17 Şubat 2004
<B>UZANLAR'</B>a yönelik operasyonu <B>‘‘basın özgürlüğüne müdahale’’ </B>gibi görenler veya gösterenler var. Gülünç...
İnsanların özel hayatlarını yayınlayarak şantaj ve tehdit mekanizmaları kurmak, aile bireylerinin bile bantlarını kaydedip onları yayınlamakla tehdit etmek, elindeki yayın gücünü ‘‘yasadışı’’ çıkarlarını koruma gücü haline getirmek, SPK başkanlarını ve devletin çıkarlarını korumak amacıyla bunların işlerine taş koyan bürokratları medya gücüyle sindirmek ‘‘basın özgürlüğü’’ ise yapılan işler ‘‘basın özgürlüğüne’’ müdahaledir.
Kamu yararına kullanılan gerçek ‘‘basın özgürlüğüne’’ bir müdahale olursa hepimiz elbette aslan kesiliriz.
28 Şubat sürecinde bazı gazetecilerin yazı yazmalarına getirilen kısıtlamada, o yazarlara kendi köşesini ‘‘ikram ederek’’ bunun en iyi örneğini vermiş biri olarak bunu söyleme hakkına sahibim.
Ama yarın öbür gün bir mafya organizasyonu kendi çıkarlarını korumak için bir gazete çıkarmaya başlasa, basın özgürlüğü adına ona da sahip mi çıkacağız?
Basın özgürlüğünün nasıl ve hangi amaçla kullanıldığının hiç mi önemi olmayacak?
Bir matbaa makinesi alacak ve buna her gün káğıt sağlayacak parası olanın basın özgürlüğü adı altında herkese yalan dolanla saldırma hakkı mı doğacak?
Bugün AKP iktidarına çıkarları zedelendiği için değil, gerçekten öyle düşündüğü için ‘‘karşı çıkan’’ pek çok gazete ve yazar var.
Cumhuriyet Gazetesi'nde İlhan Selçuk çıkıp söylesin, ‘‘Evet bu iktidar bize baskı yapıyor’’ desin, sonuna kadar onların yanında olalım.
Hürriyet Gazetesi'nde yazarların yarısından fazlası hükümete ve Başbakan'a ‘‘ağır’’ eleştiriler yöneltiyorlar.
Aydın Doğan çıkıp söylesin, ‘‘Bu adamları kov diye bana baskı var’’ desin.
O yazarların önüne siper olalım.
Ama Uzan Ailesi'nin şantaj ve karalama makineleri ellerinden alındı diye ‘‘Basın özgürlüğü gidiyor’’ demeyelim.
Uzanlar'ın medyayı kullanma biçimi, basın özgürlüğü kavramıyla örtüşmüyordu.
Galatasaray hisselerinin alımı başarıdır
GALATASARAY'da bu sezon kayıp. Bu nedenle sonuçları çok da umursamıyorum. Genç, isimsiz, yıldızsız takımın ortaya koyduğu futbolu mücadele açısından beğeniyorum.
İki ‘‘gerçek’’ yıldız takviyesi ile bu takım iş yapacak hale getirilir.
Tabii Terim'in de takkeyi önüne koyup düşünmesi şartıyla.
Terim, Milan'da başarısız değildi, ama oyuncularla arası iyi değildi.
Ya bazı oyuncular gidecekti, ya Terim. Milan yönetimi bir hesap yaptı.
Bir tarafa birkaç yüz milyon dolarlık oyuncuları koydu, diğer tarafa ikibuçuk milyon dolarlık Terim'i. Ve bu basit hesap sonunda Terim gönderildi.
Galatasaray ise Terim'e olan ‘‘gönül bağı’’ nedeniyle bu hesabı hiç yapmadı.
Ancak yönetimin yapmadığı bu hesabı her iyi Galatasaraylı gibi Terim de yapmalı.
Galatasaray'ın bir dönem daha futbolcu değirmeni olma lüksü yok.
Bunun bir tek istisnası var. O da Ümit Karan.
Ümit, bu sezona kadar Galatasaray'a çok yararlı oldu. Galatasaray da ona karşı vefa gösterdi ve ücretini artırdı. Ne var ki, Ümit Karan artık Galatasaray'a yár olmaz. Tam aksine zarar verir. Sezon sonu beklenmeden Ümit'le yollar ayrılmalı. Çünkü Ümit, Galatasaray'ın umut bağladığı oyunculara da zarar veriyor artık.
Gelelim Başkan Canaydın'ın yıllar önce AIG'ye satılan hisseleri geri almasına.
AIG ile kulübün geldiği noktaya ve bu ortaklığın bugüne kadar Galatasaray'a sağladığı faydalara bakılırsa yapılan iş doğru.
