3 Temmuz 2004
<B>DÜNYA </B>basınını kendimce takip ederim. <br><br>Her gün en az 4-5 yabancı gazeteyi kendim okur, pek çoğunun da özetlerini çıkartır, göz gezdiririm. <br><br>Bizdeki gibi bir haberciliğe, yabancı hiçbir gazetede rastlamadım. Bahsetmek istediğim konu, NATO Zirvesi sırasında yayınlanan haberler.
Bu NATO Zirvesi denilen hikáyenin benzerleri her yıl bir ülkede yapılıyor.
Her ülkede geniş güvenlik önlemleri alınıyor, her ülke bu ve benzeri toplantılara ciddi ciddi hazırlanıyor.
Sadece bu toplantılar değil, önemli yabancı ziyaretçilerin gelişlerinde de her ülkede benzer hazırlıklar, benzer ağırlamalar yapılıyor.
Ancak hiçbir ülkenin medyasında bizdeki gibi haberler yapılmıyor. En azından ciddi gazetelerde bizdeki gibi manşetlerde, abartılı bir şekilde yapılmıyor.
‘Yemekler müthişti’, ‘Türk mutfağına hayran kaldılar’, ‘Aman Allahım bu ne güzellik dediler.’
Ben bu tip haberleri hiçbir ciddi yabancı gazetede görmedim.
Fransız mutfağı kötü müdür? Yoo... Ama hiçbir Fransız gazetesi, Bush’un Fransa ziyaretinde ‘yemeklere hayran kaldığını’ yazmaz.
Benzer bir şey İtalya’da da olmaz.
Ama bizde olur.
Üstelik de sanki habermiş gibi bunlar yazılır.
‘Lider eşleri Boğaz’a hayran kaldılar.’
Ne diyeceklerdi yani. ‘Boğaziçi güzel ama denizde yüzen pisliklere bakarken içimiz kalktı’ mı diyeceklerdi, yoksa ‘Güzelim kentin içine etmişsiniz’ mi?
‘Yemekler harikaydı’ demişler. Vay be.
Allah aşkına siz hiç gittiği misafirlikte ev sahibine, ‘Yemekler iğrençti. Midem mahvoldu’ diyen birini gördünüz mü?
Ama bu sıradan sözler bizde müthiş haber olur.
Siz NATO toplantısında Türkiye’nin elde ettiği bir kazanımı hatırlıyor musunuz?
Ben hatırlamıyorum.
Yemekler süper, Boğaziçi enfes... Gerisinden kime ne?
Emniyetin suiistimali
CUMA günü Kanal D Haber’de, Atatürk Havalimanı’nda park halindeki bir otomobilin lastiğinin içinde bomba bulunduğu haberini verdik.
İstanbul Emniyeti, bu haberimizi en üst düzeyde yalanladı.
Tecrübeli muhabir arkadaşlarımız ise haberin doğru, yalanlamanın yalan olduğu konusunda ısrarcıydılar.
Yalanlamadan sonra biz de içerde epey bir tartıştık.
Toplumda ‘gerginlik yaratacak’ bir haberi vermek zordu, bu haberin yalan olması ihtimali ise zorluğu kat kat artırıyordu.
Muhabir arkadaşlarıma çok güvenmesem, Kanal D Haber Merkezi’nde ‘tatsız’ gelişmeler olabilirdi.
Aradan 5 gün geçtikten sonra bizim haberin doğru olduğunu Emniyet Genel Müdürlüğü ‘resmen’ açıkladı.
Peki bu durum yakışık aldı mı?
Devletin böylesine yalan söylemesi hoş mu?
Bundan sonra biz bu ‘Emniyetin’ nesine güveneceğiz!
NOT: Sabah Gazetesi dün bu haberi verirken, işin cılkını çıkarmış. Kapalı otoparkta patlayacak bombadan çıkan parçalar, gidip Bush’un uçağını vurup düşürecekmiş. Bu kadar uçmak olur.
Tartışmak mı, bütün yönleriyle mi, Türkiye’de mi?
DEĞERLİ Mihri Belli, ‘farklı’ bir adam olduğunu kanıtlamak istercesine uzun bir mektup yollamış.
Geçen haftalarda bu köşede bir yazı yayınlandı.
Kuzey Irak’la ilgili bir önerimi yapıyor ve Kuzey Irak’taki ‘Kürdistan’ın hiçbir ilgisi olmayan Irak’ın değil, hem kan, hem de tarihi bağları olan Türkiye’ye bağlı özerk bir bölge olabilme olasılığını tartışmaya açıyordum.
Barzani ve Talabani’nin Irak vatandaşı değil, Türk vatandaşı olmalarının bölgede çok önemli farklılık yaratabileceğini tartışmamız gerektiğini söylüyordum.
Yazı Türkiye’nin ‘önemli’ kesimlerince pek anlaşılmadı.
Çünkü bu konu üzerinde konuşmak, düşünmek, fikir üretmek gereken bir konuydu ve ‘tehlikeli’ sularda dolaşmayı gerektiriyordu.
Oysa Türk aydını da, hödüğü de ‘tehlikeli suları’ pek sevmezdi.
Aydın geçinen Türk’ün cesareti Bush’a ‘Aleyhine yazıyorum’ demekten öte değildi.
Hülya Avşar’ın selülitleri ve Deniz Akkaya’nın sevgilisi tarafından ‘ayakla sevilmesi’ bile Türkiye açısından daha tartışılabilir meselelerdi.
Mihri Belli, işte bu yazıyla ilgili uzun bir mektup yollamış.
Geçmişte yazdığı yazıları da eklediği mektubunda, ‘17 Haziran 2004 günü Hürriyet’te çıkan Irak Kürtlerine dair yazınız, bence Kürt sorununun demokratik çözümü doğrultusunda bir ileri adım olabilir. Önerdiğiniz gibi bu konu bütün yönleriyle tartışılmalıdır’ diyor.
Sevgili Mihri Belli hálá Türk aydını konusundaki iyi niyetini koruyor anlaşılan.
Bütün yönleriyle tartışmak ha!
Türkiye’de. Hele hele Özal’ın ölümünün ardındaki sır, ‘Federasyonu tartışabiliriz’ sözlerine bağlanmışken.
Yapma be Usta!..
Son satır
DÜN ‘Bush mu, Zezo mu?’ başlıklı yazım anlamsız bir şekilde bitiyordu.
Çünkü sayfayı hazırlayan arkadaşım, yazının son satırını sayfaya koymayı unutmuştu.
Yazının sonu şöyle olacaktı:
‘İnsanlar ‘önemli kişilerle’ beraber olmaktan keyif alıyorlar. Kendilerini önemli hissediyorlar.
Ben de kendimce öyle yaptım.’
Yazının anlamsız bitişine rağmen, dün pek çok meslektaşım sabahın erken saatlerinden itibaren arayıp, ‘Bize babalığımızı, insanlığımızı hatırlattın. Sağol’ dediler.
Ama ben onların ne insanlıklarını, ne de babalıklarını bir an için unutmadıklarını biliyorum.
Onların gecelerini gündüzlerine katarak ve hatta bazen sevdiklerini ihmal ederek çalışmalarının nedeni, ‘iyi birer baba’ olmaları.
Bazen çocuklarımızın geleceği için, onlara ayırdığımız sevgi saatlerinden feragat ediyoruz.
Bu büyük fedakárlığın nedeni ise baba olmak.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Avrupa Birliği’ni amaç değil araç olarak görmeye başladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2004
<B>PAZAR </B>günü öğleden sonra evde oturuyorum. Akşam Dışişleri Bakanı <B>Abdullah Gül’</B>ün Çırağan Sarayı’nda yemeği var. <B>‘Erken çıkayım da, güvenlik müvenlik sıkıntı olmasın’</B> diye düşünüyorum. İşin kötüsü, bir gün sonra da Topkapı Sarayı’nda Başbakan’ın yemeği var. Evden çıkmadan evvel NATO Haftası nedeniyle İstanbul’dan kaçıp kızımla beraber Ayvalık’a, annesinin yanına giden eşimi arıyorum.
Eşim hal hatırdan sonra telefonu kızıma veriyor. İlk cümle içime işliyor: ‘Babacım seni çok özledim. Hemen yanımıza gel.’
‘Gelemem Zeynep, bu akşam katılmam gereken bir yemek var. Yarın da Başbakan’ın daveti var’ diyorum. ‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti mi?’ diyor Zezo. ‘Evet Bush da gelecek. Gitmem lazım’ diyorum.
‘Oraya gitme buraya gel. Bush denen adamı benden çok mu seviyorsun?’
4 yaşındaki bir çocuktan gelen bu müthiş soru içime ‘gülle’ gibi oturuyor. Telefonu kapatıyorum. İstanbul Deniz Otobüsleri’ni arıyorum. NATO nedeniyle sefer yok.
Saat 17.00. Bir hesap yapıyorum. En geç 20.30’da Çanakkale’deyim.
Giymek için çıkardığım laci takımları dolaba koyuyor, bir blucin bir tişört kızıma gidiyorum.
Akşam Topkapı Sarayı’nda Bush ve liderlerle ‘müthiş övgüye layık yemekleri’ değil, kızımla en sevdiği köfte-patatesi yiyoruz.
Liderlerin katıldığı yemeklerde neler olup bittiğini gazetelerden okuyorum. Perşembe günü Egemen Bağış, Ankara Büromuzu ziyaretinde soruyor: ‘Fatih Bey’in davetiyeleri eline geçmemiş mi? Yemeklerde yoktu.’
‘Kızımı tercih ettim’ diye haber yolluyorum.
Anlıyor mu bilmiyorum.
İnsanlar ‘önemli kişilerle’ beraber olmaktan keyif alıyorlar. Kendilerini önemli hissediyorlar.
De Gaulle’den Bush’a ne değişti?
ABD Başkanı Bush’un Galatasaray Üniversitesi’nde konuşacağını epeydir biliyordum. Üniversitede öğretim görevlisi arkadaşlarımla konuşunca, teklifin üniversiteden değil, ABD tarafından geldiğini öğrendim. Chirac’ın ‘Geleceğim’ deyip de gelmediği ‘Francophone’ Galatasaray’a, ABD Başkanı Bush kendini davet ettiriyordu.
Okul yönetimi de haklı olarak bu davete evet demişti. Galatasaray camiası da bu konuda ikiye bölündü. Bir kısmı Bush gibi nefret edilen ve saygı duyulmayan bir liderin Galatasaray’da konuşmasını ‘kınarken’, bir kısmı da ne olursa olsun dünyanın en önemli liderinin Galatasaray Üniversitesi’ni seçmesinin önemli olduğunu düşünüyordu. Açıkçası ben seçimin ‘manzara’ nedeniyle yapıldığını anlamıştım ve pek bir şey düşünmedim. Sadece dünya televizyonlarında GS amblemini görmek, fanatik bir Galatasaraylı olarak hoşuma gitti o kadar.
Tabii bir de bizim 10-11 yaşlarında top peşinde koştuğumuz, denize kaçan topları almak için uğraştığımız bahçede Bush’un konuştuğunu görmek ilginçti.
Bush, Galatasaray Lisesi’ni ziyaret eden üçüncü devlet başkanı.
İlki Atatürk’tü. İçtiği kahvenin telveli fincanı hálá müzemizde durur.
İkincisi efsanevi Fransız Devlet Başkanı De Gaulle’dü. Ve şimdi de ABD Başkanı Bush. De Gaulle deyince aklıma Ferhan Şensoy geldi. De Gaulle 100. yılında Galatasaray’a gelmiş, Tevfik Fikret Salonu’nda konuşuyor. Ferhan Şensoy da üst kattan hafif sesle bir koro başlatıyor:
‘İ... De Gaulle, i... De Gaulle.’
Koro giderek yayılıyor ve salondaki talebeler işin cılkını çıkarıyorlar.
De Gaule de dayanamıyor ve yanındaki okul müdürü, nur içinde yatsın Muhittin Sandıkçıoğlu hocamıza eğilip soruyor:
‘İ... ne demek.’
Müdür bozmuyor ve açıklıyor: ‘Çok yaşa De Gaulle demek.’
De Gaulle konuşuyor, konuşuyor ve Galatasaray’a iltifatla bitiriyor: ‘Alors, i... Galatasaray.’
Nereden nereye...
Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın elleri gizli servis elemanlarınca aranır ve Ali Babacan aynı ajanlara ellerini gösterirken, ben bunu düşündüm.
Yok muydu Galatasaray’da Bush’a gereken tezahüratı yapacak birileri?..
Senin başkanın varsa, bizim de başbakanımız var
BUSH’un Galatasaray Üniversitesi’ndeki konuşmasının sonunda, sıcaktan zaten fenalık geçiren bir grup üniversiteden ayrılmak istedi.
Ancak kapıda Bush’un ‘Secret Service’ elemanlarından oluşan bir ‘ızbandut’ grubu yolu kesmişti. ‘Çıkamazsınız. Önce Başkanımız çıkacak’ dediler.
Çıkmak isteyen grubun başında Cüneyt Zapsu, Şaban Dişli, AKP İstanbul İl Başkanı, Rahmi Koç gibi tanıdık isimler vardı.
Kapıda bir tartışma başladı. Zapsu ve Dişli, ‘ızbandut ekibine’, ‘Kardeşim burası Türkiye. Bizim de Başbakanımız çıkacak. Çıkmak zorundayız’ dediler. Kapıda bir itiş kakış yaşandı ve gizli servis elemanları, üzerlerine yürüyen kalabalık karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar ve grup kapıdan dışarı çıkabildi. Zor oyunu bozuyormuş. Keşke benzer bir tepkiyi Beşir Atalay da gösterseydi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İnsanlık için en önemli hizmetleri kendilerini anlamaktan aciz toplumlar için değil, kendi vicdanları için mücadele eden insanların verdiğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2004
<B>THY’</B>nin filosunun yetersiz hale geldiği, kuruluşun hedefleri ve potansiyeli ile elindeki planın artık örtüşmediği bilinen bir gerçekti. Bu yüzden de uzunca bir süreden beri filonun ‘büyütülmesi’ gündemdeydi.
THY yönetimi ‘uzun’ çalışmalar ve hesaplamalar sonrası ulusal havayolumuzun ‘gereksinimlerini’ belirledi ve yeni bir filo planlaması yaptı.
Filo planlaması yapılırken, şirket yönetimi uçak markası üzerinde yoğunlaşmadı.
Asıl olan ‘ne tip’ uçak alınacağıydı.
Orta menzilli, uzun menzilli, bölgesel, geniş gövdeli, dar gövdeli uçaklardan hangisi kaç adet alınacaktı.
Uzakdoğu’ya olan seferleri arttırmak, Kanada’ya sefer başlatmak, Güney Afrika hattını yeniden açmak ve belki Amerika’da birkaç noktaya daha uçmak, Kuzey Afrika’da belirli noktalara gitmek, Avrupa’da hem sefer sayısını hem de uçuş noktasını fazlalaştırmak hedefleniyordu.
İçerde ise hem düşen fiyatlarla büyüyen pazarın beklentilerini, hem de Türkiye’nin yetersiz havaalanlarına inip kalkabilecek bölgesel jet veya turboprop uçaklar alınacaktı.
THY yönetimi belirlenen bu felsefeden yola çıkarak filo planını belirledi.
Türk Hava Yolları’na 51 yeni uçak alınmalıydı.
Buna göre 36 adet orta menzilli, orta gövdeli, 5 adet uzun menzilli, geniş gövdeli, 10 adet de ‘Regional’ denilen bölgesel uçak filo planına koyuldu.
10 orta menzilli, 3 de bölgesel uçak için opsiyon bırakıldı. .
Hangi marka uçağın tercih edileceğini ise ‘siyasi etkileri de olan’ bir karar olduğu için hükümet belirleyecek.
THY’nin yeni uçakları Airbus olacaktı ama...
BAŞBAKAN Erdoğan’la yaptığımız bir konuşmada Fransa’nın AB karşıtı tavrı konu olmuştu. Başbakan Erdoğan, Fransa Başkanı Chirac’ın iç politik dengeleri nedeniyle ‘çekingen’ bir tutum izlediğini, ancak Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir engel teşkil etmeyeceğini söylemiş ve aralık ayı yaklaşırken Fransa’nın tavrının iyice yumuşayacağının sinyallerini vermişti.
Başbakan Erdoğan, Fransa’nın ‘yumuşatılması’ konusunda özellikle THY’nin uçak alım ihalesine güveniyordu.
Milyar dolar seviyesindeki ‘ticari’ uçak alımının AB’de etkili olacağını, üstelik de askeri alımlarda yaşanan sorunları yaşatmayacağını umuyordu.
Nitekim THY’nin ‘filo planını’ yapmasından sonra hükümet ağırlığını koydu ve THY’nin genişlemesini yaparken Airbus’a yönelmesini istedi.
Bunda THY aleyhine bir durum da yoktu. Çünkü Airbus, iyi, işletme maliyeti düşük uçaklar yapıyordu.
Hükümetten gelen bu ‘sinyalle’ THY yönetimi ilk etapta alınacak uçakları belirledi.
Alınacak 5 adet ‘geniş gövdeli’ uçak Airbus’un son yıllarda büyük sükse yapan A 330 modeli olacaktı.
Orta gövdeli, orta menzilli uçakların 19’u A 320, 12 adedi ise A 319 olacaktı.
Bölgesel uçaklar içinse karar verilmeyecek, durum biraz daha incelenecekti(Şu anda pek çok üretici THY’ye uçaklarını denetiyorlar.)
THY yönetimi tam bu planlamayı bitirmişti ki, hükümetten yeni bir ‘talep’ geldi.
Boeing’den de bir miktar alım yapmak gerekiyordu. Sayı da en az 15 olmalıydı.
Türk Hava Yolları yönetimi şimdi ortaya çıkan bu Boeing talebini nereye ‘sokuşturacağını’ düşünüyor. Ancak Boeing’ler için Başkan Bush’un bile araya girdiği söyleniyor.
Başbakan’ın uçağı araya sıkışır mı?
BAŞBAKANLIK uçağı olarak bilinen ATA 15 yaşına geldi. 15 yaş bir uçak için çok değil ama az hiç değil.
Üstelik de bu uçak artık Başbakanlığın gereksinimlerini karşılamaktan uzak.
Küçük, eski ve sorunlu.
Türkiye’de pek çok işadamının uçağı, bu uçaktan çok çok daha iyi. Şimdi bazı ‘zevzekler’ çıkıp ‘Ne demek kardeşim Başbakan’a uçağa ne gerek var’ diyebilirler.
Bunlardan Türkiye’de bol miktarda mevcut. Ama onlara göre Ankara’nın ışıkları da ‘gereksiz’.
Bu ‘çağdışı’ fikirlere kulak asmayın, bir ülkenin başkanının, başbakanının uçağı o ülkenin imajı için bile önem taşıyor.
Bu nedenle de ATA uçağı değişecek. Bu konuda Başbakan da kararlı.
Bildiğim kadarıyla Başbakan Erdoğan, yeni Başbakanlık uçağının alımı için THY’nin uçak alım ihalesini bekliyor. Başbakanlık uçağını da bu paketin içine sokacak.
Başbakan, yakın çevresine bu konuyla ilgili olarak, ‘Bugüne kadar THY’nin uçak alımlarında birileri komisyon almış. Bunlar legal veya illegal komisyonlar olabilir. Bu kez komisyon ödenmeyecek. Komisyon yerine, Başbakanlık uçağını bize hediye etsinler’ diyor.
Şimdi satıcılarla yapılacak pazarlığa, büyük bir olasılıkla bu konu da iletilecek.
Yani THY’ye uçak satacak olan firma, Başbakanlığa da en az bir uçak hediye edecek.
Eğer bu uçak Airbus’tan gelecek olursa, 36 uçaklık siparişte 1 uçak hemen hemen yüzde 3’lük bir komisyona bedel oluyor ki, bu hiçbir şey değil.
Bence fazlası bile istenebilir.
Bana müsaade
Sevgili okurlar, üç gün kadar yokum. Umarım kusura bakmazsınız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Gazeteler adlarına ve büyüklüklerine yakışır ilaveler verdiği zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
<B>ÖNCEKİ </B>gün Ankara’da Hilton önünde patlayan bombadan sonra Kanal D Genel Yayın Yönetmeni sıfatımla, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni <B>Ertuğrul Özkök’</B>le bir görüşme yaptık. İkimizin de ortak fikri Ankara’daki patlama haberinin büyütülmemesiydi.
Özkök, ‘Biz bu haberi küçük vereceğiz’ dedi. Ben de ‘Ben de arkadaşlarıma aynı talimatı verdim. Zaten az önceki haber bültenimizde buna yer vermedik’ dedim.
Bu düşüncemizi yayın grubumuzdaki diğer yönetici arkadaşlarımızla da paylaştık.
Niyetimiz, Türkiye hakkında olumsuz fikirler oluşmasına neden olacak bu haberi büyütmemek, teröre prim vermemek ve Türkiye’nin zarar görmesini engellemekti. Bu fikre diğer yönetici arkadaşlarımız da sahip çıktı.
Ardından İstanbul’da 2. bomba patladı. İlk bilgiler ölü olmadığı, birkaç yaralı olduğu yolundaydı. Biz bu haberi de çok önemsememe kararı aldık. Vatanseverliğimiz, haberci refleksimizin önüne geçmişti.
Fakat kötü haberler gelmeye başladı. 1, 2 derken ölü sayısı dörde yükseldi. Haber görmezden gelinecek boyutu aşmıştı.
Özkök’le tekrar konuştuk. O da haberi yapma kararı aldığını söyledi.
Yine de minimum boyutta ve önemde kullandık.
Bunları niye mi yazdım.
Bir habercinin haber değerlendirirken hangi ruh hali içinde hareket ettiğini anlamanız için.
Teröristler ‘Yunuslaşabilir’
DÜN İstanbul Enduro Kulübü’nden bir arkadaşım aradı.
Önceki gün BMW marka enduro tipi motoruyla Şişli civarında bir yere gidiyor. Bölgede bazı yollar kapalı ancak bu konuda net bir bilgisi olmadığı için bariyerle kapatılmış bir yere doğru yaklaşıyor. O yaklaşınca bariyerin önünde bekleyen polis hemen bariyeri çekiyor ve arkadaşım içeri giriyor. Birkaç yüz metre sonra da bir başka bariyeri, yine görevli polis memurunun yol vermesiyle geçip sorunsuzca girdiği ‘yasak bölge’den sorunsuzca çıkıyor.
Önce şaşırıyor. Ve bir anlam veremiyor. Ancak daha sonra işe uyanıyor. Kullanmakta olduğu motosikletin modeli İstanbul Polisi’nin Yunus Ekipleri’nin kullandığı motosikletin hemen hemen aynısı.
Rengi bile çok yakın.
Üzerinde de Yunuslar tarafından giyilen tulum gibi siyah kırmızı bir tulum var. Bariyerlerin başında bekleyen polisler enduro tipi motorla gelen arkadaşımı ‘Yunus’ zannediyor ve bariyeri açıyorlar..
Bunun ciddi bir güvenlik zafiyeti yarattığını anlayan arkadaşım, hemen Enduro Kulübü’nü arıyor ve durumu anlatıyor. Kulüp yetkilileri de anında bir araştırma yapıyorlar ve son bir ay içinde 20’ye yakın enduro motosikletin çalındığını tespit ediyorlar.
Üstelik bu rakam geçmiş dönemlerde çalınan enduro motosiklet sayısından çok daha fazla.
Şimdi teröristlerin çaldıkları enduro tipi motorları Yunusların ‘siyah kırmızı’ veya bazı trafik ekiplerinin kullandığı endurolar gibi ‘beyaz’a boyayarak güvenlik çemberini aşmaları ve eskort görüntüsü ile liderlerin araçlarına yaklaşıp suikast girişiminde bulunmalarından korkuluyor.
Çünkü bu motorlar, bir mahalleyi havaya uçuramasalar da, ön ve arkalarındaki ‘box’lara yerleştirilecek 30 kilo civarında patlayıcıyı taşıyacak kapasitedeler.
Bu da yakın mesafeden hedefe yapılacak bir saldırı için fazlasıyla yeterli yüksek nitelikli patlayıcı miktarı demek.
Rektörlerde bilimsel yeterlilik aranmalı
YÖK 22 üniversitenin rektör adaylarını belirlemek için dün toplandı. YÖK tarafından uygun bulunan 66 isim Cumhurbaşkanı’na gönderilecek.
Cumhurbaşkanı da kendine göre ‘doğru adayı’ belirleyip atamasını yapacak.
Geçmiş yıllarda bu sistem içinde Cumhurbaşkanı’nın ‘antidemokratik’ pek çok uygulamasına rastladık. Sadece Sezer değil, Demirel ve öncekiler de ‘kafalarına göre’ atamalar yaptılar.
Kriterler ise her zaman sübjektif oldu.
Bu yüzden de arşivimde rektörlere yönelik binlerce ihbar, şikáyet ve dava bilgisi var.
Türkiye’de her ne kadar ‘bilimsel’ kimliği arka plana atılıp, siyasi niteliği ön plana çıkarılıyorsa da üniversite bir bilim kuruluşu, rektör ise bir bilim adamı olmalı. Ancak ne yazık ki, gerçek bilim adamları üniversite içi ve dışı siyasete bulaşmaktansa, bilimsel çalışmalara ağırlık verdikleri için, idari görevlere gelme konusunda başarılı olamıyorlar.
Çünkü onların ne Ankara’nın zirvelerinde ‘dostları’ oluyor, ne de üniversitede oy veren kitleyle birebir yakınlık içinde olacak zamanları.
Burada oluşan ‘sakatlığı’ ortadan kaldırabilecek tek güç ise Cumhurbaşkanı.
Eğer üniversiteler bilim kuruluşları ise, bilim adamının değeri var ise, bunu en başta rektör atamalarında göstermek lazım. Üniversiteye rektör adayı belirlenirken de, adaylar arasından atamalar yapılırken de kişilerin ‘bilimsel kariyerleri’ göz önüne alınmalı.
Hangi çalışmaları yapmış. Kaç makalesi var. Bu makaleler ne kadar özgün. Bu makaleleri yayınlayan bilimsel yayınlar ne kadar saygın. Yanında yetişen bilim adamları kim? Onların çalışmaları neler?
Bütün bu bilimsel kriterlere bakmadan yapılan atamalar ne yazık siyasi oluyor. Bazen üniversite için siyasi, bazen Ankara tipi siyasi.
Ve üniversitelerimiz bu yüzden her geçen gün zayıflıyor.
Bu gidişin sonu hayır değil
GALATASARAY Spor Kulübü’nün içine düşürüldüğü durumla ilgili uyarım, yönetim tarafından ‘kısır çekişme’ boyutuna indirgenmek istendi.
Oysa 20 küsur yıldır aktif üyesi olduğum kulüpte kısır ve günlük meselelerde hiç olmadım. Yönetimde olmadığım zaman takımımın başarısız olmasını hiç istemedim. Hele hele kanun kaçaklarına, mafya babalarına takımımın formalarını hiçbir zaman hediye etmedim.
Ben yapılan veya yapılamayan iki transferin hesabını yapmıyorum. Bunlar günlük, önemsiz meseleler ve küçük adamların hesapları.
Ben Galatasaray’ın kaybettiği marka değerine ve saygınlığına yanıyorum.
Yönetimin Galatasaray’ı uçuruma getirmesine bakıyorum.
Özhan Canaydın kulübü aldığında borç stoku kendi açıklamasıyla 70 milyon dolardı ama takım şampiyondu ve saygındı.
2 yılda bu borç iki katına çıktı ve ortada ne şampiyonluk kaldı, ne saygınlık. Marka değeri de eriyor.
Bu yönetim bir AIG operasyonu yaptı. Bakın bu operasyon Galatasaray’a ne kazandırdı?
Galatasaray hisselerinin yüzde 20’si AIG adlı bir yabancı şirketteydi ve bu şirket Galatasaray’ın gelirlerinin yüzde yirmisini alıyordu.
Yönetim bu hisseleri AIG’den almak için harekete geçti. Hisseler AIG’den alındı ama kulübe geçmedi. Bir işadamı yüzde 20 hisseyi AIG’den aldı. Bunları kendisinden alması için kulübe 2 yıl süre verdi. Ve hisselerdeki değer kaybına karşılık teminat olarak kulübün yüzde 14 hissesini daha aldı. Galatasaray Spor Kulübü’nün bu işten hiçbir kazancı olmadı.
AIG’deki yüzde 20 hisse, yüzde 34 olarak bir başkasına geçti.
Üstelik de AIG’e fazladan ödenecek 9 milyon dolar da Galatasaray Spor Kulübü’nün borçları üzerine bindi.
Yani yüzde 20 hisseyi, yüzde 34 olarak başkasına verdi, bir de cepten 9 milyon dolar ödedi. Sonra da bunları başarı diye yutturmaya kalktı.
Transfer, şampiyonluk, o bu hikáye.
Galatasaray ‘felakete’ doğru sürükleniyor, benim derdim bu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Boş laflara değil, akıl ve beceriye saygı duyduğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2004
<B>POLİS, </B>NATO Zirvesi öncesi İslamcı teröristleri gözlem altına almıştı. Ama <B>‘Sol’</B> adı altında dolaşan terör unutulmuş olmalı ki, eylemler onlardan geldi. Kimin yaptığının çok önemi yok. Terör terördür.
Zaten işin aslına baktığınız zaman beslendikleri kaynaklar da, var olduğu söylenen ideolojileri de birbirinden farklı değil.
Polisi suçlamak da haksızlık. Çünkü böyle olaylar dünyanın her yerinde oluyor.
Yapılan eylemlerin ‘bahanesi’ NATO’nun ve Bush’un protestosu.
Peki bu eylemi yapanlar, eğer beyinleri yıkanmamışsa, eğer insanlıktan çıkıp robotlaşmamışlarsa yaptıklarından memnunlar mı?
Bu ‘protestolar’ Bush’a mı zarar veriyor, Türkiye’ye mi?
‘Bu Türkiye bizim Türkiyemiz değil’ diye düşünüyor olabilirler.
Peki ya ölen insanlar.
Onlar insan değil mi?
NATO’yu o otobüste can verenler mi kurdu?
Irak’a saldırı emrini 11 yaşındaki o çocuk mu verdi?
Bu bombayı patlatanların, nereyi vuracağı belli olmayan bombaları Bağdat’a savuran Bush’tan ne farkları var?
Kendi çıkarları ve ideolojileri uğruna günahsız insanları öldürenler arasında kimin daha aşağılık olduğunu ortaya koyacak bir kriteriniz var mı?
Bu sınav haksızlık olacak
SSK hastanelerinde ‘Şeflik Sınavı’ yapılacaktı. Ancak Danıştay bu sınavın durdurulması yolunda karar verdi.
Normaldir. Her iktidar döneminde bu iş olur. Ya bakan, ya da genel müdürler kendi kadrolarını yükseltebilmek için böyle sınavlar açarlar. Bu bir Türkiye geleneğidir.
Sınavın nedeni bu kez de aynı.
Danıştay’ın durdurma kararı ise genelde ‘fiili’ bir anlam taşımıyor.
Geçmişte Sağlık Bakanlığı’nda benzer bir sınav yapılacağı zaman Danıştay böyle bir karar vermiş, ancak dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş sınavı yapmış, şefleri atamıştı.
Aradan neredeyse 4 yıla yakın zaman geçti, Danıştay’a rağmen yapılan sınavla atanan kişiler hálá görevlerinde.
Şimdi SSK’nın da benzer bir yol izleyeceği iddia ediliyor.
Başbakan Erdoğan’ın, ‘Yargı kararlarına saygı göstereceğiz’ açıklamasına rağmen sınav yapılacak gibi duruyor.
Ancak ortada çok ciddi bir ‘haksızlık’ var.
Şeflik sınavına gireceklerin, daha önce yapılan yabancı dil sınavına girmiş ve ‘geçer not’ almış olmaları gerekiyor.
Ancak şeflik sınavının yapılacağından kimsenin haberi olmadığı için, pek çok doğru düzgün, başarılı hekim bu yıl dil sınavına girmedi.
O yüzden de şeflik sınavına giremeyecekler..
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu’nun en azından böyle bir haksızlığın önüne geçmesi gerek.
Yasaları çiğnemenin cezası bellidir, ama vicdanları çiğnemenin cezası daha ağır olabilir.
Kıbrıs’ı tanımamız AB’nin güvenliği için
AVRUPA Birliği, Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıması için baskı uyguluyor.
Annan Planı’na hayır demelerine rağmen, Avrupa Birliği ülkeleri Kıbrıs’la ilgili en küçük bir yaptırım uygulamaz ve Kuzey’e yönelik tecridi kaldırmazken, Türkiye’ye AB üyesi olan Kıbrıs’ı tanıması için baskılar başladı.
Bu baskıların en önemli nedeni ‘askeri’.
Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımaması, askeri açıdan son derece ‘kompleks’ bir durum yaratıyor.
Türkiye, NATO’nun önemli bir üyesi.
AB açısından da NATO’nun önemi büyük.
Ancak Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımaması, Avrupa Birliği-NATO ilişkileri açısından son derece ciddi bir sorun yaratıyor.
AB, hiçbir NATO toplantısında Kıbrıs’la birlikte taraf olamıyor.
Türkiye, Kıbrıs’ı da kapsayan güvenlik konularında masaya oturmuyor.
Bu da Avrupa’nın güvenliğinde çok önemli bir sıkıntı yaratıyor.
AB, NATO dışı çözümler aramaya, farklı yapılar kurmaya çalışıyor. Ancak bunda da çok başarılı olamıyor.
Bu yüzden de Türkiye’yi Kıbrıs’ı tanımaya zorluyorlar.
Mesele Kıbrıs’ın Türkiye’de büyükelçilik açması, ya da Gümrük Birliği ile ortaya çıkabilecek dar bir ticaret hacmi değil.
Mesele geniş bir güvenlik meselesi.
RJ’lerde geciken iskonto
TÜRK Hava Yolları bugünlerde uçak alımı için ihaleye çıkacak. Bu konuda önümüzdeki günlerde yazacaklarım olacak.
Ancak geçmiş dönem ihaleleriyle ilgili ilginç bir olayı aktarmak istiyorum. Kaynağım ise anlatacağım görüşmelere katılan üst düzey bir siyasetçi.
THY yaklaşık 10 yıldır kullandığı RJ uçaklarını mayıs ayında hizmetten çekmişti. Uçakların yakıt tanklarında ciddi sorunlar olduğunu da Uğur Cebeci köşesinde aktarmıştı.
İddiaya göre, Türkiye bu uçakların her biri için ayda 160 bin dolar kira ödermiş.
THY uçakları geri vereceğini bildirince, uçakların sahibi İngiliz firma ‘Vermeyin’ demiş ancak THY yönetiminin kararlı olduğu anlaşılınca İngilizler yeni bir teklif vermişler.
Yeni teklifte uçakların kirası 160 bin dolardan 45 bin dolara iniyormuş.
Yani 115 bin dolarlık iskonto.
11 RJ uçağı, ayda 115 bin dolar, çarpı 10 yıl...
Havaya uçan para miktarını siz hesaplayın.
Benim yüreğim dayanmayacak.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Mafya babalarına malzemecilik yapmanın, camiaların ananelerine her şeyden daha aykırı olduğunu idrak edebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2004
<B>VATAN </B>Gazetesi’nin benimle yaptığı bir röportaj ve benim bu köşede yazdığım bir yazıdan sonra Galatasaray Başkanı’na vekáleten <B>Ergun Gürsoy </B>bir basın toplantısı yaptı. Toplantının tek hedefi bendim.
Yazdıklarımın ve söylediklerimin Galatasaray ananesine aykırı olduğunu iddia ederek beni disiplin kuruluna vereceklerinin sinyalini verdi.
Başkan Canaydın’ın sağda solda söylediği, ama yüzüme karşı her seferinde yalanladığı ‘Beni, Ali Dürüst’ü ve Burak Elmas’ı Galatasaray’dan silme operasyonunun başlatılmak istendiğini düşünüyorum.
Sevgili Gürsoy, benim Galatasaray’da görev almadığım için ‘kıskançlık içinde’ olduğumu ima etti.
Güldük.
Galatasaray’da son derece zor bir dönemde görev aldım, onca yokluk içinde takımı şampiyon yapan ekibin parçası oldum ve kendi isteğimle bıraktım.
Ergun Gürsoy’un Başkanı Özhan Canaydın, seçimden önce bana geldi.
Yanımızda Gürsoy’un oğlu, Sevgili Ali kardeşim de vardı. Bana 2. Başkanlık teklif etti.
Düşünmeden reddettim ve Ergun Gürsoy’u 2. Başkan olarak yönetime almasını ben kendisine önerdim.
Hatta komplekslerinden arınmasını, barış dönemi başlatmasını, Faruk Süren’i Sportif AŞ’nin, Mehmet Cansun’u da Futbol AŞ’nin yönetim kurullarının başına geçirmesini önerdim.
‘Faruk’la konuşacağım’ dedi.
Seçimlerden önce de Başkan Canaydın neredeyse her gün yanımdaydı.
Bunlar yazılacak, söylenecek şeyler değil ama beni mecbur bırakıyorlar.
Her seferinde hatalarını yüzlerine söyledim. Başkanın son olarak bir gece yarısı evime yaptığı ‘sürpriz ziyarette’ de kendisine yanlışları bir kez daha anlattım.
Anlamadılar.
Galatasaray’ı utanç verici bir noktaya doğru sürüklediklerini görmediler.
Galatasaray’ı kendilerinden daha çok sevenlerin, Galatasaray’ı günü geldiğinde kurtarmak için bir araya gelmelerinden bile rahatsız oldular.
Ve hayatındaki en önemli şeyin Galatasaray olduğunu söyleyen bir adama, bana savaş açtılar.
Basın toplantısı sona erdikten sonra başta Necdet Çobanlı olmak üzere, Galatasaray’ın onlarca sembol adamı arayarak ‘destek’ verdiler. Sağolsunlar...
Yönetim ise basın toplantısıyla cepheyi değiştirmek, transfer rezaletini ve başarısızlığını gündemden düşürüp yeni bir gündem yaratmak peşindeydi.
Ama o bile olmadı.
Habersizlikten her şeyi yayınlayan haber televizyonları dahi bu basın toplantısını yarıda kestiler.
En çok da buna üzüldüm.
Galatasaray 2. Başkanı’nın basın toplantısı yarıda kesilecek kadar önemsiz hale gelmiş.
Vah benim Galatasaray’ıma...
NOT: Basın toplantısından sonra Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın ile konuştum. Milano’da yemekte olduğunu söyledi. Ergun Gürsoy’un basın toplantısından haberi olmadığını, Gürsoy’un yanlış yaptığını belirtti. ‘Bana kızma. Beni bu işin dışında tut’ dedi.
İsrail Kuzey Irak’ı seviyor
BİRKAÇ ay önce İsrail’in Kuzey Irak’ta birtakım faaliyetleri olduğu yolundaki iddia bu köşede yer almıştı. Aynı iddialar, şimdi ABD ve İngiliz gazetelerine de taşındı.
Pulitzer Ödüllü gazeteci Hersh, İsrail’in Kuzey Irak’ta Kürtlerle işbirliği yaptığını, askeri eğitim verdiğini yazıyor.
İsrail’in hem Ortadoğu’yla ilgili uzun vadeli planları, hem de güvenliği açısından bu şekilde davranması son derece doğal.
Türkiye’nin de bu gelişmeleri kendi açısından değerlendirip zaman zaman işbirliği içinde olması, zaman zaman da tepki göstermesi kaçınılmaz.
İsrail’in bölgedeki Yahudi Kürtlerle işbirliği içinde olduğu, buralarda örgütlenmeye çalıştığı da iddia ediliyor.
Bunlar işin siyasi tarafı.
Diğer yandan daha önce de yazdığım gibi pek çok İsrail firması, Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta iş yapmaya çalışıyor, şirketler kuruyor. Havacılıktan madenciliğe kadar uzanan pek çok İsrail şirketi, Kuzey Irak merkezli olarak kuruluyor ve şimdilik bunların operasyonları Türkiye’den yürütülüyor.
Bu şirketlerin ‘şimdilik’ ne iş yaptığı, yine ‘şimdilik’ meçhul.
Ancak İsrail’in bölgeye yoğun bir ilgisi olduğunu açıkça ortaya koyan bir başka unsur olarak dikkate alınmaları gerek. Çünkü ABD’nin bölgesel politikalarını İsrail belirliyor.
Bush özel WC’siyle gelip yaptıklarını geri götürecek
ABD Başkanı Bush, NATO Zirvesi için geleceği İstanbul’da Conrad Hotel’de kalacak.
ABD başkanları bu otelin manzarasını çok seviyorlar herhalde. Haksız da sayılmazlar.
Bush’un otelde hangi odada kalacağı sır.
Ancak kuvvetle muhtemel daha önce Clinton’ın da kaldığı dev süitte kalacak. Süitte birkaç yatak odası ve 4 tuvalet var. Fakat Bush bu tuvaletlerin hiçbirini kullanmayacak. Çünkü Başkan Bush, İstanbul’a gelirken ‘tuvaletini’ de yanında getiriyor. Bunun nedeni ise ‘güvenlik’. Genetik bilimindeki gelişmeler nedeniyle artık ABD başkanları gittikleri ülkelerde ‘helaya’ bile girmiyorlar. Amaç, ABD başkanlarının dışkısının alınıp incelenmesini önlemek. Çünkü bu dışkıdan ABD Başkanı’nın genetik özelliklerinin belirlenmesi, buradan hareketle kişiye özel bazı ilaçlar veya zehirler üretilmesi veya bazı maddelere karşı hassasiyetinin tespit edilmesi mümkün. Bunun yanı sıra, yine dışkıların incelenmesi yoluyla başkanın sağlık durumunun belirlenmesi, buna bağlı olarak bazı spekülasyonların yapılması da olası. Bu nedenle ABD başkanları gittikleri her yere yanlarında ‘Özel WC’ götürüyorlar.
Portatif bir klozet, başkanların kalacağı yere monte ediliyor ve başkan oteli terk ederken, arkasında ne kılı, ne de kakası bırakılıyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi komplekslerimizin başkasında da var olduğunu düşünmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN Erdoğan </B>Brüksel’de pek çok görüşme yaptı. <br><br>Bu görüşmelerde pek çok <B>‘önemli’</B> konu ele alındı. <br><br>Ancak Başbakan <B>Erdoğan’</B>ı en fazla şaşırtan görüşme Gürcistan Başbakanı ile yaptığı görüşmeydi. Bu görüşme sırasında Gürcü Başbakan ortaya çok ilginç bir iddia attı.
Olay şöyle gelişti. Gürcistan Başbakanı Javaniya, Başbakan Erdoğan’a ‘Türkiye Batum Havalimanı’nı Gürcistan ile birlikte işletecekti. Bu tarihi fırsat ne yazık ki kaçtı’ deyince Başbakan Erdoğan meraklandı.
‘Neden kaçtı?’ diye sordu.
Gürcü Başbakan utana sıkıla anlattı:
‘Aslında Türkiye bugün Batum Havaalanı’nı Gürcistan ile birlikte işletecekti. Bu hem sivil hem de stratejik açıdan büyük avantaj olacaktı. Türk firmalarının öncülüğünde beraber inşa edecek ve işletecektik... Ama o dönemdeki başbakanınız karşı çıktı.’
Erdoğan yine anlamadı ve sordu. ‘Böyle bir şeye niye karşı çıksınlar ki!’
Gürcistan Başbakanı bir rezaleti açıkladı: ‘Başbakanınız alınan komisyonu uygun bulmadı... O yüzden bu iş böyle kaldı... Ne büyük bir tarihi fırsat kaçtı.’
Bir komşu ülke başbakanı, Türk başbakanına eski bir Türk başbakanının ‘avanta’ istediğini anlatıyor.
Bir ülke için bundan daha onur kırıcı ne olabilir diye merak ediyorum.
Erol Aksoy: Mal kaçırmıyorum malın değerini korumaya çalışıyorum
DÜN neredeyse bütün gazetelerde bir haber yer aldı.
TMSF, Erol Aksoy’un ABD’deki Bankası Park Avenue Bank’ın kaçırılmasını son anda yapılan bir operasyonla önlemişti. Bu haberin kaynağı pazar gecesi yayınlanan Teke Tek programıydı. TMSF Başkanı Ertürk, bu açıklamayı benim programda yaptı. Gazeteler ise kaynak göstermeden kullanmayı tercih ettiler.
Programdan sonra Erol Aksoy’dan konuyla ilgili bir açıklama geldi. Aynen aktarıyorum:
‘Sayın Ertürk, Amerika’daki Park Avenue Bank’a yeni bir operasyon düzenlendiğini, çünkü benim mal kaçırmakta olduğumu ima etti. Hakikat ise tam tersidir.
a) Size daha önce beyan ettiğim gibi yurtdışına çıkış yasağım sebebiyle 3 senedir Park Avenue Bank’a gidemiyordum ve banka süratle ufalıyordu. Bu bankanın hisseleri TC Hazinesi’nin izniyle alınmış ve daha birinci günden itibaren mal beyanımda gösterilmiştir. Mal beyanımda gösterilen bir malı ortadan kaldıracak değilim. Son sene içinde Amerikan yetkilileri bankada sermaye artışını şart koşmuş ve benim yönetimden ayrılmamı istemişti. Beyan ettiğim hisselerin değerini korumak için bankaya sermaye koyacak ortağı iki senedir arıyor idik.
b) Nihayet yıl sonunda bankaya 10 milyon dolar koyacak bir sermayedar bulabildik. New York otoriteleri bankanın 30 Haziran 2004’e kadar sermaye artışı yapmasını, aksi takdirde bankayı likide edeceklerini resmi bir yazı ile bildirdiler. Eğer banka likide edilirse, benim orada kalan, ayrılan karşılıklar sonrası 9,5 milyon dolarlık sermayem hemen hemen yok olacaktır. Öte yandan eğer sermaye artışı kabul edilirse banka 10 milyon yerine 20 milyon dolar sermayeli bir banka olacak, büyüyecek, gelişecek benim 10 milyon dolarlık hissemin değeri de, temettüsü de artacaktır.
c) Ben Sayın Ertürk’ün ifade ettiği gibi hisselerimi satmıyor, bankadan nakit alıp kaçmıyorum. Bilakis yakında değeri sıfırlanacak olan hisselerimin değeri korumak için bankayı büyütmeye çalışıyorum. Hiçbir nakit para almıyorum. Nitekim o bankadaki hisselerimden gelecek temettü de TMSF’ye verdiğimiz teklifin kapsamındadır.’
Aksoy yanıtında TMSF Başkanı’nın yanlış bilgilendirildiğini ve bu yüzden bu sözleri sarf ettiğini de söylüyor.
28 Şubat açıklamaları
HÜRRİYET’e konuşan emekli bir general, ‘Sincan’da tankları ben yürüttüm’ demiş.
Bir dönemin en önemli olayı. Hatta ‘demokratik balans ayarı’ teriminin kaynağı olan bir konu.
Hürriyet de haklı olarak olayı manşete taşımış.
Ancak işin aslını bilenler bu açıklamaya gülsünler mi, ağlasınlar mı bilemiyorlar.
28 Şubat döneminin yakın tanıklarından biri olarak Korgeneral İzzettin İyigün’ün söylediklerini en ‘yumuşak’ tanımlamayla ‘hafıza kaybı’ olarak yorumlayabiliyorum.
Çünkü ben o olayın öyle almadığını bilenlerdenim. Yine de ‘Acaba ben mi yanlış hatırlıyorum’ diyerek 28 Şubat döneminin en önemli isimlerinden birini arayıp o günleri yeniden yaşadım.
İşin aslı İyigün Paşa’nın söylediği gibi değil.
Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısını bilenler için öyle olması da mümkün değil.
Sincan’da tankların yürümesi kararı Genelkurmay Karargahı’nda bütün komutanların katılımıyla alınmış bir karardı.
Genelkurmay Başkanı Karadayı başkanlığında bir toplantı yapıldı.
Çok çeşitli fikirler tartışıldı. Sincan’ın sembolik önemi vardı ve ‘Fazla mı sert olur?’ diyenler oldu. Ancak ağır basan fikir, ‘Bunu şimdi yapmazsak çok daha vahim gelişmeler olur ve iş büyür. Bu sefer daha büyük tepki vermek gerekir. Şimdi tam zamanı’ oldu ve paletlerin dönmesi emri verildi.
Ben o olayı, toplantıda bizzat bulunan tanıklardan dinlemiştim.
Dün bir kez daha konuştum. Dönemin en önemli ismi şöyle dedi:
‘Bugün yazılanlara ben ve dönemin komutanları sadece gülüp geçiyoruz... Önceden yazılanlar da yalanlarla doluydu. Bu 28 Şubat işi tam bir rant mekanizmasına döndü. Sabah Karadayı Paşa ile görüştüm, o da çok üzgün. Bu saçma sapan iddialar ne demek Allahını seversen... Karadayı Paşa’sız olur mu... Herkes rol kapmaya çalışıyor.’
Kitap yazmak gibi niyetim yoktu ama şu 28 Şubat’ın kitabını yazmak farz oldu galiba. Yoksa konu iyice şirazesinden çıkacak.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Çevremizde olup bitenleri Türkler değil Amerikalılar yazınca ciddiye almadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2004
<B>HAVAŞ </B>Genel Müdürü <B>Murat Öztürk,</B> benim de inanmak istemediğim iddialarla ilgili olarak bir yanıt yolladı. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin bir dönem müşterileri arasında yer aldığını, ancak Havaş’ın verimli olmadığı gerekçesiyle bilet satış organizasyonlarından çekildiğini ve TMOK’la olan ilişkinin de bu çerçevede Havaş’ın isteği ile sona erdiğini bu nedenle de TMOK’a karşı Park Grubu’nun bir tavrının söz konusu olmadığını bildirdi.
Öztürk, grubun basın ayağının ticari işlerde kullanılmasının söz konusu olmadığını, zaten TMOK’la olan iş hacimlerin 77 milyar TL. ile sınırlı olduğunu da belirtti.
Öztürk, Park Grubu’nun etik anlayışının medyayı bu şekilde kullanmaya müsait olmadığını da vurgulamış.
Başta söylediklerinde haklı olabilir. TMOK yöneticisi dostum yanlış bir yorum yapıyor olabilir.
Ancak Park Grubu’nun medyayı nasıl kullandığı konusunda ‘kişisel’ tecrübelerim var ve Öztürk’e ‘hak’ veremiyorum.
Acz’in adı fair play mi?
ERGUN Gürsoy’un Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a veryansın eden demecini okudum.
Bir futbolcuyu Galatasaray’ın elinden almışlar, oysa bunu yapmayacaklarına dair sözleri varmış. Fenerbahçe, Galatasaray ile arasındaki ‘Fair Play’ anlayışına uygun hareket etmemiş.
Galatasaray yönetimi ne yazık ki Fair Play’in anlamını bilmiyor. Fenerbahçe yönetiminin bunu bildiğini iddia edecek değilim ama en azından bizimkiler Fair Play’in rekabeti ortadan kaldıracak bir unsur olduğunu zannediyorlar.
Oysa Fair Play rekabetin karşıtı değildir.
Ve Galatasaray ile Fenerbahçe birbirinin rakibidir.
Hem sıkı rakip. Bu rekabette öne geçmek için de ‘ahlak kuralları’ dahilinde rekabet etmek durumundadırlar.
Fair Play de işte budur. Rekabet içinde kurallara uymak ve ahlaklı olmak.
Fair Play al gülüm ver gülüm demek değildir.
Ben sizin hakemlerle, şunlarla, bunlarla şampiyon olmanıza ses çıkarmayayım, siz de benim 100. yılda şampiyon olmama izin verin hiç değildir.
Ergun Gürsoy’u küplere bindiren transferde de Fenerbahçe’nin ahlak dışı bir davranışı olmamıştır.
Galatasaray’ın bitiremediği bir transferi bitirmek Fair Play’e aykırı olamaz.
Fair Play’e sığınıp beceriksizce davranmak, iş bitirici olamamak rakibi suçlama imkanı vermez.
Galatasaray yönetimi içinde bulunduğu aciz durumun faturasını Fair Play’e çıkararak kurtulamaz.
Galatasaray yönetiminin yapması gereken tek şey, ‘Kusura bakmayın biz bu işi bilmiyormuşuz’ deyip, bir an önce ‘onurlu’ bir şekilde istifa etmektir.
Aksi takdirde, ligin 5. haftasına kalmadan tribün tarafından gönderilen ilk Galatasaray yönetimi olurlar.
Haberleri olsun.
17 milyar dolar nasıl 42 oldu
TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’le yaptığımız konuşmada batık bankalardan devlete binen yükün 17 milyar dolar olduğunu ama bunun maliyetinin 42 milyar dolara çıktığını yazdım dün.
Teke Tek’i izlemeyen bazı okurlar da ‘17 nasıl 42 olmuş’ diye sordular.
Ahmet Ertürk’ün verdiği rakamlarla anlatayım..
TMSF tarafından el konulan bankalar fona geçtiği sırada bu bankaların toplam açığı 17 milyar dolar. Bunun 5’i piyasa koşulları nedeniyle kaybolan ve tahsil edilmeyen krediler. 12’si ise hákim ortakların kendi şirketlerine kullandırdığı, moda tabiriyle ‘hortumladığı’ miktar.
TMSF bu bankalara el koyunca, bankalardaki bu açığı kapatmak için önce kendi kaynaklarından 5 milyar dolar bankalara koyuyor. Yetmeyince Hazine’den kaynak aktarmak zorunda kalıyor. Hazine’den alınan borcun miktarı da faizler dahil 22 milyar dolar.
Yani 17 artı 5 artı 22 eşittir 42 milyar dolar.
İşin ilginci bankalarda ‘uçan’ milyarlarca doların yüzde ellisinden fazlası iki grubun bankalarından kaynaklanıyor: İmar Bankası ve Pamukbank.
Hani biz yazınca ‘Medya kavgası yapıyorsunuz’ dediğiniz gruplar.
Bu arada işin vahameti bu kadar da değil.
Bu bankalar devletin kontrolüne geçtikten sonra hálá yaşatıldığı için içindeki riskler de devletin sırtında. Ve bu bankalar 2001 krizine TMSF’nin elindeyken yakalanınca içindeki açık pozisyonlardan ve devlet káğıtlarından dolayı da bir daha zarar ediyor.
Bunun net rakamı ortada yok ama o da milyarlarca dolar.
TMSF Başkanı Ertürk bu hesapları açıklayınca kendisine kritik bir soru sordum:
‘Peki bu bankalara el konulduğu anda bu bankalar tasfiye edilseydi zarar 17’de kalmaz mıydı?’
‘Keşke öyle yapılsaydı. O zaman zarar bu kadar büyümezdi’ dedi.
Güldüm. Çünkü vakti zamanında bunu da yazmıştık ama dönemin ‘çok bilen’ BDDK başkanları kulak asmamışlardı.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İnsanların değerini önyargılarımızın belirlemesine izin vermediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku