Fatih Altaylı

Paşa'nın elinde ‘ihanetmetre’ mi var?

20 Ocak 2004
<B>EGE </B>Ordu Komutanı <B>Hurşit Tolon </B>Paşa konuştu. Allah'ı var açık konuştu. Kıbrıs'ta çözüm isteyenler hain, İngiltere ve ABD düşman.

Kıyafeti sivil olduğu için konuşmaları Genelkurmay Başkanlığı'nı bağlar mı bağlamaz mı bilemiyorum.

Herhalde bağlamaz.

Çünkü Genelkurmay Başkanı'nın Genelkurmay adına açıklama yapabilecekler listesinde ‘‘Ege Ordu Komutanı’’nın adı yoktu. Gerçi o listede Kara Kuvvetleri Komutanı'nın da adı yoktu ama onun açıklaması sahiplenildi.

Bakalım Tolon Paşa'nın açıklaması ne olacak?..

Biz şimdilik açıklamanın Genelkurmay adına yapılmadığını ve Orgeneral Hurşit Tolon'un şahsi fikirleri olduğunu varsayarak konuyu ele alalım. Tolon, Kıbrıs'ta ‘‘Ver kurtul diyenler var’’ diyor ve Kıbrıs'ta çözüm isteyenleri ‘‘Hain’’ olarak nitelendiriyor. Bence çok yanılıyor. Bu iş akıllı bir hesap işi.

Kıbrıs'ta çözümsüzlük Türkiye'ye ne kaybettiriyor, ne kazandırıyor?..

Önce sağlıklı bir biçimde bunu hesaplamak lazım.

Eğer Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün Türkiye'ye kaybettirdikleri, kazandırdıklarından fazla ise asıl ihanet Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü savunmaktır.

Üstelik de Türkiye, Kıbrıs için masaya oturmaya hazırlandığı ve çözümsüzlüğü isteyen tarafın Rumlar olduğunu göstermek istediği bir dönemde çözümsüzlüğü savunan bu açıklamayı yapmak, iyiden iyiye ‘‘işbilmezliktir’’.

Dün Türkiye'nin önemli gruplarından birinin başkanıyla yemekteydik. Kıbrıs'ta çözüm olasılığının Türkiye'nin önünü çok açacağını söylüyordu.

Şöyle bir baktım.

Tolon Paşa'nın kriterlerine göre ‘‘bir hainle’’ yan yana oturuyordum. Öyle bir haindi ki, başında olduğu grup Türkiye'ye milyarlarca dolar yatırım yapmıştı.

En az 40-50 bin kişiye istihdam yaratıyor, Türkiye'ye her yıl milyar doların üzerine vergi ödüyordu.

Yıllık ihracatı milyarlarca dolarla ifade ediliyordu. Bu ülkede yaşıyor, bu ülkenin sorunlarıyla boğuşuyordu.

Yabancı ortaklıklar kuruyor, elin parasını bu ülkeye çekmeye çalışıyor, birkaç vatandaşına daha istihdam yaratmak için çırpınıyordu.

Ama ‘‘Tolon Paşa kriterleri’’ne göre vatan hainiydi.

Çünkü Kıbrıs'ta çözüm istiyordu.

Orgeneral Tolon'a şunu hatırlatmak isterim.

Bir ülkede rütbesi veya makamı ne olursa olsun kimsenin kimseye kendisi gibi düşünmediği için hain deme hakkı yok.

Unutmasın ki, bazen hesapsız tavır sergileyenlerin ülkelere verdiği zararı, bir hain ordusu bir araya gelse veremez.

Çalmak yasak, yapmak serbest

ZAMAN zaman dünyanın çeşitli ülkelerindeki abuk sabuk yasalardan söz edilir.

Bunlar bazen kitap, bazen internet geyiği olur.

Bizim Ceza Yasamız da bu konuda benzerlerinden geri kalmamak için çabalıyor.

TCK'nın ‘‘ön ödemeye dayalı’’ maddelerindeki para cezaları yeniden düzenlendi. Buna göre umuma açık yerlerde ‘‘müstehcen şarkı çalmanın cezası’’ 4 milyar 542 milyon liradan 5 milyar 837 milyon liraya yükseltildi.

Buna karşılık halka açık yerlerde ‘‘cinsel ilişki kurmanın’’ cezası 424 milyon lira ile 668 milyon lira arasında değişecek. Seks içerikli şarkı 5 milyar 837 milyon, bizzat seks yapmak 424 milyon ile 668 milyon arasında.

Anlamadığım bir nokta da bu 200 küsur milyonluk fark.

Acaba izleyici sayısına göre ceza artacak mı?

Savcı hatalıysa soruşturulur alenen uyarılmaz

ÖNCEKİ akşam eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, Teke Tek'e konuk oldu.

Yargının sorunlarını konuştuk.

Ana eksenimiz yargı bağımsızlığıydı. Sami Selçuk, yargının sadece ‘‘yürütme’’den değil kendinden de bağımsız olması gerektiğini söyledi.

Bunun üzerine Sami Selçuk'a bir soru sordum.

‘‘Savcı’’ Suha Aldan'a, içine bazı yargı mensuplarını da alan bir soruşturma yürüttüğü sırada hem Danıştay, hem Yargıtay başkanlarından, hem de Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili'nden uyarılar yapıldığını hatırlattım.

Ve ‘‘Bu da bağımsız yargıya bir müdahale değil mi?’’ dedim.

Sami Selçuk gecenin tek tutarsız yanıtını verdi:

‘‘Sayın Savcı da yaptığı açıklamalarla fazla ileri gitmişti. Bir uyarı lazımdı.’’

Bu yanıta hiç ama hiç katılamadım. Bir savcı, içinde Yargıtay, Danıştay üylerinin ve bazı hákim ve savcıların da adının geçtiği bir soruşturma yürütüyor.

Bu soruşturma sırasında savcı yasalara uygun olmayan bir davranış sergilerse bunun karşılığı savcıya aba altından sopa göstermek değildir.

Savcının hatası varsa eğer, bu da yine yargının kendi içinde çözülür. Savcı hakkında soruşturma açılır, suçlu bulunursa suçuna uygun bir ceza verilir. Ama savvcının hata yaptığı düşünülerek ona yönelik açıklamalar yapılmaz. Yapılırsa bu adalete baskının ağababası olur.

Adalete baskıyı sadece siyasiler değil, bizzat adalet mekanizmasının içindekiler de yapabilir.

Hákimlerin, savcıların zan altında olduğu bir ortamda, soruşturma yürüten bir savcıya yönelik bu uyarılar, yargıya güveni azaltmaktan başka hiçbir işe yaramadı.

Yapanların haberi olsun.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

En çok, en sevdiklerimize kızmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Neden bu Galatasaray düşmanlığı

19 Ocak 2004
<B>GALATASARAY'</B>ın Bağdat Caddesi'ndeki mağazasına taşlı sopalı bir grubun saldırdığını pek yazan olmadı. 50 metre ilerde bulunan polislerin bu olayı izlemekle yetindiğini de. Ama Fatih Terim'in kendisine iki gün üst üste küfürler savuran bir ‘‘terbiyesize’’ yanıt vermesi birinci sayfalara taşındı. İstanbul Emniyeti de Galatasaray'ın mağazasına yapılan saldırıyla ilgili bir açıklama yapmadı. Acaba Beşiktaşlı Celalettin Cerrah aynı şey bir Beşiktaş mağazasına yapılsa bu kadar tepkisiz kalır mıydı? Fenerbahçeli yönetici H. Bilal Kutlualp spor muhabirlerini dövmekle tehdit etti. Fenerbahçe medyası bunun bile üzerine gidemedi. Bakıyorum hálá Kutlualp'in çevresinde dolanıyorlar. Aynı şeyi bir Galatasaraylı yönetici yapsaydı neler yaparlardı kimbilir. Galatasaray şimdilerde iyiye gidiyor ya, onu bile engellemeye çalışıyorlar.

Özhan Canaydın, Fatih'in yerine Tigana'yı getirecek haberleri tam bugünlerde yayınlanıyor.

Ben bugün Galatasaray yöneticisi olsam, Galatasaray'ın kapılarını Galatasaray düşmanı medyanın suratına kapatırdım. Düşmanımın evimde işi olmaz diye.

Çünkü iş haberciliği aştı. Gerçek bir düşmanlığa dönüştü.

Adalet'teki rezalet Cumhurbaşkanı'na sunulacak

ADALET
Bakanı Cemil Çiçek hakkındaki cuma günü yayınlanan yazımda ne kadar haklı olduğum ortaya çıktı.

‘‘Müthiş iddialar’’a sanki yokmuş gibi davranıldı. Herkes serbest.

Oysa iddiaların kaynağı bir savcılıktı.

Ortada iki şık var.

Mesleki dayanışma veya hesabı kapalı kapılar arkasında görme arzusu.

Yani ya hakimler dayanışma içinde bir ‘‘örtbas’’ operasyonu yaptılar ya da adalet sistemi zarar görmesin diye olayın üstü kapatıldı ama adı geçenler zaman içinde sessiz sedasız görevden uzaklaştırılarak cezalandırılacaklar.

Gerçi çevremdeki pek çok kişi Danıştay Başkanı'nın çıkışı ve ardından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Yardımcısı'nın savcı Aldan'a yönelik sert uyarısının ardından olaya bir ‘‘örtbas dayanışması’’ gözüyle bakıyor ama ben çok o kanatte değilim.

Adalet Bakanlığı, yargıdaki büyük ‘‘rezalet’’le ilgili olarak bütün bilgileri ve belgeleri bir araya getiriyor.

Geniş bir dosya hazırlanacak ve bu dosya bizzat Bakan tarafından ‘‘Çankaya’’ya çıkarılacak ve Cumhurbaşkanı'na teslim edilecek.

‘‘Durum bu. Ne yapalım’’ denilecek.

Çok da iyi yapılacak.

Çünkü suçluluk psikolojisi içindekiler, emirlerindeki kurumun yıllardır yıpranmasına göz yumup kendi söküğünü dikemeyenler şimdi ‘‘panikte’’.

Yaygaraya başladılar.

Hükümet de rejim meselesi haline getirilip elinde patlatılacak bu bombayı ‘‘devletin ve milletin’’ en üst kurumuna götürüyor.

Bakalım yargıdan gelen Cumhurbaşkanı bu dosyayı alınca ne yapacak?

Sadece medyayı karalamak mı serbest

HAKİM
ve savcılar arasında ‘‘çürük elmalar’’ olabileceği tartışması başlayınca adalet mekanizmasının önemli kurumlarının başında bulunanlar hemen kurumlarını korumaya başladılar.

Aklımda kalan en önemli ve en geçerli savunma ‘‘Her kurumda bazı çürükler çıkabilir. Ancak bu çürükler o kurumun toptan karalanmasına gerekçe olamaz’’ şeklindeydi.

Doğru. Her kurumda çürükler var ve bu çürükler o kurumun tamamına mal edilemez.

Bu durumun tek bir istisnası var.

Medya...

Bizim içimizde de çürükler var. Bunların bazılarını biliyor, bazılarını duyuyor, bazılarından ‘‘dedikodu’’ boyutunda haberdar oluyoruz. Ama bizde hiç kimse kişilerden bahsetmiyor ve medya ‘‘toptan’’ bir karalamanın kurbanı oluyor. Ancak medyanın da önemli bir kusuru var. Mesleki kurumların başındakiler diğer kurumların yöneticilerinin aksine medyayı koruyacağına, medyayı herkesten çok onlar karalıyor.

Oysa onların görevi karalamak değil, içindeki çürükleri bulup çıkarmak, hiçbir şey yapamıyorsa teşhir etmek.

Hal böyle olunca bu mesleğin onurlu insanları da karalamaların kurbanı oluyorlar. Kirli ilişkilerden en uzak duranlar, akçeli işlerden kendini en fazla sakınanlar bu pis dezenformasyonun altında eziliyorlar.

Bu mesleğin ‘‘sözde etikçileri’’ de gerçekleri değil, kendi menfaatlerine uygun düşenleri yazıyorlar.

Daha da ötesi pek çok gerçeği yazamıyor, susup oturuyorlar.

Adalet bu ülkeye her şeyden çok lazım, bu yüzden kurum olarak ayakta kalmalı, yıpratılmamalı.

Buna katılmamak mümkün değil.

Peki medya da bu ülkeye lazım değil mi?

Onu niye haksız yere karalıyorsunuz?..

Böyle tasvirler şart mıdır?

UÇAKLAR
düşüyor, pilotlarımız şehit oluyor. Dünyanın her yerinde oluyor. O güzel mesleğin kötü tarafı da bu. Kazalara; şehit olan pilotlarımıza üzülüyoruz. Ama beni daha çok üzen ‘‘muhabirlerimizin’’ olayı ‘‘yazma’’ ve gazetelerimizin ve televizyonlarımızın da bunu ‘‘kullanma’’ biçimi. Şöyle diyoruz: ‘‘Uçağın parçaları geniş bir alana yayıldı. Bu arada şehit olan pilotomuzun cesedinin parçaları da güçlükle toplanıyor.’’ Allah aşkına, kendinizi o şehit pilotun ailesinin yerine koyun. Sevdiğiniz insanla ilgili olarak duyduğunuz son sözlerin bunlar olmasını ister misiniz? Bu sözlerin kime, ne yararı var. Zaten aileler büyük bir olasılıkla evlatlarının, eşlerinin, babalarının ölümünü bu haberle duyuyorlar. Bu acının üzerine bir de ‘‘gereksiz tasvirler’’. Ne olur biraz dikkat edelim. O pilotlar birer makine değil, birer insan. Onların da arkalarında bıraktıkları sevenleri var.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Hakkını koruyamayana kimsenin hak vermediğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu ödül de nereden çıktı

17 Ocak 2004
<B>MEHMET Emin Karamehmet </B>son derece uyanık bir işadamı. Türkiye'de kurduğu düzen taşa takılıp tökezleyince Türkiye'deki siyasetçileri etkilemek için <B>‘‘iş bitirici’’ </B>bir ekip kurdu. Bunların içinde ‘‘gazeteci’’ kılığında dolaşanlar da vardı, üst düzey profesyonel yönetici kılığında dolaşanlar da.

Gazeteci olanlar ‘‘iktidar’’ değişince iş bitiremez oldular.

Diğerlerinin durumu ise birkaç gündür ortada.

Karamehmet Türkiye'deki iktidarı ne yaptı, ne ettiyse etkileyemedi.

Şimdi bunun için çok daha karmaşık bir formül buldu.

Karamehmet AKP iktidarının, ABD ile bozulan ilişkilerini düzeltmek için ABD'deki ‘‘Musevi lobisi’’nden medet umduğunu gördü.

Hemen planlarını ona göre değiştirdi.

Gitti, ABD'deki en etkin Musevi kuruluşlarından JINSA'yı desteklemeye başladı.

JINSA'nın Richard Perle gibi ‘‘profesyonellerini’’ bağladı.

Büyük ihtimalle JINSA'ya hayli bir ‘‘yardım’’ yaptı.

Şimdi ABD'nin etkin Yahudi kuruluşu JINSA, Karamehmet'e çalışıyor.

Ve Başbakan'ın önümüzdeki hafta sonu başlayacak ABD gezisinde JINSA, Karamehmet'e büyük bir ‘‘kıyak’’ yapacak.

29 Ocak günü Washington'da Mayflower Hotel'de yapılacak bir törenle Mehmet Emin Karamehmet'e ‘‘Distinguished Leadership Awarad’’ yani ‘‘Seçkin Lider Ödülü’’ verecekler.

JINSA bu ödülü duyururken Mehmet Emin Karamehmet'i de ‘‘Teröre karşı savaşta müttefikimiz ve dostumuz’’ diye tanımlıyor.

Çok merak ediyorum Mehmet Emin Karamehmet, 6 milyar doları aşan borcu Türkiye'ye değil de İsrail'e ‘‘takmış’’ olsaydı JINSA bu ödülü yine verir miydi?

Başbakan eğer bu ödül törenine katılırsa (hiç sanmıyorum ama), JINSA yöneticilerine ‘‘Madem bu kadar seviyorsunuz. Borcunu da siz ödeyiverin’’ derse JINSA'cılar ne yanıt verir.

NOT: JINSA, Jewish Institute for National Security'nin başharfleridir. Ulusal Güvenlik İçin Yahudi Enstitüsü anlamına gelir..

Yengesine bunu yapan millete neler yapmaz

MİLLİYET Gazetesi dün ‘‘enfes’’ bir gazetecilik yaptı ve Cem Uzan'ın, kardeşinin eski eşi ile yaptığı bir telefon konuşmasını haberleştirdi.

Detayını burada yasal nedenlerle veremediğim konuşmada Cem Uzan, gelinleri Yeşim Salkım'a benim şimdiye dek duymadığım küfürler savuruyor ve ‘‘Sen şeytansan ben iki kere şeytanım’’ diyor. Konuşmanın yapılış gayesi Salkım'ın, Hakan Uzan'dan ayrılmasını sağlamak.

Cem Uzan bu amaçla Yeşim Salkım'a ağır hakaretler ve tehditler savuruyor.

Milliyet bu haberi yayınlayınca, bizim meslektaşlar arasında ‘‘Bunu haber yapmak ne kadar doğru?’’ diye bir tartışma başladı.

Cem Uzan sıradan bir kişi, sıradan bir işadamı olsa, bu konuşmayı haber yapmak büyük yanlış.

Çünkü bu devletin kayıtlarına girmiş de olsa ‘‘özel’’ bir telefon konuşması ve halkı ilgilendiren bir tarafı yok. Öyle olunca da, bu konuşmayı yayınlamakta bir ‘‘kamu yararı’’ yok.

Yayınlanmamalı.

Ama Cem Uzan sıradan bir insan, sade bir işadamı değil.

Cem Uzan siyasete iddialı laflarla girmiş, Türkiye'nin yönetimine talip olmuş bir kişi.

‘‘Başbakan’’ olacağım diyor.

O zaman iş değişiyor.

Başbakan olacağını iddia eden, halktan oy ve destek isteyen birinin ‘‘nasıl biri’’ olduğunu göstermek açısından bu telefon konuşmasının içeriği değer taşıyor.

Yani iş birden ‘‘özel hayattan’’ çıkıyor.

‘‘Kamu yararına’’ dönüşüyor.

Kendi kardeşinin eşine, ‘‘Senin ananın .... beton döktürürüm, kimse .......mez’’ diyen bir başbakana sahip olup olmama kararını vermemizi sağlayacak bir konuşmanın yayınlanmasında ‘‘kamu yararı’’ vardır.

O nedenle de Milliyet'in yaptığı ‘‘etik’’ açıdan son derece doğrudur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sevgiyi kötüye kullanmanın, kullanılana değil, kullanana zarar verdiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

G.Saraylı’ya saldırmak serbest

16 Ocak 2004
<B>ŞU </B>Türk spor basını hakkında bir şey söylediğim zaman kabahat oluyor, ama ben haklıyım. Üstelik haklılığımı Kazım Kanat gibi ‘‘mesleğin eskisi’’ spor yazarları bile teslim etmeye başladılar sağolsunlar.

Dün gazetelerde bir haber: ‘‘Fatih Terim, Fenerbahçe taraftarını tokatladı.’’

Sanırsın ki, Terim adamın Fenerbahçe formasını gördü ve gitti yekten tokadı bastı.

Hayır, iş öyle değil.

Fenerbahçe taraftarı bir Pfizer çalışanı, Terim'e akşam küfrediyor. Doymuyor, ertesi gün bir daha sataşıyor. Terim tepki gösterince arkadaşları da sataşmaya başlıyor ve sonunda arbede çıkıyor.

Ama ‘‘şerefli’’ Türk spor basını bunu, ‘‘Terim, Fenerbahçeliyi tokatladı’’ diye veriyor.

Basının tavrı bu. Aynısı başıma geldiği için biliyorum. Kendi stadımda, kendi locamda Fenerbahçelilerin tacizine uğruyorum, karşılık verince suçlu ilan ediliyorum.

Galatasaraylılar öyle olacak ki, küfrü yiyecekler, dövülecekler, öldürülecekler, ama karşılık vermeyecekler.

Çünkü kendilerini korumaları bile basına göre kabahat.

Aynı spor basını, Galatasaray'ın Bağdat Caddesi'ndeki mağazasının taşlı sopalı saldırıya uğradığını, camının çerçevesinin kırıldığını, 50 metre mesafede bulunan polisin olayı sadece seyrettiğini yazmıyorlar.

Suçlu hep Galatasaraylılar.

Ama kabahat spor basınında değil, basiretsiz yönetimde.

Yönetim vurana öbür yanağını uzatıyor, vurulan Galatasaraylıya ise sahip çıkmıyor.

Çünkü başkan, ‘‘Enel Galatasaray’’ diyor. Başkana saldırılmadıkça Galatasaray'a saldırılmış sayılmıyor.

Eh, bir Fenerbahçelinin değil Özhan Canaydın'a saldırmak onu el üstünde tutacağına göre saldırı serbest.

Böyle yönetime böyle muamele.

Adalet Bakanı enayi olsaydı ne yapardı?

YARGI
ile ilgili pek çok yazı yazdım. Yargının güvenilir olması, adaletin satın alınabilir olmamasıyla ilgili daha çok.

Büyük önemli davalarda ‘‘ilginç’’ kararlar çıkmasını eleştirdim. Dedikoduların yargıyı yıprattığını belirtip bunların bazılarını köşeme de taşıdım.

Bir gazeteci, hele benim gibi pek çok davası olan bir gazeteci için bunları yazmak çok kolay değildir. Ben yazdım. Hatta bunları yazdığım için bizzat yüksek yargı organlarının başındaki kişiler tarafından dava edildim. Danıştay Başkanı, değerli hukukçu Nuri Alan beni dava etti.

Şimdi bakıyorum, benim yazdıklarım ve ötesi bir bir ortaya çıkıyor. Umarım bunlar hasır altı, sumen altı edilmez. İnşallah yargı mensupları, meslektaşlarıyla ilgili konularda meslektaşı değil, mesleği ve adaleti koruyacak bir tavır içinde olurlar.

Dün Ankara'dan yükselen seslere kulak verdim.

Yargı camiası karışık... İlk günün şokunun ardından ‘‘savunma mekanizmaları’’ çalışmaya başladı.

Her zaman olduğu gibi meseleyi siyasi boyuta taşıyıp sulandırmak isteyenler var.

Dün bir yüksek yargı mensubu, ‘‘Adalet Bakanı, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun başkanı değil mi? Bu iddiaları araştırtıp oraya getirebilirdi. Orada gereği neyse yapılırdı. Ben olayın bu şekilde ele alınmasından rahatsızım. AKP yargıyı yıpratarak burada bazı operasyonlar yapmak istiyor gibi bir izlenime sahibim’’ diyor.

Bak, bak, bak...

Ne güzel savunma değil mi?

‘‘Adalet Bakanı, HSYK Başkanı olarak gereğini yapabilirdi.’’

Elbette yapabilirdi. Cemil Çiçek ‘‘enayi’’ olsaydı öyle yapardı.

Yargıyı temizleme işini yargıya bırakmaz, kendi HSYK'da kararları aldırır ve işi bitirirdi.

Peki sonra ne olurdu?

Ben söyleyeyim...

Hemen AKP'nin adalette kadrolaşmaya gittiği söylenir, kirli ilişkileri nedeniyle görevden alınanlar ‘‘Atatürkçü yargı mensuplarını görevden alıyorlar’’ diye yaygaraya başlar, olay birdenbire siyasi havaya girer ve biz bile farkında olmadan bu ‘‘düzgün olmayan yargı mensuplarını’’ korumaya başlar, Adalet Bakanı'na ve hükümete yönelik neşriyata başlardık.

Adalet Bakanı ‘‘akıllı’’ olduğu için böyle yapmadı.

Yargıya siyaseti bulaştırmadı ve ‘‘kendi pisliğinizi temizleyin’’ diye önlerine attı.

Açıkçası ben bu olayı çok önemsiyorum.

Türkiye temizlenecekse, bu temizliğin yargıdan başlaması gerektiğini, yargı temizlenmedikçe Türkiye'nin temizlenmeyeceğini düşünüyorum.

Memura ölçtürtmezler tabii

TSE'
nin mankenlere standart getirme çabası içinde olduğunu okuyoruz, dinliyoruz.

Doğrusu ben mankenin bir standardı olabileceğini düşünemiyorum. Her modaya, her modacıya göre ayrı bir manken kriteri var.

Kimi sıska manken kullanıyor, kimi normal kiloda. Kimi beyaz tenli seviyor, kimi floresan ampulü gibi olanı, kimi esmer.

Her akımın, her tarzın kendi mankeni var.

Türkiye'deki gibi hepsi birbirinin neredeyse kopyası mankenler ‘‘gerçek’’ moda dünyasında pek yok.

Bu yüzden de mankenlerin standardı olmaz. Ama tartışması var. Son olarak önceki gün Akşam'da okudum.

Mankenler TSE'ye isyan etmişler ve ‘‘Biz ölçülerimizi bir memura aldırmayız’’ demişler.

Eee, bunlar Türk mankeni. Onların ölçüsünü alsa alsa sosyete playboyları alır.

Hatta almaya bile gerek yok. Pek çoğunun ölçüsü çoktan alınmış, hazır bekliyordur.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye'deki iktidardan yasadışı taleplerde bulunmak için ABD'de lobilere para dağıtmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Turisti kazıklayan cezasız kalmasın

15 Ocak 2004
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>turizmde <B>‘‘güzel’’ </B>hedeflerden söz edince, benim de turizm aşkım depreşti. Açıkçası ben Türkiye'nin kısa vadeli kurtuluşunun turimzde olduğunu düşünenlerdenim. Bu yüzden de turizmi çok önemsiyorum. Yıllar önce turizmin Türkiye'deki bir numaralı sektör olduğunu yazmıştım.

Geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan rakamlar 2000 yılında turizmin dünyanın en büyük sektörü haline geldiğini gösterdi. 11 Eylül saldırılarıyla ve terör tehdidiyle bir darbe yemiş olsa da turizm geleceğin sektörü olacak.

Türkiye turizmle ilgili 1984 yılından beri önemli işler yapıyor. Rahmetli Barlas Küntay'ın açtığı bir yolda büyük hamlelerle ilerliyor.

Ancak turizmde 10 yılda yaptığınızı, birkaç günde yıkmak mümkün.

Ve işte size bir örnek. Japonya'da yaşayan bir okurumun bir Japon televizyonunda izlediği Türkiye ‘‘imajı’’.

Japonya nüfusunun hemen hemen yüzde onunu sürekli yurtdışında tuttuğu için turizmde Japonların payı büyük. Üstelik Japonlar gittikleri ülkede alışveriş yapan, para harcayan ve önümüze koyduğumuz ‘‘deniz-güneş-kum’’ dışındaki hedefin büyük müşterisi olan bir millet. Japonlar bu kadar çok seyahat ettikleri için de, televizyonlarında pek çok turizm programı var.

Geçen gün bunlardan biri yayınlanıyor. Okurumdan aktarıyorum:

‘‘Japonya'da televizyonlarda turizm tanıtım programları çok fazladır.

Yurtdışına çıkanlar bu programlarda konuşup, şurası iyiydi, burası böyleydi şeklinde yorumlar yapar. Ayrıca gidilen ülkeden satın alınan mallar bir televizyon programında o işin uzmanları tarafından ‘‘pahalı mı alınmış yoksa ucuz mu’’ diye değerlendirilir. Yani bir nevi kazık yemiş mi, diye bakılır. Bu program Japonların üzerinde inanılmaz etkilidir. Geçen ay ekrana çıkan iki Japon, Türkiye'ye gitmiş. Bizim ünlü halılarımızdan almışlar. Uzman, ‘Kaça aldınız?' diye sordu. Biri İstanbul'dan 2200, diğeri İzmit'ten 1700 dolara almış. Uzman halıyı elledi, çevirdi, epey inceledikten sonra ilk Japon'a dönüp, ‘‘Bu halı, değil 2200, 300 dolar dahi etmez. Maalesef aldatılmışsın!' dedi. İzmit'ten alınan için de, ‘Ancak 400-500 dolar eder' dedi.’’

Her vatandaşı potansiyel turist olan, her yıl turizme milyarlarca dolar akıtan bir ülkede işte Türkiye imajı.

Bir halıcı, bir rehber üç kuruş fazla kazanacak diye, üç kuruş fazla hanut alacak diye ortaya çıkan tablo.

Bir Japon'dan edilen 1900 dolar fazladan kár. Milyonlarca Japon'dan edilen milyarlarca dolar zarar.

Bu durum Türkiye'nin turizmdeki en büyük handikapı.

Turizm Bakanlığı'nın yapması gereken en önemli iş ise bu durumu denetim altına almak.

Hatta belki de bununla ilgili özel bir hukuki düzenleme getirmek.

Özelleştirmede açık artırma olmalı

ÖZELLEŞTİRME İdaresi'nin yaptığı her ihaleden sonra fiyatla ilgili tartışmalar oluyor. Genelde fiyat ‘‘düşük’’ bulunuyor.

Ben özelleştirmede ‘‘fiyat takıntılı’’ olanlardan değilim.

Zaman zaman ‘‘negatif fiyat’’a bile inanırım.

Yani 1 milyar dolar borcu olan, her yıl da 100 milyon dolar zarar eden bir KİT'in kuruluş değeri 999 milyon dolar bile olsa bedavaya satılmasından, hatta gerekirse üste para bile verilmesinden yana olabilirim.

Daha sonra bu şirket ehil ellerde kára geçince de ‘‘Bakın kárlı kuruluşu bedavaya verdiler’’ demem.

Ancak bazı kuruluşlar var ki, bunlar gerçekten çok kıymetli.

Pazar hazır, piyasada neredeyse tekel konumunda, teknoljisi çağdaş ve bir de kárlı.

Bu gibi şirketlerin satışında Özelleştirme İdaresi'nin uyguladığı satış yöntemi bana çok ‘‘doğru’’ gelmiyor.

Son örnek TÜPRAŞ ihalesi.

TÜPRAŞ değerli bir şirket. Bu şirkete Zorlu Grubu'nun liderliğindeki bir konsorsiyum 1,3 milyar dolar verdi. Şimdi ÖYK son kararı verecek ve TÜPRAŞ satılacak. Hükümet Zorlu Grubu'nu seviyor. (Yanlış anlaşılmasın ben de bu grubu çok takdir ediyorum.) Büyük ihtimalle onay çıkar. Ama fiyat tartışılacak.

Bu fiyat yüksek mi, alçak mı ben bilemem. Fiyatı az bulanlar çoğunlukta ama bence doğru fiyatı piyasa belirler.

Bu gibi ihalelerde en doğrusu zarflar açıldıktan sonra en yüksek telifin baz alınarak ‘‘açık artırma’’ yoluna gidilmesi.

Futbol Federasyonu bunu yıllardar başarıyla uyguladı.

1. Lig maçlarının naklen yayın hakları bir anda birkaç milyon dolardan önce 70 milyon dolara, oradan da 150 milyon dolara çıktı.

Bunun sırrı açık artırmadaydı.

Aynı yolun özelleştirme ihalelerinde de uygulanması zarar getirmez.

Getirse getirse kár getirir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye'de ahlaklıyla ahlaksızın, hukuka saygılı olanla hukuk tanımazın artık aynı kefeye konulmamasından mutluluk duyduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Türkiye Irak'ta oynamadan kazanıyor

14 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE </B>için dış politikadaki gelişmeler hep <B>‘‘loose-loose’’</B> yani <B>‘‘kaybet-kaybet’’ </B>şeklinde olurdu. Yani gelişme hangi yönde olursa olsun Türkiye uluslararası alandaki gelişmeden ‘‘kaybeden’’ taraf olurdu.

Irak'taki son dönem gelişmeler, Türkiye'nin dış politikadaki bu ‘‘bahtsızlığının’’ artık sona erdiğini gösterir nitelikte. Savaş öncesi ABD'nin ‘‘sıkı müttefiki’’ haline gelen Kürtlerin, savaş sonrası taleplerinin ABD yönetimini de artık sıkmaya başladığını ve Kürtlerin Irak'ta giderek güç kaybettiğini, Kürt grupların talep ettileri yönde bir ‘‘ikili federasyonun’’ ABD'nin gündeminde olmadığını ve ABD'nin Kürtlerden giderek uzaklaştığını bu köşede haftalardır okuyorsunuz.

İyi ki de okuyorsunuz yoksa düne kadar bağımsız Kürdistan tehlikesinden söz eden basının, dün ani bir dönüşle ABD'nin Kürtleri gerekirse vurmakla tehdit ettiğini yazması karşısında ‘‘şaşkına’’ dönebilirdiniz.

Irak'taki gelişmeler, Türkiye'yi son derece tedirgin eden ‘‘bağımsız Kürdistan’’ hayalinin giderek sönmekte olduğunu gösteriyor.

Bu köşenin okurları Ayetullah Ali Sistani adını hatırlayacaktır. Sistani şu an Irak'ın en güçlü adamı. Sistani'nin ‘‘Evet’’ demediği bir şeyin Irak'ta gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını daha önce de belirtmiştim.

Ayetullah Ali Sistani de Kürtlerin amaçlarından ciddi rahatsızlık duyuyor.

Bu konuda ABD'ye hiç ama hiç güvenmiyor. ABD'nin kapalı kapılar arkasında Kürtlerle gizli anlaşmalar yapabileceğinden ürken Sistani, Irak Anayasası ile ilgili olarak farklı bir sistem önermeye başladı.

Sistani Irak'ın yapısını belirleyecek anayasanın ABD'nin kontrolündeki ‘‘Irak Geçici Yönetim Konseyi’’ tarafından onaylanması ve ABD'nin olurunun alınmasıyla anayasanın yürürlüğe girmesi fikrine sıcak bakmıyor.

Geçici Yönetim Konseyi'nde Kürtlerin hak etmedikleri bir ağırlıklarının olduğunu ve konseyin ABD'ye yakın üyelerinin çokluğunu göz önüne alan Ali Sistani, anayasanın kabulü için yeni şartlar öne sürüyor.

Sistani'ye göre Irak Anayasası'nı kabul etmek Konsey'in işi değil.

Anayasanın kabulünden önce Irak'ta bir seçim yapılmasını ve hazırlanan anayasanın bu seçimle belirlenecek temsilciler tarafından onaylanmasını istiyor.

Böylelikle nüfusun ağırlıklı bölümünü oluşturan Şiilerin ve ikinci kalabalık grup olan Sünni Arapların Kürtlerin bağımsızlık hayalinin önünü kesmesini sağlamaya çalışıyor.

ABD'nin de Irak'ta Sistani'ye rağmen bir şey yapamayacağını biliniyor. Bu yüzden de ABD yönetimi içinde Sistani'nin fikrine sıcak bakanlar var.

Irak'ta dengeler Türkiye'nin lehine değişiyor.

Türkiye oynamadan kazanıyor.

Sen en iyisi áşık ol Savaş

EROİNDEN ölen Burçin'in dramı hepimizi çok üzdü. Şanssız bir kız çocuğu, berbat bir yaşamın ardından 20 yaşında aramızdan ayrıldı.

Hikáyesine bakarsanız ölüm sanki bir kurtuluş olmuş gibi.

Zaten uzmanlar bağımlılıktan kurtulamayacaklarını düşünenlerin ‘‘kurtuluş’’ yolu olarak bu ‘‘altın vuruş’’u seçtiklerini söylüyorlar.

Burçin'in göz yaşartan hikáyesini bir kez daha aktarıp sizleri üzmek niyetinde değilim.

Ama bir televizyoncuyu, bir meslektaşımı eleştirmek istiyorum.

Onun adı Savaş Ay.

Burçin'in dramını program haline getirmiş.

Ancak bana göre ölen birinin arkasından yapılmayacak şekilde.

Bilmiyorum, bir baba olarak belki fazla hassasım ama Burçin'i ölüme götüren trajediyi anlatırken, Burçin'in geçmişte rol aldığı erotik filmlerden bu kadar fazla sahne kullanmaya zannediyorum gerek yoktu. Reyting uğruna erotik görüntüler, genç kızın düştüğü batağın çirkin bir üslüpla anlatılması açıkçası beni rahatsız etti.

Zannederim pek çok ana babayı da rahatsız etmiştir.

Bir hafta önce bir televizyon programının setinde yarışmacı kıza aşık olmak Savaş Ay'ın ‘‘reyting’’ şehvetini kesmemiş olmalı ki, bu hafta da bunu yaptı.

Bence hiç iyi yapmadı.

Aşık olmasına gülmüştük. Buna üzüldük.

Kandırmayın Fenerbahçelileri

GAZETELERDE Fenerbahçe'nin tranfser haberlerini okudukça gülüyorum.

Bir camianın taraftarları ile bu kadar mı dalga geçilir.

Haftalardır bir Alex yaygarası.

Geliyor, gelecek, eli kulağında.

Taraftar da heyecanlanıyor, umutlanıyor.

Sevgili Fenerbahçe taraftarları bu haberlere sakın kanmayın. Alex malex gelmiyor. Gelmez. Gelemez.

Alex dedikleri şu sıralarda Brezilya'nın en popüler adamlarından biri. Geçen yıl Real Madrid'in transfer listesinin en başındaydı.

Canının çektiği futbolcuyu tereyağından kıl çeker gibi alan, Barcelona'nın elinden Beckham'ı kapan Real Madrid bu Alex'i alamadı.

Şu anda da hem Real, hem de başka pek çok ‘‘bol paralı’’ takım Alex'in peşinde.

Ancak onlar da alamıyorlar.

Bu yüzden Alex'in Fenerbahçe'ye gelme olasılığı yok. Keşke gelse de seyretsek ama yok böyle bir olasılık.

Fenerbahçe taraftarına satış yapmak isteyen basının palavrası.

Yönetim de herhalde bu gazdan memnun ki, sesini çıkarmıyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Türkiye'nin yönünü ve hızını bürokratlar belirlemediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Bu bürokrasiyle turizm hedefi zor tutar

13 Ocak 2004
BAŞBAKAN Erdoğan, turizm için hazırladıkları projeksiyonu sundu. Gereğinden fazla iddialı hedefler beni hep ürkütmüştür. Ancak bu kez öyle değil. Hayalci olmadan, ulaşılabilir hedefler koymuşlar. Ancak Türkiye'deki bürokrasiyle en ulaşılabilir hedeflerin bile nasıl ulaşılamaz hale geldiğini ben biliyorum.

Özellikle de turizmde.

Örnek mi?

Hemen anlatayım.

Hatırlayacaksınız, bu köşede Antalya'da turizme açılan ‘‘Aksu-Lara’’ sahil bandında dev oteller yapıldı, yapılıyor ve yapılacak.

Binlerce yataklı enfes bir sahil şeridi oluşuyor.

Ancak burada çok ciddi bir sorun vardı. Bu milyar dolarlık tesislere turisti ulaştırabilecek bir yol yoktu.

Bu durum, bu köşede defalarca dile getirildi ve sonunda konu bizzat Başbakan'ın müdahalesiyle çözüldü.

Başbakan kendi çabalarıyla bu yol için ‘‘ekstra’’ bir kaynak yarattı ve yol yapımı belirli bir aşamaya geldi. Yaza kadar bitecek.

Aynı bölgede yine bu köşede dile getirilmiş bir başka sorun vardı.

Turizm açısından müthiş potansiyel barındıran bu sahil bandının en güzel kesimi, kamuya ait kamplar ve kiralık ‘‘obalarla’’ işgal edilmişti.

Yaza yaza bunların da ‘‘yıkılmasını’’ sağladık.

Burada aynen Konyaaltı'nda olduğu gibi bir turistik tesisler bütünü oluşturulacaktı.

Projenin adı ‘‘Lara Beach Park’’tı ve çok modern bir projeydi.

Ancak bu iş nedense yürümüyor.

Bırakın buraya yeni tesislerin yapımına başlanmasını, yıkılan kamp ve obaların molozları bile kaldırılmıyor.

Antalya'nın en yeni ve en güzel turizm bandı bir mezbelelik.

Nedeni ise bir vali yardımcısı.

Bir yılda kendini amorti edebilecek ve büyük turizm geliri sağlayacak bu proje, bir vali yardımcısı yüzünden yürümüyor.

Bu durumu vali biliyor, ilgili belediyeler biliyor ancak kimse bir şey yapamıyor.

İddialara göre söz konusu vali yardımcısı, buranın Konyaaltı gibi tek parça halinde yapılıp ihalelerle kiralanmasını istemiyor ve bu yüzden projeyi engelliyor.

Bunu yaparken de arkasında AKP'nin olduğu havasını yayıyor.

Antalya'nın en kısa sürede hayata geçecek, en güzel projesi duruyor.

Başbakan ise turizmde büyük hedeflerden bahsediyor.

Ben de gülüyorum.

Ses kötü, yanıt güzel


AYŞE Hatun Önal, albümüne yönelik eleştirime son derece ‘‘şık’’ bir yanıt vermiş.

‘‘Fatih Altaylı benim yaptığım müzik türü için biraz yaşlı.’’

Ayşe Hatun Önal'
ın yanıt verme düzeyi, umarım Türk basınındaki kimi yazarlar için de örnek teşkil eder.

Hem zeká dolu, hem iğneleyici, hem de çok fazla kırıcı değil.

Popstar sadece bir ses midir?

POPSTAR yarışmasından Elena elendi. Herkes şokta. Ben ise hiç şaşırmadım.

Bence o yarışmaya katılan çocuklar içinde en güzel sesi olan, en iyi şarkı yorumlayan ve büyük ihtimalle müzik bilgisi en fazla olan Elena idi.

Ama Türkiye'nin popstarı olması mümkün değildi. Bunu o da, o yarışmayı düzenleyenler de, o yarışmaya oyları ile katılanlar da biliyordu.

Elena'nın oradaki varlığı, güzel bir ‘‘fantezi’’ idi ve bence buraya kadar gelmesi bile büyük başarıydı.

Allah aşkına doğru söyleyin; Rus aksanıyla Türkçe konuşan, şirin ve sempatik olması dışında hiçbir ‘‘sürükleyici’’ özelliği olmayan birinin Türkiye'nin ‘‘popstarı’’ olması sizce mümkün müydü?

Bence değildi.

Elena'nın elenmesi aslında çok önemli bir gerçeği ortaya çıkardı. Sadece bu yarışma örneğinden hareket etsek bile ‘‘popstar’’ demek, sadece ‘‘en iyi ses’’ demek değil. ‘‘Popstar’’ demek, en yakışıklı ya da en güzel de demek değil (Selçuk da elenmişti). ‘‘Popstar’’ demek, en iyi müzik bilgisi olan anlamına da gelmiyor.

Popstarlık başka bir şey.

Bir ışık, bir etki... Moda tabiriyle bir ‘‘karizma’’.

Kalan yarışmacılarda bu ne kadar var bilmiyorum ama Elena'da hiç yoktu, üstüne üstlük bir de yabancı kökenliydi.

O yüzden elendi.

Jüri halk değil de müzik otoriteleri olsaydı, Elena yarışmanın kuşkusuz birincisi olurdu.

Ama jüri halk.

Halk dediğinin büyük bölümü ise mevcut popstarlar için ölüp biten ve yenileri için ölüp bitmek isteyen, daha da ötesi yenisinin seçiminde pay sahibi olmak isteyen ‘‘varoş kızları’’.

Üstelik onlar için popstarın anlamı bizimkinden farklı.

İbrahim Tatlıses'in ayağından çıkarıp fırlattığı çorabı kapışanlar onlar...

Emrah'ı görünce düşüp bayılanlar onlar...

Elena'yı eleyenler de onlar...

Ama yine de ben en çok Elena'yı dinlemeyi özleyeceğim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Güvenin korkuyla tesis edilemeyeceğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Thomas Friedman Türk mü?

12 Ocak 2004
<B>ÜLKESİNİ </B>çok seven, ama gerçekten seven ve bilinçli seven bir Türk vatandaşının eline kalemi verseniz ve <B>‘‘Bir makale yaz. Bunu ABD'nin en önemli gazetelerinden birinde yayınlayacağız’’ </B>deseniz, yazdığı yazı acaba <B>Thomas Friedman'</B>ın dün New York Times'ta yayınlanan yazısı kadar olur mu? Geçtiğimiz ay Türkiye'ye gelen Friedman'ı üç şey çok etkilemiş.

Friedman'ın İstanbul'a geldiği gün, Şişli'de bombalanan sinagogun açılışı vardı.

Friedman buradaki manzarayı ABD'li okurlara aktarıyor: ‘‘Hahambaşı törene katılıyor. Bir elinden İstanbul Müftüsü tutmuş diğerinden ise sinagogun bulunduğu bölgenin Belediye Başkanı (Mustafa Sarıgül). Sokağın iki yanında toplanmış kalabalık onların üzerine kırmızı karanfiller atıyor.’’

Friedman'
ı etkileyen bir diğer olay sinagog bombalarından sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın hahambaşını ziyarete gitmiş olması:

‘‘İslami bir partiden gelen Başbakan hahambaşını ziyarete gidiyor. Bu tarihte de bir ilk. İlk kez bir Türk başbakan, hahambaşını ziyaret ediyor.’’

Friedman'
ı etkileyen üçüncü olayı ise intihar bombacılarından birinin babasının yaptığı açıklamalar. Friedman ‘‘Beni en çok etkileyen ise bombacılardan birinin babasının sözleri oldu’’ diyor ve Şefik Elaltuntaş'ın sözlerini aktarıyor: ‘‘Biz ülkesini, bayrağını ve dinini seven, saygılı bir aileyiz. Bu çocuk neden böyle yaptı anlamıyorum. Hahambaşı ve Yahudi kardeşlerimizle bir araya gelmek, hahambaşının elini öpmek ve onlardan oğlumun yaptıkları için özür dilemek istiyorum’’

Friedman
o günlerde İstanbul'da olduğu ve bütün bunları görüp yaşadığı içini müthiş etkilenmiş.

Cemil Çiçek'in ‘‘İslam dünyası teröre karşı ‘Ama'sız mücadele etmelidir’’ sözleri de Friedman’da yer etmiş. Bu yaşadıklarından yola çıkan Friedman Türk politikacılarının gözü kara köktendinciler olmadıklarını, çünkü demokrasi içinde seçilerek yükseldiklerini ve din adamı kimliği taşımadıklarını söylüyor. Ve Türkiye'deki İslami anlayışı överken de intihar bombacısının babasının sözlerini hatırlıyor. Sonra da Türkiye için dileklerini sıralıyor. New York Times yazarına göre Türkiye'ye sahip çıkmak gerek. ‘‘İslam'ın ve modernizmin birlikte nasıl olabileceğinin tek model örneği Türkiye’’ diyor Friedman ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin ‘‘şart’’ olduğunu belirtiyor. Bunun için Avrupa Birliği'nin gerekeni yapması, ABD'nin de buna elinden gelen bütün desteği vermesi gerektiğini ekliyor. ‘‘Eğer bu gerçekleşmezse çok komplike bir durum olmasına rağmen Türkiye'yi NAFTA'ya almalıyız’’ diye de ekliyor.

Friedman'ın yazısı çok güzel bir cümleyle bitiyor.

‘‘Avrupa Birliği tarihi bir hata yapabilir ve Türkiye'ye köprü kurmak yerine Türkiye'nin çevresine bir hendek kazabilir.’’

Friedman'
ın yazısı son derece güzel ama bir o kadar da gerçek.

Ve çok bilinen bir cümleyi hatırlatıyor:

‘‘Türkiye'yi tanımayıp seven, tanıyıp da sevmeyen yok.’’

Friedman'
daki şansımız bütün bunları göreceği bir günde Türkiye'de olması ve doğru insanlarla bir araya gelmesiydi.

Ama asıl olan Friedman'lara ulaşıp kendimizi anlatmamız.

Kokainden eroine giden yol kısadır

GEÇEN
yıl gençler arasında uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması ile ilgili bir dizi yazı yazdım.

Ancak o günlerde ‘‘tanınmış’’ birileri uyuşturucudan ölmüş olarak bulunmadığı için Narkotik Şube yetkilileri dışında bizim yazılarla ilgilenen pek olmadı.

Şanssız bir genç kızımızın eroinden ölmesi sonrası konu şimdilerde gündeme geldi.

Oysa uyuşturucu konusunda ülkemizde durum berbat ve giderek daha da berbat hale geliyor.

Üstelik de artık ‘‘kenar’’ mahalleler değil, lüks semtler de uyuşturucu batağında.

Hem de öyle böyle değil.

Uyuşturucu veya uyarıcı kullanımı öyle bir boyutta ki, artık ‘‘sosyete’’ bile bunun pençesinde.

Sosyete düğünlerinde ‘‘kokain’’ çekmek için özel odalar ayrılır hale gelmiş.

Partilerde gençler birbirlerine sigara ikram eder gibi kokain ikram ediyorlar.

Kadınlar bile en bol kokain bulundurana rağbet ediyorlar.

İnanması güç müthiş hikáyeler bile var.

Bunlar İstanbul'da kulaktan kulağa anlatılıyor.

Polis de bunları biliyor ama bir şey yapamıyor. Çünkü kullananlar Türkiye'nin en zengin, en güçlü insanları.

Zaman zaman yapılan operasyonlardan sonuç çıkmıyor, sonuç çıkmadıkça kullanım artıyor.

Bu grup zenginlerden oluştuğu için bunlara pek bir şey olmuyor.

Ama bunlarla takılıp bu batağa saplanan ‘‘güzel kızlar’’ ne yazık ki kurtulamıyor, pahalı kokainden ucuz esrara, oradan eroine giden bir batağa yuvarlanıyorlar.

Gecekondudan çıkan güzel kızlar önce lüks yaşama, sonra uyuşturucuya, ardından fahişeliğe ve en sonunda da batağa gidiyorlar.

Gecekondu mahallesinden çıkıp podyuma giden yolu gösteren magazin programları, bu hayatın arka yüzünü göstermedikleri için de yolu otoyol haline getiriyorlar.

Sonra da Burçin'in arkasından oturup gözyaşı döküyor, hikáyeler yazıyoruz.

Utanmadan...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Anı kurtarmak için söylenen bir yalanın, daha uzun bir geleceği kararttığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku