumu niteliği taşımayan bankaların mevzuata aykırı herhangi bir işlemi olup olmadığı ancak BBDK tarafından denetlenebilir. Ve SPK BDDK'nın ipini şu cümleyle çekiyor:
Öte yandan bankalar yeminli murakıplarının, maliye müfettişlerinin ve BDDK'yı temsilen banka yönetiminde bulunan üyelerin izinsiz bono satışına ilişkin olarak BDDK'ya ihbarda bulundukları basında çıkan haberlerde ifade edilmiştir. Bu çerçevede kurulumuzun bankaya ilişkin ilan ve reklamları takip etmediği ve durumu zaten bankanın yönetiminde veto yetkisiyle donatılmış temsilcileri bulunan ve bankayı 9 yıldır denetim ve gözetim altında tutan yetkili makamlara bildirmediği iddiasının ileri sürülmesi mümkün değildir. Yani SPK diyor ki: Ben bu bankanın izinlerini 13 yıl önce kaldırdım. Bir daha da izlemedim. O tarihte benim gözetiminin altında değildi. Sorumlu burayı denetleyen ve içerde veto yetkili temsilcileri bulunan BDDK'dır.
Zaten asıl sorumlunun BDDK olduğunu biz de biliyoruz. Bizim beklentimiz SPK'nın da olaya müdahale etmesiydi. SPK hukuki gerekçeleriyle neden müdahale etmediklerini anlatıyor. Bilginize.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Tarihin nereye gideceğini anlamak için tarihin dününü okumak gerektiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2003
<B>BAŞBAKAN Erdoğan'</B>ın KKTC Cumhurbaşkanı <B>Rauf Denktaş</B>'a <B>‘‘Danışmanlarını değiştirsin’’ </B>önerisi akla hemen <B>Mümtaz Soysal'</B>ı getirdi.Mümtaz Hoca'ya sordular, ‘‘Üzerime alınmadım’’ dedi. Mümtaz Soysal'ı severim. İyi, doğru, dürüst bir adamdır.
Ama biliyoruz ki, bunlar devlet yönetmek, devletlerin kaderlerini belirlemek için yeterli değildir. Gerek şartlardır ama yeter şartlar değildir.
Mümtaz Hoca Kıbrıs'ta uzun yıllardır Denktaş'ın danışmanı.
Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün unsurlarındran biri anlayacağınız.
Şimdi size Mümtaz Soysal'ın Kıbrıs'la ilgili fikirlerini tartışmayacağım.
Bambaşka bir meseleyi hatırlatacağım.
1990'lı yılların ilk yarısı.
Dünyada müthiş bir sermaye dolaşıyor ve Dünyanın her yerinde telekom özelleştirmelerine büyük paralar yatırılıyor.
Avrupa ülkelerinde konuşulan rakamlar yüz milyar dolarlar mertebesinde.
Türkiye de bu furyada telekomunu satmak istiyor.
Biçilen değer ise 20 ila 30 milyar dolar arası.
O günlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin toplam borcu da hemen hemen bu miktar.
Yani Telekom'u sat borcu sıfırla.
Mümtaz Hoca sağolsun, insan üstü bir gayretle Telekom'un satışını engelledi.
Ardından GSM furyası başladı, telekomların değeri düştü, düştü, düştü.
Bugün Türk Telekom'u satmaya kalkışsan o günkü değerin 4'te birine gitmez diyenler de var, bu fiyatı iyimser bulanlar da.
Ve bugün Telekom'u iyimser fiyattan satsanız bile Türkiye Cumhuriyeti'nin borcunun 20'de birini karşılamıyor.
Doğru, dürüst Mümtaz Hoca'nın Türkiye'ye verdiği zarar bu.
Bu zararı vermek istedi mi?
Asla istemedi.
Verdi mi?
Evet verdi.
Siz olsanız bundan böyle Mümtaz Hoca'ya danışır mısınız?
Çağdışı bir ehliyet sınavı
BİR arkadaşımın kızı harıl harıl ehliyet sınavına hazırlanıyor. Elindeki kitabı alıp baktım. Gözlerime inanamadım. Kitapta trafik kuralları, ilkyardım bilgileri yaynında bir de ‘‘Motor’’ bölümü var.
Şaşırdım.
‘‘Kızım ehliyet mi alacaksın yoksa tamirci mi olacaksın’’ dedim. Ehliyet alacakmış. Ama motoru da bilmesi gerekiyormuş.
Şaşırdım.
Kitabı ve sınavı hazırlayanlar her kimse geçmişte kalmışlar. O eskidendi, aç motoru distribütörü kontrol et, bak bakalım meksefe sağlam mı, bujiler iyi durumda mı, kayış gevşemiş mi, alternatör bilyesi ses mi yapıyor.
Yok artık bunlar yok. Şimdi kaputu açtın mı, karşında bir blok halinde motor duruyor. Değil tamir etmek, ne nerede anlaman mümkün değil. Ellememek de lazım, ellersen garanti kapsamı dışındasın. Zaten ortada elleyecek bir şey de yok. Hele hele bazı markalar artık kaputu açılmayan otomobiller yapıyorlar ki, sürücü kurcalayıp bozmasın. Kaput ancak serviste açılabiliyor.
Ama biz hálá gençlere soruyoruz: ‘‘Marş motorunun görevleri nelerdir?’’
Elinin körüdür.
Fransa örneği Türkiye'yi anlatmaz
FRANSA'da türban sorununun çözümü için oluşturulan komisyonu daha önce bu sütundan sizlere duyurmuş ve çalışmaların sistematiği hakkında bilgi vermiştik.
Bundan kısa bir süre sonra komisyon raporunu tamamladı ve Cumhurbaşkanı Chirac'a verdi.
Chirac da, ‘‘bilimsel’’ bir raporu kendi siyasi kriterleri ile birleştirdi ve Fransa'da kamusal alanda türban takmak yasaklandı.
Komisyonun raporunda önerdiği, ‘‘Yahudi ve Hıristiyan simgelerinin de kamusal alanda yasaklanması’’ önerisi ise Chirac tarafından çok da uygun bulunmadı.
Şimdi Türkiye'de meseleyi Fransa örneğinden yola çıkarak tartışmak isteyenler var. Ancak iki ülke arasında konunun ‘‘siyasi malzeme olması’’ dışında benzerlik yok. Fransa'da Chirac türbanı yasaklarken büyük ölçüde siyasi bir hedefe bakıyor. Bu yasakla Chirac aşırı sağın yükselmesinin ve merkez partilerden kaçmasının önüne geçmek istiyor. ‘‘Mütedeyyin Hıristiyan’’ kitlenin İslami tırmanıştan rahatsız olarak ‘‘uç partilere’’ yönelmesinin önünü kesmeye çalışıyor.
Bu yasağın bir boyutu. Diğer boyutu ise Washington Post'tan Ketih Richburg tanımlıyor.
Richburg'a göre Fransa, Afrika ve Arap ülkelerinden gelen göçmenlerin Fransız toplumu içinde asimile olmalarını istiyor.
Bu asimilasyonun önündeki engel olarak da başta türban olmak üzere Müslümanlara özgü dini sembolleri görüyor. Fransa'nın bu tavrına karşılık Müslüman gruplar da olayı kaşıyorlar.
Bu konudaki ilk yazımda belirttiğim gibi, bir mahkemede jüri üyeliği yapan türbansız bir Müslüman kadına ikinci celsede türban taktırarak ‘‘Müslüman kimliği’’ ön plana çıkarmaya ve koruma altına almaya çalışıyorlar.
Türkiye'de ise türbana yönelik siyasi tavır ile elde edilecek siyasi kazanç Fransa'dakinin tam tersi.
Fransa'da türban yasaklanarak toplumun uç partilere kayması engelleniyor. Türkiye'de türban yasağı toplumu geçmişte uç partilere doğru itti.
Türkiye'de türban takanlarla takmayanlar arasında ırka dayalı bir fark olmadığı için Fransa'dakine benzer bir asimilasyon isteği ve sürecinden söz etmek mümkün değil. Ancak bazı grupların türbanı Türkiye'deki karşı devrimin sembolü olarak kullanmaları söz konusu.
Bu nedenle Türkiye türbanı kendi içinde çözmek zorunda.
Fransa Türkiye için ne iyi, ne de kötü bir örnek olabilir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Başkalarının mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa etmeye kalkışmadığımız zaman..
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2003
<B>İSVİÇRE,</B> Türkiye'yi <B>‘‘soykırımcı’’</B> ilan edince Ülkücüler, İsviçre'nin Türkiye'deki temsilciliklerinin önünde protesto eylemi yapmışlar. Boşa zahmet...
İsviçre'nin böyle bir konuda aldığı kararın zerre saygınlığı olmaz.
Çünkü dünya álem biliyor ki, İsviçre Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımdan kár etmiş bir ülke. Nazilerin katlettiği Yahudi zenginlerin parasının üzerine oturmakla sabıkalı bir ülkenin, soykırım dersi verecek hali pek olmasa gerek.
Turkcell, Digiturk'ü değil, MGM'yi almalı
TURKCELL'de çalışan bir dostum geçen gün sitem etti. ‘‘Digiturk'ü satın almak istememizin altında kötü niyet arıyorsunuz. Oysa Turkcell'in Digiturk'e gerçekten ihtiyacı var. Cep telefonu teknolojisi artık gelişiyor. Özellikle 3G'ye geçince ciddi bir içerik (content) gereksinimi olacak. Bunun için Digiturk'ü almak istiyoruz’’ dedi.
Ben de kendisine bu tezin doğru olmadığını söyledim. Gerçekten de doğru değil. Bir cep telefonu operatörü olarak geleceğe yatırım açısından Turkcell'in içerik tedarik edecek bir sisteme ihtiyacı olabilir, ama bunun yolu Digiturk'ü satın almak değil. Çünkü Digiturk, Turkcell'e içerik sağlayacak bir ortak değil, olsa olsa rakip olur.
Çünkü Digiturk, bir içerik üretmiyor. Tam aksine Digiturk içerik iletiyor. Yani başkaları tarafından üretilmiş içeriği üçüncü şahıslara ileterek aradan para kazanıyor. Digiturk bunu uydu vasıtasıyla yapıyor, Turkcell ise bunu cep telefonu frekansları üzerinden yapmayı planlıyor.
Turkcell, Digiturk'ü alınca, onun aktardığı içeriği de almış olmuyor.
Turkcell, elindeki parayla gidip MedYapım'ı, ANS'yi ya da yurtdışında MGM'yi, Universal'i, hatta Reuters'i almak istese belki bu tezi öne sürebilir...
Ama Digiturk'ü almanın gerekçesi bu olamaz.
Turkcell'in Digiturk'ü almak istemesinin tek nedeni, Mehmet Emin Karamehmet'in cebine para koymak.
Halka açık Turkcell'in tüm ortaklarının parasını...
Oğlunun çevresi babaya kazandırır mı?
ESKİ Kocaeli Belediye Başkanı Sefa Sirmen, CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmak istiyormuş. Ve iddialı konuşarak, ‘‘900 bin oy farkla kazanırım’’ diyormuş. Herhalde her gece İstanbul gecelerinde servet saçan oğluna güveniyor. Oğlu Mustafa Sirmen'in kız arkadaşları ve bahşiş dağıttığı garsonlar ile otopark görevlileri baba Sirmen'e oy verirlerse, daha fazla bile fark atabilir.
Hukuk varsa Cansızlar'ın orada işi yok
BU ülkede hukuk olsa, bir savcı çıkar, SPK Başkanı hakkında inceleme başlatır ve Başkan Doğan Cansızlar dün sabah itibarıyla görevden alınmış olurdu.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını milyonlarca dolar dolandıran İmar Bankası'nın ‘‘bono rezaleti’’nin baş sorumlusu Sermaye Piyasası Kurulu'dur.
SPK, İmar Bankası'nın izinsiz ve yasalara aykırı bono satışını görmüş, ancak Doğan Cansızlar'ın ‘‘korkak ve sinameki’’ tavrı yüzünden bu konuda tek bir adım atmamış ve hazine bonosu dolandırıcılığı patlamıştır. Dediğim gibi bu ülkede yürekli bir savcı olsa, Doğan Cansızlar hakkında görevi ihmal veya suiistimal suçlamasıyla dava açılır. Doğan Cansızlar da başında bulunduğu o kurumdan hemen uzaklaştırılır.
Ama Türkiye'de hukuk olmadığı ve milletvekillerinden daha fazla ‘‘bürokratların dokunulmazlığı’’ olduğu için Cansızlar orada oturmaya ve işini ‘‘yapmamaya’’ devam eder.
İmar Bankası'nda bonozede olanlar ise can çekişmeye devam ederler.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Tarımı unutarak sanayileşmenin mümkün olmadığını Türkiye'yi yönetenler anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2003
<B>KIBRIS'</B>ta çözümsüzlük sürdükçe müthiş tezler duyuyoruz. Kıbrıs, stratejik açıdan çok önemliymiş.
Kıbrıs, bir uçak gemisiymiş.
Kıbrıs, Türkiye'nin güvenliğinin kilidiymiş.
Kıbrıs ile Türkiye arasında petrol yatakları varmış.
Türkiye, Kıbrıs'ta geri adım atarsa önce Ege'yi, ardından da Güneydoğu Anadolu'yu kaybedermiş.
Bütün bu gerekçelerle Türkiye, Kıbrıs'taki varlığını sürdürmeliymiş.
Ben bu söylenenler yalandır veya yanlıştır demiyorum.
Hepsini doğru kabul ediyorum ve şöyle diyorum:
‘‘O zaman oturup kalkıp 1974 yılında Kıbrıs'ta Makarios'a karşı bir darbe düzenleyerek Türkiye'nin Kıbrıs'a çıkmasına neden olan Nikos Sampson adlı EOKA'cıya dua edelim.
Çünkü eğer Nikos Sampson böyle bir girişimde bulunmasaydı, Türkiye Kıbrıs'a çıkmak zorunda kalmayacak ve kendisi açısından bu denli ‘stratejik' önem taşıyan bir adanın bir bölümüne sahip olamayacaktı.
Eğer Kıbrıs'ın Türkiye açısından önemi bu ise ve bu kadar yüksek perdeden seslendiriliyorsa ve ben bir Avrupalı olsam, Kıbrıs'ta 1974 yılında düzenlenen darbenin arkasında Türkiye'yi arardım.
Öyle ya, o darbe olmasa Türkiye, Kıbrıs'a çıkmak için geçerli hiçbir nedene sahip olamayacaktı.’’
Görüldüğü gibi, Türkiye bazen yanlış tezlerle kendini zor duruma düşürüyor.
Kıbrıs’a haklı bir gerekçeyle çıkmasına rağmen, uzun vadede haksız duruma düşüyor.
Ve üstüne üstlük bu haksızlığını, sanki bir haklılıkmış gibi sunmaya çalışıyor. Türkiye'nin bugün Kıbrıs'ta bulunmasına gerekçe yaptığı tezler ile Kıbrıs'a garantör olarak müdahale etmesine gerekçe yaptığı tezler birbirine zıttır.
Her iki tezin yüksek sesle dile getirilmesi ise Türkiye'yi komik duruma düşürür.
Üstelik pek çok noktasında eleştirilebilecek olan Annan Planı, Türkiye'nin güvenlikle ilişkili gerekçelerine derman olacak niteliktedir. Fiili durumu hukuki durum haline getirdiği için de zaten Rumlar tarafından reddedilmektedir.
Aksini düşünmek ve saçma tezlerle Kıbrıs'ta ‘‘çözümsüzlüğü’’ savunmak Türkiye'nin stratejik çıkarlarına aykırıdır. Çözümü savunmak değil.
Az bilgiyle kötü yorum
ROBERT Ludlum'un ‘‘Janson Talimatı’’ adlı kitabının İstanbul'daki saldırılarla bire bir örtüştüğüne dair bir tez ortaya atıldı.
Bazı köşe yazarları ve gazeteler, bombacıların bu kitaptan ilham aldığını yazdılar.
Bilgi gazeteden, kültür gazeteden alınınca yorum da böyle olur.
Dünyanın en iyi komplo teorisyenlerinden biri olan Ludlum'un kitabıyla İstanbul'daki bombalar arasındaki tek benzerlik, bomba yapımında kullanılan malzeme. Yani nitratlı gübre.
İstanbul'daki saldırıda kullanılan nitratlı gübre, ilk olarak İstanbul saldırılarında kullanılmadı.
Bu tür bomba, yıllardan beri malzemenin sağlanmasındaki kolaylık nedeniyle kullanılıyor.
Bu tür bombayla yapılan en büyük eylem, tarihe ‘‘Oklahoma Katliamı’’ olarak geçen ve faili Timothy McVeigh'in idamıyla sonuçlanan olay. Hatta bazı uzmanlar, bu bombaya ‘‘köylü bombası’’ bile diyorlar.
Bunun dışında da özellikle radikal İslamcı örgütler bu tür bombayla sık sık saldırı düzenliyorlar.
Kısacası Ludlum, olmayan bir bombayı tarif etmiyor, zaten sık sık kullanılan bir patlayıcıya kendi kitabında yer veriyor.
Diğer yandan, radikal İslamcı terörün uzun zamandır verdiği mesajları da kitabına taşıyor.
Kitap önden değil, arkadan geliyor.
Ama bizimkiler, nitratlı gübreyle yapılmış tek bombanın İstanbul'da patlatıldığını düşündükleri için bu saçmalıkları yazıyorlar.
Bonozedelerin suçu devlete güvenmek mi?
İMAR Bankası'ndan bono alarak bonozede olanların durumuna bir çözüm bulanmadı.
Tam aksine, bence haksız bir biçimde mağdur edildiler.
Oysa onlar Uzanlar'a güvenilmeyeceğini düşünmüşlerdi, fakat devlete güvenilmeyeceğini düşünememişlerdi.
Tek hataları, ‘‘Hazine bononuza yüksek faiz İmar Bankası'nda’’ diyen ve hem SPK'nın, hem de BDDK'nın gözü önünde yayınlanan ‘‘yalan’’ reklama inanmış olmaktı.
Bu vatandaşlar, üstelik bazıları BDDK'ya resmen sorup resmen yanıt alarak İmar Bankası'ndan bono aldılar.
Bankayı denetlemekle görevli BDDK ve bono satışlarını izlemekle görevli SPK işlerini yapmadığı, Uzanlar'a boyun eğdiği için, Uzanlar olmayan bonoları sattılar. Açık bir dolandırıcılık eylemi yaptılar.
Ancak BDDK ve SPK bu dolandırıcılık eyleminin ‘‘suç ortağı’’ oldular.
Göz yumdular, denetlemediler, gereğini yapmadılar.
Sonunda devletin bonosunu bu bankadan aldıklarını zannedenler mağdur edildiler.
Şimdi onların parası ödenmeyecekmiş.
Olamaz...
Devlete güvenen bonozedelerin parası ödenmemek bir yana, Uzanlar'a güvenen İmarzedelerin parasından önce ödenmelidir.
Doğrusu budur.
Başbakan Erdoğan bu haksızlığa dur demek zorundadır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Dağın fareyle uğraşmayacağını fareler anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2003
<B>BİRKAÇ </B>gündür AKP'nin dokunulmazlıkla ilgili tavrını yazacaktım ama gündemden dolayı sıra gelmedi. Kısmet bugüneymiş...
AKP'nin dokunulmazlıklar konusundaki ‘‘tutarsızlığı’’ seçim öncesine dayanıyor.
Seçim döneminde Teke Tek'e konuk olan AKP'nin o zamanki genel başkan yardımcısı Abdullah Gül, dokunulmazlıkların sınırlanmasıyla ilgili soruma, ‘‘Parti olarak dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde bir düşüncemiz yok. Yargının siyasi kararlar almasından korkuyoruz. Yargının tam bağımsızlığı sağlanmadan dokunulmazlıkların kaldırılmasının, Meclis'i zorlayacağı inancındayız’’ demişti.
Daha sonra aynı soruyu, bir başka programda konuğum olan Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan'a yönelttim. Erdoğan'a CHP ve Baykal'ın bu konudaki tavrını hatırlatıp ‘‘Siz ne düşünüyorsunuz’’ dedim.
Erdoğan dokunulmazlıkların milletvekillerini toplum gözünde sıkıntıya soktuğu ve bu nedenle dokunulmazlıkların kürsü ve yasama faaliyetleri ile sınırlı hale getirilmesine sıcak bakacaklarını söyledi.
Ardından, yanılmıyorsam seçim gecesi Abdullah Gül'e ‘‘Genel Başkanınız sizden farklı konuşuyor. Dokunulmazlıklar kaldırılacak mı, yoksa kaldırılmayacak mı? Hangisi AKP'nin tavrı’’ diye sordum.
Gül tebessüm etti ve ‘‘Sayın Genel Başkan'ın tavrı partinin tavrıdır. O öyle diyorsa öyle olacaktır’’ dedi.
Ancak bugün gelinen noktada AKP'nin tavrını Erdoğan'ın değil, Gül'ün o günkü konuşmalarının yansıttığını düşünüyorum.
Açıkçası bu durumu da yakışıksız buluyorum.
Dokunulmazlıkların yasama faaliyetleri ve ifade özgürlüğü kapsamı içinde değerlendirilmesinden yanayım.
Milletvekillerinin ‘‘yasa veya ahlakdışı’’ durumlarının Anayasal koruma altına alınması yakışıksız bir durumdur.
Ancak bundan daha yakışıksız olan, bir komisyon başkanının ‘‘Yargıya güvenmiyoruz’’ diyerek ‘‘ebedi dokunulmazlık’’ peşinde koşmasıdır.
Onun güvenmediği yargıda milyonlarca Türk vatandaşı adalet arıyor.
O vatandaşların günahı ne?
Edremit'in göbeğine bomba
BALIKESİR-Edremit'ten okurlar aradı. Damatlarıyım ya, beni arıyorlar.
Belediyeden şikáyetçiler.
Edremit'in tam göbeğinde bir büyük arazi var. Eski futbol sahası.
Daha sonra yeşil alan ilan edilmiş. Park yapılacakmış.
Fakat belediye meclisi ani bir karar değişikliği ile bu araziyi bir ‘‘hipermarkete’’ vermeyi kararlaştırmış.
Edremit ile Akçay arasında son derece müsait araziler olmasına rağmen, şehrin içindeki bu yere göz dikilmiş ve birkaç gün içinde de burası ihaleye çıkarılacak.
Ancak anlaşılan ihale laf olsun diye yapılıyor, çünkü bu arazinin hangi hipermarkete verileceği bile belirlenmiş.
İsim bende mahfuz ama ‘‘Tan’’ ile başladığını yazayım.
İşin daha da vahimi, bu araziye sadece bir hipermarket değil bir de benzin istasyonu yapılacakmış.
Tam da Edremit Lisesi'nin yanına, ilçenin tam göbeğine.
Ankara'da patlayan benzinlik sonrası gelişen duyarlılık anlaşılan Edremit'e ulaşmamış.
İnşallah ulaştığında geç kalınmış olmaz.
Hedef 2005'te Avrupa Şampiyonluğu
NASIL biliyorum ciğerlerini... Ne demiştim Juventus maçından sonra?..
Bir maçla vezir ederler, bir maçla rezil; kanmayın bu spor basınına dememiş miydim!
Aynen öyle olmuyor mu?
Galatasaray hep aynı ama spor basını skor basını olunca müthiş saldırılar başladı.
İşin kötüsü, Galatasaray'da öyle bir yönetim var ki, eleştirileri haklı çıkarmak için elinden geleni yapıyor.
Galatasaray tarihinin ne basiretsiz, en yeteneksiz ve hepsinden kötüsü ‘‘en aciz’’ yönetimi.
Aslına bakarsanız, Galatasaray'da bir yönetim yok zaten. Yönetim dediğimiz şey başkan. Canım gibi sevdiğim, yüzünü görünce dayanamadığım Özhan Canaydın.
Hata üstüne hata yapıyor ve hatalarından ders almak bir yana, hata yaptığını bile anlayamıyor.
Hal böyle olunca da Galatasaraylılar mutsuz oluyor, keyifsiz oluyor ve ne yazık ki ‘‘umutsuz’’ oluyor.
Ey Galatasaray taraftarları, ey Galatasaray'ı sevenler!..
Hiç ama hiç umutsuz olmayın.
Galatasaray küllerinden doğacak kadar büyüktür.
Yüz yıllık, Avrupa Şampiyonu, 3 yıldızlı tek takım Galatasaray öyle bir yönetimle yerle bir olmaz.
Siz başınız dik dolaşmaya devam edin.
2005'te Avrupa Şampiyonu olma hedefine ulaşacağız.
Nasıl olacaksa, öyle.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ayak oyunlarıyla geldikleri yerden ayak oyunlarıyla düşenler, milleti ahmak yerine koymaya çalışmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2003
<B>KIBRIS </B>seçimlerinin sonuçlarını fazla tartışmaya gerek yok. Çünkü Kıbrıs'ta fazla bir şey değişmeyecek.
Herkes Kıbrıslı seçmenin verdiği mesajdan bahsediyor. Bu mesaj üzerine yorumlar yapılıyor.
Allah aşkına söyleyin, Kıbrıslı seçmenin ne düşündüğünü bu seçimden önce bilmiyor muyduk?
Biz de biliyorduk, bizden daha iyi Kıbrıs'ı yönetenler de biliyordu.
Kıbrıslının böyle düşündüğünü bildikleri için Annan Planı'nı Kıbrıs Türkleri'ne götüremediler.
Kıbrıslının ne düşündüğünü öğrenmenin en kestirme yolu, Anan Planı üzerine bir referandumdu. Bu yapılmadı. Çünkü seçime yansıyan sonucun referanduma da yansıyacağı biliniyordu. Ankara'daki hükümet bu nedenle Kıbrıs konusunda ‘‘fazla müdahil’’ olmadı. Kıbrıs'tan gelecek mesaj biliniyordu. Bu nedenle seçim sonucu önemli değil.
Önemli olanın ne olduğunu Teke Tek'e katılan Abdullah Gül söyledi:
‘‘Kıbrıs'ta Türkiye'nin kabul etmeyeceği bir çözüm söz konusu olamaz.’’
Geçen hafta konuştuğum CTP Lideri Mehmet Ali Talat da daha önceki söylemlerini bir yana bırakmış, ‘‘Türkiye'den bağımsız hareket etmemiz mümkün değildir’’ demişti.
Talat'ın ‘‘gerçekçi’’ tek talebi, Denktaş yerine görüşmeci olmak ve Türkiye ile mutabık kalınan çözüm önerilerini masada tartışan kişi haline gelmekti. Seçim sonuçları Talat'ın bu talebini gerçekleştirecek şekilde şekillenmediği için Kıbrıs'ta fazla bir şey değişmeyecek. İster hükümet bir şekilde kurulsun, isterse üç ay sonra seçime gidilsin fark etmez. Kıbrıs'ta çözüm yine ve hálá Ankara'nın elinde. Seçimin getirdiği tek yenilik, Denktaş'ın elinin artık eskisi kadar güçlü olmadığı.
Ankara'da Kıbrıs konusunda ‘‘siyasi kararı’’ verecek mercilerin eli şimdi daha rahat.
Fakat Kıbrıs'la ilgili Ankara'dan çıkacak karar sadece ‘‘siyasi’’ değil.
En ‘erkek’ tavırları hep kadınlar mı gösterecek!
POPSTAR yarışmasının 4 kişilik jürisinde tek ‘‘erkek’’ Deniz Seki çıktı. Zaten genelde böyledir. Zor durumlarda ‘‘en erkekçe’’ tavrı kadınlar sergiler. Popstar yarışmasında da böyle oldu. Deniz Seki çıktı, bu yarışma için oy kullanan vatandaşların ‘‘riyakár’’ tavrını sert biçimde eleştirdi ve jüri üyeliğini bıraktı. Daha önce, bir kişinin yasalar karşısındaki durumunun ‘‘star’’ olmasını engellemeyeceğini yazdım. Hala da böyle düşünüyorum. Ama bir yarışmada yarışmacılardan birini ‘‘katil’’ olduğu için yüceltmek kabul edilebilir bir durum değil.
‘‘Katil olmak’’ bir mecburiyet ve bir mağduriyet değil. Katil olmak, Bayhan isimli yarışmacının günün birinde star olmasına engel değil ama bir ‘‘katili’’ alkışlarla yüceltmek ne kadar doğru?
Bayhan'ın kendi çabasıyla ‘‘star’’ olması kabul edilebilir bir durum ama Bayhan'ın geçmişini onun için bir avantaj haline getirerek halkın oylarıyla ‘‘star’’ yapmak kabul edilebilir mi?
Her zaman sorduğum türde basit bir soruyu Bayhan'a oy verenlere sormak isterim.
Bayhan'ın öldürdüğü kişi sizin bir yakınınız olsaydı da onu popstar yapmak için telefona sarılır mıydınız, ya da salonda alkışlar mıydınız? Bu sorunun yanıtını vermeden oy vermek korkaklıktır. Deniz Seki'ye gelince. Bence jürideki görevine geri dönsün. O jüride kendi gibi olan tek kişi o. Olmaya da devam etsin.
Saddam son perdeye kadar sahnede kalmak istedi
SADDAM'a ‘‘korkak’’ yaftası yapıştırıldı bile. Çatışmaması, intihar etmemesi ve bir şekilde ölmemesi eleştiriliyor.
Torunu kadar olamadı, oğulları kadar olamadı. ‘‘Basit’’ bakış açısıyla bu yaklaşım doğru. Ama ‘‘politik’’ açıdan baktığınız zaman Saddam'ın ‘‘canlı ve tutuklu’’ olması ABD açısından çok daha karmaşık bir durumu beraberinde getiriyor. ABD, Saddam'ı ne yapacak?
Yargılayacak ama nasıl, nerede ve hangi yasalarla?..
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ni ABD tanımıyor, çünkü günün birinde bir Amerikalının bu mahkemede yargılanma olasılığını düşünmek dahi istemiyor. Saddam, Irak'ta yargılanacak. Peki suçlama ne?
ABD'nin savaşa gerekçe olarak gösterdiği suçların hiçbiri kanıtlanamadı.
Saddam'a yöneltilebilecek suçlar kendi halkına karşı işlediği suçlar.
Yani Kürt ve Şii katliamları...
Bunlar Irak'ta kurulacak bir mahkemede gündeme getirilecek. Saddam da kendini savunacak.
Ve bazı şeyler söyleyecek.
Bütün bunlar olurken de, dünyanın farklı ülkelerinden farklı sesler, farklı tepkiler gelecek.
İş göründüğü kadar basit olmayabilecek. Saddam ölmemekle bu oyunun son perdesine kadar sahnede kalacağını gösterdi.
Son bir şovun ardından bir idam sehpasında, dünyanın gözü önünde ölmeyi, karanlık bir mahzenden ayaklarından sürüklenerek çıkarılıp bir kamyon kasasında morga götürülmeye tercih etti.
Sizce bu tercih aptalca mı?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Halkları çiş ile kaka arasında tercih yapmak zorunda bırakmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2003
<B>‘TÜRK futbolu yolun sonuna mı geldi?’ </B>Milli Takım'ın Avrupa Şampiyonası finallerinden elenmesi ve bunu takiben Galatasaray ile Beşiktaş'ın Şampiyonlar Ligi'ne veda etmesiyle birlikte bu tartışma başladı. Gazetelerde bu konu ele alınıyor.
Yorumlar genelde olumsuz.
Ben ise hiç o kanaatte değilim.
Nedenlerini anlatayım:
Türkiye belki de futbol tarihinde ilk kez UEFA Kupası üçüncü turunda 4 takımla temsil edilecek. Bence Türk futbolu açısından bu durum tek bir takımın Şampiyonlar Ligi'nde bir üst tura çıkmasından çok daha sağlıklı.
Çünkü tek bir takımın başarısı şansa veya o kulübün yönetimindeki başarıya ve hatta çılgınlığa yorulabilir. Ancak böylesi ‘‘toplu’’ bir başarı sağlıklı bir altyapı işareti. Peki neden üç büyükler Şampiyonlar Ligi'nde yürümüyor da, Anadolu takımları da bu başarıya ortak.
Bunun yanıtı geçmiş 5 yılda yatıyor.
2001 yılına kadar üç büyükler çılgınlaşan bir futbol borsasında aptalca hareket ettiler. Anadolu takımlarının vasatın biraz üzerine çıkmayı beceren futbolcularına on milyonlarca dolar bonservis bedelleri ödediler. Sonunda da ister istemez krize girdiler.
Bu kriz sonucunda Anadolu kulüpleri ellerindeki futbolcuları büyük kulüplere satamaz duruma düştüler.
Bunun üzerine naklen yayın gelirleriyle Anadolu kulüpleri de para kazanmaya başlayınca bu kulüplerin akıllıca yönetilenleri başarılı olmaya başladılar.
Sonuçta başarı tabana yayıldı.
Çok üst düzey bir iki takım değil, üst düzeye yakın daha fazla takım ortaya çıktı. Bu durum Türk futbolu açısından vahim bir durum değildir.
Tam aksine olumlu bir gelişmedir.
Ancak bu tabana yayılmış başarıyı milli takıma taşımak için şimdi artık ‘‘doğru düzgün’’ bir teknik direktör gerekir. Çünkü eskiden olduğu gibi tek bir takıma dayanan bir milli takım oluşturup onun sistemi üzerinden başarı elde etmek güçleşmiştir.
Milli takım teknik direktörlüğü de artık ciddi akıl ve beceri gerektiren bir iş haline gelmiştir.
14 yılda 400 polis intihar etti
‘POLİSİN ruh sağlığı yerinde mi?’ sorum başta emniyet camiası olmak üzere pek çok çevrede tartışılıyor..
Ben polisin iş ve yaşam koşullarının, genç polis memurları üzerindeki olumsuz etkilerinden söz ederken, çok üst düzey bir emniyet yetkilisi konuya yeni bir bakış açısı getirdi.
İsmini vermeden bu yetkilinin düşüncelerinden bir bölümünü aktarmak istiyorum:
Bu üst düzey emniyet yetkilisi polisin son dönemde yaşadığı depresyonda sadece maaş ve iş stresinin yatmadığını, amirlerle yeni polisler arasındaki uyumsuzluğun da önemli faktör olduğunu söylüyor.
Emniyet Müdürü düzeyindeki bu kişi emniyetin yeni yüzünün gülen polisler olduğunu ancak eski amirlerin buna uymadığını, hatta eski yönetmeliklerde polisin gülmesinin bile yasak olduğunu belirtiyor ve ‘‘2000 model arabalarla 1990 model arabalar nasıl mukayese edilmezse amir ve polisler arasındaki fark da aynı şekilde mukayese edilemez’’ diyor.
Bu uyumsuzluk nedeniyle genç polisler meslekten atılırım kaygısıyla sorunlarını amirlerine aktaramıyor. Hele hele psikoloğa başvuran polisler kara listeye alınıyor. İşsiz kalırım silahımı elimden alırlar diye farklı maskelere bürünüp bir şey yokmuş gibi davranıyorlar daha sonra da birikimler patlamaya neden oluyor.
‘‘Depresyon ve stres’’ polislerde en sık rastlanılan ruhsal sorunların başında geliyor. Türkiye genelinde 4 bin polis üzerinde yapılan bir çalışma tam 2 yıl sürmüş. Buna göre, polisin ruh sağlığı bozuk... Araştırma sonuçları polislerin yüzde 98'inin depresyonda olduğunu gösteriyor. Türkiye genelinde yapılan araştırmada soruları yanıtlayan polislerin yüzde 75'i mesleği işsiz kalmamak için seçmişler ve polislerin yüzde 99'unda duygusal tükenmişlik yaşıyor.
Bu polislerin mesleklerinden soğudukları, sosyal yaşamdan zevk almadıkları görülüyor. Yine polislerin yüzde 90'ı gergin ve stresli.. Yüzde 95'i kendini ifade edemiyor. Yüzde 40'ı ise mesleğinde herhangi bir ilerleme ve terfi beklemiyor. Araştırmaya katılan 4 bin polisin sadece yüzde birinin sosyal yaşantısı bulunuyor. Türkiye'de yaklaşık 300 bin polis var. Bunlar sadece mesleğe başladığı ilk yıllarda sağlık kurulu raporu almak için psikiyatriste gidiyor. Sonraki yıllarda böyle bir rapor istenmiyor...
Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, 1989 yılından 2002 yılına kadar 400 polis intihar etmiş.
400 vakanın 320'sinde beylik tabanca kullanılmış. Yine Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre, 400 vakanın nedenleri arasında ilk sırayı ruhi bulanım alıyor.
İşte polisin durumu bu.
Son günlerde polislerin de içinde bulunduğu olayların büyük bölümünün nedeni, emniyete göre polisler arasındaki ‘‘kuşak çatışması’’. Amir-memur anlaşmazlığı.
Sonuç ise vahim. Araştırma sonuçlarına göre polisimiz depresyonda. Acil çözüm şart.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Günahlar kadar sevapların da çetelesini tuttuğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku