Fatih Altaylı

Kara Şahin gelecek mi?

10 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE'</B>de Black Hawk helikopterlerinin üretilmesine yönelik proje beni heyecanlandırdı. Olayın ne derece doğru olduğunu hemen araştırdım.

Olay henüz net ve kesin değil. Bir ön teklif gibi.

Helikopteri üreten Amerikan firması Skorsky, Black Hawk'ın şu anda dünya üzerinde yaygın kullanımda olan UH 60 ve UH 70 modellerini üretmeyi durduracak. Bunun yerine Amerikan Savunma Bakanlığı ile yapılan yeni anlaşma gereği, Black Hawk'ların henüz tasarım aşamasında olan ‘‘M’’ modelinin üretimine geçecek.

Üretimden kalkan modellerin üretimi ile ilgilenecek kuruluşlara teklifler yapan Skorsky Türkiye'de de TAI'ye öneride bulunmuş.

Anlaşma sağlanırsa üretim teknolojileri ve üretim bandı Türkiye'ye getirilecek.

Ancak konunun uzmanlarına bakılırsa projenin önünde iki engel var. İlki TAI'nın daha önce yapılan benzer ortak üretim veya parça üretimi tekliflerine ‘‘yüksek fiyat’’ vererek anlaşmaları kaçırması.

Diğeri ise piyasanın UH 60 ve 70 tipi helikopterlere doymuş olması ve yıllık üretimin 20'yi aşmasının mümkün görünmemesi.

Suudi Arabistan Batılı oluyor, biz mi olmayacağız!

TÜRKİYE ‘‘Müslüman demokrat’’ olduğunu söyleyen bir iktidarın Türkiye'yi Doğu'ya döndürüp döndürmeyeceği şeklindeki ‘‘anlamsız’’ soruya yanıt ararken, çevremizdeki gelişmeler ‘‘Doğu’’ olarak adlandırılan ülkelerin yüzlerini ‘‘Batı’’ya çevirmek için nasıl bir uğraş içinde olduğunu gösteriyor.

‘‘Türkiye bir İslam ülkesi mi olacak?’’ sorusu Türkiye'deki zihinleri kurcalarken, ‘‘hakiki’’ bir İslam ülkesinin ‘‘Batılılaşma’’ arayışlarıyla ilgili ilginç gelişmeler oluyor.

Birkaç gün sonra, ayın 17'sinde Cidde'de ilginç bir toplantı var: Cidde Ekonomik Forumu.

Türkiye Özal'lı yıllardan beri ‘‘Davos Ekonomik Forumu’’nu biliyor ama Cidde Ekonomik Forumu pek çok Türk için yeni bir kavram.

Oysa Cidde'de bu forum bu yıl 5. kez yapılacak.

Çünkü Suudi Arabistan gibi İslami kuralların, daha da ötesi Vehhabiliğin egemen olduğu bir ülke dünyadaki gelişmelerin kendi kurallarıyla çelişmesinin toplumda yarattığı sosyal ve ekonomik baskıyı fark ediyor ve ‘‘açılmak’’ istiyor.

Bu yüzden de birtakım arayışlara giriyor.

Cidde Ekonomik Forumu'nda bu arayışların bir sonucu olarak ‘‘berbat’’ bir tablo ile karşılaşmışlar.

Suudiler oturup durumlarına bir bakmışlar ve bir özet çıkarmışlar:

%4'lük bir nüfus artışı, %60'ı 20 yaş altı bir nüfus, 70'li yıllarda kişi başına 16.000 USD olan milli gelirin 2004'te 6.000 USD'a gerilemesinin yanı sıra 10.000 civarında prens ve prenses, 70.000 kraliyet ailesi mensubu. Kuran anayasa. Katı bir dini yapı.

Bütçenin önemli bir bölümü sosyal hizmetlere ayrılmış, yatırım için yeterli kaynak yok. Eğitim medrese düzeni, kadınlara sadece sağlık ve eğitim branşlarında üniversite tahsili. Diğer branşlar yasak. Ülkede her seviyede çok ciddi yetişmiş insan sıkıntısı. Bu tablo ile Suudi Arabistan'ın petrole rağmen parlak bir geleceği olmadığını görmüşler.

Ve bir dizi reform planlamışlar.

İnsan açığını kapatmak için eğitim müfredatında ve kitaplarında değişiklik yapılacak (mollalarla görüşmeler sürüyor). Kadınlara üniversitede branş seçme özgürlüğü sağlanacak. Meslek okullarına ağırlık verilecek. İlk kez bu yıl belediye seçimleri yapılacak. Kadınlar oy verebilecek, ancak aday olamayacaklar.

Telekom, enerji sektörleri ve havaalanları özelleştirilecek.

Körfez ülkeleri gümrük birliğine 2005'te tam geçilecek. 2004'te Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olunacak. Deutche Bank'a bankacılık faaliyetleri için izin verilmiş bile. Bankacılık sektörü çerçevesi hazırlanmış, yasalar hazırlanıyor. Yabancı yatırımcı için 'tek noktada işlem ve izin' için yasal ortam sağlanmış. Bürokrasinin azaltılması, ülkeye giriş çıkışın kolaylaştırılması için gerekli altyapı hazırlanıyor. Yabancı sermaye vergileri %45'ten % 20'ye indirilmiş.

Bu reformlarla Suudiler yurtdışında bulunan 700-800 milyar dolar tutarındaki Suudi parasını ülkeye çekmek ve önümüzdeki yirmi yıl için gereken 120 milyar dolar tutarındaki enerji yatırımına yabancı sermaye katkısı sağlayabilmek istiyorlar.

Yine aynı süre için su ve sulama altyapısı için gereken 30 milyar dolar civarındaki kaynağın temini. Genç nüfusa iş imkanları yaratabilmek ve bozuk olan ve giderek bozulan sosyo-ekonomik durumu iyileştirmek.

Cidde Ekonomik Forumu da aslında bu durumun dünyaya duyurulması için kullanılan bir toplantı.

Suudiler bile dünyaya açılır, Batı'ya dönerken, Türkiye'nin içe kapanma, yüzünü Doğu'ya dönme riski bence artık yok.

Türkiye'deki tek risk hálá ‘‘iyi yönetilmek’’ ve genç kuşaklara umut aşılayacak açılımlar yaratmak konusunda..

Bunu da yapabilirsek, vehimlerle yaşamamıza hiç gerek kalmayacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Doğrularla yıpratamadığımız kişileri, yalanlarla yıpratmaya çalışmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

ABD gezisi öncesi ABD'den bir üniversite örneği

9 Ocak 2004
<B>HÜRRİYET'</B>in gündeminde en <B>‘‘garipsediğim’’</B> olay, hükümetin üniversitelere attığı son <B>‘‘kazık’’</B>la ilgili olandı. Hükümet ani bir kararla üniversitelerin ‘‘araştırma fonlarına’’ el koymuştu.

Zaten araştırma yapacak parayı bulamayan, zaten araştırma yapana enayi gözüyle bakılan bir ülkede, üniversitelerin üç kuruşuna göz ve el koymanın bir manası yoktu ama rektörlerin tepkisine bakılırsa haber gerçekti. Hükümet, bizim üniversitelerin üç kuruşluk ‘‘araştırma fonlarına’’ el koyadursun, ben size ABD'deki bir üniversiteden birkaç rakam vereyim de, üniversite ne demek, gelişmişlik ne demek görün.

Vereceğim rakamlar ABD'nin en iyi üniversitelerinden birine, Harvard'a ait. Harvard Üniversitesi'nin 2003 yılı geliri 2.5 milyar dolar. Aynı yıl için üniversitenin giderleri toplamı 2.4 milyar dolar. 2003 yılı sonu itibarıyla Harvard'ın bağışlar yoluyla elde ettiği varlıklar toplamı ise 19.3 milyar dolar. Bunlar size üniversitenin büyüklüğü hakkında bir fikir vermiştir. Gelelim bizim üniversitelerde ‘‘artık’’ olmayan ‘‘araştırma fonlarına’’.

Harvard Üniversitesi'nin 2003 yılında araştırmalar için ayırdığı toplam para 522 milyon 105 bin dolar. Bu araştırmaların 127 milyon 970 bin dolarlık bölümü, özel kuruluşların veya üniversitenin kaynaklarıyla finanse edilmiş.

Geri kalan 394 milyon 135 bin dolarlık kısmı federal bütçeden gelen kaynaklarla sponsor edilmiş.

Yani bir anlamda devlet bu araştırmaları üniversiteye ısmarlamış ve 394 milyon dolarlık kaynağı araştırma yapılması için üniversiteye aktarmış. Böylece üniversitenin elindeki fonlara el koymak bir yana, üniversiteye fon aktarımı yapılmış.

Üstelik de bu sadece bir tek üniversite. ABD'deki üniversite sayısı göz önüne alınırsa araştırmaya ayrılan kaynağın ve buraya sadece federal hükümet tarafından aktarılan paranın miktarı üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir.

Bazıları diyebilir ki, ‘‘Kardeşim bizdeki üniversiteler araştırma mı yapıyor?’’

Yeterince yapmıyor olabilirler.

Ama Türkiye'yi çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmak isteyenlerin yapması gereken, araştırmayı teşvik etmektir. Zaten az olan araştırmalara ayrılan kaynağı kesmek değil.

Vergiler, Anayasa Mahkemesi yolunda

BİR işçi emeklisi, dünkü yazımla ilgili bir faks yolladı. ‘‘Ben çalıştığım şirkette 25 yıl boyunca büyük sıkıntılar yaşayarak Maltepe'de bir ev sahibi oldum. 10 yıl bu evde oturdum. Emekli olduğum 1995 yılında emekli ikramiyemle hem ek gelir olsun hem de çalıştığım yere yakın olsun diye ikinci bir ev aldım. İlk evimi de kiraya verdim. Hay o ikinci evi almaz olaydım. Çünkü emekli işçinin şayet bir evi varsa devlete vergi ödemiyor. Şayet yanılıp da ikinci evi aldıysa yandı gülüm keten helva. Sen misin tasarruf edip ikinci evi alan. Devlet hemen cezayı kesiyor ve iki evinizden birden vergi alıyor. Ara sıra canı sıkılınca bir de ek vergi koyuyor ki, kaymaklı ekmek kadayıfı olsun.

İkinci evi ek gelir olsun diye kiraya veriyorsun. Bu kez de dükkán değil, ev aldığımız için cezalandırıldık. Ev kirası gelirinden muafiyet az olunca bakın kira geliri ne oluyor? İki aylık kira eskiyen apartmanın bitmek bilmez yenilenme çalışmalarına, iki aylık kira gelir vergisine, iki aylık kira da kira zamanında yatırılmadığı için enflasyona gidiyor.’’

Motorlu Taşıt Vergileri ile ilgili şikáyetler ise binlerce...

130 bin Euro'luk otomobilin birkaç misli vergi ödeyen 30 bin Euro'luk araçlar, iki yıllık vergisi aracın değerini aşan oranlar... Her türlü saçmalık. Tek iyi haber ise CHP'den geldi. CHP Grup Başkanvekili Haluk Koç aradı.

Motorlu Taşıtlar Vergisi'ni Anayasa Mahkemesi'ne götürmeye hazırlanıyorlar. Anayasamızda bir damla ‘‘eşitlik ilkesi’’ var ise bu yasa oradan döner.

Bazıları adam olamaz!

NE zaman adam oluruz köşelerini herkes kendine göre yorumluyor ve burada yazılan üç beş kelimeyi ‘‘öznelendirmeye’’ çalışıyor.

Hal böyle olunca da komik ve saçma ötesi yaklaşımlar oluyor.

Birkaç gün önce burada başarısız yöneticilerin görevi bırakması ile ilgili bir küçük ‘‘Ne zaman adam oluruz’’ notu vardı.

Tek hedefi, iki yılda Galatasaray'ı çökme noktasına getiren Özhan Canaydın'dı.

Ama ruh hastaları olayı inanılmaz noktalara taşımaya çalıştılar.

Bilsinler ki, biz bu saçmalıklara gülüyoruz.

O kadar.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İnternet siteleri, işsiz gazetecilerin şantaj ve yalan yoluyla iş bulma aracı haline getirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Vatan çalışarak sevilir

8 Ocak 2004
<B>EMİN Çölaşan'</B>ın gazetecilikle ilgili tarifinde pek çok noktaya katıldığımı ifade etmek istedim bugün. Ama özellikle bir tanesine.

Bir gazeteci ülkesinin geleceğini kayıtsız şartsız önemsemeli ve bunun için çalışmalıdır. Bu gazetecilikten önce yurttaşlık görevidir.

Ama gazeteci bu çalışmasını başkalarıyla da paylaştığı için öyle olması çok önem taşır.

Peki gazeteci bunu nasıl yapacak?

Ülkesinin geleceği için önemli olanın ve doğru olanın ne olduğunu nasıl bilecek?

Galiba sorun burada.

Burada iki yol var.

Kimi gazeteciler ülkenin geleceği için çok kafa yorup çok çalışmak yerine daha basit bir yol seçiyorlar.

‘‘Bu ülkenin geleceğini kim en çok düşünür?’’ sorusuna yanıt arıyorlar. Bu soruya kendilerince bir yanıt bulduktan sonra ‘‘ülkesever’’ olduklarından emin oldukları kişilerin peşine takılıyorlar.

‘‘Onlar ne derse doğrudur. Ben onlardan iyi mi bileceğim’’ deyip o ülkeseverlerin sözcüsü haline geliyorlar.

Ve kendilerini çok rahat hissediyorlar.

Bir başka grup gazeteci ise ülkesinin geleceğini en az gazeteciler kadar düşünüyor.

Ama onlar zor yolu seçiyorlar.

Ülkenin geleceği için neyin doğru olduğunu kendileri bulmak istiyorlar.

Her gün onlarca gazete okuyorlar. Yüzlerce yabancı yayını, internet sitesini takip ediyorlar. Geceleri sabahlara kadar kitap okuyor, dünyadaki gelişmelerin Türkiye'yi nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışıyorlar. Ve buradan elde ettikleri sonuçlara göre ülkelerinin geleceğine katkıda bulunacak yazılar yazıyolar.

Bu iki grup da ülkelerini çok seviyor. Ama ilk grup biraz tembel. Ülkesini başkasının eliyle seviyor.

İkincisi ise çalışkan. Ülkesini kendi eliyle seviyor.

Ben ikinci grupta olmayı tercih ediyorum. Hiç değilse hatam kendi hatam. Başkasının değil.

Kürtler ABD'ye karşı birleşti

OLMAYACAK
bir şey oldu, Irak'taki iki Kürt grup anlaştı.

Bu durum Kürt tarihinde bir ilk.

Barzani ile Talabani Dukan'da bir araya geldiler ve her iki parti de Irak'ta coğrafi ve ulusal esaslara dayalı bir federasyonu savunmak üzere uzlaştılar.

Bunu da yazıp altını imzaladılar. Bu anlaşma, KYB ile KDP'nin ABD'ye başkaldırısının da imza altına alınması oluyor.

Çünkü ABD ve Irak'taki diğer tüm unsurlar Irak'ta iller esasına dayalı bir federasyon kurulmasını istiyorlar. Bu köşenin okurları bu konuyu iyi biliyor.

ABD Irak'ta 18 vilayet kurulmasını ve bu vilayetlerin bir federasyon oluşturarak ‘‘Birleşik Irak’’ı meydana getirmesini istiyor.

Bu illerin oluşumunda etnik veya ulusal bir yaklaşım olmayacak.

Ve Kürtlerin kendileri için ayırdığı bölgede de iki, hatta üç vilayet ortaya çıkacak.

Bunların kontrolü de yüzde yüz Kürtlerin elinde olmayacak.

Oysa Kürtler Irak'ı ikiye bölmek ve Birleşik Irak'ın Irak ve Kürdistan olarak iki bölgeden oluşmasını istiyorlar.

Sonrasında bölgeden başka toprak talepleri de olacak mutlaka.

ABD ise bölgenin geleceği açısından bunu istemiyor.

Kürtlerle ABD arasında çelişki giderek büyüyor.

Buna karşın Şiilerle ABD arasında giderek daha sıcak bir ortam oluşuyor. ABD, Iraklı Şiiler vasıtasıyla İran'ın dini egemenliğini de kırmayı planlıyor.

Irak'ta kartlar yeniden dağıtılıyor.

Masaya kare asla oturduklarını zanneden Kürt liderler ise ellerindekinin beş benzemez olduğunu şimdi şimdi anlıyorlar.

Namuslu vatandaşa aptal muamelesi sürüyor

SAÇMA
sapan Motorlu Taşıtlar Vergisi yasalaşma yolunda ilerlerken tek umudum Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'di. Adalet adamı olduğu için, bu vergideki ‘‘adaletsizliği’’ sezer ve gereğini yapar diye düşünüyordum. Ancak Sezer adaletsizliği sezemedi. Tam aksine, önüne gelen yasaya bastı imzayı ve insandaki bütün adalet duygusunu ortadan kaldıran bir Motorlu Taşıtlar Vergisi ortaya çıktı. Oysa ben Cumhurbaşkanı'nın halka atılan bu kazıkta payı olduğunu ve en azından bu nedenle bu yasayı geri çevireceğini düşünüyordum. Cumhurbaşkanı, hükümet ve Maliye Bakanı MTV'de sınıfta kaldılar. Kim bilir, Cumhurbaşkanımız daha önceki ek vergileri Anayasa Mahkemesi'ne gütürmese hükümet böyle adaletsiz bir vergiyle intikam almak gibi bir derde düşmeyecekti. Şimdi bir başka adaletsizlik daha var. Kira geliri elde edenlere karşı yapılan bir adaletsizlik. Diyelim ki, emekli oldunuz ve ikramiyenizle bir mülk alarak kendinize emeklilik döneminizde bir ek gelir temin etmek istediniz. Eğer bir dükkan alıp kiraya verdiyseniz şanslısınız.

Yok eğer bir ev alıp kiraya verdiyseniz yandınız.

Çünkü dükkandan elde ettiğiniz kiranın 56 milyarı vergi dışı.

Evden elde ettiğiniz kirada ise oran bunun hemen hemen 35'te biri.

Siz mülk alırken bir gün aklıevvel bir hükümetin gelip böyle bir saçmalık yapacağını düşünmediniz elbet ama oluyor işte. Bu yapılan bu hükümete yakışmıyor. Çünkü bu hükümeti kuran partinin programında vergilerin düşürülerek tabana yayılması ve kayıt dışının engellenmesi var. Ama bu yapılanla tam tersi oluyor. Maliye evini kiraya verenlere, ‘‘Salak mısınız? Kirayı düşük gösterin. Böylelikle vergi vermekten kurtulun’’ diyor.Ev kirası vergiden düşülemediği için buna iki taraf da razı olur nasıl olsa. Oysa işyerinde kiracı olan şirket kirayı vergiden düşeceği için tam gösterecek.

Belli ki, hesap buna göre yapılmış.

Namuslu vatandaş her zaman olduğu gibi cezalandırılıyor.

Evini kiraya verip gerçek değerden kira geliri beyan edene ‘‘aptal’’ muamelesi yapılıyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Komutan bekleyen ordular, başsız bırakılmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

İşler Kürtlerin istediği gibi gitmiyor

7 Ocak 2004
<B>BÜYÜK </B>paranoya sürüyor. Gelişmeleri çok kaynaktan değil, Kürt grupların sözcülerinden takip edenler, Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti kurulacağı paranoyasına iyiden iyiye saplanmış durumdalar. En anlaşılır açıklamayı bile böyle algılıyorlar.

Dün Kuzey Irak'taki statükonun, yani Kürtlerin kontrolünün mayısa kadar süreceği açıklaması bile böyle algılandı, Hürriyetim'in internet sayfalarına böyle taşındı.

Oysa mayıs ayından itibaren bu durumun ortadan kalkacağı ve Irak'ın bütünleşme sürecinin o zaman başlayacağı söyleniyordu bu açıklamada.

Gerçekten de, Kuzey Irak'ta ‘‘bağımsız’’ bir Kürdistan'ın var olma ihtimali bugün geçen seneye oranla çok çok daha azalmış durumda.

Ve ihtimal her geçen gün azalıyor. Bölgedeki dengeleri gören, Irak'ın yapısını artık uzaktan değil içinden inceleme olanağı bulan ABD, bağımsız Kürdistan hayalinin bile bölge açısından ne büyük bir tehdit olduğunu gördü. Politikasını buna göre değiştirdi.

Bölgede bunu gören tek unsur ise Kürtler.

Kürtler ile Irak'ı oluşturan diğer unsurlar ve özellikle de ABD arasındaki fikir ayrılığı o düzeyde ki, Kürt gruplar eğer talepleri kabul edilmezse şubat sonunda Irak Geçici Yönetim Konseyi'nden çekilecekleri restini masaya koydular.

Bu yöndeki Kürt kararını açıklayan ise sıradan biri değil, konseyde yer alan, bizim de PKK bağlantısı nedeniyle tanıdığımız Kürt üye Mahmut Osman.

Anlayacağınız Irak'ın kuzeyinde işler Kürtlerin istediği gibi gitmiyor.

Türkiye, Suriye ve İran'ın yapması gereken tek şey, olayları yakından izleyip politik baskıyı sürdürmek.

Kürtleri bağımsızlık rüyasından uyandıracak olan ise ihanet ettikleri Irak'ın diğer etnik unsurları ve ABD.

Uğur Mumcu, Uzanlar’ın Star’ında yazar mıydı?

ERTUĞRUL Özkök bir tartışma başlattı. Tuzu gören, elindeki hıyarla tartışmaya dalıyor.

Tartışma iki isim çevresinde dönüyor.

Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu.

Abdi Ağabey'i tanımadım. O da benim gibi Galatasaray Liseliydi. Bu mesleğe yönelmemde, tanımadan ona olan sevgim de etkili olmuştur.

Arkadaşlarından dinledim onu.

İyi gazeteci, neşeli, keyifli bir adamdı. Yaşasaydı bugün ne olurdu bilemiyorum.

Belki de şimdi ona ‘‘methiye’’ düzenler, hayatta olsaydı ona sövüyor olabilirlerdi.

Dedim ya bilmiyorum.

Uğur Mumcu'yu ise tanıdım. Aynı gazetede çalıştık. O Cumhuriyet'ten ayrıldıktan sonra, bir başka gazetede birlikte çalışma önerisi götürdüm.

Yargılamak bana düşmez ama o da iyi gazeteciydi.

Ama hatasız da değildi. Yüzlerce doğru haberinin yanı sıra her gazetecinin yapabileceği insani hatalardan dolayı pek çok işadamı ve pek çok bürokratı haksız yere karalamıştı. İyi gazeteciydi ama kusursuz değildi.

Bakmayın şimdi herkesin methettiğine, emin olun ölmeseydi, bugün ona da söven çok olurdu.

Bu mesleğin hem özünde, hem de kaderinde var bu durum.

Ama ölmek iyi... Pek söveniniz kalmıyor.

Tam aksine arkanızdan sizi örnek aldığını söyleyen bir sürü ipsiz sapsız türüyor.

Uğur Mumcu'nun ‘‘talebesi’’ olduğunu öne süren bazıları büyük transferlerle gittikleri patronları daha da soydukları için işsiz kaldılar.

Uğur Mumcu'ya methiye düzme yarışında ipi göğüslemeye çalışanlar ‘‘çalıntı’’ senaryolarla televizyon programları hazırladılar.

Abdi İpekçi'nin talebesi, Uğur Mumcu'nun várisi olarak kalemşorluğa soyunanlar, Türkiye'yi soyan ‘‘soysuzların’’ yanında ‘‘sözde’’ onurlu yazılar yazdılar.

Sonra da bunlardan oluşan bir koro ortaya çıkıp, ‘‘Uğur Mumcu canımız, feda olsun kanımız’’ diye yaygaraya başladılar.

Ben bunların topuna gülüyorum.

Ama aslında ağlamak lazım.

Bu meslekte ‘‘gerçekten’’ düşündüğünü yazmak ve olduğun gibi görünmek zor zanaat.

Plastik maskelerin arkasına saklanıp ‘‘gibi yapmak’’ en kolayı. En basit soru başlıkta.

Var mı buna verecek yanıtınız Uğur Abiciler sizi?..

Biri bu kızı kandırıyor

GEÇEN gün işe giderken radyo dinliyorum. Garip ritmik bir müzik, arkasında betten öte bir ses bir şeyler söylüyor. Şarkı desen değil... Şarkıcı desen değil.

Popstar'a katılan Ajdar'dan beter bir şey.

‘‘Herhalde’’ diyorum, ‘‘Birileri yine Popstar yarışmasıyla dalga geçmek için bir şeyler yapıyor’’.

Birkaç dakika sonra ritmik gürültü ve bet ses bitiyor.

DJ, dinlediğimiz acayip şeyin ne olduğunu duyuruyor: ‘‘Ayşe Hatun Önal'ın CD'si.’’

İnanamıyorum.

Birisi diyor ki, ‘‘Ben şarkıcı olacağım’’. Başka birileri de onu dinliyor ve bir kaset yapıyorlar.

Üstelik de bunu yapanlar ‘‘müzik adamı’’. Besteci, aranjör... Başka birileri de bunu alıp kasede kaydediyor ve piyasaya veriyorlar. Emin olun ben hayatımda böyle bir şey duymadım.

Herhalde birileri Ayşe Hatun Önal'ı dolandırıyor. Parasını alıp ona kaset yapıyorlar.

Ama Ayşe Hatun Önal dinlemeyi de mi bilmiyor?

Ayşe Hatun Önal hanım kızımızda biraz izan olsa, kendi şarkılarını dinleyince ‘‘Bunları imha edin, kimse duymasın’’ der.

Ama o öyle demiyor.

Ya birileri Ayşe Hatun Önal'la dalga geçiyor, ya da Ayşe Hatun Önal bizimle.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Başarısız ve beceriksiz yöneticiler, kendi kendilerine çekilmenin en onurlu yol olduğunu anladıkları zaman.
Yazının Devamını Oku

Nerde çokluk, orada...

6 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE, </B>Avrupa Birliği'ne girmek için bu yılın sonunda tarih bekliyor ama Avrupa Birliği hızla yolun sonuna doğru koşuyor. Avrupa'nın aşırı genişlemesi sonucunda ‘‘Birlik’’ içinde ciddi bir kaos ortamı oluştu.

Üyelerin eşit statü içinde olmaları, birliğin büyüklerini rahatsız ediyor.

Birleşmiş Milletler'deki ‘‘Güvenlik Konseyi’’ benzeri bir yapı oluşturma fikri AB içinde epeydir var. AB'nin ‘‘motor’’ gücünü oluşturan büyükleri ayrı bir statüye taşımak ve bunun çevresinde diğer ülkeleri oturtmak gibi bir fikir epeydir oluşuyor.

Ekonomik büyüklüklerine bakılmaksızın tüm üyelerin ‘‘siyaseten eşit’’ statüde olmaları ve hepsinin veto hakkına sahip olmaları Birliğin manevra gücünü, karar alma sürecini kısıtlıyor. Bu yüzden de geleceğe yönelik olarak yapılan planlarda AB içinde iki, hatta belki de üç farklı statü oluşturulması ve ülkelerin bu statülere göre söz sahibi olmaları mümkün.

The Economist Dergisi'nin kasım sayılarından birinde verilen rakamlar, AB'nin ‘‘homojen’’ bir grup olmaktan giderek uzaklaştığını zaten gösteriyor. The Economist'in verilerine göre, Avrupa Birliği'nin genişleme projesi içinde yer alan ülkelerin AB ekonomik düzeyine ulaşması için geçmesi gereken süreler neredeyse bir ömür:

Kıbrıs: 21 yıl

Malta: 29 yıl

Estonya: 31 yıl

Slovenya: 31 yıl

Macaristan: 34 yıl

Slovakya: 38 yıl

Litvanya: 53 yıl

Letonya: 58 yıl

Polonya: 59 yıl

Yani Türkiye büyük bir olasılıkla bu yılın sonunda bir tarih alacak.

Ancak Türkiye'nin aldığı tarih geldiğinde ortada Avrupa Birliği adı altında pek bir şey kalmamış olacak. Ancak yine de AB üyeliği ile ilgili bir tarih almış olmak Türkiye açısından önem taşıyor.

Hiç değilse standardımız onaylanmış olacak.

Ve daha güvenilir hale geleceğiz.

Dışişleri’nde evlilik için bonservis şartı

DIŞİŞLERİ Bakanlığı'nın yeni genelgesi ‘‘bekár’’ Dışişleri mensuplarını hayli hayal kırıklığına uğrattı. Dışişleri Bakanlığı mensupları, artık ‘‘yabancı uyruklu’’ kadınlarla biraz zor evlenecekler. Bu konuyla ilgili yeni düzenlemeye göre, evlenilecek kadınla ilgili olarak Dışişleri Bakanlığı tarafından kabul edilecek düzeyde iki kişinin ‘‘bonservisi’’ gerekiyor. Gerçi genelde buna ‘‘kanaat bildirimi’’ deniyor ama okuyunca benim anladığım şekli ‘‘bonservis’’ oluyor. Bu çağda bu nasıl bir genelgedir Allah aşkına.

Kim hazırlamıştır, neden hazırlamıştır? Neden korkuluyor? Bir yabancı ülkenin, bizim diplomatları eşleri vasıtasıyla kontrol altına alıp Türkiye aleyhtarı faaliyette bulunmaya teşvik etmesinden mi? Bu kadar mı güvenmiyoruz personelimize? Bu mu Avrupa Birliği'ne girmeye çalışan Türkiye'nin en açık bakanlığının kafası? Sizin bu genelgeden haberiniz var mı, Sevgili Abdullah Gül?

İnsanın bonservisle eş almasını normal karşılar mısınız?

İş doğru, adı yanlış

GALATASARAY'da teknik ekip ve yönetim kurulu, işbaşına geldikleri günden bu yana en sağlıklı kararı aldılar ve şimdi bu karardan dolayı eleştiriliyorlar. Bu sezonu ‘‘kapatan’’ Galatasaray, geleceğe yöneldi. Bu doğru ama bence geç kalmış bir karar. Galatasaray futbol şube yöneticileri ile sık sık yaptığım sohbetlerde, Galatasaray'ın bu anlayışa yönelmesi gerektiğini geçen sezonun devre arasında söylemiştim. Takımın geçen yıl şampiyonluğu son haftaya kadar sürdürebilmesi bu anlayışın hákim olmasını bir yıl geciktirdi.

Eleştiriler ‘‘vefasızlık’’ üzerine yoğunlaşıyor. Başarıya ulaşmak isteyen kurumlarda ‘‘vefa’’ sadece bir semt adıdır. Profesyonelce düşünülmedikçe başarı olmaz. Kaptan Bülent'e ayıp edildiği söyleniyor. Bülent'i kardeşim kadar severim ama ortada bir ayıp yok.

Bülent kovulmadı, dövülmedi, parası, maaşı kesilmedi.

Bülent'e sadece, ‘‘Bundan böyle seninle yürüyemeyeceğiz. İstersen yolunu çiz, istemezsen bu kulüpte başka görevler seni bekliyor’’ denildi. Üstelik de Bülent'e son iki yılda 1 milyon doları aşkın bir para ödendi.

Keza Arif...

Galatasaray'ı bırakıp giden Arif, Real Sociedad'da tutunamayınca Galatasaray en parasız döneminde 4 milyon dolar verip Arif'i tekrar yuvasına kazandırdı. Hakan Ünsal farklı mı? O da ‘‘iade-i itibarla’’ geri getirilmedi mi?

Ortada bir hata yok. Tam aksine, başarılı geçmişini geleceğe taşımak isteyen bir camianın kararlılığı var. Bunun için başlatılan bir yeniden yapılanma var. Burada tek yanlış şu: Bunun adı sezonu kurtarmak için yapılan bir operasyon olarak konulmamalıydı. Yapılan işi eleştiren Galatasaraylılar, bunun geleceğe nasıl yansıyacağını düşünüp öyle karar vermeliler. Galatasaray düşmanı spor medyasının dolduruşuyla değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kompleksli adamların kötü niyetli eleştirilerini ciddiye almamanın en doğru hareket olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Aydın Doğan'a ‘Kara’ diyenler kimler!

5 Ocak 2004
<B>GEÇENLERDE </B>birkaç arkadaşımla yemekteyiz. Birisi döndü ve ilginç bir soru sordu:‘‘Elime ne zaman sizin grubunkiler dışında bir gazete geçse orada senin patronun Aydın Doğan'a olmadık hakaret, olmadık suçlama. Hatta sövgü. Sen Aydın Doğan'ın gazetesinde yani onun bir şirketinde çalışıyorsun. Bunları okuyunca ne hissediyorsun?’’

O an aklımdan geçenleri ve arkadaşıma verdiğim yanıtı sizinle paylaşmak istedim. Düşündüm. Hissettiğim ilk şey üzüntüydü.

Üzülüyordum.

Çünkü Aydın Doğan'ı tanıyordum. 10 yıldır onun en önemli gazetesinde yazıyordum ve önemli yazarlarından biriydim. Bir gün olsun beni arayıp bir konu hakkında ‘‘Yaz’’ veya ‘‘Yazma’’ dememişti.

Onun arkadaşı olduğunu bildiğimiz siyasetçiler için bile en ağır yazıları yazdığımızda tek bir sitemini duymamıştım. Çok beğendiği bir yazım olursa bazen açıp ‘‘Eline sağlık’’ derdi. Bir veya iki kere de yazılarıma konu olan kişilerin cevap haklarını kullanmak istediklerini söylemek için aramıştı. Bir yılı aşkın bir süredir Aydın Bey'in en fazla kişiye ulaşan mecrasında, Kanal D televizyonunda haberlerini yönetiyordum.

Bir kez olsun müdahale etmemişti. Tek bir talebi bile olmamıştı. Daha doğrusu tek talebini 3 Kasım seçimleri öncesinde bizzat iletmiş, ‘‘Tarafsız habercilikten asla vazgeçmeyin. Hiçbir partiyi veya adayı lütfen kayırmayın’’ demişti.

Geçmiş yıllarda seçimler öncesi yazarları veya gazeteleri bir tarafı destekler görüntü verdiğinde uyardığını duymuştum. ‘‘Yapmayın, hem kendinize, hem mesleğinize, hem de benim gazetelerime zarar veriyorsunuz’’ demişti.

Yayınlarımıza hiç karışmazdı. Sadece kár etmemizi isterdi.

‘‘Kár etmezseniz bağımsız olamazsınız’’ derdi.

Bir gün Türkiye'de rejimin tehlikeye girmesi ile sonuçlanabilecek bir meseleyi konuşuyorduk.

‘‘Bu ülkenin bekçileri bitmez. Biz de buradayız. Rejimin nöbetçisi oluruz. Ne zaman bir sıkıntı olsa Kürt Mehmet'i nöbete gidermiş ya, biz de buranın Kürt Mehmet'iyiz’’ demişti.

Ekonomik bunalım dönemlerinde diğer gruplar adam atarken Aydın Bey yöneticilerini uyarırdı hep, ‘‘Aman adam çıkarmayın. Her yerden kısın personele dokunmayın’’ derdi. Bir anda bunları düşündüm. Benim tanıdığım patronum buydu. Ve bu adama ‘‘hınçla saldıranlar’’ vardı. Bir de onları düşündüm. Kimlerdi bunlar.

Devlete milyar dolar borç takıp tek kuruş ödemeyen Dinç Bilgin ve saz arkadaşları.

Aynı durumda olan, devlete verecek parası olmayan ama Aydın Doğan'a sövmek için gazetelere ilan verecek parayı bulan Halis Toprak.

Devlete 6.2 milyar dolar borç takan ve şimdi 5 vereyim anlaşalım diyerek zulasındaki paraları ortaya çıkarmaya hazırlanan Mehmet Emin Karamehmet.

Ve artık herkesin kim olduklarını gayet iyi anladığı Uzan Ailesi.

Bu ülkenin saygın işadamları, Koç'lar, Sabancı'lar, Ezcacıbaşı'lar, Zorlu'lar ve daha onlarcası Aydın Doğan'ı karalamıyorlardı. Aydın Doğan'a saldıranların kimlikleri ortadaydı.

Bütün bunlar birkaç saniye içinde kafamdan geçti. Arkadaşıma baktım, ‘‘Üzülüyorum ama gurur da duyuyorum’’ dedim.

Anlamadı.

Uzan'lar, Karamehmet'ler, Bilgin'ler Aydın Doğan'ı sevseydi ‘‘utanırdım’’.

Başbakan’ı takip etmedik

YILBAŞINDAN
önceki gün, yani 30 Aralık günü Kanal D Haber'in Ankara Bürosu'ndan arkadaşlar aradı:

‘‘Başbakanlık'tan bir ricada bulundular. Başbakan yeni yıla Safranbolu'da ailesi ile birlikte girecekmiş. Bir günlük bir tatil yapmak istiyormuş. Acaba bu tatilde Başbakan'ı takip etmeseniz olur mu diye soruyorlar.’’

Son derece insani bir rica.

İnsan hangi makamda, hangi mevkide olursa olsun, bir ya da birkaç gününü ailesine ayırmak, kafasını dinlemek, gazetecilerden, kameralardan uzak kalarak geçirmek isteyebilir.

Peşinde sürekli bir gazeteci ordusuyla gezmek, her anının görüntülenmesi, attığı her adımın göz önünde olması insanın hoşuna gidecek bir durum değildir.

‘‘Tamamdır çocuklar. Madem bir günlük bir tatil yapmak istiyor. Biz Safranbolu'ya muhabir yollamıyoruz’’ dedim.

Bizim haber müdürü Bülent Çöltekin, ‘‘Fatih hata ediyorsun. Bizden başka kimse dinlemez. Herkes yollar. Geride kalırız’’ diye uyardı. Dinlemedim.

İnsani bir isteği karşılamak, bir aile babasının ailesiyle huzur içinde bir terk gün geçirmesine imkan sağlamak benim için her haberden daha değerliydi.

Kanal D Haber bu geziye muhabir yollamadı.

Sonra bu gezide gelişen olayları duydum. Bülent haklı çıkmıştı.

Bırakın muhabir yollamayıp adamı rahat bırakmayı, tam aksine bir muhabir Başbakan'la tatsız bir tartışmaya girmiş, Başbakan muhabiri ‘‘sarhoş’’ olmak suçlamıştı.

Muhabir mi Başbakan'ın damarına basmıştı yoksa Başbakan mı öfkesine yenik düşmüştü bilmiyorum.

Orada muhabirim olmadığı için bilgi de alamadım.

Ama ben bizim mesleğin mensuplarının gerek siyasetçi, gerek sanatçı olsun diğer insanların özel hayatlarına asgari düzeyde saygı duyması gerektiğini düşünüyorum.

Onların yaşamlarının da ‘‘kamuya mal olmaması gereken’’ bölümleri var. Olmalı...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi haklılığımızın başkalarının haklılığını engellemeyeceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

İran, Türkiye ve ABD

3 Ocak 2004
<B>İRAN'</B>daki depremin ardından ABD'nin İran'a yardım malzemesi ve yardım ekipleri yollaması, iki ülke ilişkileri arasında bir <B>‘‘yumuşama’’ </B>habercisi olarak algılandı. ABD'den uzanan dostluk eline İran Meclis Başkan Yardımcısı, ‘‘Bu iyi niyet jestine İran'ın karşılık vermemesi düşünülemez. ABD yönetiminin bu tavrını parlamentoda değerlendirdikten sonra benzer bir yanıt verileceğine eminim’’ karşılığını verdi.

Ancak bu tavırlara bakıp ‘‘iyi niyetli’’ olmak için henüz vakit çok erken.

İki yıl önce, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, New York'ta ölenler için ABD ile aynı anda ‘‘anma töreni’’ yapan tek ülke İran'dı ve o günlerde de benzer bir olumlu hava esmiş ancak gerisi gelmemişti.

ABD'de politika oluşturan ‘‘dinamikler’’ İran ile ilgili üç farklı görüş üretiyorlar.

Bunlardan birincisi, diplomatik ilişkilerin hemen başlatılmasını istiyorlar. Başta Hatemi gibi reformcu bir cumhurbaşkanı varken ilişkileri düzeltebiliriz diye düşünüyorlar.

İkinci grup ise bu kadar iyi niyetli değil. Onlar İran'daki devrim sürecinin sona erdiğini, ambargo ile zaten tükenmekte olan İran'ın pek yakında kendi kendine dize geleceğini ve ABD'ye yanaşacağını iddia ediyorlar.

Üçüncü grup ise şahinler. Bunlar İran'a yönelik olarak da Irak harekátının bir benzerinin yapılmasını istiyorlar.

Başkan Bush, bu üç görüşü biliyor ve dengeli bir tavır almaya çalışıyor.

Ancak başta da dediğim gibi bugünden yarına ‘‘olumlu’’ bir gelişme beklemek hayal.

Başkan Bush, dünkü basın toplantısında ‘‘Bu durum İran'la ilişkilerin hemen başlayacağı anlamına gelmez’’ diyerek bu durumu özetledi.

Ancak perde arkasında İran ile ABD arasında bazı ‘‘şeylerin’’ yaşanacağı kesin.

Ankara 1 Mart tezkeresi sonrası başmbaşka bir zemine oturan Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini kararlaştırırken, o perdenin arkasında neler olabileceğini de hesap etmek zorunda.

Magazin terörüne dur diyecek meslek örgütü yok mu?

OKAN Bayülgen
aradı. Perşembe akşamı ‘‘tatsız’’ olaylar yaşamış. Dertlenmiş. Paylaştı.

Okan ve kız arkadaşı Cansu Dere, Mayadrom alışveriş merkezinden çıkarken, Okan'ın deyimiyle ‘‘paparazzilere enselenmişler’’.

Fotoğraflar çekilmiş, kameralar görüntü almış.

Okan'la Cansu da otomobile binip uzaklaşmışlar.

Fakat Etiler'e doğru Okan arkadan gelen bir otomobilin kendini sıkıştırdığını fark etmiş.

Kim olduğunu anlayamadığı için de paniklemiş.

Haksız da değil, memlekette her taraf mafya.

Gazlamış.

Birden peşindeki araçların sayısı ikiye çıkmış.

Okan o sırada yolun kenarında bir polis otosu görmüş, hemen durmuş ve yine kendi anlatımıyla ‘‘polislere sığınmış’’.

‘‘Beni takip ediyorlar. Korkuyorum’’
demiş.

İşin ilginci, o durunca peşindeki araçlar da durmuş ve içinden kameralarıyla muhabirler çıkmış.

Okan şaşkın, polisler şaşkın.

Polis ‘‘Şikáyetçi misiniz?’’ diye sormuş.

Okan gazetecileri görünce, ‘‘Şikáyetçi olsam ne olur, olmasam ne’’ diyerek değilim demiş.

Tekrar yola koyulmuş.

Arkasındaki takipçiler de peşinden.

Peşindeki iki araç káh sıkıştırarak, káh önünü keserek epey bir turlamışlar.

Okan soruyor: ‘‘Abi ne yapayım? Kaza yapıp ölmemi mi istiyorlar? Gazeteci olduklarını anlamayıp otomobille üstlerinden geçmemi mi istiyorlar? Ne istiyorlar? Tamam işlerine saygım var ama bunu bir terör haline getirmeleri gerekli mi? Biz insan değil miyiz? Bizim hakkımız yok mu?’’

Okan'
a bir yanıt veremedim.

Umarım meslek örgütleri verir.

Sözünü tut İDO

YILLAR
önce, Bülent Ecevit başbakanken bir yazı yazmıştım. İstanbul Deniz Otobüsleri vatandaşa çok önemli bir hizmet veriyordu ama akaryakıttaki KDV yüzünden, bu hizmeti pahalı olarak verebiliyorlardı.

İDO Genel Müdürü Şeref Dikyar da bu duruma isyan ediyordu.

‘‘Bize verilen akaryakıttan alınan vergiyi kaldırsınlar veya indirsinler. Biz vatandaşı ucuza taşıyalım. Buna karşılık da ben Sayın Başbakan'ın veya onun istediği birinin adını yeni alınacak bir deniz otobüsüne vereyim’’ demişti

Ben de bunu yazmış ve ‘‘Rahşan Ecevit Feribotu’’ demiştim.

Bülent Ecevit o günlerde bu talebi pek tınmadı.

Ancak şimdi deniz araçlarına satılan akaryakıtta ÖTV indirimi yapıldı.

Bunu yapan Başbakan mı, Maliye Bakanı mı kim, bilmiyorum.

Ancak Şeref Dikyar'ın bana verdiği sözü tutması gerek.

İlk alınacak deniz otobüsüne onların istediği bir isim verilsin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İdeolojik gözlüğün, gerçekleri çarpıtmaktan başka işe yaramadığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Vay benim Köse Erol'um

2 Ocak 2004
<B>Geçenlerde</B> vurulan Erol Köse'yi yıllar öncesinden tanırım. Komedi Dans Üçlüsü'nün komedyeni olduğu dönemlerden.

Sonrasında müzik yapımcısı oldu.

Uyanık, tatlı düzenbaz bir adamdı.

Zaman zaman sıkıntıya düşünce arardı. Ben de elimden geldiğince ona yardım etmeye çalışırdım.

Sonra Uzanlar'la tanıştı. Daha doğrusu Hakan Uzan'la..

Hakan Uzan, o zamanki eşi Yeşim Salkım'a müzik şirketi kurarken Erol Köse ile ortak oldu.

O günden sonra Erol Köse, Uzan biraderlerin ‘‘Mütemmim cüzü’’ haline geldi.

Hakan Uzan'ın yanından ayrılmıyordu. Eğlenceden çapkınlığa her işte birlikte oldukları söyleniyordu.

Erol Köse de birden zenginleşmişti.

Eski arkadaşlarına hava atarken otomobilinin bagajında 1 milyon dolarla dolaştığını söylüyordu.

Dediğim gibi Hakan Uzan'ın yanından ayrılmıyordu.

Ayrı düştükleri zaman da sık sık telefona sarılıp, Uzan kardeşleri arıyordu.

Bu aramalarla alay eden arkadaşlarına, ‘‘Sevgili patronumu arayıp yalakalık yapmam gerek’’ deyip gülüyordu.

Bu durum yıllarca sürüp gitti.

Uzan kardeşlerin has adamı haline gelen Erol Köse ile bu dönemde hiç görüşmedik.

Ne aradı, ne sordu, ne de eskiden olduğu gibi yardım istedi.

Hali, vakti, keyfi yerindeydi.

Sonra Uzanlar'ın işleri, Erol Köse'nin de Uzanlar'la arası bozuldu.

Sağda solda Uzan Ailesi hakkında atıp tutuyordu.

Vurulduğu günden bir gün evvel, yıllardır beni aramayan Erol Köse'nin beni arayacağı tuttu.

Telefonuna çıkmadım.

Ardından tanıdığı muhabir arkadaşlarıyla haber ve telefon numarasını yolladı.

Benimle görüşmek istiyordu. Söyleyeceği çok önemli şeyler vardı. Bunları bir tek ben değerlendirebilirdim.

Erol Köse öyle diyordu.

Aramadım.

Aramazdım, çünkü Erol Köse benim paramla beş para etmezdi.

Yıllarca Uzanlar'ın dibinde dolaşmış, onurunu onların ayaklarının altına sermişti.

Her türlü işlerini yapmıştı.

Ve şimdi arası bozulunca beni arıyordu.

Bana bilgi vermeyi teklif ediyordu.

Ama bu teklife evet demedim.

Ben düşmanımla bile ‘‘Şerefli’’ bir şekilde mücadele etmeyi severim.

Bu şekilde değil..

Erol Köse'yi aramadım..

Bir gün sonra vurulduğu haberi geldi.

Yine de üzüldüm.

Acaba o tatlı fırlama Erol, Hakan Uzan'la dolaşıp beraber yer, beraber içer, beraber çapkınlık yaparken aklından bacağından vurulmak geçer miydi hiç!

Fatih Camii’nden Nişantaşı kaç kilometre

Yılbaşı akşamı her zaman olduğu gibi evdeydik. 31 Aralık gecelerini evde geçirmeyi severim. Eş, dost toplanır yer içer muhabbet ederiz.

Gece yarısına doğru birisi, ‘‘Herkes Nişantaşı'na gidiyor. Çok güzel olacakmış. Gidip bir bakalım mı?’’ dedi.

Toparlandık düştük yola.

Nişantaşı'na çıkan yollar kapalı.

Otomobillleri bırakıp son birkaç yüz metreyi yürüdük.

Aman Allah o ne!

Havai fişekler patlıyor, spotlar gökyüzünü aydınlatıyor. Vali Konağı'nın yüz metre ilerisine konulmuş paltformda gruplar müzik yapıyor.

Ve ben diyeyim 10 bin siz diyin 30 bin kişi eğlenip dans ediyor. 1 yaşında bile olmayan bebek de var, 70'ini aşmış amca da.

Sokaklarda mangallar kurulmuş, tezgahlarda alkollü alkolsüz her türlü içki satılıyor.

Süper bir curcuna, müthiş bir eğlence.

Nişantaşı'nın Paris'ten, Roma'dan, Milano'dan, Londra'dan, Floransa'dan, New York'tan, Barcelona'dan, Madrid'den hiç farkı yok.

Bizim gruptan birisi, ‘‘Avrupa Birliği'ne girmişiz’’ bile dedi.

‘‘Nişantaşı girmiş’’ dedim.

Sabah işe giderken geçtiğim Kocasinan girmemişti, Habipler de girmemişti.

Yozgat ve Hakkari de girmemişti.

Ama Nişantaşı'nda eğlenenler arasında Kocasinan'dan otobüsle oraya gelen gençler de vardı, nüfus kağıtlarında doğum yeri olarak Yozgat veya Hakkari yazanlar da.

Birkaç gün önce Fatih Camii'nden gelen görüntülerle kararan içimiz, Nişantaşı'nda gördüklerimizle aydınlanıyordu.

Türkiye aslında buydu.

Hem Nişantaşı, hem de Fatih Camii'nin avlusu.

İkisinin arasında kuş uçuşu 10 kilometre ya vardı, ya yoktu.

İkisi de İstanbul'du.

İkisi de Türkiye'nin gerçeğiydi.

Birbirimize tahammül ederek yaşamayı öğrendikçe sorunumuz olmayacaktı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

En çağdaş rejimin, yurttaşlarını mutlu eden rejim olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku