7 Şubat 2004
<B>BEKLENİLDİĞİ </B>üzere <B>Rauf Denktaş</B> ipe un seriyor. Benim <B>‘‘bebekliğimden’’ </B>beri Kıbrıs davasını savunan, yüzlerce toplantıya katılan ve aleyhinde konuşurken Annan Planı'nı ezbere bildiği izlenimi veren <B>Rauf </B>Bey, <B>‘‘10 Şubat'a kadar hazır olamam’’ </B>diyor. Oysa Rauf Bey'in birikimine bakan, onun Kıbrıs meselesini tek eliyle savunurken, diğer eliyle omlet yapabileceğini zanneder.
Aslında da durum budur.
Rauf Bey'in sözlerinden benim anladığım şu:
Sayın Cumhurbaşkanı hazır değil. Ama onun hazır olmadığı görüşmeler değil, çözüm.
Rauf Denktaş kendi lisanında diyor ki, ‘‘Ben çözüme hazır değilim’’. Türkiye'de ‘‘çözüm istediğini’’ söyleyen güçler, acaba Rauf Bey'i de ‘‘çözüm istemeye’’ ikna edebilirler mi?
Erdoğan, Batı için az bulunur bir ürün
BAŞBAKAN Erdoğan'ın ABD gezisinin ABD medyasında yer almadığı haberlerinin doğru olmadığını yazdım.
Bir grup ‘‘ideolojik kör’’den yanıt geldi: ‘‘Aldıysa aldı. Bize ne? Sen Başbakan'ın avukatı mısın?’’
Başbakan'a ve partisine muhalifler ya, doğruyu söylemek de yasak. Elimde döküm var. Çok kızdırırlarsa onu da yazarım. Ama mesele o değil. Gelin size, Tayyip Erdoğan'a ABD'de neden büyük bir ilgi gösterildiğini yazayım. Bunun tek ve çok önemli bir nedeni var:
‘‘Erdoğan İslamcı kökenli bir Başbakan.’’
ABD ve medyası için bu yüzden çok önemli. Erdoğan'ın ‘‘terör karşıtı’’ sözleri bu nedenle önemli. Erdoğan'ın Musevi cemaati ile ilişkileri bu yüzden önemli. Erdoğan'ın Batı dünyası ile iyi ilişkiler kurması bu yüzden önemli. Başbakan Erdoğan'ın söylediklerini Başbakan Ecevit, Başbakan Yılmaz, Başbakan Çiller söylese, ABD umursamaz bile. Ama Erdoğan söyleyince kıymetli. Çünkü Erdoğan, ABD'nin ‘‘sorunlu bölgesine’’ hitap ediyor.
‘‘Proislamist’’ diye bilinen bir partinin, ‘‘Proislamist’’ diye bilinen lideri kalkıp da Harvard'da, ‘‘Müslüman ülkeler teröre karşı işbirliği içinde olmalıdır’’ deyince salon yıkılıyor.
Aynı lider, birkaç ay önce Türkiye'deki merkezi bombalanmış bir bankanın New York'taki binasının 11. katında Musevi lobisinin önde gelenlerine elini uzatınca herkes bayılıyor. Müslüman ülkeler kapalı rejimler olarak çalışırken, Proislamist Başbakan, dünyanın önde gelen yatırımcılarını Türkiye'ye davet edip, ‘‘Ne sorununuz varsa çözeceğim’’ deyince dinleyenler kendinden geçiyor. Erdoğan'a ilgi bu yüzden. Hem ‘‘İslamcı’’ kimliği var, hem de ‘‘Batılı’’. Bu çok görülmüş bir şey değil. Az bulunur bir ürün. Bu yüzden de onlar için değerli.
Batı'nın hiçbir Müslüman lidere söyletemeyeceği şeyleri, Erdoğan içinden gelerek söylüyor. Değerlendirme yapacak olanların bu çerçeveyi içlerine sindirmesi gerekiyor.
Yoksa ‘‘sallamak’’ en kolayı.
680 milyon dolar burada kalsa iyi olmaz mı?
YILLAR önce bu köşede bir uyarı yer aldı. Türkiye, Türk Ordusu'nun ihtiyacı olan Howitzer, yani kundağı motorlu top satın alacaktı.
Aslen ABD yapımı olan bu toplar için Türkiye bir Güney Kore firması ile anlaşma yapmak üzereydi. O dönemde ben bir uyarı yapmış, Amerikan menşeli orijinalinin taklidi üretilen bu topların 3.5 milyon dolarlık fiyatının, 3 milyon dolarlık orijinal fiyatından pahalı olduğunu yazmıştım.
Ve yine bu topların pek çok parçasının Türk Savunma Sanayii tarafından üretilebileceğini de eklemiştim.
Dönemin Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, hangi akla hizmetse Kore firması ile anlaştı ve bu toplar Kore'de yapılmaya başlandı.
Ancak benim uyarılarım etkili olmuş ki, anlaşmada Türk firmalarından tedarik edilebilecek parçaların Türk firmalarından alınmasına yönelik bir de madde yer aldı.
Fakat her nedense bu madde bir türlü hayata geçmedi.
Oysa Türk Savunma Sanayii firmaları, bu topların kaba bir hesapla en az 1 milyon dolarlık bölümünü üretebilecek kapasitede.
Öyle ki, orijinalini üreten ABD firması da bu parçaları Türkiye'den alıyor.
Ama her ne hikmetse, Türkiye için üretilen toplara bu parçalar koyulmuyor.
Anlaşmaya göre Koreli firma, Türk Ordusu için 680 top üretecek.
Bunların her birinin 1 milyon dolarlık bölümü Türk firmaları tarafından üretilse, Türkiye'nin bu işten kazancı 680 milyon dolar olacak.
De ki, 680 milyon dolar olmaz.
500 milyon olsun, 300 milyon olsun... Az para mı?
Üstelik de Türk Savunma Sanayii güç kazanmış olacak.
Bunu neden mi yazıyorum?
Başbakan Erdoğan yarın Güney Kore gezisine başlıyor.
Belki bu konu da aklının bir köşesinde yer eder de, memleketin birkaç yüz milyon dolarının memlekette kalmasını sağlar.
Suudi Arabistan'a Türk malı zırhlı araç satmaya çalışırken, kendi aldığımız silahlara da kendi parçamızı koydurursak fena olmaz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Ülkelerin gelecekleri, geleceği olmayan adamların elinde oyuncak olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2004
<B>KIBRIS'</B>taki gelişmeler tam da dediğimiz gibi oluyor. Aylar önce ‘‘Denktaş Annan Planı'nı reddetmeyip Rumların kucağına bıraksa uzlaşmaz taraf onlar olacaktı’’ demiştim.
Tam da öyle oldu.
Türkiye ‘‘çözüm’’ konusunda istekli olduğunu gösterip, Annan görüşmeleri başlatmak isteyince ilk itiraz Papadopulos'tan geldi.
Hem de Denktaş'la aynı gerekçeyle. Denktaş üzerinde uzlaşılamayan maddelerin BM Genel Sekreteri tarafından doldurulmasına karşı çıkıyordu. Rum yanlısı olduğunu net bir şekilde ortaya koyan Annan ise Denktaş'ı suçluyordu.
Aynı itiraz bu kez Papadopulos'tan gelince Annan bu çekinceyi kabul etti. Görüşmeler koşulsuz olarak başlayacak.
Başbakan'ın ABD gezisinde, Başkan Bush'un ağzından çıkan laflar arasında beni en çok etkileyen cümle, ‘‘Şimdi Türkiye'nin gösterdiği yaklaşımı karşı taraftaki Yunanlı dostlarımızdan da bekliyoruz’’ sözleriydi. Bunu Başbakan'ın siyasi danışmanı Ömer Çelik'e de söyledim.
Çünkü 30 yıldan beri ilk kez olarak Türkiye'ye değil, Yunanistan'a yönelik olarak bir ‘‘Uzlaşın’’ çağrısı yapılıyordu.
Hiçbir şey yapmadan ve sadece ‘‘Biz uzlaşma istiyoruz’’u yüksek sesle söyleyerek gelinen nokta bu.
Ben ötesinden daha da umutluyum. Rauf Denktaş'ın haklı nefretini kazanan Genel Sekreter Annan'a rağmen.
Uzanlar’ın para birimi ‘kontör’ü ancak kayyum engeller
MİLLETİ milyarlarca dolar soyup parayı cebe indir, sonra bunu ‘‘Cumhuriyet için yaptım’’ diyerek taraftar toplamaya çık.
İşçilerini aç bırak, kendin sefa sürmeye devam et.
Uzanlar'ın parasının olmadığı boş bir safsata. Milyarlarca dolar uçup gitmiş olamaz. Sadece işçisine, çalışanına vermek istemiyor. Bunu herkes de görüyor.
Bu arada Uzanlar Telsim üzerinden ‘‘para kazanmaya’’ devam ediyorlar.
Daha önce de yazdığım gibi zaten ‘‘kayıtdışı’’ çalışan bir grup olan Uzan Grubu'na uygulanan tedbir kararları hiçbir şey ifade etmiyor. Telsim'de yaz başından beri farklı bir uygulamaya gidildi. Artık para yerine ‘‘köntör’’ geçiyor. Telsim, ‘‘güvenilir’’ bayileri aracılığıyla ‘‘köntör’’ satıyor. Bu kontör satışı hiçbir şekilde resmileşmiyor.
Paralar elden alınıyor, fatura, matura kesilmiyor.
İş o boyuta gelmiş ki, Uzanlar'la iş yapan firmalara bile para yerine ‘‘indirimli’’ kontör veriliyor. Diyelim ki, Uzanlar'a ait bir şirkete 1 milyar liralık mal sattınız. Size 2 milyar liralık kontör teklif ediliyor. ‘‘Al bunu sat paranı oradan al’’ deniliyor. Hatta bunu satabileceğiniz bayilerin adı da veriliyor.
Alacaklı da, mecburen bunu kabul ediyor.
Uzanlar Telsim üzerinden müthiş gelirler elde etmeye devam ediyorlar.
Bu duruma kimse müdahale etmiyor. Bu işleri takip etmekle görevli olan Telekomünikasyon Üst Kurulu da olaylara el koyamıyor.
Bu işin tek çıkış yolu var.
Uzanlar'a ait şirketlere kayyum atanması. Yoksa kayıtdışının şahı olduğunu bankasını bile kayıtdışı tutarak kanıtlayan bu gruba alınacak her türlü tedbir boşa.
Enkazı bırak televoleye bak
TELEVİZYONCULAR sık sık eleştirilir. Bu eleştirilerde haklılık payı da büyüktür. Ancak kimse dönüp de, ‘‘toplum’’a bakmaz. Suçlu hep yayıncılardır. Bakın size pazartesi akşamı yaşananları anlatayım.
Saat 20.30 civarı telefonum çaldı. Kanal D Haber Merkezi arıyordu.
Konya'da bir bina çökmüştü. Enkaz altında 100 civarında vatandaş vardı. Ankara'daki naklen yayın arabamızı olay yerine yönlendirdik ve haberi saat 21.17'de ‘‘flaş haber’’ olarak ajanslardan gelen görüntülerle duyurduk.
Bizi Kanal 7 haber takip etmiş.
ATV ve Show Haber ise yayını kesme gereği duymamışlar.
Haber televizyonları ise olaya kilitlendiler ve başarılı bir yayıncılık yaptılar.
Olay yerine ilk ulaşan naklen yayın ekibi de Kanal D'ninki oldu.
Ertesi gün reyting raporlarına bakarken güleyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Türkiye'nin bir önemli kentinde bir bina çökmüş, altında onlarca yurttaşımız kalmış.
O günün reyting birincisi kim, tahmin edebilir misiniz?
Edemezsiniz.
Ben söyleyeyim.
Televole. Ne binanın çökme haberini veren televizyonlarda bir artış var, ne haber kanallarının reytinglerinde kayda değer bir yükseliş.
Televole gün birincisi. En fazla izlenen program. Diyeceksiniz ki: ‘‘Vatandaşın haberi olmamıştır.’’
Emin olun öyle değil.
Türk televizyon izleyicisi nerede ne olduğunu çok hızlı bulup oraya kayabiliyor.
Televole varken, yıkılan bina ile ilgilenmemişler, o kadar.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Bazı okuyucuların hafızası balıklardan güçlü olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2004
<B>BAŞBAKAN'</B>ın altı günlük ABD gezisine ben de katıldım. Bu altı gün boyunca da yazmadım. Yazmadım, çünkü Hürriyet zaten güçlü bir ekiple geziyi izliyordu ve benim ayrıca yazmama gerek yoktu.
Yazmayarak, ABD'de yapılan temaslara daha fazla konsantre olmaya çalıştım. Gezinin üzerine, prensip olarak yazı yazmayı reddettiğim bayram günleri de eklenince ‘‘uzun’’ ve ‘‘sıkıcı’’ bir ayrılık oldu benim için.
ABD gezisinde edindiğim ‘‘fazladan’’ izlenimleri bu sütunda sizlerle önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Ama önce Ertuğrul Özkök'ün birkaç gün önce sorduğu bir soruyu yanıtlayarak başlayalım. Gezide Sabah Gazetesi'nden hiçbir yazar yoktu. Bu kimsenin dikkatinden kaçmadı.
Herkes kendince bir yorum yaptı. Özkök ise yorum yapmaktansa ‘‘Niye?’’ diye sormayı tercih etti.
Haklıydı; çünkü Sabah bugünkü iktidara en yakın durmaya çalışan gazetelerden biriydi ve bu gezide bir muhabiri bile olmaması ilginçti.
Sabah'ın bu gezide yer alamamasının öyküsünü ben size anlatayım. Öykünün başı, Başbakan'ın Suudi Arabistan gezisine uzanıyor.
Başbakan, Arabistan gezisinde ‘‘hazır gelmişken’’ diyerek bir umre yaptı.
Bu ziyaretini de basından saklamaya çalıştı. Ancak Sabah'ın Ankara Temsilcisi Muharrem Sarıkaya'nın da aralarında bulunduğu bir grup gazeteciye yakalandı. Başbakan'ın ricasına rağmen, Sarıkaya elindeki cep telefonuyla Başbakan'ı umre ziyaretinde fotoğrafladı.
İbadet sırasında görüntülenmekten ısrarla kaçınan Başbakan Erdoğan bu duruma bozuldu. Ve Sarıkaya'nın bundan böyle kendisine çok yaklaştırılmamasını istedi. Sabah Ankara bürosu, ABD gezisi için başvurmakta bir iki gün geç kalınca, aranan fırsat bulundu ve kendilerine ret cevabı verildi.
Normalde Sabah gibi bir gazeteye mutlaka bir iki yer bulunabilirdi, ama bulunmadı.
Bu durum hem Sabah, hem de Başbakanlık tarafından doğrulanmayacak elbet.
Ama işin aslı bu.
Peki Muharrem'in yerine Mekke'de Başbakan'ı fotoğraflama şansını eğer ben bulsaydım ne yapardım?Açıkçası ben, siyasetçilerin kabahatlerini değil ibadetlerini gizli yapmalarını saygıyla karşılıyorum.
Erdoğan’a ilgi
HÜRRİYET'in değerli yazarlarından Bekir Coşkun, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ABD gezisine ABD basınının hiç yer vermediğini yazdı.
Sevgili Bekir Abi'nin ABD basınını takip ettiğini zannetmiyorum, ama anlaşılan Hürriyet'i de takip etmiyormuş.
Çünkü Hürriyet, bu gezinin ABD basınına nasıl yansıdığını kaynak göstere göstere defalarca yazdı. Elbette hiçbir Amerikan gazetesi sürmanşetten ‘‘Türkiye'nin Başbakanı burada’’ demedi, ama New York Times, Başbakan'ın gezisini ‘‘Başyazı’’sından duyurdu ve inceledi. Gazetenin en önemli yazarı Friedman, Başbakan Erdoğan'la bir röportaj yaptı. ABD'nin ünlü televizyon starlarından Lehrer de röportaj yapanlar arasında yer aldı.
Bunların yanı sıra Başbakan, CNN'e konuk oldu. Anlayacağınız, Erdoğan'a ilgi büyüktü.
Bunun nedenlerini başka bir yazıda aktaracağım.
Sigara değil gaz
BAŞBAKAN Erdoğan'ın Washington'da kaldığı Ritz Carlton'da ilk gün üç kez yangın alarmı çaldı.
Kapı önüne toplanan ahali hemen geyiğe başladı. ‘‘Çok sigara içiliyor, ondandır’’, ‘‘Baksana herkes puro içiyor’’, ‘‘Fatih senin purodan olmasın bu iş’’.
Geyiklere Washington Büyükelçiliği'nden dostlar da katıldı: ‘‘Biz oteli uyarmıştık.’’
Sigara geyiği aldı yürüdü.
O sırada Washington itfaiyesinden araçlar geldi. Otelde ciddi bir inceleme yapıldı.
İtfaiyecilerin şefine sordum: ‘‘Sigaradan mı?’’ Güldü, ‘‘Daha neler’’ dedi.
Sonra otel müdiresiyle konuştum.
‘‘Sigaradan olmuş öyle mi?’’
Kadın da güldü.
‘‘Hayır, aşağıda önemsiz bir gaz kaçağı varmış.’’
‘‘Herkes sigaradan diyor’’ dedim.
‘‘Ben öyle bir şey söylemedim’’ dedi.
Ama Türkiye'ye gerçek değil, geyik yansıdı.
Bakanlar değil gazeteciler
BAŞBAKAN'la birlikte ABD'ye giden heyeti Türkiye'ye getiren uçak İstanbul'a inecekti Son anda plan değişti ve uçak İstanbul üzerinden geçip Ankara'ya indi.
Ertesi gün konu bazı gazetelere, ‘‘Bakanlar istedi, uçağın rotası değişti’’ diye yansıdı.
Oysa işin aslı o değil. Uçakta Ankaralı gazeteciler ağırlıktaydı. Uçağın İstanbul'a ineceği açıklanınca Ankaralı meslektaşlarımız, haberlerini yetiştiremeyeceklerini, planlarını Ankara'ya göre yaptıklarını söylediler.
Çünkü önceden açıklanan programda uçağın iniş yeri olarak Ankara görünüyordu.
Gazeteclerin isteği üzerine uçak Ankara'ya döndü. Bakanların konuyla pek alakası olmadı. Ancak durum onların da işine gelmiştir mutlaka.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Uluslararası siyaseti 3. dünya ülkesi burjuvası mantığıyla ele almadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2004
TURİZMDE maliyetin altında yapılan tur satışlarının Türkiye'de turistin yapacağı alışverişle sübvanse edilmesinin, Türkiye'ye kazıkçı imajını kazandırdığını yazmıştım. Turizmci bir dostumdan bir açıklama geldi:
‘‘Türkiye'ye yıllardır özellikle kış aylarında ucuz paket fiyatlara Almanya (ağırlıklı olmak üzere), Hollanda, Fransa gibi ülkelerden programlar düzenlenir. Bu programlar kapalı gruplara, özel şirketlerin çalışanlarına, diğer bir deyişle hedef olarak belirlenmiş bir grup müşteriye sunulur. (örneğin: Bir kasabanın en büyük market zincirindeki devamlı müşterilerine, avcılar kulübüne, şoförler odasına, kasabanın kilise müdavimlerine vs...)
Bu paketler uçak, konaklama, operasyon, rehber giderleri hesaplandıktan sonra bu hedef gruplara grubun kalitesine göre eksi 50, eksi 100 Euro gibi fiyatlara verilir. Paketin içinde yapılacak tüm turlar, alışveriş ziyaretleri vardır. Hiçbir tur sürpriz olarak müşteriye zorlanmaz. Maliyetteki eksiler bu turlarda yapılan satıştan alınan komisyon veya destekle kapanır. Belki de artıya geçilir. Burada mağazaların destekleri ve rolü büyüktür. Mağaza olmazsa operasyon olamaz.
Mağazalarda satılan mallar kesinlikle altınsa altın, pırlantaysa pırlanta, ipekse ipek, deriyse deridir. Malda kandırmaca olamaz.
Fiyatlandırmalar elbette mevcut eksileri kapatmak üzere yapılmıştır.
Bunu sistemin içindeki herkes bilir. Müşterinin büyük bölümü de bunun farkındadır. Ama içinde bulunduğu grupta öne çıkmak, yaratılan atmosferin etkisi, (Kapodokya, Pamukkale atmosferi, kuyumda göz nurunun ve el işçiliğinin öne çıkartılması vs.) bu alışverişi ona yaptırır. Dönen, Pamukkale'yi, Kapadokya'yı unutan bazı müşteriler ekspertiz yapar ve iade ister. Genelde bu iade istekleri hep kabul görür, ya da indirim yapılır.
Bu alışverişte ödenen rakamın içinde sadece mal yoktur elbette, olayın tüm evreleri vardır, bu gözle bakmak en doğrusudur.
Versace, Valentino kravata 150 dolar verirken (Sarar'da aynı kravat 50 dolar bile değildir) nasıl o kravatın malzemesinin 10 dolar bile olmadığını biliyor ama alıyorsak, bu alışverişlerde de aynı mantık kabul edilmelidir.
Tatilde olan, rehberin iyi hizmetini almış, havaya girmiş grubun önünde olmak isteyen müşteri alışveriş yapar. (Daha sonra vazgeçerse kuyumu, halıyı geri verir ama Versace kravatı geri alır mı bilemem?)
Kasım-nisan ayları arasında Türkiye'ye gelen yabancı turistin %70'i böyle oluşur. Bu paketler satıştan kalkarsa kış turizmi %70 potansiyelini kaybeder, bunu Turizm Bakanlığı da biliyor ama ticarete karışmam ben gelen kafaları sayarım diyor.’’
Turizmci dostumun mektubu çok uzun. Ancak durum bu. Türkiye turizmde ürünleriyle marka oluncaya kadar bu sorunları yaşamak zorunda kalacağız.
Vergimizle yaşayanlar bizi öldürmek istediler
İSTANBUL'un ve Türkiye'nin başına çöken ‘‘beyaz felakette’’ ilk günün rezilliğinde kent yönetimlerinden çok, kentli bilincine ulaşmamış vatandaşların kusuru olduğu kuşkusuzdu.
Bunu yazdık. Ancak felaketin ilerleyen günlerinde, durum değişmedi. Kenti yönetmekle görevlendirilenlerin beceriksizliği üst düzeye çıktı.
İstanbul Belediyesi'ni çok fazla suçlayamıyorum. Çünkü Anakent'e bağlı arterler ilk günün ardından hızla açıldı ve her zaman işler halde tutuldu.
Ancak ilçe belediyeleri aynı başarıyı gösteremediler. Ara yollarda durum felaketti.
Fakat İstanbul'da asıl sınıfta kalan Karayolları oldu. Hem 1. Bölge, hem de 17. Bölge müdürlükleri ‘‘karı’’ seyrettiler. Cuma, cumartesi günleri otoyollarda yüzlerce kilometre yol yaptım. Tek bir kar temizleme aracı görmedim. İstanbul'un çevresini dolaşan can damarı TEM kara ve buza teslim edilmişti. Yollar tam bir ölüm tuzağıydı. Cumartesi günü ölümden döndüm. Önümde giden iki araç ise kaza yapmaktan kurtulamadı.
Okmeydanı-TEM bağlantı yolu son derece temiz olduğu halde, yolu TEM'e bağlayan noktada hiçbir çalışma yapılmamıştı.
Temiz yoldan gelenler bağlantı virajında bir buçuk karış kar ve buza çarpıyor, oradan savrularak bariyerlere giriyordu.
Önümdeki iki araç bariyerlere doğru savrulurken, ben aralarından zorlukla geçtim.
Otoyollardaki rezalet pazar günü, yani kar yağışından 4 gün sonra bile sürüyordu. Yollarda kalanlara en küçük bir yardım bile ulaştırılamadı. Vatandaş kar, buz ve tipide bir büyük kentin göbeğinde ölümü gördü, ölümü yaşadı.
Türkiye'nin ekonomisinin yarısından fazlası demek olan, Türkiye'nin vergisinin yarısından fazlasını üreten bir kentin insanları, onların ürettiği vergilerle maaşlarını alan bir grup ‘‘tembel ve beceriksiz’’ memurun kurbanı oldular. Aldıkları maaşı onlara helal etmiyoruz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Evinin önünü süpüremeyenlerin kentin sorunlarıyla başetmesini beklemediğimiz zaman.
NOT: Sevgili okurlar, bir hafta süreyle ABD'de olacağım. Yoğun program içinde bazı günler yazamayabilirim. Peşinen özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2004
<b>KAR </B>yağdı herkes <B>‘‘yetkililere’’ </B>kızıyor.‘‘Meteoroloji bildirdi neden önlem almadınız?’’
Yolda 5. saatini dolduran vatandaş radyoyu aramış konuşuyor:
‘‘Yetkililer önlem almadı. Yollarda perişanız.’’
Ama Radyo D'de Romina ‘‘martaval okuyan’’ bir dinleyiciye soruyu yapıştırıyor: ‘‘Peki sizin aracınızda zincir var mı?’’
‘‘Kem... küm... Yok.’’
Dünden beri başta İstanbul Türkiye'nin dört bir yanında yetkililere sövülüyor.
Ama kimse dönüp aynaya bakmıyor. Kimse ‘‘Ben önlem aldım mı?’’ diye sormuyor.
Yol açık, ilerlemek mümkün. Ama zincirsiz dört araç kayıp tokuşmuşlar yol kapanmış. Yetkililer ne yapsın!
Yetkililer çekici yollayıp yolu açtıracak ama emniyet şeridi diye bilinen yerde de yüzlerce ‘‘uyanık’’ sürücü.
Yetkililere söven kaç kişinin aracında zincir vardı çok merak ediyorum?
Ve bunların kaçı hem yetkililerin çalışmasını engelleyecek hem de kendi önlemini almış vatandaşın ilerlemesini önleyecek kazalar yaptılar, patinajlara düştüler.
Önlem almak toplumsal bir iştir.
Medeni ülke vatandaşları böyle yapar.
Bizim gibi ülkelerin vatandaşları ise popolarının üzerinde oturur, en basit önlemi bile almaz ve yaygara yaparlar: ‘‘Yetkililer nerede?’’
Siz neredesiniz hanımlar, beyler, siz!
Cem Uzan Günaydın'a ne yanıt vermişti?
1990'lı yılların başı. Günaydın ve Güneş Gazeteleri'nin sahibi Asil Nadir İngiltere'de İngiliz hükümetinin ‘‘gerçek’’ bir komplosuyla batırılmış.
Türkiye'deki yatırımları zor durumda.
Nadir gazetelerinden Günaydın'da çalışanlar gazeteyi yayınlayabilmek için gazeteye el koymuşlar.
Başlarında Saruhan Ayber ve Kemal Gönül var.
Asil Nadir'den beş kuruş para gelemiyor. Çünkü adam hapiste ve parası yok.
Gazete satış gelirleriyle yaşamaya çalışıyor. Gazetenin İmar Bankası'na borcu var.
Bu yüzden İmar Bankası gazetenin satış gelirlerine el koyuyor.
Üstelik dağıtımı yapan Gameda'da Uzan ortaklığı var ve para daha kaynağında kesiliyor, gazeteye tek kuruş gitmiyor.
Çalışanlar aç bilaç. 1 yıldır para alamıyorlar.
Sonunda Saruhan Ayber enseyi karartıyor ve Cem Uzan'a gidiyor.
‘‘Cem Bey’’ diyor, ‘‘Bir gazetenin yaşaması ve yüzlerce ailenin geçimi söz konusu. Sizden rica etsek şu borçları biraz temdit edebilir misiniz?’’
Cem Uzan ‘‘Hayır’’ diyor.
Ayber son bir deneme yapıyor, ‘‘Bari Gameda'ya gelen paranın tamamını almasanız. Onu paylaşsak. Hiç değilse bir çorba parası verir, biraz da káğıt alırız.’’
Cem Uzan Saruhan Ayber'e dönüp bakmıyor bile.
‘‘Beyefendi, bizim şirketlerimizin prensipleri vardır. Benim ticari anlayışımda sizin söylediğiniz gibi bir duruma izin vermek yer almaz. Borcunu son kuruşuna kadar ödersiniz. Sonra ne yaparsanız yaparsınız. Biz keseriz.’’
Saruhan Ayber, Cem Uzan'ın odasından çıkıyor.
Birkaç hafta sonra gazete káğıt bile alamayacak hale geliyor.
Ayber adını vermeyeceğim bir başka basın patronuna gidiyor. İki kamyon káğıt rica ediyor.
O basın patronu káğıdı veriyor. Ayber, ‘‘Ama nasıl geri vereceğim bilmiyorum’’ diyor.
O bir başka basın patronu ‘‘Bizim Günaydın'daki arkadaşlarımıza hediyemiz olsun’’ diyor.
Bu anlattıklarım birebir doğrudur.
Ben o günleri yaşadım. Hatırlıyorum.
Saruhan Ayber de Allah'a şükür hayatta. Gidin sorun bakalım doğru mu hatırlıyorum.
Bu kurum kimi esirgiyor
İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna konuğumdu.
Havadan sudan konuştuk. Adaylık meselesini sordum.
Beklemede. CHP'nin teklifini doğruladı. ‘‘Düşündüm ama olamazdı’’ dedi.
‘‘O kanaatte değilim. Türkiye açısından ilginç bir açılım olurdu. CHP'nin teklifi bile büyük cesaret ama bence olumluydu’’ dedim.
Gürtuna'yı beğenirim. İstanbul'da iyi işler yaptı. Partizanlık, çevresini kollama gibi işlere girmedi. Taleplere karşı hep ketum oldu.
Neyse asıl yazacağım bu değil.
Dün Gürtuna ile konuşurken inanılmaz bir bilgi verdi.
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'nda bir çocuğun aylık bakım maliyeti ne kadar bir fikriniz var mı?
Bence tahmin etmeniz mümkün değil.
Söyleyeyim mi?
1 milyar TL.
Evet evet, yanlış değil, bir çocuğun aylık maliyeti 1 milyar TL.
Aile ayda 300-400 milyon lirayı bulamadığı için çocuğu kuruma bırakıyor.
Kurum sadece çocuğa ayda 1 milyar TL. harcıyor.
Korkunç bir rakam. Kurumu kapatıp, ailelere 500 milyon verseniz daha çok insana fayda sağlarsınız.
Bu kadar masraflı olmasının nedeni kurumun kadro şişkinliği.
Çocuk Esirgeme Kurumu aslında Memurları Esirgeme Kurumu olmuş anlayacağınız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Fareler aslanları parçalayabileceklerini zannetmediği zaman.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2004
<B>CHP </B>Genel Başkanı <B>Deniz Baykal, </B>önceki gün medyayı da suçlayan bir açıklama yaptı. Bence son derece haksız. Nedenini anlatayım. 50 yılı aşan çok partili demokrasi geleneğine sahip Türkiye, bu süreç içinde ilk kez ‘‘muhalefetsiz’’ bir dönem geçiriyor.
Bunun sorumlusu ise medya değil.
Ben Kanal D Haber Merkezi'nde Ankara'da 2, İstanbul'da 2 arkadaşımı özel olarak CHP ile ilgili haberleri değerlendirmekle görevlendirdim.
Bu arkadaşlarım her gün CHP'li milletvekili ve yöneticilerin o gün neler yaptığını araştırıyor, bunun içinde ‘‘haber’’ haline getirebileceğimiz bir şey var mı diye bakıyorlar.
Bunu yapmamazın tek bir nedeni var.
Bu ülkenin muhalefete ve muhalif seslere ihtiyacı olmasından.
Bu nedenle arkadaşlarım CHP'yi yakından takip ediyorlar.
Bana da her gün sabah ve akşam olmak üzere iki rapor veriyorlar.
Bu raporlar genelde boş bir sayfa.
CHP'liler ya saçma sapan, ‘‘çağdışı’’, içi boş muhalefet yapıyor ve bunda siyasi nezaket sınırlarını aşıyorlar, ya da hiçbir şey söylemiyorlar.
Ülke adına bir anlam ifade etse nezaketsizlikleri de beni ilgilendirmiyor ama söylemlerinin de içi boş.
Bu yüzden CHP ile ilgili bir şeyler bulup haber yapmakta çok zorlanıyoruz.
CHP'nin boşluğunu bir başka ‘‘statükocu’’ DYP de dolduramıyor.
Sonunda Türkiye'de muhalefet yapmak ‘‘bazı askerlere’’ kalıyor.
CHP'nin ve DYP'nin boşluğunu genelde ‘‘asker’’ ve zaman zaman da ‘‘Cumhurbaşkanı’’ dolduruyor.
İşin kötüsü, bu durum ülkedeki sistemin işleyişini de bozuyor.
CHP'nin muhalefet etmedeki yeteneksizliği, Türkiye'de rejimi sıkıntıya sokan bir durum haline geliyor.
Sevgili Deniz Baykal etrafı suçlamadan önce partisinin ne yapıp yapmadığına bir baksın.
Çünkü bu gidiş iyiye doğru değil. Hem parti, hem ülke adına...
Şantaj ve küfür organları yaşamalı mı?
UZANLAR'ın şantaj silahı olarak kullanılan gazete ve televizyonlarda çalışanlar direniyor. Personel müdürü olan zat da açlık grevinde.
Türkiye enteresan ülke.
8 milyar dolarlık soygun yapıp paraları cebine atana ve bunca insanı mağdur edene değil de gerçekleri yazanlara kızan vatandaşlar var.
Ama Uzan çalışanlarından bana gelen bilgiler, Uzanlar'ın yanında çalışanların bu eyleme hiç ama hiç destek vermediğini gösteriyor.
Dün beni arayan bir Uzan çalışanı, ‘‘O açlık grevi yapan personel müdürüne bir sorun Fatih Bey. Bugüne kadar kaç kişiyi en küçük yasal hakkını bile vermeden kapının önüne koydu? Kaç kişiyi tazminatsız işten attı. Kaç kişinin maaşında hiç nedensiz indirim yaptı? Uzanlar'ın personele karşı tetikçiliğini üstlenen bu kişi mi şimdi mağdurmuş. Güldürmesin bizi’’ diyordu.
Bir başkası ise ‘‘Ben Uzanlar'ın ... şirketinde çalışıyordum. Yüzlerce arkadaşımla beraber tazminatsız kapının önüne koyuldum. Soru soranlarımız dövüldü. Ama şirketin kirli işlerini bilen, Uzanlar'ın sırdaşı durumunda olan birkaç kişi hálá ayda en az 5 bin dolar aldıkları işlerini sürdürüyorlar. Özel hesaplarına paraları yatıyor’’ diye detaylı bilgiler veriyordu.
Bu medya yaşamalıymış. Herkes destek olmalıymış.
Uzan Ailesi buradan çıkıp herkese sövmeye ve banka batırıp milyar dolarları indirmeye devam etsin ve bu iğrenç düzeneğe çomak sokanlara iftiralarla saldırmaya devam etsin diye mi?
NOT: Oradaki çalışan pırıl pırıl insanlar kusura bakmasın. Onlar için gerçekten üzülüyoruz. Ama elindeki medyayı bu kadar pis kullanan birine destek veremem.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi beceriksizliğimizin faturasını başkalarına keserek kurtulduğumuzu zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2004
<B>GEÇEN </B>hafta Japon turistlerin kazıklanmasını konu eden bir yazı yazdım. Kimileri hak verdi, kimileri kızdı.
Kızanlar arasında da, hak verenler arasında da turist rehberleri var.
Dar pencereden bakan rehberler, benim için ‘‘Bizi hanutçu sınıfına indirgedin’’ diyorlar.
Bazıları önce kızdıklarını, düşününce hak verdiklerini itiraf ediyorlar. Bazıları ise sorunun kaynağını gösterip yardımcı olmamı istiyorlar.
Hakarete varan ve beni bilgisizlikle suçlayan rehberlere söyleyeyim: ‘‘Yemem.’’ Galatasaray'dan sınıf arkadaşlarımın yarısı turizmci. Benim yazdıklarım da sapına kadar doğru. Bizde turist kazıklanıyor.
Çünkü turisti Türkiye'ye getirirken, ‘‘kazık’’ hesabını da yapıyor ve ona göre getiriyoruz. En azından bazı turizm acenteleri böyle yapıyor.
İşte size bir hesap.
Bazı acenteler Japonya'da birkaç yüz dolara tur satıyorlar.
Japon turist uçakla İstanbul'a gelecek, İstanbul'da Ritz Carlton veya Four Seasons gibi en iyi otellerde kalacak. Oradan Kapadokya'ya gidecek, Kapadokya'da da iyi bir otelde geceleyecek.
Bunun karşılığında 300-500 dolar ödeyecek.
Olur mu?
Olmaz. Bunun olmayacağını turizm şirketi de biliyor. Ama 300 dolarlık halıyı 1500 dolara, 300 dolarlık kuyumu 1000 dolara satarsan olur.
Japon televizyonu da turun fiyatını sormaz turiste.
‘‘Kardeşim, 300 dolara Türkiye turu olur mu?’’ demez, aldığın halının, kuyumun fiyatını inceler.
Sonunda rezil oluruz.
Yalan mı?
Ya diğer Uzanzedeler!
UZANLAR'a ait medya şirketlerinde çalışan arkadaşlarımız birkaç gündür eylem yapıyorlar. Maaşlarını alamadıkları için.
Onlar için üzülüyoruz. Ama böyle şeyler oluyor. Biz de bunları yaşadık. Yıllar önce Güneş Gazetesi'nde çalışırken aylarca, yıllarca maaş alamadık.
Patronun cebine dayalı, hesapsız kitapsız medyanın başına böyle şeyler geliyor.
Bu yüzden medyanın kárlı olmasını, ne devletin bankasına, ne de patronun cebine bağımlı olmaması gerektiğini savunduk hep.
Star, televizyonu ve gazetesi ile patronun silahı olarak kullanıldığı için hiçbir zaman ekonomik verimlilik hesapları yapmadı.
Çünkü gazete veya televizyon olarak değil patron borazanı olarak kurulmuştu.
Star çalışanlarının eylemiyle ilgili yorumları okuyorum.
‘‘Cem Uzan şişesi 30 bin dolar olan konyak içmesin; helikopterinin benzin ve bakım parasını buluyor da çalışanlarına verecek maaş mı bulamıyor; madem paraları yok Kemal ve Hakan yurtdışında zevk içinde nasıl yaşıyor; Cem'in evinde hálá her gün içkili, danslı partiler veriliyor’’ diyecek değilim.
Tüm bunlar gerçek bile olsa bunları söylemek bana yakışmaz.
Ben konuya başka bir yönden bakacağım.
Biliyorsunuz Uzanlar'ın asıl işi medya değildi.
Her alanda yüzlerce yatırımları vardı.
Mesela İzmir'de METAŞ diye bir şirket aldılar. O zaman devletle sorunları falan da yoktu, ama orada çalışanların da maaşlarını ödemediler. Yüzlerce işçiyi kapının önüne koydular.
Keza devletten bir sürü çimento fabrikası satın aldılar.
Oraları da kapadılar. İşçilerin paralarını ödemediler, yüzlerce, binlerce insanı işten çıkardılar.
Yıllardır televizyonlarına iş yapan kişi ve kuruluşların haklarını gasp ettiler.
Sanatçıların paralarını ödemediler.
Bunların hiçbiri Star Medya Grubu yöneticilerinin dikkatini çekmedi.
Hiçbirini haber yapmadılar.
Hiçbiriyle ilgili olarak halktan destek istemediler.
Ama iş kendilerine geldi mi, ‘‘Uzanlar'a haksızlık yapılıyor’’ diye eyleme başladılar.
Uzanlar maaş ödemediği için aynı eylemi yapan METAŞ işçilerini onlar ne kadar önemsediyse, ben de Star medyasının eylemlerini o kadar önemsiyorum.
Kendi gruplarında çalışan ‘‘emekçilere’’ ne kadar sahip çıktılarsa, sahip çıkılmaya da o kadar hakları var.
Paşa da hain oldu mu?
ORGENERAL Tolon’u eleştiren yazımdan sonra ‘‘malum’’ kesimden kin kusan fakslar aldım. Beni, Hasan Cemal'i ve Ertuğrul Özkök'ü ‘‘hakaret’’ yağmuruna tutmuşlar.
Acaba Orgeneral Tolon'un bana verdiği yanıtı okuyunca ne hissettiler çok merak ediyorum. Tolon Paşa'yı da artık ‘‘hain’’ sınıfına mı sokacaklar?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Vatanı cehaletle değil, bilgiyle sevmenin bir anlam taşıdığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2004
<B>EGE </B>Ordu Komutanı <B>Hurşit Tolon'</B>un bir okul açılışında yaptığı konuşmayı, daha doğrusu konuşmanın <B>‘‘Kıbrıs’’la ilgili bölümünü'' </B>dün oldukça sert bir yazıyla eleştirdim. Kendisinden farklı düşünenlere ‘‘hain damgası’’ vurmayı kabul edemezdim.
Bu ‘‘ilkel’’ yaklaşımın basında da sözcüleri vardı ama Türk ordusunun bir generalinin değerlendirmelerinin daha doğru olmasını istemek hakkımızdı.
Dün sabah erken saatlerde Kanal D'deki odamda otururken telefon çaldı.
Telefonda son derece neşeli sesli bir binbaşı vardı.
‘‘Günaydın Fatih Bey, müsaitseniz komutanımla irtibatlandıracağım’’ dedi.
Arayan Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon'du.
‘‘Fatih Bey, günaydın, yazınız için teşekkür ederim’’ diye aldı telefonu.
Şaşırdım. Şaşırdığımı fark etmiş olacak ki, ‘‘Benim konuşmamın tamamı size ve herhalde kamuoyuna aksetmemiş. Bu yüzden yazınıza bir küçük ekleme yapmak istiyorum ama sakın ola ki, bunu bir düzeltme talebi olarak algılamayın’’ dedi.
Orgeneral Tolon'un sözlerini aynen aktarıyorum:
‘‘Ben kati surette çözüm isteyenleri hain diye tanımlamadım. Tam aksine ben Kıbrıs'ta adil bir çözüm isteyenler arasındayım. Çözümsüzlüğü savunmak mümkün mü? Bakın ben o gün ne diyorum, ‘Ver kurtul diyen haindir' diyorum. Çözüm Türkiye'nin lehinedir. Yanınızda oturan işadamı arkadaşınıza bu ülke adına teşekkür ederim, onca yatırımı için. Ama biliniz ki, ben de onun gibi düşünüyorum. Kıbrıs'ı tarafları memnun edecek ve haklarını yedirmeyecek bir biçimde en kısa sürede çözmeliyiz. Burada bir ayrı düşüncemiz yok. Ben sadece hiçbir hakkımızı korumadan Kıbrıs'ı verelim diyenlere çatıyorum.’’
Orgeneral Tolon Genelkurmay adına konuşmadığını da ima ediyor ve şöyle diyor:
‘‘Ben zaten orada bir konuşma yaptım diyemem. Köylülere hitap ediyorum. Bir anlamda köylülerle dertleşiyorum. Bu resmi bir konuşma değil. Bir açıklama değil. Bir hasbihal.’’
Orgeneral Tolon’a teşekkür ediyorum. Telefonu kapatıyoruz.
Düşünüyorum.
Acaba Tolon'un bizim eleştirdiğimiz konuşmasını alkışlayanlar, bu açıklamasına nasıl bir tepki gösterecekler!
Suudi Arabistan’da değişim rüzgarı
CİDDE Ekonomik Forumu öncesi bu köşede yazılanları okuyanlar, Suudi Arabistan'ın neden bu forumları düzenlediğini anlamış ve bu seneki forumda yapılan konuşmalarda ifade edilen fikirlere şaşırmamışlardır diye düşünüyorum.
Bizim Başbakan'ın sözleri de, Clinton'ın sözleri de Suudi liderlerin ve Suudi kanaat önderlerinin düşüncelerinden çok farklı değildi.
Tam aksine, Erdoğan da, Clinton da ‘‘bu sözleri söylemeleri’’ için oraya davetliydiler.
Çünkü Suudi Arabistan ‘‘yolun sonunda’’ olduğunu gördü.
‘‘Gelişen dünyayı’’ kendine uyduramayacağını anladı.
Bu uyumsuzluğun faturasının gelişen dünyaya değil kendisine ve kendi halkına çıkacağını gördü.
Ve karar verdi. Dünya ona uymuyorsa, o dünyaya uyacak.
Suudi Arabistan ve benzeri ülkelerin önünde uzun ve zorlu bir süreç var.
Türkiye ‘‘dáhi’’ bir lider sayesinde bu süreci 80 yıl önce başlattı ve o lidere en karşı olanlar bile bugün artık ‘‘gerçeklerle’’ baş başalar.
Suudi Arabistan'daki gelişmeler Türkiye'deki gözleri açmalıdır.
Artık anlamsız ‘‘rejim’’ tartışmalarını bir kenara bırakıp, dünyanın peşinden koşmalıyız.
Suudilerle iş yapan dostlarım, bu ülkenin uluslararası çapta iş yapabilecek müthiş bir potansiyelinin olduğunu ve ülkedeki küçük bir değişim rüzgarı ile yetişmiş Suudlu elitin ülkeye inanılmaz bir ivme kazandıracağını söylüyorlar.
Vehhabiliğin merkezinden Batı'ya doğru bir açılım başlarken bizim tartışmalarımızın anlamsızlığı daha bir anlaşılıyor.
Rejimin bir yere gittiği veya gideceği yok. Tam aksine rejim derken ülkenin geleceğini kaybediyoruz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Köşe yazarlarını cahil zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku