Fatih Altaylı

Cumhurbaşkanı terör silahı hediye eder mi?

26 Şubat 2004
<B>UZAN </B>Ailesi'ne ait çiftlikten orta boy bir cephanelik çıktı. Kimi ruhsatlı, kimi ruhsatsız onlarca tabanca, yivli, yivsiz tüfekler, on bini aşkın mermi ve bir adet Uzi otomatik silah. Ölüm makinesi...

İddiaya göre silahlar Hakan Uzan'ınmış. Hakan Uzan'ı bunca silah sahibi olmaya iten ‘‘ruhsal’’ veya ‘‘biyolojik’’ gerekçeleri tartışmak istemiyorum.

Ancak bir insanın Uzi silah sahibi olmak istemesi ilginç bir durum. Bundan daha da ilginci, bu korkunç silahın Hakan Uzan'a 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hediye edilmiş olması.

Demirel-Uzan ilişkisini bu köşede yıllardır irdeledik.

Adapazarı-İstanbul arasında çalışan trenlerde çiklet satarak hayata atılan Kemal Uzan'ın müthiş zenginliğinde ‘‘hukuksuzluğun’’ yanı sıra ‘‘Süleyman Demirel’’in de etkisi olduğu bilinen bir gerçek. Ama bu ilişki ne boyutta olursa olsun bir cumhurbaşkanının bir işadamına benzeri ancak teröristlerde bulunan bir silahı hediye etmesi ‘‘kabul edilebilir’’ bir olay değil. Bütün bu olan bitene bakınca, geçmişi şöyle bir hatırlıyorum.

Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlık süresi sona ermek üzere. Türkiye'de kıyamet kopuyor. Gazeteler, yazarlar, siyasetçiler Demirel'in görev süresini 5 yıl uzatmak üzere müthiş bir kampanya yürütüyorlar.

‘‘İstikrar için Demirel'in kalması şart’’ palavralarından geçilmiyor. O günlerde bu köşe dışında Demirelci kesilmemiş kimseye rastlamak zor.

Ben ise burada Demirel'in gitmesi gerektiğini bas bas bağırarak yazıyorum. Hatta Meclis'te Demirel'in bir dönem daha görev yapmasına imkán sağlayacak kritik oylama öncesi Demirel'in başkahramanı olduğu ‘‘İlksan dosyasını’’ bir kez daha açıyor ve kimin görev süresini uzatacaklarını milletvekillerine bir daha hatırlatıyorum. Ve Demirel gidiyor, sonrasında Sezer geliyor.

Benim Sezer'i eleştiren yazılarımdan sonra bazıları arayıp, ‘‘Demirel gitsin diye uğraşmıştın. Bak gördün mü?’’ dediler hep. Ben ise hiç pişman olmadım. O gün Demirel'i siyasi tarihe gömen milletvekilleri de hiç pişman olmasınlar. Ne kadar doğru yaptıklarını kanıtlamak için şu Uzi meselesi bile yeter.

Yazan değil yazamayan korkar

BAZEN gazeteciler, televizyoncular vuruluyor. Ben bunları iki ayrı şekilde ele alıyorum. Birisi ülkede destabilizasyon yaratmak için vurulanlar, diğeri ise ilişkilerinden ve yazmadıklarından dolayı vurulanlar. Yazdıklarından dolayı vurulan yazar sayısı bence çok azdır.

Çünkü yazdığınız anda bilginin ağırlığından kurtulursunuz. O bilgi artık toplumun malıdır. Çetrefilli işleri, tehlikeli aileleri veya grupları hedef alan çok yazım oldu. Zerre korkmadım. Bazı meslektaşlarım gibi, ‘‘ruh hastalığı düzeyinde’’ korunmadım. Çünkü hiç karanlık ilişkim, kendime sakladığım bilgi olmadı.

Bildiğimi, bulduğumu, kanıtladığımı yazdım.

Ama gazetecilikten gelen gücünü kendi için kullananlar, karanlık ve loş güç odaklarıyla ilişkilere girenler, yazdıklarıyla değil, bilip yazmadıklarıyla güç kazananlar hep korktular. Hep ‘‘fazla’’ korundular. Ama hedef olmaktan kurtulamadılar.

Bir gazeteci bacağından, kolundan vurulunca ben ‘‘Ne yazmıştı’’ diye düşünmem hiç.

Benim aklıma ‘‘Acaba neyi yazmamıştı’’ sorusu gelir.

Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin mülki amirleri

İSTANBUL Valisi'nin ve Emniyeti'nin gücünün sadece Galatasaray'a yetip yetmediği ortaya çıkacak. Federasyon, Fenerbahçe-Galatasaray maçının oynanma saatini 19.00 olarak belirledi. Şimdi son söz, yapılacak ‘‘güvenlik toplantısı’’ sonrası Vali ve Emniyet Müdürü'nde olacak.

Bazıları ‘‘Dağ başındaki statla şehrin içindeki stat bir olur mu?’’ diyorlar. Ama işin aslı öyle değil. Fenerbahçe Stadı'nın çevresindeki sokaklar, ne yazık ki, her maç öncesi müthiş bir arbede ortamına dönüşüyor. Bağdat Caddesi'nin sonu Bağdat'a dönüşüyor ve gerilla savaşları yaşanıyor. Son üç yılda, bu stat çevresinde olan olayların bantları bende mevcut ama banda gerek yok, her şey hafızalarda taze. Maç çıkışında otoyol üzerindeki köprülerden atılan taşlar, bırakın taraftarı Galatasaray takımını taşıyan ve ‘‘sözde’’ eskort korumasındaki araca yapılan tacizler bile biliniyor. Bütün bunlar ortadayken o ortama ‘‘güvenli’’ demek imkánsız. Bu arada bir şeyi daha merak ediyorum.

Galatasaray-Fenerbahçe maçında bir açık tribünün tamamı ‘‘güvenlik’’ nedeniyle boşaltılmış ve Fenerbahçe taraftarına ayrılmıştı. Acaba aynı şey Saracoğlu Stadı'nda yapılabilecek mi? İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü, mülki amirliklerini gösterebilecekler mi? Yoksa Fenerbahçe Cumhuriyeti'nin istemlerini mi yerine getirecekler?

NOT: Hıncal Uluç maçın gece oynanmasını doğru bulduğunu yazmış. Yıllardır evinde oturup maç seyreden adam için gece gündüz fark etmez elbet.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İktidarı eleştirmek için bu köşede gün ışığına çıkmış haberleri kullananlar, bu köşenin yazarına çamur atmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku

Bizi soyulmadığımıza inandırın

25 Şubat 2004
Maliye Bakanı'nın eşi <B>Ahsen </B>Hanım'a <B>‘‘Eşinizin bir açıklama yapması iyi olur’’ </B>demiştim. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan bir açıklama yaptı ve mısırların gerçekten de oğluna ait tavuk çiftliklerinde tüketilmek üzere ithal edildiğini belirtti. Detay bilgiler de vererek, yapılan ithalatın sıradan olduğunu anlattı. Bilgiler inandırıcı. Ancak Sayın Bakan'dan benim bir ricam daha var. Eğer hal böyle ise, yani Bakan Unakıtan'ın oğlu bu ithalatı içerden bir bilgi almadan yaptıysa, daha önce de benzer ithalatlar yapmış olması gerekiyor.

Abdullah Unakıtan geçmişte de bu miktarda bir ithalat yaptıysa bunu bize bildirsin. Böylesi daha inandırıcı olur. Bakan Unakıtan şunu bilsin ki, ben de bu işte bir pislik olmadığını öğrenmek istiyorum. Yıllardır soyulan bir halkın ferdi olarak artık soyulmamak istiyorum. Lütfen bizi inandırın.

Uzan operasyonu AB kriteri gibi

WALL Street Journal'ın Avrupa edisyonunda çok ilginç bir makale kaleme alındı dün. Türkiye'nin AB'ye uygunluğunun ele alındığı makalenin başlığı ‘‘Türkiye evet'i hak ediyor’’. Yazar Hugh Pope, Türkiye'nin üyelik için attığı adımları ve yaptığı reformları sıralamış. Yazarın Türkiye'nin AB üyeliğini hak etmesiyle ilgili kriterlerinden biri Uzanlar'a yönelik olarak yürütülmekte olan operasyon.

Pope, Türkiye'de insan haklarına yönelik çağdışı anlayışın değişmekte olduğunu vurgularken, ‘‘Türkiye'de yasaların uygulanmasındaki eksiklikler de gideriliyor. Siyaseten güçlü Uzan Ailesi'nin yasa tanımazlığına karşı da en sonunda bir yaptırım uygulanmaya başlandı’’ diyerek bu operasyonla Türkiye'de hukukun üstünlüğü ve herkese uygulanabilirlik ilkesinin yeşermeye başladığını söylüyor.

Sorunun yanıtı Adalet Divanı’nda

KIBRIS'ta çözüme doğru gidilirken, çözümden yana olanların da, çözümsüzlükten yana olanların da kaygısı Annan Planı temelinde yapılacak bir anlaşmanın AB'nin ‘‘birincil hukuku’’ içinde yer alıp almayacağı. Yani bu anlaşmada ortaya koyulan ilkeler ve buna göre oluşacak Kıbrıs Anayasası AB tarafından aynen kabul edilecek mi?

Bu soruya yanıt verilemiyor. Yaratılan hava bu. Oysa Avrupa Birliği hukuku içinde bunun çok basit bir yolu var. Kıbrıs'ta bulunacak bir çözümün AB hukuku içerisinde alacağı durumu görmek için yapılabilecek en mantıklı şey ‘‘Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’’ndan ‘‘önyorum’’ alınması. Divan'a devletler, sorunlarla ilgili kurumsal taraflar ve Komisyon başvuruda bulunabiliyor. Bu soruyla bu kadar kafa meşgul etmeye gerek yok. Avrupa Topluluğu Adalet Divanı'na başvurulursa çok hızlı bir yanıt alınabilir.

Mister No Tommiks olmaz!

KUZEY Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, New York'a giderek herkesi şaşırtmıştı. Denktaş New York'a giderken herkes ‘‘Merak etmeyin masaya oturur ve hemen kalkar. Görüşmemek üzere gidiyor’’ dedi.

Denktaş şaşırtmaya devam etti. Masadan kalkmadı. Hatta Türkiye tarafından hazırlanmış önerileri masaya koydu, kabul ettirdi ve ‘‘Mister No’’ unvanını tehlikeye sokacak hareketlerde bulundu. Önceki perşembe öğleden sonra Ankara'ya gidiyordum. Uçakta Türkiye'de Dışişleri Bakanlığı yapmış, çok önemli görevlerde bulunmuş, Türkiye'yi BM'de temsil etmiş değerli bir diplomatla karşılaştım. Denktaş'ın tavrındaki ‘‘olumlu’’ değişimi sordum. Güldü.

‘‘Olmaz. Muhakkak bir şey bulacaktır. Rauf Bey uzlaşmaz’’ dedi.

‘‘Bundan sonra ne yapabilir ki, artık referanduma giden süreç başladı. Kimse durduramaz’’ dedim.

‘‘Rauf Bey bir şey bulur merak etmeyin’’ dedi.

Şimdi Kıbrıs'ta güvenilir kaynaklardan gelmeye başlayan bilgiler eski diplomatın haklı olduğunu gösterir nitelikte.

Annan Planı üzerinde yapılmakta olan görüşmelerin sonuçları ortaya çıkmaya başlamadan Denktaş faaliyete geçti bile. KKTC Cumhurbaşkanı Kıbrıs'ta sözü geçen siyasetçileriyle, Kıbrıs'ın güçlü ve kendisine yakın aileleriyle görüşmelere başladı.

Bu görüşmelerde Denktaş ‘‘Referandum için hazırlık yapmaya başlayın. Bu referandumdan hayır kararı çıkmak zorunda’’ diyor.

Uzlaşmazlık topunu Rumların kucağına bıraktığımız bir anda ve Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinde olsun, Kuzey Kıbrıs'a yönelik ambargoların kalkmasında olsun önemli bir avantaj sağladığımız dönemde Denktaş'ın tavrı akıl alır gibi değil.

Öyle görünüyor ki, Denktaş'ın asıl hedefi Kıbrıs'ta çözümsüzlük değil, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olanların amaçlarına hizmet.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Ayaktayken vuramadığımız düşmana, düşünce tekme atmayı delikanlılık zannetmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Adaylık atama gibi olunca

24 Şubat 2004
<B>BELEDİYE </B>başkan adaylarının açıklanması AKP içinde ciddi bir kargaşa yarattı. Pek çok yerde aday olamayanlar kıyameti koparıyor. Parti içinde huzursuzluk var. Bu huzursuzluğun temel nedeni AKP'nin gücü. Parti yerel seçimlere o kadar güçlü giriyor ki, aday açıklamak bir anlamda belediye başkanı atamak gibi. Bu nedenle de kıyamet kopuyor. İstifa tehditleri, partinin aleyhine çalışma imaları gırla. Peki bu durum AKP'de bir ‘‘güç zaafiyeti’’ yaratır mı?

Hayır yaratmaz. Çünkü isyan edenlerin hepsi siyasetçi. Ne olursa olsun AKP yerel seçimlerden sonra da iktidar olmaya devam edecek. Bugün isyan edenler de yarın için umutlanmaya ve AKP'nin iktidardaki gücünden faydalanmaya devam edecekler.

Bunu Tayyip Erdoğan gayet iyi biliyor. Erdoğan'ın bildiği bir başka şey AKP'yi AKP yapan en önemli etkenin bizzat kendisi olduğu. AKP adaylarının kimlikleri partinin kendini biraz daha merkeze çekme niyetini de gösteriyor. Görülen o ki, bu seçimde merkez sağ çatı için DYP ile AKP yarışacaklar.

CHP ise soldaki rakipsizliğine ve toplumsal beklentiye rağmen iyi bir vitrin oluşturamadı.

İstanbul için sırtında Yuvacık Barajı rezaletini taşıyan Sefa Sirmen'i düşünmeleri bile yeterince umut kırıcı.

Kemal Unakıtan aramadı, eşi aradı

GEÇEN hafta bu köşede yayınlanan bir haber, Türkiye'nin ‘‘gerçek’’ gündemine bomba gibi düştü.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın oğlu ağustos ayında 4 bin ton mısır ithal etmiş, bunun akabinde mısırda gümrük vergisi yüzde 35'ten 70'e, ardından da 80'e çıkmıştı.

Bu müthiş haberden sonra Maliye Bakanı konuyla ilgili sorulara ‘‘komik’’ olduğunu düşündüğü yanıtlar vermişti.

Ancak Bakan'dan ciddi bir açıklama gelmemişti.

Pazartesi günü meslek hayatımda pek rastlamadığım bir olay gerçekleşti.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın eşi Ahsen Unakıtan aradı.

Telefonu alınca, ‘‘Ben eşinizden telefon bekliyordum siz aradınız’’ dedim.

Güldük.

‘‘Fatih Bey, yazdığınız konu düşündüğünüz gibi değil’’ dedi.

‘‘Çocuklarımın hepsi son derece iyi eğitimlidir. İş hayatında da başarılıdırlar. Eşim bakan milletvekili olduktan sonra işle güçle hiç alakası kalmadı. Çocuklar ise işlerini yürütüyorlar. Ama emin olun, hiçbir usulsüzlük, hiçbir haksızlık yapmazlar.’’

Yazdığımın doğru olup olmadığını sordum.

‘‘Siz her zaman doğru yazarsınız. Bu nedenle sizi aradım. Hayatımda hiçbir gazeteciyi aramış, konuşmuşluğum yok. Ama sizi aradım. Çünkü siz doğru yazıyorsunuz, ama emin olun 4 bin ton mısırdan elde edilecek haksız kazanca göz dikmeyiz. 4 bin ton mısır zaten büyük bir meblağ değil. Yüz binlerce ton mısır ithal ediliyor. 4 bin ton bu piyasa için büyük bir miktar değil. İçiniz rahat olsun. Orada hiçbir şey yok’’ dedi.

‘‘Ahsen Hanım, miktar küçük olabilir bilmiyorum ama vicdani bir rahatsızlık yarattığı kesin. Benim değil, toplumun içinin rahat olması önemli’’ dedim.

‘‘Yaratmasın. Toplumun da içi rahat olsun. Gerçekten hiçbir yanlış yapılmadı’’ dedi.

‘‘Peki’’ dedim, ‘‘Neden eşiniz bu yazılana ciddi bir yanıt vereceğine işi gırgıra vurdu. Bu iddiada komik bir taraf yok. Bana bir açıklama yollasa daha doğru olmaz mı?’’

‘‘Bizim ailede ben ne kadar ciddiysem, eşim de o kadar şakacıdır. Her şeye neşeli tarafından bakar. Yine öyle yapmış’’
dedi.

‘‘Ahsen Hanım ben eşinizden gelecek her türlü açıklamayı köşeme yazarım. Hatta bu konuşmayı da yazacağım’’ dedim.

‘‘Ben okuyup saygı duyduğum bir yazarı aradım. Dertleştim. Yazmayın diyemem. İsterseniz yazın ama bizim yanlış yapmadığımızı bilin’’ dedi.

Ben de oğlu ve eşi adına yapıldığını varsaydığım bu açıklamayı sizlere iletiyorum.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Dün kızdığımızı bugün az bulmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Ermeni ise manevi kızı olamaz mı?

23 Şubat 2004
<B>TÜRKİYE </B>halkların kardeşçe yaşadığı bir ülke öyle mi? Öyleyse bile şansa öyle. Çünkü Türkiye'de aydın geçinen bir grup <B>‘‘zirzop’’</B>a kalsa Türkiye halkların kavga ederek birbirini yediği bir coğrafya olacak. Önceki gün Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olabileceği yolundaki iddialar üzerine başlayan tartışma beni çok rahatsız etti.

‘‘Atatürkçü’’ geçinen birileri Sabiha Gökçen'in Ermeni asıllı olmadığını kanıtlamak için müthiş bir uğraş içine girdiler.

Bence anlamsız bir uğraş. En az Sabiha Gökçen'in Ermeni olduğunu kanıtlamak için verilen uğraş kadar anlamsız.

Ne olacak yani, Sabiha Hanım'ın Ermeni olduğu ortaya çıkarsa çok mu ayıp olacak?

Meclis kararıyla kadıncağızı Atatürk'ün manevi kızlığından mı atacaklar?

Bu ne saçma bir tartışmadır.

Sabiha Gökçen ister Ermeni olsun, ister Kürt, ister Türk, ister Çerkez, ister Abaza, ister Boşnak benim için Türkiye'nin ilk kadın pilotu ve Atatürk'ün manevi kızıdır.

Ben ona etnik kökenlerinden dolayı değil, Türkiye'ye yaptığı hizmetler ve Atatürk'ümün kızı olarak saygı duydum.

Onun etnik kökeninin Ermeni olmadığını kanıtlamak üzerine yoğunlaşmak, hem Atamız'a, hem de bu ülkenin bütünlüğünü oluşturan tüm ırklara hakarettir.

Sabiha Gökçen etnik kökeni ne olursa olsun bizim için aynı değerdedir.

Onun kökenini tartışarak bir yere varmaya çalışmak, Sabiha Hanım'ın köklerini değil, kendisini manevi kızı olarak kabul eden Atatürk'e hakarettir.

Haklı çıkmak güzel duygu

UYARIMIZDAN sonra Uzanlar'ın işbirlikçisi veya ‘‘göz yumucusu’’ bürokratlar hakkında da işlem başlatıldı.

Bunların sayısı az değil.

Kimi korkudan, kimi üç beş kuruş menfaat uğruna bu aileyle işbirliği yaptılar.

Bunların ‘‘dokunulmaz’’ olarak algılanmaları da bürokratların bu ailenin ‘‘karanlık’’ işlerine göz yummalarına neden oldu.

Uzan Ailesi siyasetin en tepelerinde hiçbir zaman etkin ve kabul gören bir aile değildi.

Zaten onlar büyük ve karanlık işlerin, küçük adamlarla yapıldığını görüp hep onlarla çalıştılar. Kimileri kullanılıp atıldı, kimileri kullanılmaya devam etti.

Bu köşenin okurları bilirler, Uzanlar'ın siyasetle bağlantısında ben bu köşede hep iki isme yer verdim.

Bunlar Uzanlar'ın sindirdiği tipte adamlar değildi. Bunlar Uzanlar'ın ‘‘dostuydu’’.

Bunlardan biri Süleyman Demirel'di. Trenlerde çiklet satmaktan gelip iş hayatına başladığı günden itibaren Süleyman Demirel, Kemal Uzan'a hep destek verdi.

Son olaylarda bile Uzanlar Demirel'den arabuluculuk istediler ama Tayyip Erdoğan yüz vermedi.

Bir diğeri ise Güneş Taner'di. Güneş Taner hem Uzanlar'a, hem de Karamehmet'e hep yakın oldu.

Ben bunu ilk yazdığımda Taner aradı. Yalanlamak için.

Geçenlerde Uzanlar'dan ‘‘beleş’’ hat alanların listesi yayınlandı.

İki siyasetçi vardı. Biri Süleyman Demirel, diğeri Güneş Taner.

Güldüm. Nedense son zamanlarda çok gülüyorum.

O kadar da değil

PURO
meselesini biraz bilirim. Üstelik de yeni öğrenmedim. Yaklaşık 25 senedir puro içerim.

O yüzden de Uzanlar'ın mahzeninde bulunan Cohiba puroların değerinin 1.1 trilyon olduğunu okuyunca hayli güldüm.

Her şeyden önce Cohiba pahalı bir puro ama en pahalı puro değil.

En iyi puro ise hiç değil. Punch'ın, Hoyo de Monterey'in, Partagas'ın, Monte Cristo'nun pek çok purosu Cohiba'dan daha iyidir.

Cohiba'nın da iyileri vardır ama sırf Cohiba içmek biraz ‘‘kıroluktur’’. Bu tarz içicilik ‘‘Bu işten pek anlamam ama param çok’’ anlamına gelir.

Neyse meselemiz purolar değil zaten.

Uzanlar'ın mahzeninde bulunan 5 bin adet Cohiba puro ne yapsanız 1 trilyon lira etmez.

Cohiba puronun tanesi tipine göre ortalama 20-25 Euro civarındadır.

Hadi yıllanmış olsun, o olsun, bu olsun 40 olsun.

O zaman bile 1 trilyon etmez.

Haber yaparken komik olmayalım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Memlekete faydası olacak meseleleri tartıştığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Hepinizi affettim

21 Şubat 2004
<B>UZANLAR'</B>ın <B>‘‘güçlü’’ </B>günlerinde, bu grupta çalışan yaklaşık 1900 kişi <B>Cem Uzan'</B>ın zorlamasıyla, bu grubun çalışanlarına hakaret ettiğim iddiasıyla bana dava açtılar. Her biri bir milyar liradan toplam 1 trilyon 900 milyar lira istiyorlardı.

Uzan Ailesi'nin bana açtığı binlerce davaya bir de bunlar eklenmişti. Ben haftanın üç günü mahkemeye taşınıyordum.

Bu arada Uzanlar'ın oraya yolladığı muhabirler ve kameramanlar çevremi sarıyor, sorularla ve hakaretlerle taciz ediyorlardı.

Kameralar kafama vuruluyor, kamera bataryalarıyla başım yarılıyordu.

Aylarca, yıllarca bu sıkıntılarla boğuştum.

Uzan Grubu çalışanlarının bana açtığı dava sonunda benim lehime sonuçlandı.

Mahkeme benim bu kişilere hiçbir hakarette bulunmadığım sonucuna vardı.

Ve benim karşı dava hakkım doğdu.

Neyse uzatmayalım, son günlerde Uzan Grubu çalışanları bana çeşitli yollarla haber yolluyor ve kendilerine karşı açtığım davadan vazgeçmemi istiyorlar.

Zaten ekonomik durumlarının kötü olduğunu, bir de tazminat ödeyemeyeceklerini iletiyorlar.

Aralarında bana hakaret edenler, aileme yönelik hakaret dolu yazılar yazanlar, mahkeme kapılarında kafama kamera vuranlar da var.

Dostlarım, ‘‘Niye vazgeçiyorsun. Onlar kazansaydı o paraları senden söke söke alacaklardı. Evini bile elinden alırlardı’’ diyorlar.

Ama ben bana yakışanı yapmak niyetindeyim.

Hepsini, alem adına değilse de kendi adıma affediyorum.

Yaptıkları her şeyi siliyorum.

Kendilerine karşı açtığım davadan feragat ediyorum.

Helali hoş olsun.

Kendi açtıkları davanın mahkeme masraflarını ödesinler yeter.

Aman dikkat o mısırlar patlar

MALİYE
Bakanı Kemal Unakıtan'ın oğluna ait AB Gıda'nın gümrük vergileri artmadan önce yaptığı uyanıklığı yazdım iki gün önce.

Bakan Bey'in oğlu ağustos ayında, gümrük vergileri yüzde 35 düzeyinde iken 4 bin ton çerezlik mısır ithal etmiş ve hemen ardından gümrük vergileri önce yüzde 70'e, ardından yüzde 80'e çıkmıştı.

Mahdum Bey ciddi bir kazanç elde etmiş ve rakiplerini piyasadan silmişti.

Bu son derece ‘‘ciddi’’ ve ‘‘vahim’’ bir iddiaydı.

Haberciler benim bu iddiamı Bakan Unakıtan'a aynı gün soru olarak yönelttiler.

Maliye Bakanı Unakıtan her zamanki ‘‘eğlenceli’’ üslubuyla oğlunun tavukları olduğunu ve bu mısırı tavuklarına yedirmek üzere ithal ettiğini söyledi.

Kendince konuyu hafife aldı ve gırgır geçti.

Oysa ben ortada gırgır geçecek bir durum görmüyorum.

Tam aksine son derece ciddi bir mesele vardı.

Bakan'ın oğlu, bakanlığa yakınlığını kullanarak bilgi edinmiş ve bu bilgiyle kár etmişti. Bakan Bey ise bu konuyla eğleniyordu.

Çerezlik mısırları, yani patlamış mısır olarak bildiğimiz mısırları tavuklara yediriyordu.

Bakan Bey'in oğlu ciddi bir hata içindeydi.

O mısırlar ‘‘patlayabilir’’, yiyen ‘‘tavukların’’ kursağında sorun yaratabilirdi.

Kenan Işık: Siyaseti hiçbir zaman düşünmüyorum

KENAN Işık
aradı. ‘‘Fatih Bey’’ dedi, ‘‘Hürriyet'te benim belediye başkan adayı olacağıma dair bir haber var. Ama böyle bir şey yok.’’

Şaşırdım. ‘‘Muhakkak ki birileri böyle bir adaylıktan söz etmiştir. Yoksa kimse uydurmaz’’ dedim.

‘‘Olabilir. Birileri bana adaylık teklif edebilir. Yıllardır da çeşitli dönemlerde çeşitli partilerden teklifler gelmiştir. Ama ben bunları hiç dile getirmedim. Çünkü düşünmüyorum. Teklif yapılması benim bu işe sıcak baktığım anlamına gelmez. Rica ediyorum, benim adımı siyasetle beraber anmasınlar’’ dedi.

Nedenini sordum.

‘‘Ben sanatçıyım’’ dedi. ‘‘Ben hayatımı dilimi ve bedenimi kullanarak kazanıyorum. Başka işim, başka sermayem yok. Ben siyasete girersem geçimimi sağlayacak bir dükkanım, fabrikam yok. Ve söylemesi acı ama ben siyaseti ne olursa olsun şaibeli buluyorum. Hiçbir şey olmasa bile şaibe oluyor. Ben öyle bir ortamda olmak istemiyorum’’ diye ekledi.

‘‘Böyle buluyorsanız girmezsiniz. Sorun da olmaz’’ dedim.

‘‘Ben de bunu söylüyorum işte. Böyle bulduğum için girmem. Siyasetle ilgili hiçbir teklife evet demedim, demem. Ama ne yazık ki, gazeteci arkadaşlar bana yapılan teklifleri sanki ben bu tekliflerle ilgileniyormuşum gibi yazıyorlar. Lütfen yazmasınlar’’ dedi.

‘‘Bunu arkadaşlara söylesenize’’ dedim.

‘‘Söyledim ama olmuyor. Hálá bağdaştırılıyorum’’ deyince, ‘‘Ben yazayım bir daha adınız geçtiğinde kimse inanmaz’’ dedim.

Çok teşekkür etti.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İnsanları kendi komplekslerimizle değil, onların sahip oldukları özelliklerle değerlendirdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Irak’ta Şiiler ile Kürtler uzlaşıyor

20 Şubat 2004
<B>TÜRKİYE </B>ilgisini Kıbrıs'a ve yerel seçimlere odaklarken, güney komşumuzda ilginç gelişmeler olmaya başladı. ABD'nin Irak'ta iki siyasi güçlü ciddi sorunu vardı: Kürtler ve Şiiler.

Bu iki güç, kendi aralarında da ciddi bir çekişme içindeydiler.

Kürtler, Geçici Yönetim Konseyi'ndeki güçlerine güvenerek kendilerine anayasal üstünlük sağlamaya çalışırken, Şiiler de ülkedeki ‘‘sayısal üstünlüklerine’’ dayanarak bir an önce seçim ve anayasanın da bu seçimden çıkacak parlamento tarafından hazırlanmasını istiyorlardı.

ABD ise Irak'ta kendi iç düzenlerini korumayı başarmış bu iki gücün arasında sıkışmıştı.

Bir an önce anayasayı hazırlatıp uygulamaya sokmak isteyen ABD, bu noktada Kürtlerle aynı fikirdeyken, Şiilerin karşı koyması nedeniyle duraklamak zorunda kalıyordu.

Şiilerin ‘‘dini lideri’’ Ayetullah Ali Sistani, seçimler konusunda ısrarlıydı.

Irak'ta güvenlik ve istikrar tam olarak sağlanmadan seçim istemeyen ABD, Sistani engelini aşamıyordu.

Artan çözümsüzlük üzerine BM Genel Sekreteri Annan, özel temsilcisi sıfatıyla Brahimi'yi Irak'a yollamış ve bir rapor hazırlamasını istemişti.

İş kilitlenme noktasına gelmişken, ‘‘sürpriz’’ bir gelişme oldu.

Kürt liderlerden Celal Talabani, pazar günü Iraklı Şiilerin dini merkezi Necef'e gitti.

Talabani ile Ayetullah Sistani hiç beklenmedik bir görüşme yaptılar.

Görüşme sonrasında Talabani, ‘‘Şii kardeşlerimizle yapacağımız işbirliğinden ümitliyiz’’ dedi.

Kürt yetkililer yeni kurulan bu ilişkiyle ilgili net bir açıklama yapmıyorlar ama Kürtlerin önde gelen isimlerinden Behram Salih, ‘‘Hem Şiilerin, hem de Kürtlerin Irak'ta radikal bir değişiklikten ortak çıkarları var’’ diyerek yeni dönemin altını çizdi. Bu ilişkiden şimdilik ortaya çıkan ilk sonuç ‘‘doğrudan genel seçim’’ olasılığının ortadan kalkarak yeni bir ‘‘seçim’’ arayışının başlamış olması. Taraflar bunun adını ‘‘parçalı seçim’’ olarak koydular.

Buna göre güvenliğin sağlandığı ve kontrolün bir ölçüde de olsa ele alındığı Şii bölgesinde ve Kürt bölgesinde seçimler yapılacak.

Şu anda terör hareketlerinin egemen olduğu Sünni bölgesinde ise seçim yapılmayacak.

Bu konuda Kürtler ve Şiiler anlaşmış durumda.

ABD'nin bu plana onay verip vermediği veya verip vermeyeceği henüz net değil.

Ancak gelişmelere bakarak, daha önce burada dile getirdiğimiz İsrail kaynaklı ‘‘üç parçalı Irak’’ tezinin giderek daha fazla ‘‘fiiliyata’’ döküldüğünü görebiliyoruz.

Buna ek olarak Kissinger'ın, ‘‘Irak'ta ya bir Atatürk çıkmalı, ya da Irak üçe bölünmeli’’ sözü de göz önüne alındığında, güney komşumuzda ‘‘beklenmeyen’’ gelişmeler olması kaçınılmaz görünüyor.

Uzanlar'ın işbirlikçileri ne olacak?

ZÜLFİKAR Doğan
benden atak davranıp yazdı. Ama tekrarlamakta bir beis görmüyorum.

Uzanlar'a yönelik operasyonlar ‘‘tam gaz’’ sürerken, konunun bir ayağı boşta kalıyor.

‘‘Uzanlar'ın bürokrasideki işbirlikçileri kim?’’

Bu önemli soru bir türlü yanıtını bulamıyor.

Uzanlar'ın çevirdiği yasadışı ve usulsüz işlerin boyutu göz önüne alındığında, bu işin bürokrasi içinde bir ayağının olmaması mümkün görünmüyor.

Çünkü bu kadar yasadışılığın farkına varılmamış olması mümkün değil.

Hele hele son yıllarda benim yaptığım onca uyarıya rağmen.

Sadece dün gazetelerde yer alan bir haber bile bazılarının ‘‘başının ağrımasına’’ neden olmalı. Uzanlar'a ait Telsim, TEDAŞ'a 200 trilyon borç takmış.

Telsim, TEDAŞ'a yıllardır tek kuruş ödeme yapmamış.

Bir vatandaş ödemesini üç gün geciktirse kapısına dayanan, kış günü elektriğini kesmekte sakınca görmeyen TEDAŞ, söz konusu Uzanlar olunca yıllarca tahsilat yapmamış ve en küçük bir işlem başlatmamış.

Uzanlar'ın vurgun boyutu göz önüne alınırsa 200 trilyonluk bu iş küçük görünebilir ama önemli bir işaret. Şimdi soru şu:

Uzanlar'ın bürokrasi içindeki işbirlikçileri tespit ediliyor mu?

Bunlar hakkında ne gibi işlemler yapılıyor? Bu önemli. Çünkü bugün Uzanlar'la işbirliği yapan pislikler, yarın üç kuruş menfaat uğruna başka karanlık güçlerle de yatağa girerler. Türkiye'yi bu alçaklardan temizlemek görevdir.

‘Safinaz’ biz oluyoruz

CHP
seçim kampanyasında çizgi kahramanlardan faydalanacakmış.

Projeye göre CHP Lideri Baykal iyi kalpli ‘‘Temel Reis’’, AKP Lideri Erdoğan ise kötü kalpli ‘‘Kabasakal’’ olacakmış.

Bu çizgi romanda Temel Reis ile Kabasakal, ‘‘Safinaz’’ isimli kız için kavga ederler.

Temel Reis, sevdiği Safinaz'ı Kabasakal'a ‘‘kaptırmamaya’’ çalışır. Baykal Temel Reis, Erdoğan da Kabasakal olduğuna göre biz vatandaşlar da Safinaz oluyoruz.

Yani sonuçta bizim açımızdan değişen bir şey yok.

Temel Reis'in de, Kabasakal'ın da Safinaz'la ilgili niyetleri aynı.

Bizi öperlerken ya sakal batacak, ya pipo dumanından içimiz kalkacak.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Kendi başarısızlığımızın faturasını, başkalarını karalayarak düşüremeyeceğimizi idrak ettiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Maliye Bakanı üzerinden insider trading

19 Şubat 2004
<B>CUMA </B>günü Hürriyet'te bir haber çıktı. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın oğlu Abdullah Unakıtan ağustos ayında 4 bin ton çerezlik ‘‘mısır’’ ithal etmiş.

Türkiye'de mısır ithal eden tek kuruluş Unakıtan'ın oğlunun sahip olduğu AB Gıda Sanayii değil.

Ancak Maliye Bakanı'nın oğlunun tek partide ithal ettiği miktar ve bu ithalatın yapıldığı tarih çok önemli.

4 bin ton çerezlik mısır, Türkiye'nin yaklaşık 1 yıllık ihtiyacı. Bir firma, bir yıllık çerezlik mısırı tek bir seferde ve ağustos ayı içinde ithal edince bu durum dikkat çekiyor.

Çünkü daha önce bu boyutta bir çerezlik mısır ithalatı yapılmamış.

Ağustos ayı içinde yapılan bu ithalat herkesi şaşırtıyor.

Fakat eylül ayında işin içindeki ‘‘keramet’’ ortaya çıkıyor.

Çünkü eylül ayında yapılan bir düzenleme ile mısır ithalatında yüzde 35 olan gümrük vergisi yüzde 70'e çıkarılıyor.

Yani Kemal Bey'in mahdumu bir ay içinde yüzde 35 para kazanıyor.

Bu da yetmiyor, 2004 yılı için mısıra uygulanacak vergi oranı yüzde 80 yapılıyor ve Kemal Bey'in oğlunun kárı bir anda yüzde 40'a çıkıyor.

Hal böyle olunca Abdullah Unakıtan'a ait AB Gıda hem fahiş bir kár elde etmiş, hem de tüm rakiplerini piyasadan ‘‘kazımış’’ oluyor. Bu işe ‘‘insider trading’’ denir. Hem de devlet kullanılarak, devletin makamları kullanılarak yapılan bir insider trading.

Bu olay Kemal Unakıtan'ın bugüne kadar ‘‘İşini iyi yapan bakan’’ imajını da siler götürür.

4 bin ton mısırın sağlayacağı kár acaba buna değecek mi çok merak ediyorum.

Gürtuna’nın şansı kalmadı, Gökçek olabilir

CHP ve AKP büyükşehirlerdeki belediye başkan adaylarını son ana kadar açıklamama konusunda inatlaşıyorlar.

Bunda da haksız değiller.

Çünkü adaylar açıklanınca hemen yıpratma kampanyaları başlayacak, hem de parti içinde kavgalar çıkacak.

AKP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı ile ilgili olarak bugüne dek ortaya çok isim atıldı. Bunların bazıları aday adayıydı, bazıları ise değildi.

Aday adayı olmayanlar arasında Ali Müfit Gürtuna'nın ve Cüneyt Zapsu'nun isimleri geçiyordu.

AKP lideri Erdoğan Teke Tek'te bu iki isme yönelik iddiaları ortadan kaldırdı.

‘‘İstanbul'da adayımız aday adaylarından biri olacak.’’

Gürtuna
ve Zapsu'nun şansı bir anda sıfırlandı.

Aday adayları arasında ise iki isim ön planda.

Bunlar Tuzla Belediye Başkanı İdris Güllüce ve Beyoğlu Belediye Başkanı Kadir Topbaş.

Ankara'da AKP'nin iki aday adayı var. Biri Turgut Altınok, diğeri Melih Gökçek.

Erdoğan'ı bu isimlerle ilgili olarak hayli sıkıştırdım. Ser verdi sır vermedi. Ancak karşılıklı oturunca insan vücut dilinden bir şeyler seziyor.

Benim sezdiğim kadarıyla Erdoğan'ın gönlü Turgut Altınok'tan yana ancak parti içinde Gökçek adı ağır basıyor. Ankara'da lider, parti yönetimine boyun eğecek gibi.

Bekleyip göreceğiz..

AB'de Simitis'in şansı az

AVRUPA Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin görevi yakında sona eriyor.

Komşumuz Yunanistan'ın eski Başbakanı Simitis, bir süreden beri kendini bu göreve hazırlıyordu.

Bazı AB uzmanları da bu göreve Simitis'in getirilmesine kesin gözüyle bakıyorlardı.

Bu durum Yunanistan açısından da çok önemliydi.

Hem Rum kesiminin üyeliğinin başlayacağı, hem de Türkiye'nin müzakere tarihi alması muhtemel bir dönemde bu görevde bir Yunanlı'nın olması kulaklarına hoş geliyordu.

Simitis'in ardından bu göreve bir başka başbakan daha heveslendi.

Finlandiya'nin eski Başbakanı Paavo Lipponen.

Komisyon Başkanlığı'na kimin getirileceğine karar verme görevinde en önemli isim dönem Başkanı İrlanda'nın Başbakanı Berte Ahern.

Ahern, iki eski başbakanın umutlarını suya düşürecek bir tavır içinde ve diyor ki: ‘‘Bu göreve gelecek kişinin ille de bir eski başbakan olması gerekmez.’’

Ahern
böyle deyince bir başka isim öne çıkıyor: AB İçişleri Komisyonu üyesi Portekizli Antonio Vitorino. Ahern'e göre göreve gelecek kişi AB'nin karmaşık detayları konusunda uzman olmalı.

Bu da Vitorino'yu işaret ediyor.

Portekiz AB içinde Türkiye'ye en karşı ülkelerden biri. Ancak Vitorino Portekiz adına değil, AB adına hareket etmeye alışkın biri.

Bu arada bir başka ilginç gelişme AB içinde etkin bir merkez olarak hareket eden Almanya-Fransa ikilisine İngiltere'nin katılıyor olması.

İngiltere'nin ABD etkisiyle de olsa Türkiye'ye yakın durması AB'nin ‘‘güçlü merkezinde’’ Türkiye yanlısı tavra olumlu etki edebilir.

Gelişmeler bizim açımızdan olumlu gibi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İkinci ve üçüncü sınıf yazarlara asla cevap vermediğimi anlamaları için birkaç kez yazı yazmam gerekmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Memleket nereye gidiyor ben ona bakarım

18 Şubat 2004
<B>BAŞBAKAN Erdoğan'</B>la bir Teke Tek programı yaptık. Bazılarının kamuoyunda uyandırmak istedikleri izlenimin aksine Başbakan <B>Erdoğan'</B>ın <B>‘‘yakın’’ </B>durduğu gazetecilerden biri değilim. Kendisi ile katıldığı programlar dışında görüşmüşlüğümüz pek yoktur. Bazen seyahatlerde uçakta birkaç kelime konuşuruz, bazen de gidilen yerde boş vakitlerde her gazeteciyle olduğu gibi benimle de sohbet eder.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben Başbakan'ı beğeniyorum.

Ekonomide popülist bir politika uygulamadı, devri sabıklar yaratmaya çalışmadı. Geçmişin başarılı uygulamalarını bozmadı. Kendi aldığı kararlarda kompleksli davranmadı. Özellikle ekonominin işleyişi ile ilgili konularda kamuoyundan gelen seslere hep kulak verdi. Gerektiğinde yanlıştan döndü. Enflasyonu düşürdü.

Şimdilik bir yolsuzluğunu, hırsızlığını görmedik.. Kadrolaşma iddiaları var. Doğrudur. Ama kimde yoktu ki. Hele hele geçen hükümet döneminde ne biçim adamlar, ne önemli yerlere getirilmişti. Üstelik bazı yerlerde kendi fikirlerine çok ters kişileri bile çok önemli görevlere atayabiliyorlar.

Benim yıllardır mücadele ettiğim, bu ülkenin iliğini kemiğini sömüren asalaklara karşı kimsenin cesaret edemediği bir mücadeleye giriştiler.

Yerel seçimler geliyor, hálá ülkeye zarar verecek bir popülizm başlatmadılar. Buna karşın AB'ye girmek için müthiş bir atak başlattılar. Kıbrıs'ta çözüm arıyorlar.

Yurtdışında son 10 yıldır gündemden düşen ve ‘‘negatif’’ gündeme giren Türkiye'yi yeniden gündeme ve ‘‘pozitif’’ gündeme taşıdılar. Eee, biz daha istiyoruz.

‘‘Gizli gündemleri varmış’’. Ben daha görmedim. Görürsem ve ülke adına ‘‘yanlışsa’’ gerekeni yazar ve yaparız kimse merak etmesin.

‘‘Türkiye'ye şeriat getireceklermiş’’. Bu ülkeye kimse şeriat getiremez. Getirmeye kalkarlarsa bugün bana çamur atanlar evinde otururken ben geçmişte olduğu gibi her türlü tehlikeye göğsümü açar, sokaklara çıkarım. Bırakın her şeyi AB'ye üye bir ülkeye şeriat gelmesi çok da ilginç olur. Ekonomideki düzelme geçiciymiş, işler çok kötüye gidecekmiş. Bunu söyleyenlere göre ekim ayında da dolar 3 milyon lira olacaktı.

Tablo bu iken ben hükümete söveceğim öyle mi?

Niye. Bizim istediklerimizi yaptıkları için mi?

‘‘İktidara yakın olmaya çalışıyormuşum’’. Demirel'le, Çiller'le, Yılmaz'la Ecevit ile kavga eden ben, bu iktidara yakın durmak gibi bir dert içinde niye olayım ki!

Bana ne.

Başbakan beni seviyormuş.

Seviyordur herhalde. Şimdiye dek ondan tek bir şey istemediğim, bir kez olsun telefon etmediğim içindir. Ben Başbakan'ı seviyormuşum. Şimdiye kadar bir kez olsun beni arayıp bir şey istemediği, beni veya aleyhinde yazanları patrona şikáyet etmediği içindir. Ben Türkiye'nin nereye gittiğine bakarım. Gerisi vız gelir tırıs gider. Hele hele üç otuz para için takla atan şerefsizlerin ‘‘çamurları’’ bana değmez bile.

İfade özgürlüğü ülkeyi soyma özgürlüğü müdür?

‘USTA’’ diye bildiğimiz gazetecilerin içinde oldukları durumu görmek çok acı. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ağabeyim, ‘‘Alacakların tahsili gerekçesiyle medya kuruluşlarının ifade özgürlüğü engellenmemelidir’’ diyor. Şahane bir yaklaşım. Benim anlayışıma göre bu şu demek:

‘‘Medya organı sahibi olanlar ülkenin kaynaklarını istedikleri gibi kullanabilirler. Bankalara veya kamuya borç takabilirler. Halkı dolandırabilirler. Ama bunlardan hesap soramazsınız. Çünkü bunların ifade özgürlüğü vardır.’’

Vah vah vah.

Vah benim mesleğim.

Atölyesinde üretim yapan küçük esnaf üç kuruş borcunu ödeyemeyince malını mülkünü haraç mezat satmak serbest. Bankadan aldığı 500 milyonluk krediyi ödeyemeyen işçinin, memurun evine kapısını kırarak girip televizyonunu, yatak odasını kaldırmak serbest. Namusuyla üretim yaparken borç kıskacında boğulmuş sanayicinin fabrikasının kapısına kilit vurmak serbest. Ama her türlü namussuzluğu yapmış, devleti ve milleti dolandırmış ‘‘medya patronu’’ maskeli üçkağıtçıya dokunmak yasak.

Neden..

Çünkü ifade özgürlüğü var.

Oktay Ekşi ve benzer düşünenler farkında mı bilmem ama devlete göbeğinden bağlanmış, sahibi hapis tehlikesi ile karşı karşıya duran, her tarafı hacizli, BDDK ile anlaşmaya çalışan medya kuruluşunun ifade özgürlüğü mü var? Devlete olan 1 milyar dolarlık borcunu 150 milyona indirtip, yılda 10 milyon dolarlık dilimler halinde ödemek için anlaşmaya çalışan Sabah ya da yeni adıyla Merkez Grubu'nun ‘‘ifade özgürlüğü’’ mü kalmış! Basın Konseyi, bu gazete patronları devlet ve halk kaynaklarını sömürürken neredeydi acaba?

Gazete patronluğu kisvesi altında halkı soyanlara ses çıkarmayanlar, halka ait bu paralar tahsil edilmeye çalışılınca‘‘kıyamet’’ koparıyorlar.

Acaba bu kıyametin halk gözünde bir değeri olacak mı?

Yoksa tam aksine basının biraz daha yıpranmasına mı neden olacak.

Sevgili Oktay abi, hangi gelişmiş demokraside ifade özgürlüğü, halkı soyup hesap vermeme özgürlü olarak kabul görüyor. Bir anlatsanız da öğrensek.

NOT: Sevgili Oktay abi, Basın Konseyi Başkanı sıfatıyla yapmış olduğu açıklamaya bir köşe yazısıyla netlik kazandırdı. Benim eleştirilerim Ekşi'nin Basın Konseyi Başkanı sıfatıyla yaptığı açıklamaya yöneliktir.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İdeolojimizi mantık süzgecinden geçirmedikçe adam olamayacağımızı anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku