6 Mart 2004
<B>BİR </B>özelliğim vardır: Doğru bildiğim yoldan hiç dönmem.<br><br>Kim ne dersin desin takmam. Ben insanların, aklı ve zekásı olan insanların tek başına bile haklı olabileceklerine inanırım. Bazen tek başınıza haklı, bazen hep birlikte haksız olabilirsiniz.
Dün Başbakan Erdoğan'ın samimi açıklamalarının eleştirilmesine olan tepkimi dile getirdim. Kıyamet koptu.
Oysa Başbakan bunu dile getirerek, Türkiye'de yıllardır görmezden gelinen bir meselenin, belki de ‘‘siyasal etik’’ açısından ele alınmasının ve kabul edilebilir bir çözüme kavuşturulmasının yolunu açacaktı.
Ama aynen bu samimiyeti savunan bana saldırdıkları gibi, Başbakan'a da saldırdılar.
Çünkü Türkiye'de ne yaptığınız önemli değildir. Bunu nasıl paketlediğiniz önemlidir.
Yalılarda yaşayan, sosyete kulüplerinde sabahlara kadar gezinen, borsada oynayıp büyük paralar kazanan, her türlü ticareti yapan, kendi işleri için belediye başkanlarıyla pazarlık yapan gazeteciler var.
Ama bu kişiler bütün bunları gizleyip saçı bitmedik yetim, gariban edebiyatı yaparlar; herkes yutar, herkes inanır bu sahtekárlara ve kimse bir şey demez. Sapına kadar namusuyla yaşayan, tek bir usulsüz, kanunsuz işi olmadığı can düşmanları tarafından bile ortaya çıkarılıp yazılamayan, fakat samimi bir biçimde iyi yaşamaktan hoşlandığını gizlemeyen gazeteciye demedik laf bırakılmaz.
Siyasette de öyle. Kimi siyasetçiler kendi servetlerini, kimileri çevrelerinde zengin ettikleri akraba veya işadamlarının servetlerini harcarlar, onunla yaşarlar, kimse gıkını çıkarmaz.
Birisi çıkıp şirketlerinden gelen parayla geçindiğini söyler, kıyameti koparırlar.
Çünkü önemli olan ne olduğu değil, nasıl pazarlandığıdır.
‘‘Sen nasıl Başbakan'ın şirketini savunursun.’’
A be ahmak! Ben Başbakan'ın şirketini mi savundum?
Benim savunduğum Başbakan'ın samimiyeti.
Şirketinde bir halt varsa, onu da ilk yazan ben olurum, kimse merak etmesin.
Aynen ‘‘mısır’’ı, ‘‘TÜBİTAK’’ı, ‘‘YÖK Yasası’’nı ilk yazan ben olduğum gibi.
Sabahtan akşama geyik yapıp hiçbir araştırma yapmayan gazeteciler, benim bulup çıkardığım gerçeklerle hükümet eleştirisi yaparlar, beni de Başbakan'ı savunmakla suçlarlar.
Ben doğru olan her işi savunurum. Yanlış olan her işin üzerine giderim.
Benim işim öznelerle değil, fiillerle.
Bu ülkede yıllardır öznelerle uğraşa uğraşa ülkenin içine ettik.
Bakın Şalom Gazetesi araştırma yapmış, bu ülkede yaşayan Museviler arasında bile AKP birinci parti.
Önceki akşam Yılmaz Erdoğan'ı izledim, ‘‘Ülkedeki iklim düzeliyor’’ diyor.
Bunlar ilginç işaretler. Bu işaretlere sövmek sonucu değiştirmez.
Bence de belki durum şahane değil ama iyiye gidiyor.
Ne yapalım yani, bu ülkeyi iyiye götüren Tayyip Erdoğan diye ülkenin iyiye gitmesini de mi engelleyelim?..
Ben samimiyete prim vermeye kendi adıma devam edeceğim.
Ben tek başıma bile haklı olabileceğimi biliyorum.
Gerisi umurumda değil...
Başarısız olan çok, Avrupa Şampiyonu bir tane
FATİH Terim, Galatasaray'dan ayrılıyor. Yolun sonuna gelindi.
Galatasaray'a futbolcu olarak geldiği günden beri dostum olduğu için ben ona ‘‘Kaptan’’ derim.
Geçmişte kendisiyle tartışmalarımız da oldu, çok güzel anlarımız da. Ama o hep benim kaptanımdı.
Son zamanlarda yerden yere vuruldu.
‘‘Vefasız’’ olduğumuz için bize yaşattıklarını hep unuttuk.
Bir kez daha yaşatamadıklarının hesabını sorduk. Hem de en ağır biçimde.
Sanki Türkiye'de başarısız bir dönem geçiren tek takım Galatasaray, tek teknik direktör Fatih'mişçesine...
Bugün elde edilemediği için suçladığımız başarıları bize onun tattırdığını hatırlamaktan kaçındık.
Bugün Türkiye'de takımların ufkunda Avrupa Şampiyonluğu gibi bir düşüncenin var olmasında Terim'in de büyük payı olduğunu hatırımıza getirmedik.
‘‘Bir zamanlar destan yazardı, şimdi adını bile yazamıyor’’ derken bahsedilen destanı yazanların başındaki adamın Fatih Terim olduğunu hatırlamadık.
Benim ‘‘Kaptanımı’’, taraftarların ‘‘İmparator'unu’’ ne Avrupa Şampiyonu olduğu zaman adam gibi uğurlayabildik, ne de bugün adam gibi uğurlayabiliyoruz.
Ama bence önemli değil. Tarih onu Galatasaray'ı Avrupa Şampiyonu yapan bir büyük Galatasaraylı olarak hatırlayacak.
Bir sezon başarısız olan teknik direktörlerden biri olarak değil...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Düşündüğümüzü söylemedikten sonra düşünmemizin bir anlamı olmadığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2004
<B>BU </B>ülkede her şeyi yapın serbest ama sakın ha samimi olmayın. Rol yapın, oynayın, doğruları değil, insanların duymak istediklerini söyleyin.
Sakın doğrulardan bahsetmeyin, sakın içinizden geçeni açıklamayın.
Neden mi?
İşte Tayyip Erdoğan'ın içine düşürüldüğü durum, işte Başbakan'a yönelik suçlamalar.
Başbakan Erdoğan çıkıp samimiyetle dedi ki: ‘‘Şirketlerimden gelen param olmasa geçinemezdim.’’
Aman Allah. Sanırsınız ki müthiş bir suç işledi.
Şirketlerde bir ayıp varsa, şirketler Erdoğan'ın makamını kullanarak para kazanıyorsa elbette büyük rezalet ama normal şartlarda Erdoğan'ın söylediği yalan mı?
Bana söyler misiniz Türkiye'de son 40 yılda, belki Bülent Ecevit hariç, hangi başbakan milletvekili maaşıyla geçindi.
Süleyman Demirel mi?
Süleyman Bey'in maaşı büyük ihtimalle giydiği takım elbiselere, kolundaki on binlerce dolarlık Rolex'lere yetmezdi.
Tansu Çiller mi?
Milletvekili maaşıyla mı çocuklarını Amerika'da okuttu. Bence Tansu Hanım'ın maaşı yalısının aylık masraflarını karşılamazdı.
Mesut Yılmaz mı?
Yurtdışında okuyan çocuklar, hepsi markalı giysiler, Berna Hanım'ın harcamaları... Bunların hepsi milletvekili maaşıyla mı yapıldı?
Necmettin Erbakan mı?
Erbakan'ın maaşını hiç harcamadan yıllarca biriktirseniz oğlu Fatih Erbakan'ın yatının motorunu alamaz.
Bütün bu isimlerin kimi sahip oldukları veya ortak oldukları şirketlerden, kimileri ise yakınlarından geçinmişler. Bu net.
Ama bunu söylememişler. Ve bizi kandırmışlar.
Fakat bunda bir ayıp yok.
Ayıp olan doğruyu söylemek.
Bunun farkında olmayan Erdoğan zaman zaman Türkiye'de yaşadığını unutup samimi açıklamalar yapıyor.
Ama burası Türkiye. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar da bir Japon atasözü değil.
Ülkenin geleceğini satmak serbest mi?
VATANSEVERLİĞİNDEN bu kadar emin olmasam Denktaş'ı vatan haini zannedeceğim.
Fakat yaptıkları akıl alır gibi değil.
Bütün dünyanın gözünde Rumlar Kıbrıs konusunda uzlaşmaz taraf haline gelirken, Papadopulos şımarık çocuk gibi davranarak Yunanistan'ın bile tepkisini toplarken, Denktaş sanki Papadopulos'u kurtarmak istermişçesine çözümden yana olmadığını bir kez daha yüksek sesle dillendirmeye başladı.
Halbuki, Kıbrıs'ta Annan Planı'na karşı olsak bile topu Rumların kucağına bırakmışız.
Rumların itirazları bizimkilerden daha fazla.
Rum kesimi referanduma büyük olasılıkla hayır diyecek ve KKTC'nin makus talihinin değişmesi yolunda çok önemli bir adım atmış olacağız.
Ancak Denktaş ‘‘körlerin’’ bile görebileceği kadar aşikar olan bu durumu görmezlikten geliyor.
‘‘Mister No’’ unvanını kimseye kaptırmak istemiyor.
Burada da bazı gruplar ‘‘Vatanı sattırmayız’’ edebiyatı yaparak Denktaş'a destek veriyorlar.
Oysa vatanın satılmadığını en az bizim kadar biliyorlar.
Sadece üç günlük çıkarları uğruna ülkenin geleceğini satıyorlar.
NOT: Bu yazı dün yayınlanmak üzere, yani Denktaş'ın dünkü açıklamalarından önce yazılmıştı. Dün Denktaş'ın sözlerini okuyunca giriş cümlesini çıkarıp çıkarmama konusunda tereddüde düştüm.
Spor artık spor değil
ÇARŞAMBA günü koyu Beşiktaşlı dostum Murat Saygı Beşiktaş maçına davet etti.
‘‘Gelmeyeyim. Bir tatsızlık olur’’ dedim.
‘‘Saçmalama. Beşiktaş'a ne kadar yakın olduğunu ben biliyorum. Tam aksine seni gören Beşiktaşlılar sevinir’’ dedi.
Başıma geleceği hissediyordum ama kıramadım. Beşiktaş'ın 14 yıl sonra gelen şampiyonluğunda Beşiktaşlılar kadar sevindiği için karakolluk olan ben, Beşiktaş'ın Valencia ile oynayacağı maça gitmek üzere yola çıktım. Bir yandan da gittiğime seviniyordum çünkü şimdiye dek gittiğim hiçbir Beşiktaş maçında Beşiktaş yenilmemişti.
Boynuma bir Beşiktaş atkısı takıp otomobile bindim.
Stadın önünde önce Murat indi arabadan ardından ben.
Ve kapıda bekleyen kalabalık homurdanmaya başladı.
‘‘Çıkar atkıyı boynundan’’ dedi biri, bir başkası ‘‘Ne işin var burada’’ diye bağırdı. Arada küfürler duydum. Kalabalık dalgalanmaya başlayınca ‘‘Murat size iyi maçlar, bana eyvallah’’ deyip, indiğim otomobile binip uzaklaştım. Uzaklaşırken arkamdan ‘‘........ Cimbombom’’ tezahüratları yükseliyordu.
Her iki yenilgiyi de evde izledim. Gece geç saatte Beşiktaş Başkanı dostum Serdar Bilgili aramış. Sonra mesajı geldi. Özür diliyor.
Hiç gerek yok. Oluyor böyle şeyler.
Spor spor olmaktan giderek çıkıyor. Galatasaraylı Fatih'in boynuna Beşiktaş atkısı taktırdıklarına sevineceklerine sövecek kadar küçülenler var.
Beşiktaş'ta da var, Galatasaray'da da var, Fenerbahçe'de de var.
İş artık şirazesinden çıktı.
Tribünler adam vurdurtmakla övünür oldular. Utanmadan ‘‘Sıra bilmem kimde’’ diyorlar.
Emniyet ise seyretmekle yetiniyor. Yazık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İhanetin kararını tarih verdiğinde utanmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2004
<B>SABAH </B>Gazetesi'nin yeni patronu <B>Turgay Ciner'</B>in Sabah Gazetesi'ni ve ATV'yi 2002 yılının 10. ayında yıllık 10 milyon dolara kiraladıklarını belirten yanıtına dün bu köşede yer verdim. Bildiğim kadarıyla TMSF bu anlaşmayı daha önce hiç duyurmadı ve şartları konusunda bir açıklama yapmadı. Turgay Ciner'inki ilk resmi duyuru diye hatırlıyorum.
Ancak konuyla ilgili kafamdaki soru işaretleri giderilmedi.
Dediğim gibi kiralanan malın değeri en az 400-500 milyon dolar.
Merak ettiğim başka şeyler de var.
Birincisi, ATV ve Sabah grubundaki demirbaşların yıllık amortisman gideri ne kadar? Yani bu malların asıl sahibi olan TMSF'ye bu malların satın alınmasından doğan yük yılda kaç lira.
Bu yükün karşılanması için kullanılan parasal kaynağın yıllık maliyeti, yani finansman gideri ne kadar.
Bana sorarsanız ATV ve Sabah'ın sahip olduğu teknik imkanların yıllık amortisman gideri en az 40-50 milyon dolar.
Yıllık 40-50 milyon dolarlık bir amortisman gideri olan bu ekipman nasıl oluyor da, yılda 10 milyon dolara, yani yılda en az 30 milyon dolar zararına kiralanabiliyor.
İkinci soruma gelince; kárın yüzde 55'i TMSF'ye verilecek ve 10 milyon dolardan az olmayacakmış. Peki bu kárlılık nasıl denetlenecek. ‘‘Merkez’’ adı altında yeniden yapılanan bu şirketlerin yönetiminde TMSF'nin bir temsilcisi var mı?
Bu şirketlerdeki giderlerin şişirilmediğini, gelirlerin saklanmadığını nasıl bileceğiz, TMSF nasıl bilecek?
Üçüncü sorum ise biraz daha basit. Dün TMSF'den beni arayan bir okurum, ‘‘Turgay Bey yılda 10 milyon dolar kiradan bahsediyor. Sorun bakalım TMSF'nin yetkililerine bugüne kadar kaç milyon dolar kira ödemişler’’ dedi.
Eğer anlaşma dedikleri gibi 2002 yılında yapıldıysa iki yıllık kira ödendi mi? Ya da Merkez, TMSF'ye bugüne kadar kaç lira kira ödedi.
Bu soruların muhatabı TMSF yetkilileri. Gelecek her türlü yanıt burada yerini alacak.
NOT: Bu yazıların altında çapanoğlu arayanlar oluyor. Hiç aramasınlar. Turgay Ciner ile yıllardır tanışırız. Aleyhinde çok yazım olmuştur. Zaman zaman lehinde yazılarım da olmuştur. Bazen buluşur konuşuruz. Ailece tanışırız. Ama benim bu tanışıklığım bu soruları sormama engel olmaz. Sabah'ı ve ATV'yi bu şartlarla babam alsa ona da aynı soruları sorarım.
Hidrojene yağlar kanser yapıyor
ABD kökenli fast food zinciri McDonald's kızartılmış mısırı mönülerinden kaldıracak diye bir haber geçti dün elime. Sizi bu konuda bilgilendirmek istiyorum.
Sadece McDonald's değil, yağ konusunda çok önemli bilgiler vereceğim.
ABD'de son dönemde McDonalds'a yönelik pek çok dava açıldı.
Bu davalarda ünlü hamburgerci obeziteye ve daha ötesinde pek çok hastalığa neden olmakla suçlandı.
Mahkemeler yaptıkları incelemeler sonucunda davaları haklı bulmaya başladılar ve McDonald's tazminat talepleri ile karşı karşıya kaldı. Bunun üzerine kullandıkları yağı değiştirmeye ve bazı ürünleri kaldırmaya karar verdiler.
Aslında bu konu sadece McDonald's ile sınırlı değil, hele ülkemizde durum iyice rezalet. McDonalds'ın ve kızartma ürün satan pek çok kuruluşun kullandığı kızartma yağları ‘‘hidrojene’’ yağlar olarak biliniyor. Hidrojene yağ demek kısa anlatımıyla, bildiğimiz bazı yağların içine hidrojen karıştırılarak bunların ‘‘yanma derecelerinin’’ yükseltilmesi ve böylelikle daha fazla ürün kızartılmasına imkan sağlanması.
Bu yağların donma dereceleri de yükseliyor, yani yağlar ancak yüksek ısılarda eriyorlar. Bu yağların bir başka özelliği de, standart bir lezzet sunarak alışkanlık yaratmaları.
Ancak bu yağların yüksek ısıya dayanıklı olmaları sorunları da beraberinde getiriyor. Bu yağlar yüksek ısıda kimyasal özelliklerini yitiriyorlar ve farklılaşıyorlar.
İşin vahimi ‘‘kanserojen’’ hale geliyorlar. Bir başka zararları da ‘‘kolesterol’’.
Bu tip yağlar vücuttaki zararlı kolesterolü yükseltmekle yetinmiyor, iyi kolesterolü de düşürüyorlar.
Türkiye'de ise sorun bir kademe daha ileri taşınıyor. Bu yağları kullanan büyük firmalar daha sonra atık yağları çeşitli aracılara satıyorlar.
Zaten kullanım ömrünü tamamlamış olan yağlar sadece yakacak olarak kullanılabilecekken, Türkiye'de bunları toplayan aracılar bu yağları ucuz yemek üreten firmalara pazarlıyorlar.
Zaten yeterinden fazla kullanılmış olan ‘‘yanık’’ yağlar bir kez daha yemek yapımında kullanılıyor. Ve iyiden iyiye zararlı hale geliyorlar.Sadece zeytinyağı bu şekilde hidrojene edilemiyor.
Dünya bu durumun giderek farkına varıyor ama Türkiye'de ne Sağlık Bakanlığı, ne belediyeler durumun farkında.
Allah'a emanet yaşıyoruz. Sonra da kanser vakaları neden arttı acaba diye kendi kendimize soruyoruz.
CHP’den umut yok
BAŞBAKAN Erdoğan'ın CHP'ye yönelik olarak söylediği sözlere CHP'nin verdiği yanıt bu partinin geleceği ile ilgili olarak beni iyice karamsarlaştırdı.
Başbakan Erdoğan CHP için ‘‘Bunların kökü bereketsiz’’ demişti.
Bu suçlamaya verilecek en kısa, en öz ama Başbakan'ın başını en çok ağrıtacak yanıt, ‘‘Atatürk'ü mü kastediyorsun’’ olabilirdi.
Bunu bile diyemediler. Eveleyip, geveleyip saçmaladılar.
Yazık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yazarlar okur toplamak için değil, inandıkları için yazdığı zaman.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2004
<B>TMSF </B>değil ama <B>Turgay Ciner </B>sağ olsun dünkü yazıma bir yanıt yollamış. <br><br>Kafamdaki soru işaretlerinin en azından bir bölümüne karşılık veriyor. Ciner'in bildirdiğine göre, Merkez Gazetecilik A.Ş. Sabah Gazetesi'ni yayınlama ‘‘hak ve yetkisini’’ Dinç Bilgin'e ait şirketlerden devralmış ve TMSF'nin de onayıyla 15 yıl süreyle Sabah Gazetesi'yle ilgili yayın hakları Merkez A.Ş.'ye ait.
Bu anlaşmanın tarihi 01.10.2002.
Turgay Bey diyor ki: ‘‘Merkez Gazetecilik A.Ş'nin TMSF veya herhangi bir kamu kuruluşuna vadesi gelmiş ve ödenmemiş hiçbir borcu yoktur.’’
Ciner'e göre benim verdiğim bilgilerde eksikler var. Doğru, vardır çünkü resmi olarak anlaşmayla ilgili TMSF'den bir açıklama yapılmadı ve ben de yazımda ‘‘duyduğumuz kadarıyla’’ diyorum.
Doğru bilgiler en yetkili ağızdan bana geliyor ve şöyle:
‘‘Merkez Gazetecilik ve Merkez ATV'nin 15 yıl boyunca ödeyeceği lisans ücreti yıllık net kárlarının yüzde 55'ine denk düşen miktardadır. Ancak bu rakamın yıllık olarak hiçbir koşulda 10 milyon doların aşağısında olamayacağı kabul edilmiştir. Dolayısıyla yıllık kárın yüksek gerçekleşmesi durumunda ödenecek lisans ücretinin artacağı da tabiidir. Merkez Gazetecilik A.Ş. ve Merkez ATV'nin ATV ve Bilgin Yayıncılık'ın geçmiş yıllarda ödenmemiş ve vergi barışı kapsamında takside bağlanmış borçlarını da ödeyeceği göz önüne alındığında ödenecek lisans ücretinin ulusal ve uluslararası emsallerine uygun bir şekilde tespit edildiği ortaya çıkmaktadır.’’
Turgay Ciner'in yanıtı bu.
Şunu söyleyeyim, Hıncal Uluç'un söylediğinin aksine rakiplerimiz batsın demiyoruz.
Onların bizi batırmak isterken kendilerini batırdığını da gündeme getirmiyoruz.
Tam aksine Turgay Ciner gibi ne yaptığını bilen, bu işe meraklı bir işadamının basın sektöründe yer almasını da kendi adıma memnuniyetle karşılıyorum.
Ancak yılda 10 milyon dolara ‘‘kiralanan’’ malın ne olduğuna da bakmak lazım.
100-150 milyon dolarlık bir mal için yılda 10 milyon dolar kira belki makuldür.
Ancak ATV ve Sabah'ın toplam değerinin bundan daha yüksek olduğunu düşünüyorum.
Bugün bu iki kuruluşu sıfırdan kurma maliyetinin bunun çok çok üstünde olduğu aşikár.
Bu durumda kamuya ait bir mal bence ucuza kiralanmış, kamu alacağının tahsili zorlaşmış oluyor.
Ben Turgay Ciner'e olan şahsi sempatimden dolayı bu hesabı sormasam, ya da bazı meslektaşlarım gibi ‘‘Yahu orası da bir ekmek kapısı ben mi uğraşacağım’’ diyerek sussam asıl o zaman mesleğime ihanet etmiş olurum.
Turgay Bey'in bu sektörde olmasına hiçbir itirazımız olamaz.
Ama bu iki kuruluşa kabul edilebilir bir değer biçilsin.
Turgay Ciner bu değeri finanse etsin ve alsın bu iki kuruluşun sahibi olsun. Hem devlet alacağını tahsil etsin, hem de biz haksız rekabetten kurtulalım.
Turgay Ciner'in bir işadamı olarak en avantajlı anlaşmayı yapmak hakkıdır.
Sorun onda değil, devleti temsil ettiği halde devletin çıkarlarını yeterince korumayandadır.
Ah şu araştırmacı gazeteciler
BUGÜN Hürriyet'te önemli bir haber var.
Çukurova Üniversitesi'nde görevli uzman doktorlar ondan bundan aldıkları spermlerle suni dölleme yapmış ve büyük bir rezalete neden olmuşlardı.
Şimdi bu doktorlar hakkında dava açılmasının yolu açıldı. İş meslekten menne kadar gidebilir.
Bu ‘‘tıp rezaletinin’’ arkasında bir de gazetecilik rezaleti var.
Onu da ben aktarayım..
Bu büyük rezilliğin ortaya çıkmasını sağlayan bir hemşire. Olan biteni görünce dayanamayıp Kanal D Haber'i arıyor. Kanal D Haber'in başında o zaman Tuncay Özkan var. Bu konuyu Kerimcan Kamal'ın ‘‘Haber Özel’’ ekibinin yapması kararlaştırılıyor. İhbarda bulunan hemşireye gidiliyor ve kendisinden detay bilgiler alanıyor. İyi niyetli hemşire kendi adının kullanılmaması kaydıyla çok önemli bilgiler veriyor. Ancak Kerimcan Kamal'ın adamları ihbarı yapan ‘‘ahlaklı’’ hemşireye ahlaksız bir tuzak kuruyor ve söylediklerini gizli kamerayla kaydedip yayınlıyorlar.
Ve hemşire hanımın hayatı kararıyor. Fazla detay vererek bu hanımefendiye tekrar sıkıntı yaratmak istemiyorum ama iki yılı aşkın bir süredir kadıncağız kan kusuyor. Arayıp yardım istiyor ama Kamal ve ekibi telefonlara dahi çıkmıyorlar..
Ben göreve geldikten sonra bu hanımefendi bana bir mektupla ulaştı ve başına benim kötü niyetli meslektaşlarım yüzünden gelenleri aktardı.
Hemen kendisi ile temasa geçtik. Sorunlarının çözümü için uğraştık. Galiba çözdük de.
Bunu niye yazdım.
Basının işi ahlaksızlarla uğraşırken ahlaksızlık yapmak değildir.
Yapılan iş kadar o işin hangi yöntemlerle yapıldığı önemlidir.
Bir gazeteci topluma ve haber kaynaklarına karşı ahlaklı olmadıkça yaptığı işin önemi yoktur.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Araştırmacı gazeteciliğin ön şartının ahlaklı gazetecilik olduğu anlaşıldığı zaman.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2004
<B>BİR </B>büyük derbi daha oynandı. Spor basını ortamı germeye fırsat bulamayınca, maçta önemli bir olay da çıkmadı. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım da, maçın olaysız geçmesi için çaba harcayınca tribünlerden geçmişte olduğu gibi ‘‘ağır küfürler’’ yükselmedi. Demek ki, Aziz Bey istemeyince Fenerbahçe tribünleri küfretmeyebiliyormuş. Tribüne bu kadar hákim olmak önemli. Maça gelince... Galatasaray umduğumdan iyi oynadı. Fenerbahçe ise umduğum gibi Daum eski bir Beşiktaşlı olduğu için Galatasaray'ın karşısına çıkarken Beşiktaş teknik direktörü gibi düşünüyor. Hal böyle olunca da Fenerbahçe, ‘‘moral üstünlüğünü’’ kuramıyor. Başa baş bir oyun oluyor Maçta yine ‘‘insani’’ hakem hataları vardı. Fakat hakem, insani hatalardan kaynaklanan takdir haklarında hep Fenerbahçe lehine karar verdi.
Volkan'ın atıldığı pozisyonda Volkan'ın atılması doğru karardı, ama faul atışını Galatasaray kullanmalıydı; çünkü önce Volkan'a faul yapılmıştı.
Tabii çok da önemli değil.
Aynen golle sonuçlanan pozisyonun başlangıcında topun Prates'ten net ve sert bir faulle alınmasının, Türk spor basınının geneline göre çok da önemli olmaması gibi.
Ben de hakemlerin hata yapmasını hoşgörüyle karşılıyorum, ama nedense bu hatalar hiç Galatasaray lehine yapılmıyor.
Galatasaray'ın Fenerbahçe ile oynadığı son iki maçta ‘‘insani’’ hakem hatalarından Galatasaray'ın kaybı üç puan.
Ama tabii suç hakemde değil, hakeme basit bir faulü görmezden gelerek işi bitirme şansı tanıyanda. Yani Teknik Direktör Fatih Terim'de.
Galatasaray'da ikinci yarının 10. dakikasında Volkan'ın çıkıp yerine Sabri'nin girmesi gerektiğini 4 yaşına yaklaşan kızım bile gördü, Terim görmedi.
Çok sevmemize rağmen bu sezonun en kötü oyuncusu olduğu su götürmeyen Ergün'ün bu maçta da sahanın en kötüsü olduğunu ve yerine Hasan Şaş'ın alınabileceğini herkes gördü, Terim görmedi.
Gole ihtiyacı olan bir takımın iki hücum oyuncusunun oyundan alınmayacağını anneannem bile bilirdi, Terim bilemedi.
Ve Galatasaray hiç de umut etmediği bir galibiyete çok yakındı.
Hatta ligin zirvesine, en azından Şampiyonlar Ligi vizesine ortak olabilirdi.
Olmadı.
Terim efsanesi göz göre göre eriyor. Beraberinde Galatasaray'ı da eritiyor
Hayrünisa Gül'den doğru karar
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Teke Tek'te konuğumdu.
Türkiye'de pek önemsenmeyen ve gündeme gelmeyen, ama çok önemli konulara değindik. Gül'ün Türkiye'nin gündeminde ‘‘güme giden’’ çok önemli Rusya seyahatinden söz ettik. Yıllardan beri ilk kez bir Rus Devlet Başkanı, bir Türk hükümet üyesini kabul etti ve 1.5 saat görüştü. Gül'e göre, ilişkilerde çok önemli ve verimli bir döneme giriliyor. Rusya, Türkiye açısından ciddi bir partner haline geliyor. Hatta programdan sonra eski MGK Genel Sekreteri'nin sözlerini hatırlattım ve ‘‘Kılıç Paşa'nın dediği oluyor galiba. Rusya ve İran ile bir yeni dünya düzeni ortaklığı yapacağız bu gidişle. O zaman adama boşuna tepki göstermişiz’’ dedim. Abdullah Bey de, ‘‘O tepki Rusya'ya değil, galiba İran bölümüneydi’’ diyerek düzeltti. Gül'le yaptığımız Teke Tek'in Türkiye'deki gündem açısından en önemli açıklaması ise son anda geldi. Programın sonunda Abdullah Gül, Türkiye'nin insan hakları karnesinin giderek düzeldiğini vurgulayınca dayanamadım ve Gül'e her programda sorduğum bir soruyu tekrarladım: ‘‘Abdullah Bey, böyle diyorsunuz ama eşinizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açtığı dava sürüyor. Eşiniz müşteki, siz sanık. Hayrünisa Hanım bu davadan vazgeçmemekte ısrarlı olacak mı?’’ Gül de bombayı patlattı. ‘‘Eşimle bu konuyu konuştuk. Onun davası hakkını aramaya yönelikti, ama bu iş artık siyaset malzemesi oldu. Gereğini yapacak’’ dedi. ‘‘Yani davadan vazgeçip başvuruyu geri mi çekiyor’’ diye ısrar ettim. ‘‘Tamam işte öyle. Ama kendisi açıklar’’ dedi. Hayrünisa Hanım bu konuda kararını vermiş olmasa, Abdullah Bey böyle bir açıklama yapmazdı.
Bence doğrusunu yapıyorlar.
Irak’ta orta yol bulundu
TÜRKİYE, ‘‘Irak'ın toprak bütünlüğü korunacak. Bu konuda ABD'den garanti aldık’’ derken ne kastediyor bilmiyorum, ama Irak'ın toprak bütünlüğü tam manasıyla korunamayacak. Bu ortaya çıktı. Kürtler talep ettikleri büyüklükte bir otonomi elde edememiş olsalar da, Saddam döneminde ‘‘Kürt bölgesi’’ olarak adlandırılan kesimde kendi ‘‘bağımsız’’ yönetimlerini oluşturacaklar. Bunun yanı sıra Kürtlerin elde etmek üzere oldukları bir diğer kazanım, peşmerge ordusunun kalıcı olması. Bir süredir ABD askerleri tarafından eğitilen peşmerge birlikleri, ABD'nin ve Iraklı Arapların talebinin aksine Irak Ordusu'nun bir parçası olmayacak ve Kürt yönetimine bağlı bir askeri kuvvet olarak kalacak.
Kürtlerin taleplerini elde edemedikleri önemli nokta ise Kürt bölgesinin sınırlarının genişletilmesi talebi. Biliyorsunuz, Kürtler Kerkük'ün de Kürt kenti olduğunu ve Kürt otonom bölgesi içinde kalması gerektiğini savunuyorlardı. Varılan karara göre, Kerkük geçmişte olduğu gibi merkezi Irak hükümetine bağlı olarak kalacak. Ve Irak, İslam'a saygılı ‘‘laik İslamik’’ bir cumhuriyet olarak yoluna devam edecek. Bu durumu bazı Türk yayın organları, ‘‘Irak'ta Türkiye'nin önerileri kabul gördü’’ şeklinde yorumluyor. Bizimle ilgisi var mı bilmem, ama şimdilik karar bu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hakemler hatalarını şampiyon yapılmak istendiği söylenen bir takımın lehine yapmak zorunda olmadıkları zaman.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2004
<B>HÜKÜMET </B>üyeleri <B>Uzanlar'</B>a yönelik operasyondan sonra sırayla açıklama yapıyorlar: Batırıp devletle anlaşmayan herkese benzer muamele yapılacak. Bence benzer muamele şart değil.
Çünkü Türkiye'de banka batıran patronların hiçbiri Uzanlar'la aynı değil.
Uzan Grubu bir şirket gibi değil, bir suç örgütü gibi yapılanmış, suç örgütü gibi çalışmış.
Diğerleri ise yasalara saygısız olmakla birlikte yine de ‘‘şirket’’ gibi hareket etmişler.
Tabii onlardan da milletin parasını almak şart.
Zaten başta Başbakan olmak üzere bütün hükümet üyeleri bunu söylüyor:
‘‘Herkes devletle masaya oturup anlaşacak, devlete olan borcunu ödeyecek.’’
İyi de nasıl.
Soru parada düğümleniyor.
Anlaşmaktan kasıt ne..
Bu anlaşmalarda bir eşitlik olacak mı? Yoksa bazıları kayırılacak mı?
Geçen gün bir panelde birlikte konuşmacı olduğumuz Ruşen Çakır, TMSF'ye büyük miktarda borcu bulunan basın gruplarının müthiş bir iktidar yalakalığı içinde olduklarını ve bunun basının doğru haber dengesini bozduğunu anlatıyordu.
Bu gruplardan Sabah'ın devlete olan toplam borç miktarı 1 milyar doların üzerinde.
Sabah'ın sahipleri bu borcu nasıl ödeyecekler?
Bu grubun sahip olduğu en önemli mal varlığı Sabah Gazetesi ve ATV televizyonu.
Ortalıkta dedikodular dolaşıyor.
Piyasa değeri en az 500 milyon dolar olan Sabah ve ATV toplam 150 milyon dolara üstelik de yılda 10 milyon dolar taksitle Turgay Ciner'e satılacakmış.
Turgay Bey iyi bir işadamı. Basın sektörünü de sevdi. Hoşgeldi, sefa geldi. Ama Sabah ve ATV bu kadar ucuz mu?
Diyelim ki, Sabah ve ATV 150 milyon dolara Ciner'e satıldı.
Peki geri kalan 900 milyon doları kim ödeyecek.
Dinç Bilgin'in ev eşyalarını haczederek mi borcu tahsil edecekler.
Hükümet, Uzanlar'a yönelik hamlesinde haklıdır.
‘‘Uzanlar'la sınırlı kalınmayacak’’ da kulağa hoş gelen bir sözdür.
Ama diğer batık banka patronlarıyla ‘‘anlaşmanın’’ ne anlama geldiği ve içeriği topluma açık bilgi olmalıdır.
Aksi herkesin başını ağrıtır.
Cumhurbaşkanı silah taciri midir?
BİR gazeteci dostum 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in silah verdiği kişilerin listesini çıkartmış ve bizim Sedat Ergin'e vermiş. Sedat da bana yolladı.
Cumhurbaşkanı Demirel, çumhurbaşkanlığı döneminde tam 191 kişiye 258 adet silah dağıtmış.
Maşallah cumhurbaşkanı değil, Ordu Donatım gibi.
Kimi ararsanız var. Pek çoğu milletvekili, siyasetçi, bakan, işadamı. Sistem şöyle işlemiş.
Bu kişiler birer silah almış veya bir yerden bulmuşlar. Demirel'den rica etmişler. Demirel de bunları onlara hediye etmiş.
Yani bir anlamda yurda kaçak yolla sokulmuş olması muhtemel silahlar Cumhurbaşkanlığı yazısıyla aklanmış. Kimbilir aralarında terör eylemlerinde kullanılmış olanları bile vardır. Cumhurbaşkanlığı makamına yazık ki, bir aklama ve illegal silahları legalize etme unsuru olarak kullanılmış.
Bu yetki sadece cumhurbaşkanı ve başbakanda var. Ancak böylesine bol keseden ve yasadışılığı teşvik eder biçimde kullanılıyor olması utanç verici.
Zannetmiyorum ki, bugünkü Cumhurbaşkanı bir tek kişiye silah hediye etmiş olsun.
Doğrusu da bu zaten.
Töre indiriminde vicdan içtihadı
İSTANBUL'da son işlenen cinayet uzun süredir tartışılan ama bir türlü ‘‘medeni’’ bir hale getirilemeyen ‘‘töre indirimi’’ saçmalığını hatırlattı.
Bir genç kadın ‘‘öldürülmemek’’ için kaçıp geldiği İstanbul'da sokak ortasında kurşunlandı.
Ölmedi. Hastaneye kaldırıldı. İstanbul Emniyeti'nin ‘‘basiretsbizliği’’ sayesinde katiller hastane odasını basıp yarım kalan işlerini orada tamamladılar.
Diriye sahip çıkamayan İstanbul Emniyeti ‘‘ölüye’’ sahip çıktı ve yaralının kapısına bir polis koyamayan İstanbul Emniyeti cenazeyi Bitlis'e polis eskortu ile gönderdi.
Cenaze namazını da Diyanet İşleri Başkanı kıldıracakmış.
Bütün bunlar palavra.
Neden mi?
Çünkü katiller bir süre sonra yargı karşısına çıkacaklar.
Töre indirimi yine gündemde olacak. Meclis gereğini bir türlü yerine getiremediği için iş ‘‘hakimlere’’ kalacak.
Fakat son dönemde hakimler töre cinayetleri konusunda bir içtihat oluşturmaya kararlı görünüyorlar.
Ciddi ve hukuka saygılı hakimlerin verdikleri karara bakınca, yasalardan çıkarılmayan töre indirimlerini vicdanlardan çıkardıklarını görüyoruz..
Bu çağdışı yasada, vicdani bir içtihat oluşuyor.
Ama yine de bu vicdani içtihadın yasalara da geçmesini beklemek en doğal hakkımız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hırsıza hırsız demek suç olmadığı zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2004
<B>AHMET Çakar </B>vurulunca spor medyası ayaklandı. <B>‘‘Spora mafya bulaşmış.’’<br><br></B>Yok ya! Yeni mi uyandınız? Ahmet Çakar vurulmasa, bunun farkına varmayacak mıydınız yoksa biliyordunuz da söylemiyor muydunuz! Sizi gidi zavallılar sizi.
Bir buçuk yıl kadar önce, Ali Sami Yen Stadı'nın ‘‘Şeref’’ tribününde bir grup ‘‘serseri’’ tarafından öldürülmek istendim. Bir terbiyesizliği yatıştırmak için araya girdim ve orada bulunan ‘‘mafya korumalarının’’ hedefi oldum.
Bunların kimin adamı olduklarını söyledim. Kimse umursamadı. Neredeyse benim dayak yememden mutlu olmuşlardı çünkü.
Bu adamları dava ettim. Mahkemeye adli sicil kayıtları geldi. Maşallah hepsi Meydan Larousse fasikülü gibiydi. Yaralama, tehdit ne ararsanız var.
Kimse bu mafya uzantılarının şeref tribününde ne işi var demedi de, Galatasaray'ın eski 2. Başkanı'nın Galatasaray'ın stadında maç sonrası şeref tribününe inmesine bozuldu.
O gün bana saldıran mafya mensuplarının stada Fenerbahçe Kulübü Başkanı ile birlikte girdiklerini belgeledik. Bunlara biletleri dönemin Gençlik ve Spor il Müdürü Vedat Bayram'ın verdiğini öğrendik.
Kimse gıkını çıkarmadı. Sustular.
Hıncal Uluç bir kez vuruldu, bir kez saldırıya uğradı, dönüp bakmadılar bile.
Şimdi uyandılar, ‘‘Sporda mafya var’’mış.
Var elbet. Türkiye'nin en büyük kulüplerinden birinin başkanının çevresinde mafya dolu. Korumalığını bir mafya babasının adamlarının yaptığı söyleniyor.
Bunu benden başka kimse bilmiyor mu?
Biliyor ama susuyorlar.
Transfer dönemlerinde oyuncular tehdit ediliyor. Bir mafya babasının menajerlik şirketi kurup transfer organize ettiğini herkes bilmiyor mu?
Bilmez olurlar mı, bana onlar anlatıyor ama paçaları sıkmıyor bunları anlatmaya.
Bir büyük kulübümüzün çok ‘‘becerikli’’ ve saygın 2. başkanının bu mafya grubu ile temasta olduğunu, transfer dönemlerinde bundan destek istediğini ve zaman zaman aldığını, geçen yılın çok flaş bir transferinin mafya aracılığıyla yapıldığını bilmiyorlar mı?
Bu yazdıklarım belgeli değil. Ama doğru. Bu yüzden isim veremiyorum ama ilgililer kimin kim olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Domuz gibi biliyorlar.
Ama yazamıyorlar. Çünkü pek çoğu sistemin bir parçası olmuş.
Pek çoğu bu işten nemalanıyor.
Sonra çıkıp ahkam kesiyorlar.
Sporda mafya varmış.
Günaydın beyler akşam oldu.
Kahvaltıyı Denktaş’la yapsa daha iyi olurdu
BAŞBAKAN davet etti Ankara'ya gittik. Kalabalık bir sabah kahvaltısı. 40 metrelik bir uzun masa. Başbakan'ı bir salona girerken gördük, bir de çıkarken.
Uzun masanın ortasında Başbakan, bir ucunda Ertuğrul Özkök, öbür ucunda ben.
Allahtan ses tesisatı vardı da, dediklerini duyduk.
Başbakan bu kahvaltıda basından bir ricada bulundu.
Dedi ki: ‘‘Kıbrıs'ta çözüme doğru gidiyoruz. Bu süreçte haber yaparken dikkatli olun da, süreç zarar görmesin.’’
Tayyip Erdoğan, aksi bir tavrın hem Kıbrıs'ta çözümü imkansız hale getireceğini, hem de Türkiye'nin AB'den müzakere tarihi almasında sıkıntı yaratacağını da söyledi.
Bazıları bunu ‘‘sansür girişimi’’ olarak ele aldılar.
Ben öyle görmüyorum.
Sansür girişimi olsaydı, daha önce bazı başbakanların yaptığı gibi genel yayın yönetmenleri telefonla aranır, bu mesaj böyle açık verilmezdi.
Bu kadar açık bir ‘‘rica’’ya sansür denmez.
Fakat ben Başbakan'ın bu talebini ‘‘fuzuli’’ bir girişim ve ‘‘beyhude’’ bir uğraş olarak görüyorum.
Çünkü Türkiye'de Kıbrıs sorununun çözülmesini istemeyenler var. Ve zaten Başbakan'ın ‘‘istemediği’’ tavrı sergileyenler de onlar.
İşin ilginci Türkiye'nin AB üyeliğini istemeyenler de aynı grup.
Yani Başbakan'ın uyarısı bu gruba ‘‘doğru yoldasınız’’ mesajı gibi oldu.
Başbakan'ın söyledikleri doğrudur. Bazı yazılar bu süreçlere zarar veriyor.
Ancak o yazılar zaten bu sürece ‘‘zarar vermek’’ için ‘‘kasıtlı’’ olarak yazılıyor.
Bence o kahvaltıya hiç gerek yoktu.
Burada verilmek istenen mesaj Denktaş'la baş başa yapılacak bir kahvaltıda da verilebilirdi.
Üstelik de 2 kişinin kahvaltısı daha ucuza mal olurdu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Namuslu işadamları, namussuzları hedef alan haberlerden gocunmaktan vazgeçtiği zaman.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2004
<B>MISIR </B>meselesini yazdık, kıyamet koptu. Alın size bir önemli mesele daha. Türkiye her yıl büyük miktarda pirinç ithal eder.
Ancak bu ithalata her yıl belirli bir dönem kısıtlama getirilir.
Daha doğrusu, yerli üreticiyi korumak için ağustos-mart döneminde ihtalat durdurulur, martta yeniden açılır.
Bunu bütün piyasa bilir ve özellikle ithal pirinçte fiyatlar buna göre oluşur.
Düzen bilindiği için, önemli bir dalgalanma olmaz, herkes buna göre bağlantı yapar.
Fiyatlar da dolar bazında sabit kalır.
Ancak bu yıl durum böyle olmadı.
‘‘Yerli üreticiyi korumak’’ adı altında her yıl en geç şubat ayı sonunda kaldırılan ithalat yasağı, bu yıl temmuza kadar uzatıldı.
Tabii bu durum yerli pirince ve elinde yerli pirinç bulunduran Toprak Mahsulleri Ofisi'ne yaramadı.
Yerli pirincin fiyatında hemen hemen hiç artış olmazken ithal pirinç fiyatları patladı.
Öyle ki, tonu 550-600 dolar civarında seyreden Calrouse pirincin fiyatı 1000 doları buldu. Yani neredeyse iki misline çıktı.
Hazirana kadar bunun daha yükselmesi bekleniyor.
Tabii bu durumda, şubat ayında ithal yasağının kalkmayacağını bilerek elinde yüksek stok bulunduran ithalatçılar ‘‘fahiş’’ bir kár sağlamış oldular.
Şimdi sorular şunlar:
Bu yıl hangi firma ne kadar pirinç ithal etmiştir?
Bu yıl her yıl ithal ettiğinden daha fazla malı ağustos sonu gelmeden ithal etme uyanıklığını gösteren ithalatçılar var mıdır?
Bu firmalar açıklanabilecek midir?
Bu anormal fiyat artışına hükümet bir çare düşünmekte midir?
Mal beyanından daha önemli olan ahlák
HÜRRİYET, belediye başkan adaylarını gelişmiş demokrasilerdeki bir tavrı sergilemeye davet etti ve hepsinin seçimlerden önce ‘‘mal beyanında’’ bulunmalarını istedi.
Sevinerek görüyorum ki, adayların önemli bir bölümü bu isteğe olumlu yanıt verdiler ve mal beyanında bulunuyorlar.
Adayların beyanlarına baktığım zaman, büyük bölümünün ‘‘hayli varlıklı’’ olduğunu görüyoruz. Hiçbiri bir Koç, bir Sabancı değil elbet ama kendilerine oy verecek seçmenlere oranla ‘‘ciddi’’ sayılabilecek bir servetleri var.
Helal kazançla yapılmışsa, hiç gözümüz yok. Allah daha çok versin.
Fakat ben bu mal beyanlarında bir eksik görüyorum.
Bu malların ne zaman ve hangi görevde edinildiği ve ‘‘yakınların’’ mal varlığı.
Bu mallar hangi iş yapılırken edinilmiş.
Daha önceki dönemlerde belediye başkanlığı yapmış ve şimdi yine aday olan bir başkanın mal varlığı ne zaman ‘‘artmış’’.
Başkan olmadan önce memur olan ve kısıtlı mal varlığı bulunan birinin mal varlığı bir önceki başkanlık döneminde artmışsa ve bunu şimdi ‘‘namus’’ adına beyan ediyorsa, bu ‘‘haksız edinim’’ birdenbire aklanmış mı olacak?
Ya da belediye başkanının mal varlığı artmazken, çocuklarının, kardeşlerinin, yakın akrabalarının mal varlıklarında bir artış meydana gelip gelmediğini nereden bileceğiz?
Bana sorarsanız ‘‘mal beyanı’’ falan boş işler.
Minareyi çalan, onu nereye dikeceğini veya gömeceğini bilir.
Asıl olan denetim ve hukuk.
Belediyelerin işleri iyi takip edilir ve en küçük bir yolsuzlukta yasalar ‘‘gerekli’’ cezaları verirse sorun kalmaz.
Ancak hırsızlığın ve ahlaksızlığın giderek ‘‘kanıksandığı’’, hatta en büyük hırsızların siyasi parti kurduğu ve bazı ‘‘şapşalların’’ sistemden öç alma uğruna bu hırsızlara oy verdiği bir ülkede bu işler biraz zor.
Mal beyanında bulunsunlar veya bulunmasınlar, biz seçeceğiz. Ondan sonrası Allah'a ve ahlaka emanet.
Haberle reklam bağdaşmaz
GEÇENLERDE Uğur Dündar'ın kendisine yapılan bir reklam teklifine ‘‘meslek ilkeleri’’ nedeniyle ‘‘hayır’’ dediğini okudum.
İyi ki öyle yapmış.
Aksi takdirde çok ciddi bir sıkıntıyla karşılaşabilirdi.
Çünkü Radyo ve Televizyonların Kuruluşları Hakkındaki 3984 sayılı yasanın hışmına uğrayabilirdi.
3984 sayılı yasa, haber sunanların ve haber program sunanların reklamlarda yer almasına sosyal içerikli kampanyalar dışında izin vermiyor.
Uğur Dündar eğer bir reklam filminde rol almış olsaydı, Arena programını 6 ay süreyle sunamazdı.
Aman dikkat!..
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Siyasetçiler, gazetecileri saf ve salak zannetmekten vazgeçtiği zaman.
Yazının Devamını Oku