Çünkü AIG, Galatasaray'a stratejik ortak gibi değil, tefeci gibi davrandı.
Bu ortaklık falan değildi. Galatasaray, AIG'den 20 milyon dolar almıştı ve her yıl AIG'ye 5 milyon dolar civarında bir kár payı ödüyordu.
Bu ortaklık değil, yüzde 20 faizli hiç bitmeyen bir borç anlaşmasıydı.
AIG'nin elindeki hisselerin kulübe ‘‘geri’’ kazandırılmış olması çok doğru bir hareket.
Fiyat konusunda ise basında 30 milyon dolardan başlayan rakamlar uçuşuyor.
Ancak bana ulaşan bilgiler, bu alımın Galatasaray'a maliyetinin 20 milyon doların biraz üstünde olduğu.
Tabii bunlar da resmi değil.
Yine de bu operasyon, Canaydın yönetiminin yaptığı en faydalı iştir.
Kutlamak gerekir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Timsah gözyaşı dökmektense, samimi fikrimizi söylemeyi tercih ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2004
<B>UZAN </B>Ailesi ile ilgili olarak yazmaya başladığımda ortada ne medya kavgası vardı, ne de <B>Doğan </B>Grubu ile <B>Uzanlar </B>arasında bir çıkar çatışmasından kaynaklanan anlaşmazlık. Ben tek başıma Uzan Ailesi'nin ve şirketlerinin ‘‘yasa tanımaz’’ tavrına bayrak açtım.
Beni susturamayınca ‘‘Patron’’dan devreye girmek istediler.
Ama Aydın Doğan'ı tanımıyorlardı.
Doğru habere her şeyden çok saygı duyan Aydın Bey, onların girişimlerine yüz vermedi.
Birkaç gün önce Ertuğrul Özkök'ün detaylarını yazdığı bir görüşme oldu ve beni patron vasıtasıyla durduramayacağını anlayan Uzanlar, Aydın Doğan'a da savaş açtılar.
Dediğim gibi ortada bir çıkar kavgası yoktu ki, ortada bir medya savaşı olsun.
Uzanlar'ın iştigal alanlarıyla Doğan Grubu'nun iştigal alanları o kadar farklıydı ki.
Ben ve gazetem Uzan Grubu ile ilgili bildiğimiz, bulabildiğimiz her şeyi yazdık.
Bu kavgayı bitirmek için araya girenler oldu.
Aydın Doğan, ‘‘Ne diye uzlaşacağız. Türkiye'yi soymaya devam etsinler diye mi?’’ diyerek kestirip attı.
Ben Uzanlar'ı yazıyordum ama yazdıklarım bilinmeyen şeyler değildi. Herkes biliyordu ama kimse yazmıyor, yazamıyor, cesaret edemiyordu.
Olayları devlet de biliyordu.
Ama küçük çıkarlar adına göz yuman bürokratlar, siyasiler vardı.
Uzanlar işlerini hukuk tanımaz bir biçimde sürdürmeye devam ettiler.
Ta ki, bugünkü hükümete kadar.
Her ne nedenle olursa olsun, Erdoğan hükümeti bu büyük soyguna dur dedi.
Ve Uzan Grubu'nun rezaletleri ortaya çıktı.
Soygun ve rezalet benim tahminlerimi bile aşıyordu.
Fakat yine de bir şey yapılamıyordu.
Uzanlar hukukun girift labirentlerinde dolaşıyor, paravan şahıslar ve şirketlerle işlerini sürdürüyorlardı. Uzanlar mallarını; gazetelerini, televizyonlarını çaycının, odacının üstüne yapmış at oynatıyorlar, yasalardan kaçıyorlardı.
Sahip oldukları karanlık servetle küçük adamlar satın alıyor ve işlerin yürümesini, devletten çalınan paranın tahsil edilmesini engelliyorlardı.
Bir de üste çıkıp ellerindeki medya gücünü kullanarak devleti nasıl soyduklarını anlatmak yerine, devletin kendilerinden hesap sormasını bir kabahat gibi aktarıyorlardı.
Sonunda devletin ‘‘sabrı taştı’’.
Önce yasal düzenlemeler yapıldı, ardından da gereği.
ABD'nin ekonomik gücü büyük boyutlara ulaşan mafya örgütleriyle mücadele etmek için çıkardığı yasaların bir benzeriyle Uzanlar'ın üzerine gidildi.
Şimdi bazı ‘‘danteller’’ çıkıp ‘‘Hukuk’’ diyecekler.
Doğrudur. Hukuk üstündür ve öyle olmalıdır.
Ancak Uzanlar'a karşı yapılan işlerin ‘‘hukuka uygunluğu’’ Uzanlar'ın bu ülkenin milyarlarca dolarını cebe indirmek için yaptığı işlerden kat be kat fazladır.
Uzanlar'a layık oldukları muameleyi yapan bürokrasiye de, o bürokrasinin arkasında yapılan onca ahlaksız teklife rağmen duran siyasi otoriteye de helal olsun.
Kutluyorum.
İşlem doğru, detaylar hatalı
GEÇEN hafta Uzanlar'ın şirketlerine uygulanan tedbir kararlarının bir işe yaramadığını, işlerini kayıt dışı yapmaya alışık olan bu grubun tedbir kararından etkilenmediğini yazmıştım.
Bu yazım bir taleple bitiyordu:
‘‘Uzanlar'ın şirketlerine kayyum atansın.’’
Sonunda bu gerçekleşti. Şirketlere el koyuldu. Başlarına da mal ve para çıkarmayacak kişiler getirildi. Bu operasyonda eleştirilebilecek sadece küçük detaylar var.
Bunlardan biri ‘‘neden bu kadar geç kalındığı’’.
Bir diğeri ise Star TV'nin başına getirilen Adem Gürses.
Gürses geçmişte Cem Uzan'la yakın çalışmış ve Uzan sayesinde büyük paralar kazanmış bir isim.
Daha ilgisiz birisi bulunabilirdi.
Biz almayalım da kim alırsa alsın
UZAN Grubu'na el konuldu. Anladığımız kadarıyla gruba ait şirketleri satacak ve devletin alacaklarını tahsil etmeye çalışacaklar.
Satılacak mallar arasında para edecek olanlar çimento fabrikaları, Star TV ve Telsim.
Star TV'nin borcu harcı var mı bilmem. Ama ‘‘kemiksiz hali’’ en az 150-200 milyon dolar eder.
Telsim'in de 4 milyar dolar civarında bir değeri olduğu söyleniyor.
Fiyat meselesi piyasada kendiliğinden oluşur. Benim işim değil.
Beni ilgilendiren kendi grubum.
Doğan Grubu, bugüne kadar Uzanlar'la ilgili olarak yazdığı her şeyin inandırıcılığının sürmesi açısından geçmişte Uzanlar'a ait olan mallara talip olmamak zorunda.
Yani ne çimento fabrikalarına, ne iştigal konusu olmasına rağmen Star TV'ye, ne de Telsim'e talip olmalı.
Aksi bir tavır, bizi çok utandırır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Dinsizin hakkından gelmek için bazen imansızlaşmak ayıp olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2004
<B>ABD'</B>de başkanlık yarışının tarafları belli oldu. <br><br>Bir yanda George W. Bush, diğer yanda yeni JFK, John F. Kerry. Bu yarışın nasıl sonuçlanacağı belli değil. Ancak New York Belediye Başkanlığı yarışının sonucu hemen hemen belli.
Mevcut Başkan Bloomberg kaybedecek. Karşısına kim çıkarsa kazanacak.
Bloomberg'in kaybetme nedeni ise çok açık: Yasakçı zihniyet. New York'ta neredeyse her şey yasak ama en büyük yasak sigara yasağı.
Umuma açık herhangi bir yerde sigara içmek yasak. O kadar ki, kül tablası bile yasak.. Waldorf Astoria'nın barında kibrit istedim, barmen alttan bir dolaptan iki avuç verdi. Ben 'Bu çok' deyince, 'Al' dedi, 'Nasıl olsa eldekileri bin yıl bitiremeyiz' diye güldü.
Sigara yasağı New York'ta ekonomiyi vurmuş. Restoranlar boş. Barlar daha da boş. Akşam keyfini iki kadeh, bir kaç sigara ile yapmak imkansız hale gelince sigara içenler evi tercih eder olmuş.
Restoran ve barlar ise New York belediye sınırları dışına kaçmaya başlamışlar.
Biz New York'tayken hava eksi 10 derece civarındaydı ve bina önlerinde donarak sigara içmeye çalışanlar vardı.
Ama Bloomberg yakında onu da yasaklayacakmış.
Bu nedenle Bloomberg'e karşı ciddi bir tepki var.
İnsan sağlığına en zararlı maddede bile 'yasakçı zihniyet' ölçüyü kaçırınca tam ters bir etki ortaya çıkıyor anlaşılan.
Burada da, New York'ta da..
NOT: Sigara içmem.
Kıbrıs'ta 0 noktası geçildi
29 yıldır 'uzlaşmaz' olan tarafın birdenbire 'uzlaşır' taraf olması ilginç değil mi?
Siyasi kararlılık ve kendine güven olunca işler birden kolaylaşıveriyor..
'Acemi' bir hükümet, iyiden iyiye 'Acemisi' olduğu dış politikada nasıl oluyor da böylesi önemli bir viraja hızla giriyor ve girdiği hızla devrilmeden, savrulmadan çıkıyor?
Soru bu..
Yanıtı basit. Özgüven, kararlılık ve emrindeki kadrolara inanç.
Erdoğan, Gül ve emirlerindeki Dışişleri kadrolarının Kıbrıs konusunda nasıl bir zorlukla mücadele ettiklerini iyi biliyorum.
Hain damgasını yapıştırmaya hazır bir grup pusuda beklerken ve zaman zaman saldırırken onlar 'kilitlenmiş' bir işi çözmeden Türkiye'ye yol aldıramayacaklarını gördüler.
Bunun için harekete geçtiler.
Dışişleri bürokrasisinde de, üst düzey görevlerde bulunan tecrübeli isimler de Kıbrıs meselesinin çözülmesi gerektiğini düşünüyordu.
Erdoğan Gül'e, Gül de Dışişleri'ndeki bu gruba yol verdi.
Hem Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ni, hem de Rum tarafını şoke eden 'Türk Planı' Dışişleri'nin eseri olarak masaya koyuldu.
Ve artık Kıbrıs'ta çözüm yolunda neredeyse 'geri dönülmez' denilebilecek 0 noktasına gelindi.
Bu başarı güçlü siyasetin ve bilgili bürokrasinin eseridir.
Önceki gün savunmak zorunda kaldığım Dışişleri bürokrasisinin eseridir.
Bugün bakıyorum da çözüme karşı çıkan siyasetçiler kimler..
Biri Demirel, diğere Ecevit. İkisini de anlatmaya gerek yok.
O tarz politikanın bugünkü temsilcileri de aynı havadalar..
Bir tek YTP lideri İsmail Cem 'Kıbrıs'ta çözüm için doğru işler yapılmaktadır' diyor..
Bir de Kemal Derviş 'yakın çevresine' bunları fısıldayabilirken, dışarıya karşı sessiz kalıyor.
Türkiye'nin önümüzdeki 10 yılında Cem ve Derviş gibi politikacılara ihtiyaç var.
Keşke CHP'yi bu ikilinin kafası yönetse.
Türk gazeteci İran'a çarşafsız girebilir mi?
İSLAMCI basın Çankaya Köşkü'ne sokulmayan 'türbanlı gazeteci'yi konu edip duruyor..
'Nasıl sokulmazmış!'
Bal gibi sokulmaz... Çok da iyi olur...
Bu gazeteci kadın İranlı.
Bu gazetecinin ülkesine pek çok kadın meslektaşım gitti.
Bırakın İran Cumhurbaşkanı'nın konutuna türbansız girmeyi, ülkeye kara çarşafa bürünmeden giremediler.
Bu kıyafetten hazzetmedikleri halde görev uğruna bu giysiye büründüler.
İran'da kaldıkları süre boyunca çarşafla dolaştılar.
O giysinin temsil ettiği pek çok şeyle mücadele etmiş olmalarına rağmen, ülkenin kurallarına uydular.
Şimdi 'o İran'ın bir gazetecisi benim ülkemde Çankaya Köşkü'ne türbanlı olarak sokulmadığı için 'olay' yaratıyor.
Benim ülkemin kadın gazetecileri, İran'a kara çarşafa bürünmeden girebildikleri ve İran'ın Cumhurbaşkanı ile başı açık bir halde röportaj yapabildikleri gün İranlı kadın gazetecinin 'itiraz' hakkı doğar.
Ama bugün 'gıkını' bile çıkaramaz.
Bu ülkenin ona sağladığı özgürlük, onun ülkesinin ona sağladığı özgürlüğün ne kadar ilerisinde ona baksın.
Özgürlük mücadelesini de önce kendi ülkesinde versin.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Uyarıları dikkate almamanın kahramanlık değil aptallık olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2004
UZAN Grubu devletin ve milletin milyarlarca dolarını iç etmenin adını ‘‘Cumhuriyet için’’ olarak belirledi. Vatandaşın katrilyonlarca lirasını iç et. Hesap sorulduğu zaman da, ‘‘Cumhuriyet için yaptım’’ diyerek kurtulmaya çalış. AKP'nin muhalefetsizliğinden yararlanıp siyasal kalkan oluştur. Ne yazık ki bazı beyinsizler bunu yiyor. Hele hele üç beş ‘‘gariban çalışanı’’ ortaya sürüp ‘‘açlık ve garibanlık edebiyatı’’ yapınca görüntü şahane oluyor. Oysa Uzan Grubu'nun çalışanlarına karşı tavrı yıllardır felaket. Katrilyonlar kasaya girerken bile maaşlarını bir gün zamanında vermeyen grup şimdi ‘‘çalışanlarının hakkını’’ arıyormuş edasında. Ama bakın ‘‘hakkını arayan çalışanlarına’’ düne kadar nasıl davranmışlar. Elimde güzel bir belge var. Uzanlar'a ait Kepez Elektrik şirketinde şoför olarak çalışan Süleyman Arlı ve teknisyen Metin Kızılcalıoğlu şirket tarafından Genç Parti Burdur İl Teşkilatı'nda çalışmak üzere görevlendirilir. İki Kepez çalışanı parti çalışmaları için seyahat ederken 31.02.2002 tarihinde trafik kazası geçirirler ve biri hafif, diğeri ağır yaralanır. Uzunca süre iş göremez hale gelirler ve maddi sıkıntıya düşerler. Bunun üzerine şirket yönetimi Kemal Uzan'a ‘‘Gizli’’ başlıklı 14.03.2003 tarihli bir yazı gönderir. Kepez Eletrik Genel Müdür Yardımcısı Nilgün Kural imzalı yazıda, ‘‘Süleyman Arlı ve Metin Kızılcalıoğlu'nun maddi sıkıntılarının devam ettiği belirlenmiştir. İlgililerin birim amirleri tarafından hazırlanan rapor ekte sunulmuştur. Konuyu bilgilerinize sunar ilgililere 1'er milyar lira karşılıksız olarak verilmesine veya maaşlarından 10 ayda kesilmek üzere bu tutarın avans olarak ödenmesine onayınızı arz ederim’’ denmektedir.İşçi ‘‘dostu’’ Kemal Uzan bu yazıya tek bir satırlık yanıt verir: ‘‘Sn. Nilgün Hanım, teklif uygun değildir.’’Kepez Elektrik elemanları parti çalışmasına yollanmış ve sakat kalmıştır. Ve bunlara 1 milyar lira yardım, yardımı bırakın maaştan kesilmek üzere ‘‘avans’’ bile uygun değildir. Aferin Kemal Uzan. Aldığınız bu ‘‘Ah’’lar sizi bu hale getirdi. Bilmem farkında mısın! AB, Papadopulos'a ne müeyyide uygulayacak?KIBRIS görüşmelerinde Papadopulos ciddi sıkıntı içinde. Ankara'nın zorlamasıyla yola çıkan Denktaş, özellikle dün sunduğu mektupla hem Annan'la arasındaki buzları eritti, hem de ‘‘çözümden yana’’ bir görüntü verdi. Papadopulos ABD ve BM'den baskı yiyor. Rum liderin şimdi sığınabileceği tek liman kaldı, AB.Papadopulos uzlaşmazlığı sürdürür ve 1 Mayıs'a kadar bu işi çözümlemezse, bütün bu çabalar boşa gider. Avrupa Birliği'nin daha önce KKTC aleyhine müdahil olduğu sürece bu kez bir kez daha müdahale etmesi gerekiyor. Papadopulos'a ‘‘çözümsüzlükten yana’’ tavrını sürdürmesi halinde AB kapısının kapanacağı net bir dille söylenmeli. Referandumdan çıkacak bir ‘‘Hayır’’ kararının Kıbrıs Rum Kesimi için de bir müeyyidesi olmalı. Aksi takdirde Türk tarafının özverisi bir anlam taşımayacak.Gitmesini Tanrı bile istememiş olabilir mi?RAUF Denktaş'ın ve beraberindeki KKTC heyetinin de içinde bulunduğu uçak New York seferine yaklaşık 2.5 saatlik bir rötarla başladı. THY'nin Airbus A 340 tipi uçağı her şey hazır olduğu halde bir türlü yolcu almadı ve havaalanında uzun süre bekledi. Yolcular sabırsızlandı ama THY'den herhangi bir açıklama yapılmadı, herhangi bir teknik gerekçe gösterilmedi. Uçak 2.5 saati bulan gecikmenin ardından havalandı. Ve gecikmenin nedeni anlaşıldı.KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'ın ‘‘Çözümsüzlük Danışmanı’’ Mümtaz Soysal pasaportunu Ankara'da unutmuştu. Soysal'ın pasaportunun ilk uçakla Ankara'dan gönderilebilmesi için yüzlerce yolcu bekletildi. Pasaport gelince yola çıkıldı. Oysa belki de, Mümtaz Hoca'nın pasaportunun Ankara'da kalması ‘‘Tanrısal’’ bir yardımdı. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Danışmanlarımızı hayatı yanılgılarla dolu adamlar arasından seçmediğimiz zaman...
button
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2004
<B>NEW </B>York'taki görüşmeler başladı. <B>Rauf Denktaş</B> umulanın aksine <B>‘‘pozitif’’ </B>bir yaklaşım içinde. Gerçi <B>Rauf </B>Bey her an masadan kalkabilir, ama gidişat o yönde değil. Çünkü ilk kez ‘‘uzlaşmaz’’ olarak görünen taraf Türk tarafı değil, Rumlar.
Türk tarafının belirli birkaç konudaki çekincelerinin aksine, Rum lider Papadopulos onlarca konuda ‘‘çekincelerini’’ belirtiyor.
Özellikle de BM Genel Sekreteri açısından büyük önem taşıyan ‘‘referandum’’ meselesine hiç yanaşmayacak gibi.
Papadopulos, Annan Planı'nın üzerinde ‘‘uzlaşılmış’’ halini bile kendi halkına götürüp ‘‘referandum’’ yapmak istemiyor.
Çünkü korkuyor...
Annan Planı, her iki tarafta da referanduma götürülür ve Kıbrıs Rum Kesimi'nde plan halk tarafından onaylanmazsa hem Papadopulos, hem de Rum tarafı ciddi bir sıkıntı ile karşı karşıya kalacaklar.
Rum kesiminden gelen haberlere bakılırsa planın Rum tarafında onaylanmaması büyük olasılık.
Böyle bir durumda hem Rum kesimi, hem de Avrupa Birliği zor durumda kalacaklar. 30 yıldır oynanan oyun tersine dönecek.
Kıbrıs Rum Kesimi'nin Kıbrıs'ın tamamını temsilen AB'ye girmesi gecikebilecek.
Papadopulos'u bekleyen korku bu.
Bu yüzden işi yokuşa sürmeye çalışıyor. ABD'den baskı yiyen taraf da ilk kez Rum tarafı oluyor.
Görüşmelerin ilk turu Türk tarafı açısından bu nedenle olumlu.
Görüşmelere katılanlardan ismi bende saklı bir politikacı, ‘‘İlginçtir. Bunca yıldır ilk defa meramımızı anlatabildik’’ diyor.
Denktaş'ın ‘‘görüşme takvimine itiraz etmesi’’ bile, çekilmeyeceğinin işareti olarak algılanıp olumlu bulunuyor.
Görüşmelerin bu havada gitmesi büyük olasılıkla Denktaş'ı da mutlu edecek ve masada kalmak isteyecek gibi görünüyor.
Ancak en özet yorumu bir diplomat yaptı:
‘‘Her iki taraf üzerinde de o kadar büyük baskı var ki, kimse masadan kalkmaya cesaret edemiyor.’’
Umarız bu baskı, beraberinde adil bir çözümü de getirir.
Tarihte bugün
MAÇLARDA elde edilen sonuçlar, hele hele farklı sonuçlarsa taraflar birbirleriyle uzun süre dalga geçerler.
Bu durum son derece olağandır.
Fenerbahçeli dostlarımız da geçen seneden beri 6-0'lık sonuç yüzünden bizimle ‘‘kafa buluyorlar’’.
Bir miktar bozuluyoruz elbet.
Ama tarihi hatırlayınca gülüyoruz. Mesela bugün Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti açısından önemli bir gün.
1911 yılında tam bugün, yani 12 Şubat günü Fenerbahçe ile Galatasaray arasında yapılan maçta sahaya 7 kişi ile çıkan Galatasaray, Fenerbahçe'yi tam 7-0 yenmiş.
6 Kasım'da 6 yediğimiz gibi, 7 kişi ile 7 atmışız.
Diyeceksiniz ki, ‘‘Oooo, 1911 çok eski’’.
Bir gün gelecek, 2002 de çok eski olacak.
Ama Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti sürecek.
Bilmem anlatabildim mi?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sorunların korunmak değil çözülmek için olduğunu herkes öğrendiği zaman.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2004
<B>ANTALYA'</B>ya Bergama Kralı Attalos'un heykeli dikilecek. Milattan önce 1. yüzyılda yaşamış, Antalya'ya da adını vermiş bilge bir kral. Antalya halkının bir bölümü isyan etmiş.
‘‘Biz bu heykeli istemeyiz.’’
‘‘Niye?’’ diye sormuşlar.
Yanıt anlamlı.
‘‘Adam homoseksüelmiş.’’
Açıkçası ben Attalos'un homoseksüel olduğunu bilmiyordum. Öğrenmiş oldum.
Demek ki, Bergama liberal düşüncenin hákim olduğu bir ülkeymiş.
Parisliler son seçimde bir homoseksüeli belediye başkanı yapınca dünyada haber olmuştu.
Bergama Paris'in 2 bin 100 yıl önünde.
Neyse konumuz bu değil.
Benim anlamadığım Antalya'da bu işe karşı çıkanlar.
Kent Attalos'un adını taşıyacak. Bunda mahzur yok.
Ama heykelinin dikilmesinde mahzur var.
Saçmalığın daniskası ama heykeli diktirmiyorsanız bari kentin adını da değiştirin.
Üstelik benim bir de önerim var.
‘‘Coşkun’’ olsun.
Hazır Tecavüzcü Coşkun da Antalya'ya yerleşmişken.
Böylelikle Antalya'nın erkekliği de yara almamış olur!
Çözüm olmazsa Kıbrıs'ta fiili birleşme kaçınılmaz
KIBRISLI bir Türk'ten bir faks geldi. Dünkü yazımı okumuş ve yazmış. Aynen aktarıyorum:
‘‘Sayın Altaylı, ne güzel yazmışsınız Kıbrıs hakkında. Tıpkı benim geçen yılki ruh halimi anlatıyor yazılarınız.
Son şans olarak canhıraş çırpınan, yalvaran umutsuz bir insan manzarası.
Tıpkı benim geçen yıl yalvardığım, sinir olduğum gibi bir haliniz var.
Bu yıl artık takmıyorum. Çünkü ben Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşıyım. Dünyaca tanınan, saygınlığı olan, insanlarına saygılı bir ülkenin vatandaşıyım.
Gelecekle ilgili artık bir çekincem yok. Hele çocuğumun geleceği ile ilgili olarak çok rahatım. O da Avrupalı olarak yetişecek. Annesinin yaşadıklarını yaşamayacak.
Sizin kendinizden çok çocuğunuz için kaygılandığınızın farkındayım.
Ama artık çok geç.
Size Denktaşlı, Afrikalı veya Asyalı bir yaşam kaldı. Avrupalı olmak bize nasip oldu.
Kader.’’
Mektup bu.. Ve vahim geleceği gösteriyor.
Kıbrıslı okurum ‘‘insanına saygılı bir ülkeden’’ söz ediyor.
30 yıl öncesine kadar olanları unutmuş.
İnsan bu. Unutuyor. Hızla unutuyor. Ve bu okurumun tavrı Kıbrıs'ta bundan sonra nereye doğru gidileceğini gösteriyor.
Denktaş Annan Planı'nı müzakere bile etmeyerek Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurulmasına izin vermeyecek.
Ve birkaç 10 yıllık zaman içinde Kıbrıs'taki Türkler yavaş yavaş ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ vatandaşı olacak, Annan Planı'nda elde etmeleri muhtemel hakları bile elde edemeden adayı fiili olarak birleştirecekler.
Yazık olacak. Çok yazık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İnsanları cinsel tercihleriyle değil; kişilikleriyle yargıladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2004
<B>AKŞAM'</B>da <B>Serdar Turgut</B> ilginç bir yazı kaleme almış. Batı'nın Türk düşmanı olduğunu peşinen kabullenen ve buna göre kurgulanmış bir yazı. Turgut mealen diyor ki: ‘‘Kardeşim bu Batı, Türklerin düşmanıdır. Biz ne yapsak beğenmez. Bizden sürekli taviz ister. Kıbrıs'ı versek başka şey ister. Bunlardan bize dost olmaz. Zaten bizi AB'ye falan da almayacaklar. Bunları boş verelim. Kıbrıs'ta çözüm mözüm de aramayalım.’’
Bu bir düşüncedir.
Türkiye'de oldukça yaygın olan bir düşüncedir.
‘‘Batı bize düşmandır.’’
Hepimiz üç aşağı beş yukarı böyle büyütüldük. Batı'yı ‘‘medeniyet’’ altında toplayıp canavarlaştırdık ve bunu Milli Marşımıza bile yerleştirdik.
Bu düşünce güzel ve kolay bir düşüncedir. Kimbilir belki gerçektir de.
Turgut yazısında bu düşünceye uygun hareket etmeyen AKP'nin hata ettiğini, üstelik de Türkiye'nin tamamını temsil etmeyen AKP'nin bu fikre aykırı hareket etme hakkının olmadığını savunuyor.
Ama eğer durum gerçekten buysa, Türkiye bütün kurumlarıyla çok ciddi bir hatanın içinde.
Türkiye'nin 21. yüzyıl projelerinin hemen hemen tamamı, ‘‘düşman’’ Batı ile bütünleşme, onların bir parçası haline gelmekle ilgili. Yani AB'ye girişi ve Batılılaşma'yı AKP'nin değil, 80 yıllık cumhuriyetin projesi diye biliyoruz biz.
Ancak Turgut'a göre durum bu değil.
Türkiye, Batı ile dost olamaz; çünkü Batı, Türkiye'ye düşman ve AKP dışında kimse Kıbrıs'ı çözmek, AB'ye girmek istemiyor.
İlginç.
Tabii AKP'nin durumu da zor.
Şimdi Kıbrıs'ı çözmek istemek ve AB'ye girmek için taviz vermekle suçlanıyorlar.
Kıbrıs'ta çözümcü olmasalar ve AB ile müzakerelerde yapıcı bir tutum almasalar, bu kez de Türkiye'yi Batı'dan koparıp yönünü Doğu'ya, İslam álemine çevirmekle suçlanacaklardı.
Turgut yazısını noktalarken Türkiye'nin Kıbrıs'ta mutlaka ve mutlaka bir üs edinmesi gerektiğini de yazıyor.
Anlıyorum ki, Annan Planı ile ilgili olarak hiçbir fikri yok Serdar'ın.
Çünkü plana göre Türkiye'nin Kıbrıs'ta 6000 askeri kalacak.
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise adanın yüzde 29'unu kapsayan bir üs olarak orada olacak.
Annan Planı'nın ‘‘yanlışları’’ var.
Ama yanlış olan yer burası değil.
Denktaş uzlaşmamakta kararlı
DENKTAŞ uzlaşmayacak. Burası kesin. Müzakere bile etmeyecek. Kendisini müzakereye zorlayan Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül'ü aslanların önüne atacak ve çekilecek. Denktaş, Kıbrıs'ta çözüme zaten inanmıyordu, buna bir de ‘‘kan davası’’ eklendi.
Annan ile Denktaş arasında ‘‘kişilik’’ mücadelesi başladı. Genel Sekreter Annan, Denktaş'tan hazzetmiyor. Bu da Annan'ın tarafsız olması gereken tavrına yansıyor. Zaten ‘‘çözümsüzlük’’ için bahane arayan Denktaş da Annan'ın bu tavrını bahane ederek heveslisi olmadığı uzlaşma masasından kaçıyor. Görülüyor ki, Kıbrıs meselesi bu kez de çözülemeyecek. Peki bu çözümsüzlük dünyanın sonu mu? Elbette değil.
Türkiye ekonomik olarak biraz daha küçülür, biraz daha fazla sıkıntı çeker.
Birkaç Türk daha işsiz kalır.
Ama dünyanın sonu gelmez.
Denktaş ve arkadaşlarına ise hiçbir şey olmaz.
Türkiye'den her yıl yollanan 400 milyon dolarla yine rahat rahat yaşarlar.
Kıbrıs'ta bir grup çözümsüzlük yanlısı daha sizin benim vergilerimden oluşan parayla bilmem kaçıncı kez ‘‘emekli ikramiyesi’’ alır, bilmem kaçıncı maaşlarını bağlatırlar.
THY çöküyor mu?
SON aylarda en fazla şikáyet nereden geliyor diye sorarsanız, kurum olarak tek bir adres var: THY...
Türk Hava Yolları, Turkish Airlines.
Son 10 yılın parlayan yıldızı, Avrupa'nın en iyi havayolu şirketi THY, 1970'li, 80'li yıllardaki haline geri dönüyor.
Saatler süren rötarlar, kırık dökük bakımsız uçaklar, bozulan kalite...
İşte size son 1 hafta içinde THY'den gelen şikáyetlerden birkaçı.
New York-İstanbul uçağında 6 saati aşkın rötar.
Nice-İstanbul uçuşunu yapan uçak Nice'ten kalkıyor, Strasbourg'a iniyor, orada yolcu indirip bindiriyor, oradan İstanbul'a geliyor. 3 saatlik uçuş 8 saat sürüyor. Ve bilet alırken böyle bir durumdan kimse haberdar edilmiyor.
Önceki gün Lyon-İstanbul uçağı 7 saatlik rötarla kalkıyor.
Nice'ten İstanbul'a 8 saatte gelen okurum diyor ki: ‘‘Yıllardır THY fanatiği idim. Hem milliyetçilik, hem de kalitesi nedeniyle. THY'nin uçtuğu noktalarda başka şirketle uçmadım. Avrupa'nın en iyi havayoluyla uçtuğumu biliyordum. Ama son aylarda çektiklerimden sonra artık beni hiç kimse THY ile uçuramaz.’’
Bu lafları çok kişiden duyar oldum.
Bir havayolu şirketini bu kadar kısa süre içinde çökertmek, ciddi bir başarı olsa gerek.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Carrefour gibi mağazalar, müşterilerine adam gibi davranmayı öğrendikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2004
<B>TÜRKİYE'</B>de futbol can çekişmeye başladı. Ligin kalitesi düşüyor, Milli Takım başarıdan uzaklaşıyor..
Üstüne üstlük liglerin ‘‘güvenirliliği’’ azalıyor, en önemlisi de tribünde dehşet artıyor.
Bütün bunların sorumlusu ise elbette ki, Eskrim Federasyonu değil.
Futbol Federasyonu'nun liglerin kalitesine ve kulüplerin mali yapılarının bozulmasına katkılarını bir başka yazıda anlatacağız.
Ligleri ‘‘güvenilmez’’ hale getiren Merkez Hakem Komitesi'ni de bir başka yazıda ele alırız.
Yazının Devamını Oku