Fatih Altaylı

Töre rezaletinde top Yargıtay'da

17 Mart 2004
<B>BİR </B>süre önce bir yazı yazdım. Töre cinayetlerine <B>‘‘töre indirimi’’ </B>uygulanmasının <B>‘‘sorumluluk’’ </B>sahibi, <B>‘‘çağdaş’’ </B>hakimlerce engelleneceğini ve yasadaki <B>‘‘adaletsizliğe’’ </B>rağmen hakimlerin bir içtihat oluşturabileceklerine değindim. Bununla ilgili örnekler olduğunu aktardım. Bu yazımda ele aldığım ‘‘içtihat’’ oluşmaya başladı bile. Şanlıurfa'da bir mahkeme önemli bir karara imza attı. Bir ‘‘töre cinayetinde’’ katil zanlısına mahkeme ‘‘ömür boyu’’ hapis cezası verdi. Bununla yetinmeyerek cinayet kararı alan ‘‘aile meclisi’’ üyelerine de toplam 133 yıl ağır hapis cezası uygun görüldü. Şimdi top Yargıtay'da. Yargıtay'ın onaması durumunda bu cezalar uygulanacak.

‘‘Yasacı’’ değil ‘‘adaletçi’’ gibi davranan hakimlerin oluşturmaya başladığı bu ‘‘içtihada’’ eğer Yargıtay da destek verirse, Türkiye ‘‘çağdaşlaşma’’ yolunda önemli bir adım atmış olacak.

Memlekette sunucu kalmamış

GEÇTİĞİMİZ günlerde bir haber okudum. Bu konuda bir şeyler yazayım dedim ama fırsat bugüne imiş.

Haber şöyle diyordu:

‘‘TRT Eurovision finallerini sunması için Enrique İglesias'a teklif götürecekmiş.’’

Şaşırdım ve üzüldüm. Açıkçası bir de tepki bekledim. Sunuculardan, sanatçılardan. Ama ses seda çıkmadı. Bir dizide ‘‘hırsız sunucu’’ lafı geçse ‘‘sunuculara hakaret edemezsiniz’’ diye ayağa fırlayacak olanlar, ‘‘Türkiye'de adam gibi sunucu yok o yüzden dışardan getiriyoruz’’ anlamına gelen bir seçime çıtlarını çıkarmadılar. Bunca yıldır çeşitli ülkelerde düzinelerle Eurovision finali izledim, şimdiye dek hiçbirinde ‘‘yabancı’’ birinin o ülkenin finalini sunduğunu görmedim. Hele hele yabancı ülkeden ithal bir şöhretin sunduğunu hiç ama hiç görmedim (yanılıyorsam beni aydınlatın). Allah aşkına 70 milyonluk, yetişmiş insanıyla gurur duyan Türkiye'de Eurovision'u sunacak adam yok mu? Bir Korhan Abay, en az üç dilde sunum yapamıyor mu? Candan Erçetin Türkçe gibi Fransızca, Meltem Cumbul Türkçe'den iyi İngilizce konuşamıyor mu?

Hadi bunları beğenmediniz, bu ülkede hiç mi adam yok!

İlk kez Türkiye'de düzenlenen bir Eurovision'u Avrupalılara bir İspanyol'un ağzından iletmek iş mi?

Asıl sansür bilgiye ulaşmada

CHP Muğla Milletvekili Fahrettin Üstün, benim bu köşede sorduğum ama bir yanıt alamadığım bir soruyu, Meclis gündemine taşıdı. Çok da iyi yaptı.

Fahrettin Üstün, benim sorumu tekrarlayarak, geçen yıl ithalat yasağı başlayıncaya kadar hangi firmanın ne kadar pirinç ithal ettiğini soruyor. İthal yasağının alışılmış uygulamaların dışında uzatılması nedeniyle 600 dolardan 1000 dolara çıkan fiyatı nasıl düşereceklerini soruyor.

İthalatçı firmaların daha önceki yıllarla bu yıl ithal ettikleri pirinç miktarının arasındaki farkları soruyor. Bu soruları biz de sorduk ama ‘‘resmi’’ bir yanıt alamadık.

Dış Ticaret Müsteşarlığı ne yazık ki, bazı bilgilere devlet sırrı muamelesi yapıyor.

Bilgi istiyorsunuz alamıyorsunuz.

‘‘Kardeşim kim pirinç ithal etti?’’ yanıt yok.

Global rakamlar veriyorlar.

Kim sorusunun yanıtı yok.

Zaten Türkiye'nin sorunu burada.

Yazıya sansür yok. Asıl sansür bilgiye. Kamuoyu adına araştırma yapanların kamuoyunun bilme hakkına sahip olduğu bilgilere ulaşma şansı yok. Sansür bilgiye uygulanıyor ve asıl vahim olan bu. Türkiye'de şeffaf ve demokratik toplumun önü bilgiye ulaşma özgürlüğü sağlandığı zaman yakalanabilecek. Çünkü gazetecilerin ulaşamadıkları bilgileri yazma şansları yok.

Ta ki, bir hasım tarafından kendilerine iletilinceye dek.

Galatasaray’da iyi ve kötü

SEÇİM öncesi Galatasaray Spor Kulübü'nde hem iyi, hem de yanlış gelişmeler meydana geliyor. İyi olan şu: Fenerbahçe Spor Kulübü'nde 100 milyon doları bulan borç nedeniyle Aziz Yıldırım'a kimse rakip çıkamaz ve Yıldırım tek başına girdiği seçimleri kazanırken, Galatasaray'da bunun biraz üzerindeki borca rağmen 5 aslan yürekli adam çıkıp başkanlığa aday olabiliyor. Bu Galatasaray sevgisinin boyutunu gösterir. Kötü olan ise şu: Galatasaray son yıllarda çok büyüdü ve ananelerini biraz olsun unutmaya başladı. Galatasaray'da eskiden gruplar, platformlar yoktu. Herkes Galatasaraylıydı. Tek bölünme mektepli-mektepsiz ayrımındaydı. 10 yıl önce bu ayrımı da bitirip sevinmiştik. Fakat görüyorum ki, büyümeyle birlikte gruplar da başladı. Bir dönem sonra bu gruplar başkan adaylarıyla pazarlık yapmaya başlarlarsa hiç şaşırmayacağım. Ben Galatasaray'a ‘‘gruplaşmayı’’ yakıştıramadım.

Kongreyle ilgili düşüncelerimi ise cuma günü yazacağım.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Herkese eşit mesafede duranı herkes rakibinin adamı zannetmediği zaman.
Yazının Devamını Oku

Büyük Ortadoğu'ymuş

16 Mart 2004
<B>ABD'</B>nin <B>‘‘Büyük Ortadoğu Projesi’’ </B>hakkında herkes bir şeyler yazdı çizdi. Aslına bakarsanız bu proje temeli 1983'te atılan bir ‘‘askeri harekátın’’ sivil uzantısından başka bir şey değil.

ABD Başkanı Ronald Reagan, 1983 yılında ABD'nin ‘‘enerji havzalarındaki’’ çıkarlarını korumak için bir güç mekanizması kurulmasını kararlaştırdı.

Bu mekanizmanın adı US Central Command, yani ‘‘CENTCOM’’ olarak belirlendi.

İran ve Afganistan'da meydana gelen olaylar, ABD'nin Ortadoğu'da ve Afrika'nın bazı bölgelerinde giderek güç kaybına uğraması, böyle bir gücü gerekli kılıyordu.

CENTCOM'un görev alanı olarak Afganistan, Pakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan, Hazar Havzası, Kafkaslar'ın bir bölümü, İran, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Umman, Ürdün, Mısır ve Afrika'nın boynuzu olarak bilinen bölgede yer alan ve Kızıldeniz'e kıyısı olan Afrika ülkeleri belirlendi.

CENTCOM'un varlık nedeni, bu bölgelerdeki olası karışıklıkların ABD'nin çıkarlarını zedelemesini engellemek olarak öngürülüyordu.

11 Eylül sonrası Afganistan'a ve ardından Irak'a yapılan harekátlar hep CENTCOM görevi olarak gerçekleşti.

Bu görevlerin bölgede karışıklıkları engellemekten çok artırıcı bir rol oynadığını görmek mümkün.

Nitekim, son Irak harekátından sonra bölgedeki hassas dengelerin bozulduğunun önemli işaretlerinden biri, hafta sonunda Suriye'de görüldü.

Kamışlı'da meydana gelen ve 52 Suriye vatandaşının ölümüyle sonuçlanan olay, Irak harekátı nedeniyle bozulan yapının bir sonucu.

Bu öylesine ‘‘önemli’’ bir gelişme ki, Türkiye'nin Güneydoğu'sunda bile bu olayların yarattığı tedirginlik hákim.

ABD yönetimi, CENTCOM'un kurarak 1983 yılında başlattığı bu ‘‘organizasyonda’’ şimdi bir sonraki aşamaya geçmek istiyor.

Bunun adını da ‘‘Büyük Ortadoğu Projesi’’ olarak koyuyor.

Büyük Ortadoğu Projesi, ABD tarafından askeri harekátlar ve zorlamalar yoluyla bozulan dengelerin, yine ABD tarafından oluşturulacak yeni bir yapıyla tekrar kurulmasından başka bir şey değil.

ABD'nin bölgedeki ‘‘silahlı’’ projeleri ne kadar başarılı olduysa, Büyük Ortadoğu Projesi'nin başarılı olma ihtimali de o kadar.

Kemal Unakıtan ve musluk meselesi

PAZAR günü Urfa ve Diyarbakır gezilerinde Başbakan Erdoğan ile birlikteydik. Pazar akşamüzeri de Teke Tek'te bir araya geldik.

Program sırasında Başbakan Erdoğan'a beni çok rahatsız eden bir konuyu aktardım.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda iktidar partisine oy verilmesini isterken, iktidar partisine ait belediyelere daha fazla kaynak aktarılacağını, iktidar partisinin kazandığı yerlere daha fazla imkán verileceğini söylüyor, ima ediyordu. Başbakan Erdoğan'a bunu söyledim ve bunu doğru bulup bulmadığını sordum.

Başbakan net bir şekilde, ‘‘Kemal Bey böyle bir şey yapmaz. Yaptıysa çok ayıp ediyordur. Kendisini görünce bunun doğru olup olmadığını soracağım’’ dedi. Allah'ın işine bakın ki, İstanbul'a döndük, uçağın merdivenlerinden indik ve karşımıza çıkan ilk kişi Maliye Bakanı Kemal Unakıtan oldu.

Tayyip Erdoğan hemen Kemal Bey'i kolundan tuttu ve ‘‘Bize oy verene muslukları açarım, vermeyene kaparım diyormuşsun, doğru mu?’’ diye sordu. Kemal Unakıtan, ‘‘Bu da mı senden çıktı’’ dercesine dönüp bana baktı.

‘‘Evet bütün gazeteler yazıyor. Öyle diyormuşsunuz’’ dedim. ‘‘Asla’’ dedi. ‘‘Yalan mı yazıyorlar?’’ dedim.

‘‘Yanlış anlıyorlar diyelim. Öyle bir şey demem’’ dedi.

Başbakan Erdoğan, ‘‘Öyle bir şey yokmuş’’ dedi ama Kemal Bey'e dönerek, ‘‘Öyle anlaşılabilecek laflar da etmemek lazım’’ diye uyardı.

Umarım Kemal Bey'in söyledikleri ‘‘yanlış anlaşılmış’’ olsun. Şimdi ben Kemal Bey'in konuşmalarını banda aldırıyorum.

Bana söylediğinin dışında bir şey yaparsa, bandı doğrudan Başbakan Erdoğan'a göndereceğim.

Çakır: Yaptıklarını anlatmıyor

DİYARBAKIR'da AKP mitinginde gazeteci dostum Ruşen Çakır'la karşılaştık.

Miting sonrası oturup sohbet ettik.

Ruşen iyi bir araştırmacıdır. Özellikle AKP ve Kürt meselesini ele aldığı son iki dosyası müthişti.

‘‘Miting umduğumdan kalabalıktı. Sen ne düşünüyorsun’’ dedim.

‘‘Kalabalıktı ama bu yeterli olmaz’’ dedi.

Ve Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır konuşmasını eleştirdi.

‘‘Anlattıkları, yaptıklarının gerisinde kalıyor’’ dedi.

Anlamadım, anlattı:

‘‘Dün Batman'da Kürtçe kursu açıldı. Demokratik haklar konusunda çok önemli, hatta şaşırtıcı adımlar atıldı. Ama nedense Başbakan bunu kürsüde anlatmıyor. Diyarbakır'da bunları bağıra bağıra anlatması lazımdı. Çünkü burada HADEP, DEHAP her ne ad altında olursa olsun güç kaybetti. Bölünmeler var. Örgütte rahatsızlıklar var. Bunu kullanabilir. Entelektüel düzeyi yüksek bir ton tutturabilir. Burada iş, aş, çevre temizliği sökmez. Ama nedense başarılı olduğu konulara girmiyor.’’

Ruşen Çakır'
ın bu tespitini uçakta Başbakan'a sordum.

‘‘Yoo, anlatıyoruz. Zaten görülüyor da’’ dedi.

Ancak benim gözlemim, Başbakan'ın bu meseleyi yüksek sesle dile getirme yanlısı olmadığı yönünde.

Herhalde bir nedeni vardır.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Düşmanlarımızın bile doğrularına saygı gösterdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Soysal'a göre Denktaş çekilecek

13 Mart 2004
<B>SABAH </B>erken saatte cep telefonum çalınca <B>‘‘Günaydın Hasan Abi’’ </B>diye açtım. Çünkü o saatte sadece <B>Hasan Cemal </B>arar. Erkencidir.

‘‘Oğlum seçimler geliyor. Kime oy atıcaz?’’ diye sordu.

Yanlış anlamayın, Galatasaray Spor Kulübü seçimlerinden söz ediyordu.

Kime oy atmamız gerektiğini konuştuk biraz. Üç aşağı beş yukarı aynı fikirdeydik.

‘‘Sen nerdesin’’ dedim.

Kıbrıs'taydı. Nabız yoklamaya gitmişti.

‘‘Denktaş ne yapıyor?’’ diye sordum.

‘‘Bence iyi götürüyor’’ dedi. ‘‘Referanduma kadar sorun çıkmayacak gibi görünüyor’’ diye de ekledi.

‘‘Sence referandum nasıl görünüyor?’’ dedim.

‘‘Referandumda hayır çıkmaz. Hele hele Türkiyeliler denilen oraya göçmüş Türklerin toprak ve mal-mülk kaygılarını ortadan kaldıracak bir adım atılırsa yüzde 90'la referandumdan evet çıkar’’ şeklindeki kanaatini bildirdi.

Önceki akşam Türk Dışişleri'nin çok önemli bir misyonunda görevli bir diplomat ile yemekteydik.

New York'taki başlangıç görüşmelerinin nasıl gerçekleştiğini sordum.

‘‘Türk tarafı çok yapıcıydı. Artık start verildi. Referanduma kadar sorun çıkmaz’’ dedi.

‘‘Referandumda KKTC'den sorun çıkacak gibi bir hava alıyor musun?’’ diye sordum.

‘‘Ben Türk tarafından sorun çıkacağını sanmıyorum ama Rum tarafından evet çıkma ihtimali bulunduğunu hiç zannetmiyorum’’ dedi.

‘‘Nasıl yani?’’ dedim.

‘‘Rum kesimi referandumda kesin hayır diyecek. Bu görünüyor. Hele hele Yunanistan seçimlerinden sonra bu bence iyice netleşti’’ dedi.

Bu durum KKTC ve Türkiye açısından olumlu bir durum.

Pek çok ‘‘uzmana’’ ve siyasetçiye göre Rum tarafından çıkacak bir ‘‘Hayır’’ kararı KKTC'ye yönelik ambargonun kalkması ve KKTC'nin yavaş yavaş da olsa tanınmaya başlaması anlamına gelecek.

Ancak Denktaş ve ‘‘sadık’’ danışmanı Mümtaz Soysal farklı bir havadalar.

Dedikodu yazmayı sevmem ama güvenilir kaynaklardan gelen bir bilgiyi aktarayım, ne demek istediğimi daha iyi anlayın.

Perşembe gecesi Girne ile Lefkoşa arasındaki bir balık lokantasında Mümtaz Soysal bir grup dostuyla yemek yiyor. Masada eski Lefkoşa Büyükelçisi ve DSP; MHP Milletvekili Ertuğrul Kumcuoğlu da var. Orada da konu Kıbrıs'ta süren görüşmeler.

Mümtaz Hoca yakın gelecekte olacaklarla ilgili bilgi veriyor. Soysal'a göre Denktaş görüşmecilikten çekilecek. Bunun için net bir tarih vermiyor Mümtaz Hoca ama nisanı bulmayacağı kesin gibi konuşuluyor.

Denktaş görüşmecilikten çekilecek, Annan Planı'na karşı kampanya başlatacak..

KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'ın danışmanı Mümtaz Soysal masadakilere bu bilgileri aktarıyor. Masadaki herkes bu tavırdan memnun, keyifle yemekleri yiyip kalkıyorlar.

Bu yemeğin yendiği restoranın adı LemonTree.

Çevre masalarda oturup bu konuşmaları dinleyenlerin iştahları kaçıyor.

MSB'den yanıt

BAŞBAKAN'
ın Güney Kore gezisi öncesi bu ülkeden alınacak olan ‘‘kundağı motorlu toplarla’’ ilgili olarak bir yazı yazmış ve bu toplardaki yerli üretim payının artırılması gerektiğini söylemiştim.

Aslında bu benim yıllar önce ele alıp yazdığım bir konuydu ve gezi vesilesiyle bir kez daha hatırlatmakta fayda görmüştüm.

Bu yazıma biraz gecikmeli de olsa Milli Savunma Bakanlığı'ndan bir yanıt geldi. T 155 Fırtına Obüs olarak kodlanan bu toplar yurtdışında üretilerek tedarik edilmeyecekmiş.

Fırtına obüsleri ateş gücü, menzili ve diğer performans özellikleri açısından sınıfının son jenerasyon özelliklerine sahip olacakmış.

Benzerleri dünyada 6.5 milyon dolara satılırken, Türkiye bu obüsleri 3,2 milyon dolar maliyetle üretiyormuş ve yerli imalat katkı payının yüzde 70'lere çıkması hedefleniyormuş.

Sadece yurtiçinde üretimi olmayan parçalar yurtdışından alınıyormuş.

Çok hassas atış sistemleri bile Türkiye'de Aselsan tarafından yapılıyormuş. Adapazarı tank palet fabrikası bu iş için yeniden organize edilmiş ve dünya standartlarına çıkarılmış.

Bu proje Silahlı Kuvvetler'in, Türk Savunma Sanayii'nin daha büyük projelerine altyapı hazırlaması açısından da önem taşıyormuş.

Bu bilgiler beni sevindirdi.

Demek ki, bizim yıllar önce yazdığımız yazılar hedefine ulaşmış.

Bence şimdi hedef yüzde yüz Türk üretimi olmalı.

Çocuklar abur cuburdan uzak dursun

HİDROJENE
yağların kanser yaptığını yazınca McDonald's'tan aradılar. Genel Müdürleri Sadi Fansa gelip bilgi vermek istedi.

Geldi ve McDonald's'ın hijyen ve kaliteye ne kadar önem verdiğini anlattı.

Bunlar bilmediğim şeyler değildi. Uluslararası bir gıda deviysen ve her gün 46 milyon hamburger satıyorsan öyle olacaksın. Çünkü bir tek olumsuz vaka bile bir devi zor duruma sokabilir.

‘‘Ben sizin temiz olmadığınızı söylemedim. Ben daha geniş bir kavram ortaya atıyorum. Yağların zararlı olduğunu söylüyorum. Bunu tek kullanan siz değilsiniz. Çikolatasından kızartılmış cipsine, çerezine kadar her yerde hidrojene yağlar kullanılıyor. Bunların zararına ilişkin elimde dünyanın en saygın üniversitelerinin, bilim adamlarının araştırmaları var’’ dedim.

‘‘Haklısınız. Birisi eğer sabahtan akşama her öğün kızartma yerse, cips yerse sorun olabilir. Önemli olan dengeli beslenme’’ dedi.

Fansa da, yüksek derecelerde eriyen hidrojene yağların zararlı olduğunu ama kendilerinin düşük derecelerde eriyen yağ kullandıklarını söyledi.

Onu da biliyordum çünkü yazıyı yazmadan önce içinde onlarınki de bulunan pek çok yağı incelemiştim.

‘‘Ben çocuklarımızı korumak için yazıyorum. Size düşman olduğum için değil’’ dedim.

‘‘Biliyoruz, dengeli beslenme önemli. Biz de kimsenin günde üç öğün McDonald's yemesini tavsiye etmiyoruz. Günde üç öğün ne yerseniz yiyin bir zararını görürsünüz’’ dedi.

Çocukların kızartma fast food ürünlerinden, kızartılmış çerezlerden, fazla çikolata ve benzeri ürenlerden, kısacası içinde hidrojene yağ bulunduran gıdalardan mümkün olduğunca uzak durması gerektiğini konusunda hemfikir olduk.

Ben bu konuda yazmaya ve ana babaları uyarmaya devam edeceğim.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Mağduriyetimizin hesabını yakaladığımızdan değil, bizi mağdur edenlerden sorduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku

Ortadoğulu olmak şart değilmiş

12 Mart 2004
<B>TERÖR </B>İspanya'yı da vurdu. İlk gelen bilgilerde ETA'nın yani ayrılıkçı Bask terör örgütünün adı ön plandaydı. Bizim Kanal D’nin haber merkezindeki arkadaşlara, ‘‘ETA böyle bir eylem hiçbir zaman yapmadı. Ne üslup, ne de yapılan iş ETA'ya uyuyor. Eylemi ETA üzerine yıkan bir haber yapmayın’’ dedim.

Ben böyle düşünürken ETA'nın siyasi kanadı Herribatasuna bir açıklama yaparak eylemin ETA'nın işi olmadığını söyledi.

Ardından İspanya İçişleri Bakanı, saldırılardan ETA'yı sorumlu tuttu.

11 Eylül saldırıları sonrasında da çeşitli örgüt adları havada uçuşurken, biz ikinci kuleye yapılan saldırıdan yaklaşık 15 dakika sonra bunun El Kaide isimli örgüt tarafından yapıldığını duyurduğumuzda pek çok kişi ‘‘El Kaide de kim?’’ demişti.

Kim yaptı, neden yaptı, ETA mı, El Kaide veya uzantıları mı çok önemli değil.

İspanya'da patlayan bombalar, Türkiye açısından büyük önem taşıyor.

AB kapısındaki Türkiye'nin önündeki önemli psikolojik engellerden biri Türkiye'nin Batılılar tarafından bir Ortadoğu ülkesi olarak görülmesiydi. Sokaklarında İslamcı militanların bombalar patlattığı, caddelerde cesetlerin yattığı bir ülke.

Batılı kafalar, bu manzaranın sorumlusu olarak Türkiye'nin ‘‘kendi iç dinamiklerini’’ görüyorlardı.

Bu dinamiklere sahip bir ülke Avrupalı olamazdı.

İspanya'da, Madrid'de patlayan bombalar Türkiye'nin hedef olmasının nedeninin Ortadoğululuktan kaynaklanmadığını net bir biçimde ortaya koyacaktır.

Türkiye, terörle mücadele ettiği için, terörle mücadele konusunda Batı'ya destek olduğu için vurulmuştu.

Bugün hangi kaynaktan veya hangi nedenden olursa olsun, İspanya'nın da vurulmuş olması, Türkiye'nin imajı açısından önemli bir katkıdır.

Fırsat bulunduğunda yarın Londra'da, öbür gün Roma'da benzer patlamalar olabileceğini, Avrupalıların da, Ortadoğulu olmamalarına rağmen aynen Türkler gibi sokak ortasında işe veya alışverişe giderken öldürülebileceklerini, teröre kurban olabileceklerini şimdi onlar da gördüler.

Keşke bunun görülmesi 180'den fazla cana mal olmasaydı.

Tehlikeli araç kullanmak için hız şart mıdır?

GEÇENLERDE bir gazetede okudum. Yolda sürekli şerit değiştirerek gidenlere ceza geliyormuş.

Gelsin. Gelmesin diyen yok ama sadece onlara gelmesin.

Her gün işime otoyoldan gidip geliyorum.

Bu yolda sürat limiti 130.

En sol şeritten 130'la giderken önüme bir araç çıkıyor. Sürati 80.

Selektör yapıyorum çekilmiyor. Korna çalıyorum tınmıyor. Yanındaki şerit boş, geçmemekte ısrar ediyor. Hatta bir de el hareketiyle küfrediyor.

Ben de dayanamayıp sağ şeritten geçip oradan ilerlemek zorunda kalıyorum.

Ben miyim suçlu, yoksa bana yol vermeyen mi?

Trafiği tehlikeye düşürecek şekilde araç kullanan sizce hangisi?

Yolu bloke edenin hiç mi suçu yok?

Ya da siz sol şeritten gelirken, önünde 70'le giden aracı sollamak için 71 kilometre süratle kendini sol şeride atanın hiç suçu yok mu?

Bence asıl sorun, trafik polisinin denetleme yapma biçimi ve anlayışında.

Bizde trafik kontrolü dediğin, zulaya radar koymaktan ibaret.

Otoyolda devriye gezip ‘‘halt karıştıranları’’, çok yavaş veya çok hızlı giderek tehlikeli biçimde araç kullananları tespit etmiyorlar.

Stop lambası olmayan araçların, farı olmayan araçların, farları şeşi beş gösteren araçların hiçbirine ceza kesildiğini görmedim.

Bunların durdurulduğunu da hiç görmedim.

Trafik yasaları değişse ne olur, cezalar artsa ne olur?

Önemli olan trafik anlayışının değişmesi.

İstemem ama izlerim

MAGAZİN programı adı altında yayınlanan rezaletlerin toplum üzerindeki olumsuz etkisi ortaya çıkıkça, Kanal D olarak bu programları birer birer yayından kaldırmaya başladık.

Önce Televole'yi, ardından da magazin programı adına ne varsa hepsini yok ettik.

Şu anda Türkiye'deki televizyonlar arasında magazin programı olmayan tek kanal, Kanal D.

Allah'a şükür, magazin programlarını lanetleyenlerden tek bir teşekkür almadık.

Hatta onlar ‘‘çok kızdıkları’’ magazin programlarını seyretmek için başka kanallara gittiler. Biz ise bu yolumuzdan dönmedik.

İzleyicilere ve eleştirmenlere diyecek bir şeyim yok. Burası Türkiye, böyle şeyler normal.

Ama RTÜK'ü anlamam mümkün değil.

Eğlence programlarındaki şakalara bile tahammülü olmayan (haksız demiyorum) RTÜK, magazin programlarındaki rezaletlere tek bir ses çıkarmıyor. Bu ülkenin ciddi kurumları, toplumsal travmanın sorumlusu olarak magazin programlarındaki rezilliği gösteriyorlar, RTÜK aldırış bile etmiyor.

Magazin rezaleti alabildiğine sürüyor.

Fatih Karaca lafa gelince düzeyli yayınları alkışlıyor, ama düzeysiz magazinlere hiç ses çıkarmıyor.

Herhalde o da izleyicinin geneli gibi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Yaşam biçimimiz ile imajımız birbirine uyduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

BDDK, bütün anlaşmaları açıklayacak

11 Mart 2004
<B>DÜNKÜ </B>yazıdan sonra Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Başkanı <B>Ahmet Ertürk </B>aradı. ‘‘Çoktandır sizi aramak, bilgilendirmek istiyordum. Kısmet bugüneymiş’’ diye girdi söze.

Ertürk benim bankacılık, BDDK, TMSF ile ilgili yazılarımı yıllardır okurmuş.

‘‘Şu bankacılık mevzuunda sizin kadar doğru yol gösteren üç beş yazar daha olsaydı, sizin yazdıklarınız yetkili kişiler tarafından rehber alınsaydı, emin olun Türkiye bugün bu kadar büyük bir faturayla karşı karşıya kalmazdı’’ dedi.

TMSF Başkanlığı görevine geldiği gün gördüğü tablodan çok ürkmüş.

‘‘Geldiğim gün kendimi başarısızlığa mahkûm edilmiş gibi hissettim. Ortada 70 milyar dolara kadar çıkan rakamlar var. Kamuoyu böyle bir paranın tahsilatı beklentisi içinde. Ancak görüyoruz ki, paranın büyük kısmı buharlaşmış. Kaçırılmış, harcanmış, çarçur edilmiş. Adamın birinin bize 500 milyon dolar borcu var, ama ortada tek kuruşluk malı yok. Bırakın onu, işi yok. Sadece avukatları var. Onların parasını nasıl ödediğini dahi bilmiyoruz’’ diyor TMSF Başkanı.

Ben de sözünü ettiği eski banka sahibinin adını söylüyorum.

Kahkahayı patlatıyor.

TMSF'nin düne kadarki işleyişinden de çok şikáyetçi.

‘‘Korkulmuş. Sorumluluk almamak için hiçbir işlem yapmamışlar. Hata yapmamak için kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Sorunlar birikmiş. Anında müdahale ile elde edilebilecek avantajlar kaybedilmiş, hatta dezavantaja dönüşmüş’’ deyip ekliyor:

‘‘Ben biliyorum ki, siz en az 7 yıldır bu durumu yazıyorsunuz. Bence son 10 veya 15 yılda politikacı, bürokrat, banka yöneticisi ve banka patronu el ele verip bu eylemleri yapmışlar. Şimdi bu 10-15 yıllık fatura karşımızda.’’

‘‘Ahmet Bey, tabloyu tahmin edebiliyoruz. Benim sorunun yanıtını verecek misiniz?’’
diye üsteliyorum.

‘‘Vereceğiz. Ama şu anda bunu verecek durumda değilim. Çünkü bunu size özel bir yanıt değil, bir düzenleme, bir gelenek haline getirmek istiyorum’’ diyor.

TMSF Başkanı'nın söylediğine göre önümüzdeki haftadan itibaren batık bankalarla yapılan anlaşmalar ve tahsilatlar günü gününe TMSF'nin internet sitesinden duyurulacak.

Bu işi kurumsal bir hale getirmeye çalışacaklarmış.

‘‘Açıklamamızın bir mantığı yok. Bilinmeli. Kamuoyunun bilme hakkı var. Sadece yapılanları değil, yapılmakta olanları ve yapılacakları da açıklayacağız. Şu anda bunun çalışmaları yürütülüyor. Haftaya hazır olur ve herkes görebilir. Tabii yapılmış çok sözleşme var. Bunların bazılarında ne yazık ki kısıtlayıcı maddeler konulmuş. Bazıları Bankalar Kanunu engeline takılıyor. Şimdi hukukçu arkadaşlarımız bunu aşacak formüller üzerinde çalışıyorlar. Bu açıklama BDDK ve TMSF'nin ortak açıklaması olacak. Her şeyi bileceksiniz’’ diyor.

‘‘Bana bugün bir yanıt veremez misiniz?’’ diyorum.

‘‘Bir hafta daha bekleyin. 7 ayrı sözleşme var. Toparlayıp açıklayacağız’’ diyor.

Ben de bir hafta daha beklemeye karar veriyorum.

Bugün perşembe.

Haftaya cuma kaldığım yerden yazarım.

Tabii açıklama yapılmamışsa.

Hava güneşli ama kar yağıyor

EKONOMİDEKİ ‘‘olumlu’’
hava nedense piyasaların tamamına yansımıyor.

Konuştuğum bazı büyük grupların yönetici veya patronları, 2003'ün fena geçmediğini 2004'ün ise çok iyi olacağını umduklarını söylüyorlar. Ancak bu durum her kesime yansımıyor anlaşılan.

Geçenlerde MÜSİAD Başkanı Ali Bayramoğlu ile karşılaştım.

Hükümete veryansın ediyor.

‘‘Hiç bu kadar kötü olmamıştık’’ diyor ve hükümetin, uyarılarını dikkate almamasından, küçük sanayicileri görmezden gelmesinden yakınıyor.

Çarşıdaki esnafın durumu da pek parlak değil.

Havaya bakılırsa ekonomideki büyükler memnun, orta ve küçükler keyifsiz. Fakat herkeste geleceğe dönük umutlar var.

Bende ise çok çarpıcı bir veri var. Türkiye ekonomisinin düzelmeye başladığı iddialarına karşın, bu yılın ilk iki ayında Türkiye'de kapanan şirket sayısında bir önceki döneme oranla yüzde 13.5'luk bir artış var.

Bu tek başına fazla bir şey ifade etmeyebilir. Ama bunun altına yeni kurulan şirket sayısındaki yüzde 8.5'luk azalmayı eklerseniz bu epey bir şey ifade eder.

Kapasite kullanımındaki artışa rağmen eğer yatırım yapılmıyor, yeni işyerleri açılmıyorsa ortada adı konmamış bir sorun var demektir.

Çünkü istihdamın gerilediği ve ‘‘görünen’’ işsizliğin yüzde 10.3'e ulaştığını da biliyoruz.

Enflasyondaki düşüşün, döviz kurundaki durgunluğun ve ‘‘aman panik olmasın’’ diye pompalanan iyimserliğin etkisindeyken bu sorun çözülürse çözülür.

Aksi takdirde uzun dönemde yine ciddi bir yara alırız.

Rakamlardan söylemesi...

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bildiğimiz değil, bilmediğimiz şeylerden korkmamız gerektiğini öğrendiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Danıştay da yanlışlığın farkında

10 Mart 2004
<B>BATIK </B>bankaların sahiplerine iadesi ile ilgili olarak açılan davalarda son sözü söyleyen ve bir içtihat mahkemesi görevi gören Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun işleyişi ile ilgili olarak dün kaleme aldığım yazıya Danıştay Başkanvekili <B>Dalova Sancar </B>bir yanıt gönderdi. Ben İDD Genel Kurulu'nun banka davalarında farklı sayı ve kişilerle toplanıyor olmasının ‘‘adaletin doğru tecellisini’’ engellediğini veya en azından kafalarda soru işaretleri oluşturduğunu yazmıştım.

Bana göre bir bankanın davasında 18, bir başkasında 21, bir diğerinde 25 kişiyle toplanan, üstelik de katılımcıların isimleri farklı olan genel kurullarda şahısların görüşlerine göre karar çıkması sonucunda benzer konularda farklı kararlar çıkabiliyordu.

Sayın Sancar, ‘‘Danıştay Kanunu'nu bilmediğinizden’’ demiş ama biliyorum. Fakat kanundaki bu rahatsızlığın beni ‘‘vicdani’’ olarak rahatsız ettiğini söylüyorum. Ancak gördüğüm kadarıyla bu durum sadece beni değil Danıştay Başkanlığı'nı da rahatsız etmiş ve bir yasa tasarısı hazırlayıp Bakanlar Kurulu'na sevk etmişler.

Bu tasarı yasalaşırsa İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nda sayı sabitlenecek, katılım zorunlu hale getirilecek.

Böyle bir uygulama benim dikkat çektiğim ‘‘sakıncayı’’ da ortadan kaldırmış olacak.

Dalova Sancar, 2003 yılının şubat ayında yasalaşacağına dair söz verilen bu tasarının 10 aydır TBMM Adalet Komisyonu'nda beklediğini belirtiyor..

Canı çekince son derece hızlı çalışan meclisimiz, Danıştay Yasası'ndaki değişiklikleri nedense biraz ağırdan almış. Umarım bu yazımız bir uyarı yerine geçer ve Meclis bu yasayı bir an önce çıkarır.

Ancak hukuka saygılı Danıştay üyelerinin o kadar beklemesine gerek yok.

Yasa değişmese de, bu gibi önemli konularda düzenli katılımı engelleyen bir yasa da mevcut değil. Biraz özen, biraz dikkat, biraz özveri, biraz disiplin yeter.

Yanılıyor muyum?

NOT: Danıştay'la ilgili dünkü yazımda Tansel Çölaşan'ın adını yanlışlık sonucu Tansu Çölaşan olarak yazmışım. Kendisinden özür dilerim. Bu arada bazı yanlış anlamaları da düzeltmek isterim. Sayın Çölaşan'ın dürüst kişiliğine güvendiğim için bu yanlışlığı düzeltmesini Genel Kurul Başkanı sıfatıyla ondan rica ettim. Bunun arkasında bir kasıt, bir ima yoktur.

TMSF bu soruyu duymazdan gelemez

TMSF'ye net bir sual sorunca yanıt gelmedi. Turgay Ciner Sabah Gazetesi'ni ve ATV'yi yıllık 10 milyon dolara kiraladığını bildirince ben de TMSF'ye dönüp sormuştum:

‘‘Bu anlaşma yapıldı mı, ne zaman yapıldı, bu kiralar ödendi mi?’’

Ve eklemiştim. ‘‘Bu kira nasıl belirlendi? Adil mi?’’ diye.

Birkaç gündür bekliyorum. TMSF'den gelen bir yanıt yok.

Turgay Ciner'in aktardığı tek taraflı bilgi dışında ses seda çıkmıyor. Ne yazık ki, BDDK ve TMSF böyle. Burunları biraz havada oluyor. Bizim vergilerimiz ona buna dağıtılıyor, bizim ve çocuklarımızın boğazından kesilen paralarla batık bankacılar kurtarılıyor ama soru sorunca kulaklar tıkanıyor. Devletin, milletin 50-60 milyar dolar soyulmasına göz yumulması yetmiyormuş gibi, bu parayı ödeyen vatandaş adına soru sorduğunuz zaman kolay kolay yanıt verilmiyor.

Geçmişte de böyle oldu.

Hiçbir sorumuza sağlıklı yanıt alamadık.

Yine basit bir sual soruyorum. Bir tuşa basıp yanıt verebilirler ama duymamazlıktan geliyorlar.

Ben yine de geçmişte olduğu gibi ısrarla sormaya devam edeceğim. Bir zaman Engin Akçakoca ve arkadaşları bu sorularımı yanıtsız bırakmaktan yanaydılar.

Şimdi onlar tarih oldu.

Bakalım bu yönetim de aynı yöntemi mi belirleyecek yoksa bizim halk adına sorduğumuz sorulara yanıt verecekler mi?

Göreceğiz.

Mektepliler ve mektepsizler

GALATASARAY düşmanı odaklar, sarı kırmızılı camia içinde yeni bir kavgayı ateşlemek istiyorlar. Mektepli-mektepsiz tartışması. Bilsinler ki, Galatasaray bu tartışmayı 15 yıl önce noktaladı. Kapattı ve geleceğe bakıyor.

Galatasaray'ın kafaca en mektepli Başkanı Canaydın'ın yüzlerce mektepsizi kulübe kaydetmesi ve mektepsizlerin beklentileri doğrultusunda kulübe yön vermiş olması bunun en açık işareti. Galatasaray Spor Kulübü, 1905 yılında Galatasaray Lisesi'nde kuruldu. O zaman Türkiye'nin Batı'ya açılan penceresi ve en iyi okuluydu. (Bence hálá öyle.)

Çıkış noktası o kadar sağlam bir Batılılıktı ki, bugün Avrupa'da en başarılı spor kulübü olmasının arkasında kuruluşundaki felsefe yatıyor.

Ama artık kulüpte bu tartışma yok.

Galatasaray elitisttir doğru. Ama bu elitizm sadece Galatasaray Lisesi ile sınırlı değil. Bu elitizmin sınırlarını Galatasaraylılık çiziyor. 1990'lı yılların başında ben ‘‘bir mektepli’’ olarak mektepsiz Alp Yalman'ı desteklerken mekteplilerden çok tepki almıştım. Ama bugün bu durum gerilerde kaldı. Mektepsiz Alp Yalman'ın, Faruk Süren'in en büyük destekçileri mektepliler oldular.

Bugün ‘‘en mektepli’’ Canaydın'ın politikalarını en sert şekilde eleştirenler de yine mektepliler. Çünkü Galatasaray'da önemli olan nerede okuduğunuz değil, Galatasaray'ı Galatasaray yapan kültüre ne kadar sahip olduğunuz. Ben ne mektepliler gördüm Galatasaray'dan haberi yok, ben ne mektepsizler gördüm mektepliden daha mektepli.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Saygıyı lafa değil işe gösterdiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

Gezmedim dünyayı gördüm Hanya'yı Konya'yı

9 Mart 2004
<B>SEÇİMLER </B>yaklaşırken, siyasi parti liderleri tansiyonu yükseltiyorlar. Karşılıklı suçlamalar diz boyu.

Proje bazında konuşulan pek bir şey yok.

Yanlışları söyleyen çok ama kendi doğrusunu açıklayan, alternatifini içini doldurarak tartışmaya açan görülmüyor..

Ben de liderleri seçim çalışmaları bazında şöyle bir incelemeye aldım.

AKP Genel Başkanı Erdoğan, seçim çalışmalarını başlattığı günden bu yana Siirt, Batman, Niğde, Aksaray, Kütahya, Manisa, Burdur, Isparta, Mersin, Adana, Bolu, Zonguldak, Yozgat, Tokat, Afyon, Eskişehir, Antalya, Kırşehir, Kayseri ve Sivas'a gidip miting yapmış. Sinop gezisi hava şartları nedeniyle iptal edilmiş. Yani toplam 20 ilde miting.

DYP Genel Başkanı Ağar Konya, Diyarbakır, Adana, Mersin, Aksaray, Niğde, Kars, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane, İzmir ve Ayvalık gezilerini tamamlamış. 12 yerde halkla buluşmuş.

CHP lideri Baykal Antalya, Bursa, Samsun, Sinop, Çanakkale'ye gitmiş. Konya'da çöken Zümrüt Apartmanı'na yaptığı geziyi de sayarsanız 6 il dolaşmış. Ha, bir de Keçiören'de bir kahvehanede kahvaltılı toplantı gerçekleştirmiş. CHP Genel Başkanı geçen hafta yapacağı tüm gezileri iptal etmiş. Doğu ve Güneydoğu'ya ise ayak bile basmamış.

Erdoğan 20 il, Ağar 12 il gezerken Baykal'ın gezdiği il sayısı 6.

Bu durum ortadayken Sevgili Deniz Baykal çıkıp medyayı suçluyor. Medyanın AKP'yi büyüttüğünü söylüyor. Daha da ileri gidip bunun hesabını soracağını ekliyor. Peki Deniz Bey, siz ne yapıyorsunuz?

Bir zamanların genç, atak, heyecanlı politikacısı nerede?

Seçimi kazanmak, en azından partinizin bulunduğu konumu korumak için ne zaman harekete geçeceksiniz?

CHP bu seçimden kan kaybıyla çıkarsa, oy oranlarını düşürür ve hatta 3. parti durumuna düşerse bunun sorumlusu basın mı olacak? Sizin hiç mi suçunuz yok Deniz Bey.

Yapmayın Allah aşkına.

Danıştay banka davalarına tam kadro bakmalı

BATIK bankaların eski sahiplerinin bankalarını geri alabilmek için açtıkları davalar Danıştay'da görülüyor.

Bu davalar sonucunda ‘‘ilginç kararlar’’ ortaya çıkıyor.

Danıştay'da davası görülen bankalardan ikisi, Kentbank ve Demirbank ile ilgili olarak Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu ‘‘sahiplerine iade’’ kararı verirken, diğer bazı bankalar hakkında tam tersi bir karar çıktı.

Tabii bu durum ‘‘adalete güven’’ ve ‘‘hukukun üstünlüğü’’ açısından kafalarda bazı soru işaretleri uyandırdı.

Konunun uzmanı değilim. Verilen kararlarla ilgili olarak bir eleştiride bulunmam mümkün değil.

Ancak dosyaları incelediğim zaman kararların ‘‘veriliş biçimi’’ ile ilgili bazı eleştirilerde bulunma hakkına sahip olduğumu gördüm.

Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 40 üyesi var.

Ele alınacak konu dava ile ilgili ilk kararı veren mahkemenin üyeleri Genel Kurul'a katılmıyorlar. Bu yüzden 33 veya 34 üye ve bir başkanla genel kurul toplanabiliyor.

Fakat ben batık banka davalarının hemen hiçbirinde genel kurulun tam olarak toplandığını görmedim.

Üyelerin bir bölümü davalara gelmiyorlar.

Karar sayılarına baktığım zaman tam katılım halinde kararların farklı çıkabileceğini görüyorum.

Yani bazı üyeler genel kurul oturumlarına katılmayarak oylamaları etkiliyor ve bence ‘‘haksız’’ olabilecek kararlar çıkmasına neden oluyorlar.

Çok merak ediyorum Türkiye'ye minimum 50 milyar dolara mal olmuş ve her biri devletin sırtına yeni yükler yükleyebilecek bu davalara bir danıştay üyesi neden katılmaz.

Bundan daha önemli ne işi olabilir.

Bence bütün üyeler bu oturumlara katılmalı ve kararların adil olabilmesini sağlamalı.

Aksi takdirde ortaya hukuk açısından son derece gayri ciddi bir tablo çıkabilir.

Galiba burada görev Danıştay Başkanvekili sıfatıyla bu genel kurula başkanlık eden Tansu Çölaşan'a düşüyor.

Bu önemli oylamaların tam katılımla veya en azından her banka ile ilgili kararların aynı katılımcılarla çıkmasını sağlamak zorunda.

Yoksa hukuk guguk oluyor.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Karşısındakini adam yerine koymayanın adam olma ihtimali olmadığını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Pornocu pornocu mu kalmalı

8 Mart 2004
<B>BU </B>pazar, yani dün Teke Tek'e oyuncu <B>Sibel Kekilli </B>konuk olacaktı.Teke Tek'in düzeyine, bakış açısına ve dürüstlüğüne güvenildiği için ‘‘Türkiye'de bir söz söyleyeceksen Teke Tek'te söyle’’ deyip lütfetmişler. Bunun üzerine Sibel Kekilli de bize gelmek istediğini iletti.

Kabul ettik. Çünkü biz Sibel Kekilli'ye yapılan eleştirilerdeki dozu ve biçimi haksız buluyorduk. Porno filmde rol almış olmak örnek bir davranış değildi belki ama bugün elde ettiği başarıyı ortadan kaldıracak bir unsur olarak da kullanılmamalıydı.

Porno oyunculuğu ile başlayan kariyerinde, çok iyi yerlere gelebilirdi. Böyle bir geçmiş, özellikle de oyunculuk gibi bir meslekte insanın yolunu kapamamalıydı. Dünyada örnekleri çoktu bu durumun. Genç oyuncuyla bunları konuşacak ve filmden söz edecektik.

Altın Ayı'yı alan başarılı yönetmen Fatih Akın da bizimle birlikte olacaktı.

Ancak Sibel Kekilli son anda Türkiye'ye gelmekten vazgeçti.

Babasının ‘‘Biz elimizi kana bulayacak değiliz ama’’ diye başlayan sözlerinden korktu ve vazgeçti.

Çünkü bu sözlerde bir tehdit ve hatta bir çağrı vardı. Sibel Kekilli vazgeçti ve bence çok iyi yaptı. Bir yandan töre cinayetlerini lanetleyip, bir yandan da ‘‘töre’’ kokan konuşmalar yapan bir babayı bu kadar öne çıkaran bir ülkeye ben de olsam gelmezdim.

Sibel Kekilli'nin porno oyunculuğundan, yani bir anlamda bataktan çıkıp bir büyük oyuncu olma yolunda ilerlemesinden rahatsız gibiyiz.

Porno oyuncusu olarak kalsaydı hiç sorun yoktu gibi davranıyoruz.

Hatta daha ötesinde onu porno bataklığına geri yollarsak mutlu olacakmışız gibi bir halimiz var.

NOT: Sibel Kekilli akşam geç saatlerde aniden İstanbul'a geldi ve havaalanından korumalarıyla ayrıldı.

Yerel yönetimler SHP'nin başına bela olmuştu

BAŞBAKAN
Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile sohbet ediyoruz.

Konu yerel seçimlere geliyor.

‘‘Ne civarda oy bekliyorsunuz’’ diye soruyorum.

‘‘Yarı yarıya alırız gibi’’ diyor Abdullah Gül.

‘‘Belediye başkanlıklarının yarısını mı?’’ diyorum.

‘‘Hayır oyların yarısını. Yüzde 50 civarı almamız sürpriz olmaz’’ diyor.

‘‘Bu korkunç bir oran olur. Bu durumda belediye başkanlıklarının ne kadarını alırsınız?’’ diye ekliyorum.

‘‘Sizce?’’ diye bu kez o soruyor.

‘‘Bilmem ama dediğiniz oranda oy alırsanız başkanlıkların da herhalde yüzde 70'ini alırsınız’’ diyorum.

‘‘Bize de öyle geliyor’’ diyor.

‘‘Bu demokratik açıdan tehlikeli değil mi?’’ diye soruyorum bu kez.

Yüzünü buruşturuyor.

‘‘Çok hoş bir durum değil tabii. Parti için de sorun yaratabilir’’ diyor.

‘‘Ne yapacaksınız?’’ diye ısrar ediyorum.

‘‘Yapacağımız bir şey yok. Güçlü olmak bizim kabahatimiz değil ya’’ diyor.

Doğru, yapacakları bir şey yok.

Çıkıp ‘‘Bize oy vermeyin’’ diyecek halleri yok.

Sol bölünmüşlüğü sürdürürken, merkez hálá birleşemezken ve kimse doğru dürüst muhalefet yapıp alternatif politikalar getiremezken AKP'nin yapacağı bir şey yok.

Ancak AKP'nin çok dikkatli olması gerekiyor.

Benim gözlediğim kadarıyla daha önce ülkeyi soyup soğana çevirmiş merkez sağ partilerin ‘‘asalak’’ taifesi şu sıralarda hızla AKP'ye doğru akıyor.

Aynı hırsız ve soysuzlar, yeni bir ‘‘çekim merkezi’’ buldular.

Üstelik bu çekim merkezi eski partilerinden çok daha güçlü ve etkin.

Yerel seçim öncesi yaşanan pratikler gösteriyor ki, AKP'nin surları bu saldırılara karşı koyacak kadar sağlam değil.

Belediye başkan adaylarına bakınca duvarlardaki deliklerden içeri epey bir ‘‘sızıntı’’ olmuş.

Bu sızıntılar önümüzdeki dönem AKP'nin baş belası olacak.

Aynen bir dönem SHP'nin sonunu yerel yönetimlerdeki rezaletlerin getirdiği gibi şimdi de AKP'nin sonunu aynı yerel yönetim rezaletleri getirebilir.

Tabii bu arada AKP içindeki ‘‘kimi’’ hazımsız kadroların yerel seçim başarısından sonra alacakları tavır da önemli.

Ama şunu kimse unutmasın.

Bu ülkedeki sıradan vatandaş ‘‘Benim hırsızım iyidir. Bana çaldıran yönetimi iyidir’’ devrini noktaladı.

Bugün bazı erkeklerin yalan günü

BUGÜN
Dünya Kadınlar Günü. Bugün yine bir sürü yazı ve kutlama göreceksiniz gazetelerde.

Eşlerini aldatan, kadınlara karşı ayrımcılık yapan, iş ortamında kadına cinsel bir obje muamelesi yapan ‘‘aydın’’ görünümlü ‘‘ruhsal magandalar’’ tarafından yazılmış bir alay yazı.

Ben bunları okuyup güleceğim.

Çünkü bana göre kadınlara bir gün vermek bile bence ayıpların en büyüğü.

Bir erkeğin yapması gereken hak eden kadını bulup ona bir gün değil, bir ömür vermesi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bütün kulüplerin finansörlerinin para kaynaklarını birinci sayfamıza taşıma yürekliliğini gösterebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku