Fatih Altaylı

Bozulmadan gelişmek

13 Aralık 2003
<B>GALATASARAY-</B>Real Sociedad futbol maçı için San Sebastian'a gitmek üzere önce Fransız sahil kenti Biarritz'e uğradım, oradan da arabayla San Sebastian'a geçtim. Biarritz'e son olarak yıllar önce gitmiştim.

1960'lara kadar Fransa'nın en güzel sahil ve tatil kentiymiş. Sonra tahtını Nice, Cannes ve St. Tropez'ye kaptırmış.

Ancak bana sorarsanız bu kent ve kasabalardan çok daha güzel, çok daha soylu bir yer. Ve Fransızlar için hálá çok popüler.

Size bu yazıda Biarritz'i anlatmayacağım merak etmeyin..

Ama bir başka boyutunu getireceğim. Biarritz'e çok uzun yıllar önce gitmiştim.

O günden bu güne Biarritz'de hiçbir bozulma yok.

Büyümüş ama eskisine zarar vermeden. Gelişmiş ama orijinal yapısı bozulmadan. Sonradan yapılmış, eskiye uymayan, gözü yoracak, rahatsız edecek tek bir yeni unsur yok. Aynı şey San Sebastian için de geçerli. İspanya'nın Bask bölgesinin bu ikinci büyük kentinde tek bir çirkin bina, tek bir yanlış yere dikilmiş ağaç, geçmemesi gereken yerden geçen tek bir yol yok. Bozulmadan büyümek, değişmeden gelişmek için her şeyi yapmışlar onlar da. Bir de bizim kentleri, hele hele bizim tatil beldelerini düşündüm. Birkaç yıl içinde nasıl büyüyüp kendi kendilerini yok ettiklerini.

Ülkem için üzüldüm. Onlar gibi olamadığımız için utandım.

Batsın bu dünya...

YAZILARIMLA ilgili ‘‘kimi’’ yorumlara yanıt veriyorum. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu köşedeki tavrı destekleyenler de az değil. Desteğe yanıt verilmeyeceği için ‘‘eleştirileri’’ yanıtlıyorum ama bu yanıttan bile gocunacak kadar ‘‘militanlaşmış’’ olanlar var. Birisi diyor ki: ‘‘Ben Hürriyet okuruyum. Sen nasıl benimle ters düşersin. Senin maaşını ben veriyorum.’’

Vallahi bravo..

Sanki gazete almıyor kendi fikirlerine ayna alıyor. Bunu yazan okurdan ricam fikirlerini ve dünya görüşünü detaylı bir biçimde bana ulaştırsın da, bundan böyle ‘‘el kitabı’’ ve ‘‘rehber’’ olarak kullanayım.

Bazıları ise ‘‘Hükümet ekonomide başarılı çünkü geçmiş hükümetin ekonomi politikasını devam ettiriyor’’ diyorlar.

Sağda solda duyduklarımdan edindiğim izlenim bu görüş hayli yaygın.

Ben de açıkçası buna katılıyorum.

Evet, bu hükümet Kemal Derviş'in hazırlamış olduğu ekonomi programını uyguluyor.

İyi de, yanlış bunun neresinde?

Biz Türk halkı olarak yıllarca kendinden önceki hükümetin programını bozan hükümetlerden yaka silkmedik mi? İstikrarsızlığın nedeni olarak bu ‘‘yap boz’’ politikasını görmedik mi?

Ecevit hükümetinin son döneminde MHP'nin de baskısıyla Bülent Ecevit bile programdan sapılacağının sinyallerini verirken, seçimlerden sonra gelen hükümetin bu programa sahip çıkıp ülkeyi ekonomik açıdan düzlüğe doğru götürmesinde ne ayıp var!

Peki biz yıllardır ekonominin yap boz tahtası olmasından şikáyet ediyorduk. Şimdi bunların yapılanı bozmamasından mı şikáyet edeceğiz.

Nedir derdimiz.

AKP veya bizim siyasi görüşümüze ters bir parti iktidarsa Türkiye batsın mı?

Bazılarının yanıtını duyar gibi oluyorum: ‘‘Batsın o zaman...’’

Siz de batın, biz de batalım. Çocuklarımız da batsın.

Onu mu istiyoruz.

Bu fotoğrafa itirazım var

DÜN Hürriyet Gazetesi'nde, yani benim gazetemde bir fotoğraf yayınlandı. Bir muhabir kız soru sormak için yere çömelmiş ve düşük belli pantolonu aşağı kayıp iç çamaşırının ortaya çıkmasına neden olmuş.

Bu manzara ‘‘düşük bel modası’’ ile birlikte sık sık karşılaştığımız bir görüntü haline geldi. Muhabir kız da bir kazaya kurban gitmiş. Ancak Hürriyet'in bu fotoğrafı yayınlaması hiç de hoş değil.

Daha önce bu köşede, tecavüze uğrayan bir kadının kimliğinin anlaşılacak şekilde deşifre edilmesine, bir başka gazetede yaralı bir kadın profesörün otomobile bindirilirken iç çamaşırının görülecek biçimde fotoğrafının yayınlanmasına tepki gösteren yazılarım yer aldı.

Aynı tepkiyi bu fotoğrafa da gösteriyorum. Ayıptır!..

Hürriyet editörleri bu konularda daha dikkatli olmak zorunda. Çünkü Hürriyet, Türkiye'nin en büyük ve bence en saygın gazetesi. Kriter ise çok basit.

O muhabir kız, editörlerden birinin kızı veya eşi olsaydı o fotoğraf oraya koyulur muydu?

Kendi yakınımıza yapmadığımızı başkasına yapma hakkımız var mı?

Bu fotoğrafa eleştiri yönelten meslektaşlarıma gelince... Onlar konuşma hakkına hiç sahip değiller. Star Gazetesi bir süre önce benzer bir fotoğrafı tam sayfa kullandı. Yanılmıyorsam, ABD Başkonsolosluğu'nun bahçesinde çekilen o fotoğrafta da bir kadının iç çamaşırları görünüyordu.

O zaman hiç kimse gıkını çıkarmadı. Kimse eleştirmedi. Diyecekseniz ki, ‘‘Star denen basılı káğıt ile Hürriyet bir mi?’’ Doğru, bir değil ama en azından onda biri kadar tepki olabilirdi. Acaba diyorum, bugünkü tepkinin nedeni, teşhir edilen kızın gazeteci olması mı?

Gazeteler sıradan insanların ‘‘g-string’’ini göstermekte özgür de, arkası korunanlar sadece ‘‘meslektaşlar’’ mı?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Eleştirmenler bir hatayı eleştirmekle, hatayı yapanı linç etmek arasındaki farkı anladığı zaman...
Yazının Devamını Oku

Demokrasiyi gerçekten istiyor musunuz?

12 Aralık 2003
<B>TEKNOLOJİNİN </B>azizliğine uğrayınca dünkü yazımızı gazeteye ulaştıramadık. Oysa bence Fransa'nın en güzel ve nezih tatil beldelerinden Biarritz'deydim ve oradan da Galatasaray'ın maçı için geçtiğim San Sebastian'ı yazacaktım. Biarritz bence Fransa'nın en güzel sahil kentidir.

Yüzyıl başından kalma ‘‘art nouveau’’ otelleriyle, modacılara ilham kaynağı olmuş kumsallarıyla bence Nice'ten de, Cannes'dan da çok daha keyiflidir. Çoook uzun yıllardır gitmediğim Biarritz'e bir maç vesilesiyle gitmek doğrusu güzel oldu. Dün geri dönünce masamdaki fakslara bir göz attım. Gülay bir grubu ayırmış.

Bunlar bana söven mesajlar. Nedeni çok basit. AKP'nin geri adım attığı konularla ilgili olarak ‘‘komplekssiz bir hükümet’’ diye yazmışım.

Vay nasıl böyle bir şey yazarmışım.

Haklılar. Öyle yazmayacaktım.

‘‘İşte böyle it gibi geri aldırırlar o yönetmelikleri’’ diyecektim. ‘‘YÖK Yasası'nı geçiremediğiniz için geri aldınız. Yemedi geçirmek değil mi?’’ diye yazacaktım.

O zaman ‘‘çok güzel’’ olacaktı.

Ama komplekssiz bir hükümet diye yazınca olmadı. Bana o faksları çekenler, yıkın kafanızdaki ‘‘duvarları’’ bir kerelik ve bir kerecik olsun hiç değilse kendinize doğruyu söyleyin, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu bu değil mi?

Demokrasinin ihtiyacı bu değil mi?

Gerektiğinde toplumsal fayda adına kendi doğrularından ödün vermek ve hatta bazen kendi doğrularını revize etmek değil mi?

Doğru olan keçi gibi inatlaşıp, bütün yazılan çizilenlere, halkın tepkisine rağmen yasalar çıkarıp toplumu kaosa taşımak mı?

Bunu mu istiyorsunuz?

Bence bunu istiyorsunuz.

Hele hele bazıları ‘‘Fatih, Fatih, Kuran Kursları Yönetmeliği'ni, TÜBİTAK'ta yapılanları bilmiyor musun?’’ diye yazmış.

Be hey gafil... Ben yazmasam bunları sen nereden bilecektin.

Kuran Kursları Yönetmeliği'ndeki ‘‘yamukluğu’’ da, TÜBİTAK'ın yeni yönetiminin belirlenmemesinde ve olaya siyaset sokulmasındaki ‘‘yanlışlığı’’ da Türkiye'de ilk ben yazdım. Benden duyduğunu bana satıyor ve beni ‘‘aymazlıkla’’ suçluyor.

Yapmayın hanımlar beyler.

Bu ülkede demokrasi böyle gelecek. Ortak doğru için herkes kendi doğrularını törpüleyecek.

Bu arada bazılarının doğrularının doğru olmadığı da ortaya çıkacak.

Bilmem anlatabildim mi?

Bilmem bazıları anlayabilecek mi?

Galatasaray'da istikrarlı dönem başlıyor

BU yıl Türk spor basını tarafından Avrupa takımı ilan edilen Beşiktaş ile ‘‘rezil rüsva’’ Galatasaray, Şampiyonlar Ligi defterini birlikte kapadılar. İkisinin de puanları aynı. İkisi de bundan böyle UEFA'da. Geçen gün bir spor yazarı (skor yazarı değil) çok güzel yazmıştı: ‘‘Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nden elenirse bu Beşiktaş'ın bu yıl yanlış yolda olduğunu göstermeyeceği gibi, Galatasaray bir üst tura çıkarsa bu da Galatasaray'ın doğru yolda olduğunu göstermez.’’

Kelime kelime değilse de hülasa buydu ve doğruydu.

Beşiktaş'ın doğru yolda olup olmadığını bilmiyorum ama Galatasaray yakın zamana kadar doğru yolda değildi.

Üç haftadır ise bence ‘‘doğru yolun başında’’.

Galatasaray geçen yıldan beri ilk kez bir kadro istikrarı yakaladı. Kimin oynayacağı ve kimin nerede oynayacağı belli. Kim çıkarsa kimin gireceği ve oyunun gidişine göre nasıl değişiklikler yapılacağı da belli olmaya başladı. Bu tavır sürerse, Galatasaray yine eski Galatasaray olur. Zaten kaliteli olan oyuncular birbirini tanır, takım yine makine düzenine geçer. Bugün Galatasaray hálá oynaması gerektiği gibi oynamıyor. Ama istirarlı bir dönemin başladığının sinyalleri geliyor. Bu nedenle umutlanmaya başladım.

UEFA'da Beşiktaş veya bir başka Türk takımıyla bir yarı final veya bir final iyi gider diye düşünüyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Gazeteler hayali senaryoların káğıda basılmış hali durumuna getirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Kuran kursları ve komplekssiz bir hükümet

10 Aralık 2003
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan </B>başkanlığındaki hükümeti istediğimiz kadar eleştirebiliriz ama bir konuda haklarını teslim etmek gerekiyor ki, ben ne 41 yıllık hayatımda, ne de 20 yıllık gazeteciliğim süresinde kendilerine yönelik <B>‘‘yapıcı’’</B> eleştirileri bu kadar dikkatle dinleyen ve bu eleştirileri <B>‘‘haklı bulduğu zaman’’</B> geri adım atmaktan çekinmeyen bir başka hükümet veya iktidar görmedim. Ben kendi tanık olduğum pek çok örnekte hükümetin bu hakkını teslim etmek gerektiğini düşünüyorum.

Örnek mi?

YÖK Yasa Tasarısı...

Milli Eğitim Bakanlığı yeni bir YÖK Yasası hazırladı. Yasa başta ben olmak üzere pek çok kişi tarafından bazı yönleriyle eleştirildi. Yasayı sadece bu hükümet hazırladığı için eleştirenler de vardı elbet ama benim gibi birkaç kişi yasadaki hataları öne çıkararak eleştirdiler. Ne oldu? Hükümet yasa tasarısını hemen geri çekti ve son derece demokratik bir biçimde Üniversitelerarası Yüksek Kurul'un da katılımıyla bir komisyon kuruldu ve yasa yeniden hazırlanmaya başladı. Bir başka örnek daha...

Hükümet, ABD ile bir kredi anlaşması imzaladı. Ancak anlaşmanın içindeki bazı maddeler kamuoyunun tepkisine neden oldu. Hükümet hemen anlaşmayı Meclis'e getirdi. Anlaşma, Meclis'te iktidar partisinin de oylarıyla reddedildi, gitti. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sadece benim köşemde ele alınmış pek çok olayda hükümetin tavrında meydana gelmiş ‘‘akılcı’’ değişiklikler var. Son örnek de Kuran Kursları Yönetmeliği...

Kuran kursları ile ilgili yönetmelik değişikliği Resmi Gazete'de yayınlanınca, daha gazeteler konuyu ele almadan, bu köşede yönetmeliğin doğurabileceği sakıncaları ele alan bir makale yayınlandı. Ardından başka gazeteler ve yazarlar da eleştiriler yönelttiler. Ne oldu?

Hükümet hemen yönetmeliği yürürlükten kaldırdı. Kötü mü oldu?

Hayır...

Oysa biz Türkiye'de ‘‘inadım inat’’ diyen politikacılarla büyüdük. Ecevit ve Demirel'in bu ‘‘inatçı’’ tavırları yüzünden çok acılar çektik. Hatırlayın; Rahşan Ecevit'in arzusu nedeniyle çıkarılan Af Yasası'nda inat etmek yerine eleştirileri dinleyen ve düşünen bir hükümet olsaydı, o rezalet ortaya çıkar mıydı?

Ben bugünkü iktidarın bu ‘‘komplekssiz tavrı’’nı çok beğeniyorum.

Meclis'teki mutlak hákimiyetlerine rağmen bu ülkeyi ‘‘dediğim dedik, çaldığım düdük’’ tavrıyla yönetmiyorlar.

Türkiye gerçek demokrasiye ancak böylesine ‘‘kompleksten uzak’’ bir tavırla ulaşacak.

İnternet çıktı sorumluluk bitti

SERMAYE Piyasası Kurulu Doğan Cansızlar, İmar Bankası'nın yetkisi olmadığı halde ‘‘yalandan’’ hazine bonosu satmasıyla ilgili olarak, ‘‘Bizim internet sayfamıza baksalardı, İmar Bankası'nın bu yetkisinin olmadığını görürlerdi’’ diyor.

Müthiş bir savunma!..

Sermaye Piyasası Kurulu, geniş yetkileri olan bir kurul.

Ve gerekli gördüğü her durumda ilgili kurumları uyarabiliyor, suç duyurusunda bulunabiliyor.

İmar Bankası'nın hem yetkisiz, hem de sahte bono satışıyla ilgili olarak da gerekli uyarıları yapmak SPK'nın görevi.

‘‘Ben internet siteme yıllar önce yazmıştım’’ diyerek sorumluluktan kaçılmaz.

Kaçılmaya çalışılırsa da komik olunur...

Polisin sağlığı kontrol altında değil

BAŞLIK bana değil, bana bir faks yollayan emniyet mensubuna ait. Aktarıyorum: ‘‘Öncelikle polis adaylarının ruh sağlığını kontrol etme ve testten geçirme gibi bir şansımız yok. Bunun için yeterli ve donanımlı personelimiz yok. Adaylar hakkında yapılan tahkikatlar sadece adayın siciliyle ilgilidir. Eğer bir kişinin sicili temizse, sınavı geçecek bilgi düzeyindeyse ve sizin de vurguladığınız düzeyde bir sağlık raporu alabildiği takdirde polis olması için hiçbir engel yoktur. Bu durumda Polis Meslek Yüksekokulu'nu kazanan ve iki yıl eğitime tabi tutulan bir öğrencinin de ruh sağlığını tespit edecek psikolog ve rehberlik servisi kadrosu yeterli midir ve var mıdır? Yeterli olduğunu kabul edersek, görüşme yaptıkları ve sorunu olduğunu tespit ettikleri öğrenci sayısı ne kadardır?

İki yüz bini geçkin mensubu olan teşkilatımızın İl Emniyet Müdürlüğü kadrolarında kaç tane psikolog ve psikiyatr olduğunu hiç merak ettiniz mi?

Varolanlarla görüşme yapan veya buna ihtiyacı olduğunu düşünen, tedavi gören personelimizin sayısı ne kadar?

Bırakın kendi isteğini, amiri tarafından bir suça bulaşmadan önce böylesi bir sağlık birimine gönderilen personel var mı?

Bütün bunların yanında, yapılan iş yönünden en sıkıntılı meslek gruplarından birindeyiz. Ağır bir mesai mefhumu içinde bulunan, maddi yönden sıkıntı çeken, sosyal hayatı olmayan, eşine ve çocuklarına vakit ayıramayan ve devamlı surette sorunlu insanlarla uğraşmak zorunda kalan polisin sorunsuz olmasını ve ruh sağlığının yerinde olmasını nasıl beklersiniz!’’

Mektup daha uzun. Ancak son cümle çok etkileyici: ‘‘Teşkilat içinde sorunlu personelin tespit edilmesi ve ilişkilerinin kesilmesi bizim için ayıp değildir. Asıl ayıp olan, bu tür personelin eline silah vererek görev yapmasına izin verilmesidir.’’

Mektup böyle. Yoruma gerek bıraktırmayacak kadar açık.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Pislik çukurunda debelenenler, herkesi o çukara çekerek temizlenemeyeceklerini anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Polisin ruh sağlığı kontrol altında mı?

9 Aralık 2003
<B>YİNE </B>bir polis <B>‘‘tırlattı’’. </B>Pazar günü genç bir Çevik Kuvvet mensubu, amirlerinin kendisine kötü davranmasını gerekçe göstererek üç kişiyi rehin aldı. Saatler süren uğraş sonucunda zorlukla ikna edilerek rehineleri serbest bıraktı.

Bu son aylarda meydana gelen sayısız ‘‘polis olayından’’ sonuncusu.

Birbirlerini vuran polisler, arkadaşlarını vuran polis, cinnet getiren polis...

Gazete ve televizyon haberlerinde bu başlıklara çok sık rastlar olduk.

Toplumun ruh sağlığının giderek bozulduğu bir gerçek.

Ancak polisin ruh sağlığının aynı oranda bozulması hayra alamet değil.

Çünkü polis, sıradan vatandaş sınıfına girmiyor.

Kendisine canımız, malımız emanet ediliyor ve elinde, belinde silah var.

Yani polisin ruh sağlığının bozulması ‘‘çok tehlikeli’’ sonuç doğurabiliyor.

Son olayda 3 kişiyi rehin alan polis memurunun ruh sağlığının yerinde olmadığı, polis okulundan beri biliniyormuş.

Garip hareketleri olan, obsesif kişiliğe sahip bir gençmiş.

Bunu arkadaşları söylüyor.

Olabilir. Polis okulunda böyle bir genç de okuyabilir.

Ama bu tip gençler, polis olmadan önce yapılacak ‘‘hakiki’’ bir sağlık muayenesiyle elenebilir ve ruh salığı bozuk polislerin bellerinde silahla toplumun içine girmesi engellenebilir.

Mesleğe başlamadan önce bir ‘‘ruh sağlığı testi’’ şart.

Şimdi ilgililer beni arayıp, ‘‘Heyet raporu alıyoruz’’ diyecekler.

Ben de güleceğim.

Bizde heyet raporlarının ne olduğunu herkes bilir.

Çoğu hastaneye gidilmeden alınır.

En kabadayısında doktor gelene sorar, ‘‘Evladım bir şeyin var mı?’’

‘‘Yok abi’’
yanıtı, heyet raporuna temel teşkil eder.

Eğer hastaneye kafasında huniyle gitmemişse, ruh sağlığı yerinde raporunu herkes alır.

Hatta huniyle gidene bile ‘‘ruh sağlığı yerinde ve çok şakacı’’ diye rapor verilir.

Hal böyle olunca da bizi koruması için görevlendirilen polisten korunmak zorunda kalırız.

İçişleri Bakanlığı bu işin ciddiyetini bir an önce algılayıp, hem mesleğe girerken, hem de mesleğin belirli dönemlerinde ciddi bir ‘‘ruh sağlığı muayenesi’’ yapmadığı müddetçe daha çok polis vakası olur.

Laptoplar Meclis'e rüşvet mi?


OKULUSLU bir şirketin Türkiye'deki genel müdürü olan bir dostum aradı. ‘‘Milletvekillerine laptop verilmesi ile ilgili görüşlerine hiç katılmıyorum’’ dedi.

‘‘Eğer ABD'de bir şirket, senatörlere veya milletvekillerine böyle bir hediye vermeye kalksa yer yerinden oynar. Alanlar da, verenler de soruşturma komisyonlarının karşısına çıkar ve büyük bir ihtimalle veren büyük bir cezaya çarptırılır, alanların ise siyasi hayatı biter. Ama işin aslı Amerika'da siyasetçilere böyle hediye vermeye kimse kalkışmaz, bırak kalkışmayı, aklına bile gelmez’’ dedi.

‘‘Banka, Meclis'in parasını kendisine yatırması karşılığında bir promosyon yapıyor. Bence yanlış olan milletvekillerine verilmesi’’ dedim.

‘‘Hayır, iş öyle değil. Hediyeyi veren bir banka. Yani her an Meclis'e işi düşebilecek bir kuruluş. Yarın bu Meclis, Bankacılık Kanunu'nda İş Bankası'nın işine gelecek bir değişiklik yaparsa verilen hediyenin adı rüşvet olmaz mı?’’diye sordu.

Haklıydı ve o haklılıkla devam etti:

‘‘Bence İş Bankası da, Meclis de hata yaptılar. Bundan böyle en normal karar bile yanlış algılanabilir. Şimdi ortada İş Bankası var diye onun adına yorum yapıyoruz. Başka bir şirket de olsa durum farklı olmazdı.’’

Meclis'in Avrupa standartlarını yakalaması ve saygınlığını kazanması için oldukça yoğun çaba gösterdiğini bildiğim Bülent Arınç, konuyu galiba bu boyutlarıyla düşünmemişti.

Düşünseydi bu işi yapmazdı herhalde.

3 ay nire, 22 saat nire


ANKARA Emniyet Müdürlüğü, Batı ülkelerinde yıllardır yapılan bir uygulamayı Ankara'ya taşıdı ve başkentin ana arterlerindeki bazı kavşaklara ‘‘otomatik kameralar’’ yerleştirdi.

Bu kameralar özellikle bir trafik ışığı ihlali olunca devreye giriyor ve kural ihlali yapan aracın fotoğrafını çekiyor.

Batı'da yaygın olarak uygulanan bu sistemde makinenin içinde uzun bir film var ve bu filmler yaklaşık üç ay boyunca fotoğraf çekiyor.

Ancak Ankara'da durum biraz farklı olmuş.

Batı ülkelerinde ortalama üç ay dayanan film, Ankara'da topu topu 22 saat dayanmış.

Yani Almanya'da bir trafik kamerasındaki film üç ayda bir değişir ve yılda dört makara film tüketilirken, Ankara'da film 22 saatte bitmiş. Bu hesapla yılda en az 365 makara film harcanacak.

Bence bu sistem bizde işlemez.

Kamera bile sapıtır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


İzleyen değil, izlenen olmaya çalıştığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Fransa'da türban sorununa yaklaşım

8 Aralık 2003
<B>GALATASARAY </B>Lisesi'nden abim <B>Atilla Alpöge,</B> Fransa'da giderek tırmanan türban sorununun çözümüne yönelik çalışmalarla ilgili bilgi yolladı. Bu yüzyıl içinde Müslümanların çoğunluğa geçmesinin umulduğu Fransa'da sorunun çözümüne yönelik çalışmalar bizdekinden farklı bir biçimde ele alınıyor.

Nasıl olduğunu Alpöge'nin mektubundan aktarıyorum:

‘‘Fransa'da son 3-4 aydan beri kamuoyunu aşırı ölçüde meşgul eden bir konu var. Okullarda türban kullanımına izin verip vermeme konusu.

Özellikle son bir yıl içinde (neredeyse örgütlü ve güdümlü bir biçimde) bazı çocuklar ve genç kızlar okullara türbanla geliyorlar ve sistemi zorluyorlar.

Hatta şöyle bir olay bile oldu. Müslüman bir kadın bir mahkemece jüri üyesi seçildi. Jüri üyesi seçimi sırasında kadının başı açıktı. Ama mahkemenin ikinci oturumunda kadın birden türbanlı olarak jüride yer almaya başladı. Mahkeme kadının jüri üyeliğini derhal iptal etti.

Buna tepki olarak idarenin bu konuda nasıl tavır alması gerektiği ciddi tartışmalara neden oldu. Özellikle partiler böyle bir şeye Cumhuriyet düşüncesi açısından izin verilemeyeceğini ve türbanın yanı sıra dinsel anlamlı bütün objelerin okullara sokulmasını yasaklayan bir yasa yapılması gerektiğini ileri sürmeye başladılar.

Başkan Chirac da olaya el attı ve Fransa'nın mediatörü, yani ombudsmanı olan Stasi'nin başkanlığında büyük bir araştırma heyeti oluşturdu.

Kurulan heyette çok kişi var. Siyasetçiler, yazarlar, düşün adamları. Adeta Fransa'nın kaymak tabakası.

Bunların konuyu bütün cepheleriyle inceleyip uygulamaya ışık tutacak bir rapor vermesi isteniyor.

Verilecek rapor kamuoyunca merakla bekleniyor.

Heyet çalışmalarına üç dört ay önce başladı. Bugüne kadar yüzlerce kişiyi dinledi. Dernekler, Müslüman grupların temsilcileri, bilim adamları, Hukukçular. Her türlü düşünce sahibine kendini ifade etme olanağı tanındı.

Gençlere de söz vermek istediler. Türbanlı genç kızlar çağrılıp görüşleri soruldu. Bu arada başka ülkelerden de gençleri çağırıp görüş almışlar. Diğer ülke deneyimlerini o ülkelerin gençlerinden dinlemek istemişler. Arap ülkelerinden gençler gelmiş. Doğal olarak akıllarına Türkiye de gelmiş. 4 lise öğrencisine davetiye çıkarılmış. 2 kişi Ankara'dan, iki kişi İstanbul'dan. Ankara'da bir liseden 2 öğrenci gelip görüşlerini anlatmışlar. Türkiye'deki uygulamayı anlatmış ve uygulamayı savunmuşlar. İstanbul'daki liseden ise kimse gidip görüş vermemiş.’’

Aslına bakarsanız Fransa bütün bu çalışmayı ‘‘göstermelik’’ olarak yapıyor. Çünkü Fransa, türbanı okullarda serbest bırakmayı katiyen düşünmüyor. Ancak ne olursa olsun, konuya sosyal taraflarla barışık bir biçimde akademik yaklaşımda fayda var.

Bir Şenol Güneş hikayesi


OTURMUŞ yazımı yazıyorum telefon çaldı. Vatan Gazetesi spor servisinden arıyorlar. ‘‘Şenol Güneş hakkındaki fikrimi’’ soruyorlar.

Söyledim. Negatif.

Ama size Antalyasporlu bir yöneticiden dinlediğim fıkra gibi bir Şenol Güneş hikáyesi anlatayım da, milli takım teknik direktörümüz hakkında kendi fikrinizi oluşturun.

Güneş Antalyaspor'un teknik direktörü.

Şenol Hoca ikinci yarının sonlarına doğru bir oyuncusuna ısınma talimatı veriyor.

Futbolcu ısınmaya başlıyor.

85. dakikada oyuna girmek için saha kenarına geliyor.

Ancak oyun bir türlü durmuyor, ya da hakem bir türlü izin vermiyor ve oyuncu değişikliği yapılamıyor.

Oyuncu son 5 dakika için bile olsa oyuna giremiyor.

Maçtan sonraki ilk antrenmanda Şenol Güneş futbolcuları topluyor ve onlara bir konuşma yapıyor:

‘‘Bakın arkadaşlar, hepinizin arkadaşınız gibi olmasını istiyorum. Yedekte kaldı ama bunu dert etmedi. Oyuna son 5 dakikada girdi ve canla başla takımı için çalıştı. İşte profesyonellik bu.’’

Şenol Güneş
konuşurken futbolcular gülüşmeye başlıyorlar.

Sonunda oyuna giremeyen oyuncu dayanamıyor, ‘‘Hocam ben oyuna girmeye fırsat bulamadım. Ama girseydim emin olun sizin dediğiniz gibi yapardım’’ diyor.

İşte size küçük bir Şenol Güneş hikáyesi.

Yorum sizden.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Atların önünde koşturulan eşeğe göre sürat ayarlamalarını istemediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Arınç'tan değil Özince'den hesap sorun

6 Aralık 2003
<B>TÜRKİYE </B>Büyük Millet Meclisi Başkanı <B>Bülent Arınç,</B> milletvekillerine birer laptop dağıttı.Arınç uzun süredir bu proje üzerinde çalışıyordu.

Laptopların sponsoru İş Bankası olmuş.

Ancak karşılıksız değil. Meclis'in parasını İş Bankası'na yatırması karşılığında.

Bankalar özel sektörle veya kamuyla çalışırken bu tarz promosyonlar yapıyorlar.

Bir anormallik yok. Umarız vekillerimiz laptop bilgisayarlarını ‘‘hakkıyla’’ değerlendirirler.

Bu işte ‘‘eleştirilebilecek’’ tek unsur her biri en az 3 milyar lira değerinde olan bilgisayarların milletvekillerinin şahsına verilmiş olması.

Bilgisayarlar Meclis'in malı olabilir, milletvekillerinin kullanımına verilebilirdi ama bence o da çok önemli değil. Ne de olsa dönem sonuna kadar o bilgisayarlar zaten demode olmuş olacak.

Burada bana ‘‘garip’’ gelen bazı CHP milletvekillerinin tutumu.

Birkaç CHP milletvekili bilgisayarların dağıtılmasını ve alınış biçimini protesto ettiler.

Ancak CHP bilgisayarları veren İş Bankası'nın ortağı.

Bankanın yönetim kurulunda CHP'nin temsilcileri var.

Ve CHP kendi ortak olduğu bankanın Meclis'te yaptığı bu ‘‘promosyona’’ karşı çıkıyor.

CHP'liler bu işten rahatsızlarsa, hesabı azınlıkta oldukları Meclis'te değil, ortağı oldukları bankanın yönetim kurulunda sorsunlar.

Katilden ‘star’ olur mu?


SON haftalarda Türkiye'nin önemli gündem maddelerinden biri haline gelen Popstar Yarışması'ndan finalistlerden biri, birinciliğin en büyük adayı Bayhan ‘‘sabıkalı’’ çıktı.

Adam öldürmüş. Ama anladığımız kadarıyla girip yatmış ve cezasını çekmiş.

Bayhan'ın sabıkalı olduğu haberi önceki gün Kanal D Haber Merkezi'ne geldi.

Editör arkadaşlara bu haberi yapmamalarını söyledim.

Haklı olarak ‘‘Niye?’’ diye sordular.

‘‘Çünkü bu haberi biz yayınlarsak sanki kanalımızın ve bir programın reklamını yapıyormuşuz gibi bir durum ortaya çıkar. Samimiyetsizlik olarak algılanır. Bu habere zarar verir’’ dedim.

‘‘Ama haber gazetelerde de var, onlar yayınlayacaklar’’ dediler.

‘‘Olsun’’ dedim. ‘‘Bu haberi atlamayı tercih ediyorum. Biz sonra yayınlarız.’’

Gerçekten de ertesi gün Türkiye'nin neredeyse bütün gazeteleri Popstar adayı Bayhan'ın ‘‘sabıkalı’’ olduğunu 1. sayfalardan, sürmanşetlerden duyurdu.

Gelelim Bayhan'la ilgili tartışmalara.

Diskalifiye edelim diyenler var. Halka soralım diyenler var.

Ben ikisinden de yana değilim.

Yarışmanın özüne hiç dokunmamak en iyisi.

Elemeleri oylarıyla gerçekleştiren halk gerçeği duydu, öğrendi.

Eğer istemiyorsa eler, durumda popstarlık açısından bir sakınca görmüyorsa Bayhan'ı desteklemeye devam eder.

Bayhan'ın sabıkalı olmasına gelince.

Bu ülkede hálá saygıyla anılan, idol haline getirilmiş en büyük starlardan Yılmaz Güney de bir ‘‘katil’’ değil miydi? Bir meyhanede tartıştığı hákimi çekip vurmamış ve ardından girip yatmamış mıydı?

Günümüzün en büyük starlarından biri, adam vurdurmalarla, öldürtmelerle birlikte anılmıyor mu?

Tecavüzden hapse giren, dolandırıcılıktan yatan popstarlarımız yok mu?

Bırakın Türkiye'yi dünya da bunun pek çok örneği ile dolu değil mi?

Katil rapçiler, tecavüzcü rockçılar milyonları peşinden koşturmuyor mu?

Bırakın Bayhan'ı halkın oyuna.

Starın kim olacağına yarışmalar dışında da onlar karar vermiyor mu?

Tariş müthiş


HARRODS'da satılan Türk zeytinyağına ilgi büyükmüş.

Haber çok hoşuma gitti.

Gerçek bir zeytinyağı hastası olarak, Türk zeytinyağını çok beğenirim.

Harrods'da satılan Tariş'in zeytinyağları ise şu sıralar hem sunum, hem de kalite olarak bence mükemmele yakın.

Şişeler son derece çekici.

Hele hele o terracota şişeler yok mu, insan açmaya kıyamıyor.

Ama sadece zarf değil, mazruf da iyi.

Çok güzel bir çeşitlendirme yapmışlar. Sadece asiditeye ve imalat yöntemine göre değil, nefasete göre de bir ayrıma gitmişler..

Bence şu anda Tariş'in yağları, dünyada piyasaya verilen hem sunum, hem de kalite olarak en iyi yağlar.

Eğer İtalyanların erken hasattan üretilen zeytinyağlarından başkasını kullanmam diyenlerden değilseniz, Tariş müthiş.

Ancak benim gibi yılda neredeyse yarım ton zeytinyağı tüketen biri için fiyatları bir miktar pahalı.

Bu arada bir de eksikleri var.

Gerçek Tariş'in ürün çeşitleri içinde gerçek sızma yok.

Gerçi kimsede gerçek sızma yok ama Tariş bu çeşitlendirmeye giderken onu da eklemeliydi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Her yalanı sadece kendimize söylediğimizi anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kuran kurslarına dış destek mi var?

5 Aralık 2003
<B>YENİ </B>Kuran Kursları Yönetmeliği, bir süredir geciktirdiğim bir yazıyı bugün yazmamı gerekli kıldı. Doğu ve Güneydoğu ile bağlantılı işleri olan ve aslen de Güneydoğulu olan bir işadamı dostum, aldığı bazı duyumları aktardı. Bölgede son bir yıl içinde özellikle de yaz aylarında ‘‘pıtrak gibi’’ Kuran kursları açılıyordu. Çok sağlam bilgilere göre bu kurslara ciddi miktarda bir para akışı vardı.

‘‘Bu paranın kaynağı, Türkiye'deki bazı cemaat veya vakıflar mı?’’ sorusuna verilen yanıt ise olumsuzdu.

Para büyük ihtimalle yurtdışı kaynaklıydı ve yine büyük ihtimalle Suudi Arabistan'dan geliyordu. Bazı yöneticilerin ifadesiyle her bir kursa ayda aktarılan dış kaynaklı para 6 bin dolar civarındaydı ki, bu Türkiye ölçeğinde büyük paraydı. Bu parayla öğrencilerin yeme içme ve barınma giderleri karşılanıyordu.

Bu ‘‘ciddi’’ duyumu muhabir arkadaşlarıma incelettirdim.

Kanıt bulamamakla beraber benzer intibalar edindiler. Görülen o ki, Türkiye çok büyük sorunlara gebe. Bir yandan Avrupa Birliği hayali, diğer yandan da gerçekler...

Açıkçası ben bu tabloyu çok iç açıcı bulmuyorum.

Ateşle oynamak

ÜLKELERİN sorunlarının çözümlerinde sosyal tarafların karşılıklı iyi niyetli yaklaşımlarda bulunması esastır. Eğer taraflardan biri bile soruna ‘‘art düşünce’’ içinde yaklaşırsa, sorunun çözülmesi kilit hale gelir. Daha da vahimi, ‘‘iyi niyetli’’ yaklaşımlarda bulunanlar, kendilerini ‘‘enayi’’ gibi hissedebilirler.

Türkiye'de ne yazık ki, meselelerin çözümüne iyi niyetle yaklaşan, konuyu Türkiye'nin geleceği, dünyadaki yeri açısından değerlendirenlerin sayısı çok az. Başbakan Erdoğan'ın sözünü ettiği ideolojik prangalar, küçük bir azınlık dışında herkesin elinde, ayağında var.

Resmi Gazete'de yayınlanan yeni Kuran kursu yönetmeliği, işte bu ‘‘iyi niyet’’ eksikliğinin bir başka göstergesi. Yeni yönetmelik, Kuran kurslarını bir anda ‘‘denetim dışı’’ hale getiriyor. Kuran kursları artık 10 öğrencinin talebiyle açılabilecek. Kadrolu yönetici bulunamadığı takdirde imam hatip lisesi mezunu herhangi biri bu kurslarda öğretici olabilecek.

Okulların tatil dönemlerinde iki ayı ve haftada 5 günü geçmeyecek şekilde açılmalarına imkán veren kısıtlama kaldırılıyor. Kurslar, valilik onayıyla bedelsiz olarak okul binalarını kullanabilecekler. Ders dışında seminer, konferans, gezi düzenleyebilecekler. Yaz Kuran kurslarının açılmasında Milli Eğitim müdürlükleri devre dışı kalıyor ve kararı müftülükler veriyor.

Önceden eğitim yılı boyunca açık olan Kuran kursu yurt ve pansiyonları, öğretim yapıldığı sürece açık olabilecekler. Bu yönetmeliğin ortaya çıkarabileceği manzarayı gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?

Getirmenize gerek yok, son 4 gündür gazetelerde yer alan bazı fotoğraflara bakın, manzarayı görürsünüz. Bu yönetmelik tam bir felakettir. Kuran kursu adı altında, evlerinden uzak gençler kampa alınacak, Milli Eğitim'in denetimi dışındaki bu kurslarda gençler ‘‘Allah'a emanet’’ bir biçimde ne idiği belirsiz bir eğitimden geçirilecekler.

Peşin bir hükümle bu yasayı çıkaranların ‘‘mürteci ordusu’’ yetiştirme peşinde olduklarını söyleyemeyiz elbet. Ama kontrol dışı bu kurslarda ve yurtlarda her şey olabilir.

Türkiye'nin yapısı ister beğenin ister beğenmeyin bu ‘‘her şeye’’ son derece müsaittir. Bu yapının Türkiye'ye tek faydası olacaktır. Bundan böyle bombalama sanıklarını Suriye'den istemek zorunda kalmayız. İyi niyetli bir iktidar, bu yönetmeliği gözden geçirmek zorundadır.

Yazanlar karşımda, yapanlar yanımda

SKOR basınını eleştirince, kendilerini bilen spor yazarları ne düşündüler tahmin edebiliyorum. Ama spor basını mağduru spor camiasından ciddi bir teşekkür geldi. İşte Türkiye 1. Ligi'nin güçlü takımlarından birinde antrenörlük yapan bir okurumun yazısı:

‘‘Sayın Fatih Altaylı,

Bu ülkede hiçbir işte başarılı olamayan kimileri spor yazarı oluyor. Ardından kişiliğini kanıtlama adına yazarlık zırhının arkasına saklanarak başarılı olan insanlara acımasızca saldırıyor. Birçok spor adamı, işinden olacağı korkusuyla bunlara hiçbir tepki gösteremiyor. Bu tiplerin bol olduğu bir yerde sizin gibi gerçekçi, kişilikli, adam gibi gazeteciler de var. Bu laçkalıklar arasında sizin gibi değerli bir insanın bunların karşısına dikiliyor olması, en azından bazı insanları uyandırıyor ve benim gibi düşünenleri de sevindiriyor.

Bu vesileyle, sporun içinde olan bir birey olarak size teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Not: Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde...’’

Spor camiasının bu kadar ‘‘nefret ettiği’’ bir spor basınıyla, spor adına doğruları bulmak pek kolay olmasa gerek.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Saygıyı sadece kendi doğrularımızı söyleyenlere duymadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Skor basını 0, Galatasaray 2

4 Aralık 2003
<B>BEN </B>bu <B>‘‘spor basınını’’ </B>eleştirince kabahat oluyor. Etmedik hakaret bırakmıyorlar. Gerçi kapı arkalarında ‘‘Fatih'in söyledikleri yalan mı?’’ diyorlar ama yine de bana kızıyorlar. Ama her olay benim haklılığımı ortaya çıkarıyor.

Salı akşamı spor yorumcularını dinlediniz mi, dünkü spor sayfalarını gördünüz mü?

Ben hem dinledim, hem okudum.

Hem de güldüm.

Zavallılıklarına, utanma duygusundan yoksun oluşlarına.

Elbet içlerinde çok sağduyulu, çok doğru düzgün yazanlar da var ama geneline güldüm.

Salı sabahına kadar spor sayfalarında Galatasaray'ın yok oluşunun keyfini sürüyorlardı.

Bir yılı aşkın bir süredir Fatih Terim'den ‘‘İmparator’’ oluşunun intikamını alıyorlardı.

Salı gecesi saat 24.00 itibarıyla her şey değişti.

Bir anda Fatih yeniden İmparator oldu, Galatasaray yeniden ‘‘Avrupa Aslanı’’.

Bir 90, hatta bir 45 dakika her şeyin değişmesine yetti.

Peki ne zamana kadar!

Allah muhafaza Galatasaray'ın alacağı ilk yenilgiye, ağzımdan yel alsın Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nden elenişine kadar.

O gün yeniden vurmaya başlayacaklar.

Ne yergide insafları var, ne övgüde.

Ne karalarken bilgileri var, ne aklarken.

Laf olsun, torba dolsun diye yazıyorlar.

Spor okurları, spor yazarlarını fersah fersah aşmış bunun bile farkında değiller.

Laf kalabalığı, hamaset, goy goy. Üç tane beylik laf. 4 tane numaralı diziliş.

Bloklar arası bağlantı var veya yok ahkámları.

Eeee, spor basını... Hani Galatasaray bitmişti.

Avrupa'nın kralı artık başkalarıydı.

Ne oldu...

Doğrudur, Galatasaray bir gol UEFA'ya, bir gol Juventus'a attı.

Ama gollerin ikisi de spor basınına...

NOT: Türk sporunun bu keyifli gününde böyle bir eleştiri yazmak istemezdim ama bazılarının bu yazıyı hak etmediklerini söyleyemezsiniz değil mi?

Galatasaray erteleme istemiyor


SPOR programlarında maç sonrası yapılan ‘‘geyiklerde’’ Futbol Federasyonu Başkanı'na çağrılarda bulunuldu ve Galatasaray ile Beşiktaş'ın bu hafta oynayacakları lig maçlarının ‘‘ertelenmesi’’ istendi.

Oysa Beşiktaş'ı bilmem ama Galatasaray'ın böyle bir talebi yok.

Hatta tam aksine Galatasaray'ın teknik patronu Fatih Terim lig maçını oynamak istiyor.

Çünkü oluşturmaya başladığı takımın oynadıkça daha iyiye gittiğini düşünüyor ve bunda da haklı çıkıyor.

Üstelik de UEFA Kupası'nı aldığı yıl Galatasaray'ı en azından Türkiye'de şampiyon yapmamak üzere kenetlenmiş güçlerin sarı kırmızılı takımın maçlarının ertelenmesini sürekli engellediğini ve Galatasaray'ın oynaya oynaya Avrupa Şampiyonu olduğunu biliyor.

Fatih Terim'in kafasındaki plana göre Galatasaray cumartesi günü İstanbulspor'u yenecek ve o gazla İspanya'ya gidecek.

ABD, Irak'ta ateşle oynuyor


IRAK'ta benim aylar önce dikkat çektiğim bir gelişme, dün de Hasan Cemal'in köşesindeydi: Irak'ın üçe bölünme olasılığı.

Ben birkaç ay önce Kudüs Üniversitesi profesörlerinden Sholomo Avineri'nin bir İsviçre gazetesindeki makalesinden alıntı yapmış ve İsrail'in önemli siyaset bilimcilerinden biri olan Avineri'nin Irak'ı üçe bölmeyi önermesinin İsrail'in ‘‘gizli gündemi’’ olabileceğini söylemiştim.

Cemal de yazısında Avineri'nin daha yakın bir tarihte Financial Times'ta çıkan bir yazısından aynı fikri alıntılamış.

New York Times'ta yayınlanan ve ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Leslie Gelb'in imzasını taşıyan bir başka makalede de benzer bir öneri var ve bunu da Hasan Cemal'in yazısından öğreniyoruz.

Türkiye'nin yanı başındaki oyun giderek daha tehlikeli hale geliyor. Ve Amerika şimdi her şeyi daha içinden çıkılmaz hale getirecek bir adım atıyor.

ABD Irak'ta yeni bir paramiliter güç oluşturmak için düğmeye bastı.

Bu güç 5 ayrı unsurdan oluşacak. Alavi'nin Irak Ulusal Şurásı, Çelebi'nin Irak Ulusal Konseyi, Irak İslam Devrimi için Şii Yüksek Konseyi bu paramiliter gücün Arap unsurları olacak.

Talabani'nin KYB'si ve Barzani'nin IKDP'si de Kürt unsurlar olarak güçte yer alacaklar.

Milislerden oluşacak bu güç, ABD'li eğitmenler tarafından eğitilecek.

Daha sonra kendi başlarına operasyon yapabilir hale gelecekler.

ABD'nin kendi sırtındaki yükü azaltabilmek için oluşturacağı bu paramiliter güç bir süre sonra Irak içindeki kargaşanın kaynağı haline gelecek ve ilerdeki olası bir iç kargaşada birbiriyle savaşan taraflar olacak.

Türkiye bütün bu gelişmeleri yakından izlemek zorunda.

Çünkü sonunda en fazla etkilenecek olan yine bizim memleket, 10 bin kilometre uzaktaki ABD değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?


Bakmadığımız sorunları olmayan sorunlar zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku