21 Haziran 2004
<B>SABAH </B>Gazetesi son günlerde Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’ne takmış durumda. İstanbul Olimpiyatları için bugüne kadar yapılmış yatırımları çöpe atılmış gibi gösteriyorlar. Oysa bu sayede İstanbul tesisi zengini oldu, bu sayede binlerce sporcu yetiştirecek olanaklara kavuştu.
Eskiden yokluğundan yakındığımız pek çok spor altyapı olanaklarına kavuştuk ve meyvelerini önümüzdeki yıllarda bol bol yiyeceğiz.
Bu işin bir tarafı. Diğer tarafta ise İstanbul olimpiyat düzenleme şansını yitirmiş değil. Tam aksine her geçen gün şansı artıyor.
Çünkü özellikle Atina’nın tesisleri olimpiyatlara ucu ucuna yetiştirecek olması, bu işten Yunanistan’ın büyük mali kayıplara uğraması, olimpiyat için yapılan hızlı yatırımların geri dönüşünün olmaması ve düzenleyen kentlerin bütçelerini zora sokması Uluslararası Olimpiyat Komitesi IOC’yi yeni bir tavır almaya yöneltti.
Bundan böyle olimpiyatlar bir kente verileceği zaman, altyapısı hazır olanlar öncelikle tercih edilecek.
Barcelona’nın olimpiyatları düzenlemek için neredeyse 40 yıl uğraşmış ve sayısız başvuru yapmış olması ve olimpiyatları ancak böyle alabilmiş olması da bir başka durum.
Ben Sabah Gazetesi’nin bunu nasıl görmediğini anlayamıyordum.
Ancak geçen gün yaptığım bir sohbet, işin ‘farklı boyutları’ olabileceğini ortaya koydu.
Hafta sonunda Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) yöneticilerinden biriyle karşılaştım.
‘Niye bu yayınlara bir cevap vermiyorsunuz?’ dedim. ‘Cevap versek bir şey değişmez’ dedi. Çünkü TMOK’a göre, yayınların nedeni başkaydı.
TMOK yakın zamana kadar bütün uçak biletlerini ve seyahat organizasyonlarını Sabah patronuna ait bir şirketten, hadi adını da verelim Havaş’tan alıyormuş.
Ancak bir süre önce Havaş’ın hizmetinden memnun kalmadıkları için başka bir şirkete geçmişler. Ve ardından yayınlar başlamış.
Doğrusunu isterseniz ben medyanın bu şekilde kullanılmasını hayretle karşıladım. Ama ‘Yok canım bu kadar da olmaz’ diyemiyorum.
Çünkü benzer bir hikayeyi Cıngıllıoğlu’nun bir üst düzey yöneticisinden de duymuştum.
Sabah Gazetesi’nin patronu Halit Cıngıllıoğlu’nun Sabah’ı satın almak istediği yolunda bir dedikodu duymuş ve bu yüzden Cıngıllıoğlu’na savaş açmıştı. Halit Cıngıllıoğlu böyle bir şeyin söz konusu olmadığına Turgay Ciner’i bir türlü inandıramıyordu.
Üzerine, benim yazılarımdan sonra bana yapılanları koyunca TMOK yöneticisine ‘Yapmazlar’ diyemedim. Sadece basının içine düştüğü duruma üzüldüm.
Yazık.
Keşke başkan olmasa, abi kalsaydı
GALATASARAY Başkanı Özhan Canaydın’ın Galatasaray tarihinin en ‘başarısız’ başkanı olduğu bir gerçek. Ancak biz yine de onu çok seviyoruz. Pek çok Galatasaraylı da bana bu yüzden kızıyor.
Ben de onlara ‘Ben Özhan Canaydın’ı Özhan Abimiz olarak seviyorum. Galatasaray Başkanı olarak değil’ diyorum. Çünkü Canaydın’ı sadece ‘Galatasaray Başkanı kişiliğiyle’ ele alacak olsam, sevmem değil, nefret etmem gerekir. Ve Canaydın’ı insan olarak sevmekte ne kadar haklı olduğumu gösteren bir mektup Babalar Günü arifesinde elime geçiyor. Okuyalım:
‘Sayın Fatih Altaylı, biz Bursa Nilüfer Beldesi’nde ikamet etmekteyiz. 1993 yılında eğitim öğretime açılan okulumuzda kızım 8 yıl okudu ve bu yıl mezun oluyor. Okulumuz aslında bir devlet okulu. Ancak dışardan gelenlerin sorduğu ilk şey: ‘Burası özel okul mu?’
Okulumuzun adı Canaydın İlköğretim Okulu.
Bizim sizden ricamız 1993’ten beri bu okuldan maddi manevi yardımlarını esirgemeyen değerli insan Sayın Özhan Canaydın’a sizin aracılığınızla teşekkür etmek istiyoruz.’
Ve mektubun altında 2500 çocuk adına Özhan Amcalarının Babalar Günü’nü kutlayan Ceren, Nurhan, Enis ve Ongun’un imzaları. Galatasaray Başkanlığı Özhan Canaydın’a hiçbir şey vermedi aslında. Tam aksine, bu saygın adamın saygınlığına gölge düşüren tek hatası oldu.
NOT: Canaydın’ın Fenerbahçe Başkanı’nın memleketi Diyarbakır’a sarı kırmızı üç okul armağan ettiğini de ben hatırlatayım.
42 milyarın 8’i tahsil edilebilecek
PAZAR akşamı Teke Tek’te TMSF Başkanı Ahmet Ertürk konuğumdu.
Kendisine uzaktan sempati duyardım. Tanıyınca sempatim artı.
Son derece açık, net, doğru sözlü, görevinin büyüklüğünün komplekslerinden arınmış bir adam.
Pek çok önemli mesaj verdi.
Ama bir konuya da büyük netlik kazandırdı.
Programı izleyemeyenler için bunu yazmak istedim.
Batık bankalardan dolayı devletin sırtına ilk elde binen yük 17 milyar dolar.
Bunun 5 milyarı gerçek zarar.
12 milyar doları batık banka patronlarının kendi şirketlerine aktardığı para.
Bankaların devralınmasından sonra bu bankaların taşıdığı risklerin krizlerle realize olan zararı ve bunların karşılanması devletin aktardığı parayla birlikte toplam yük 42 milyar dolar.
TMSF Başkanı bankalara el koyulduğu gün devralınan 17 milyar dolarlık yükün 8 milyar dolarının tahsil edilebileceğini, gerisinin ise ‘kayıp’ olduğunu söylüyor.
Bunu da en geç 2 yıl içinde yapacaklarını belirtiyor.
Yani 34 milyarı yine siz ben yükleneceğiz. Haberiniz olsun.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendi beceriksizliğimizin faturasını başkalarına kesmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2004
<B>ANNAN </B>Planı tartışılır ve Kıbrıs’ta her iki taraf <B>‘referandum’</B>a doğru giderken, biz plandan yana olanlara, <B>‘Hayırcılar’</B> tarafından edilmedik hakaret kalmadı. En ağırıma giden ise ‘hain’ suçlamalarıydı.
Gelişmeler bir ülkeye en büyük ihanetin ‘aptallık’ olduğunu gösterdi.
Referandumda Türk tarafından ‘Evet’ çıkmasının ardından Kıbrıslı Türkler için pek çok olumlu gelişme ardı ardına gelmeye başladı ki, bu henüz bir başlangıç.
Kıbrıs’ta ciddi bir turizm hareketliliği yaşanıyor. Sonraki aşamada ambargoların gevşemesi kaçınılmaz ve en somut adım İKÖ’de cemaat olmaktan çıkıp ‘devlet’ statüsüne geçilmesi.
Bu arada Annan Planı’nın tartışıldığı günlerle ilgili bir gerçeği de, tarihe not düşülmesi açısından yazmak istiyorum:
Annan Planı’na hemen hemen son hali verilmiş ve Türk heyeti İsviçre’ye görüşmelere gitmeye hazırlanıyor.
Annan Planı da Milli Güvenlik Kurulu’nda masaya yatırılmış.
Herkes fikrini açıklıyor. Söz Cumhurbaşkanı’na geliyor.
Cumhurbaşkanı, planı incelediğini söylüyor ve konuşmaya başlıyor:
‘Bu plan gerçek olamayacak kadar iyimser bir plan. Her şeyden önce askerlerle ilgili düzenleme olanaksız. Plana göre Türkiye’nin 600 askeri Kıbrıs’ta kalacak. Bu şu demek: Türkiye, bir Avrupa Birliği ülkesinde asker bulunduracak. Bu imkánsız. Hayal. Bu maddenin bu planda kalması imkánsız. Eğer kalırsa büyük başarıdır.’
Cumhurbaşkanı’nın ‘Kalması imkansız’ dediği madde planda kalıyor ve aynen o şekliyle referanduma sunuluyor.
Ama yine de bazıları bu plana ‘Hayır’ dedirtmek için uğraşıyor.
Ve plana o gün de, bugün de kötü diyenler, bugün planın meyvelerini afiyetle yiyorlar.
Suyunu çıkarmak
AVRUPA Birliği, Türkiye’yle ilgili taleplerinde doyumsuzluk noktasına doğru gidiyor. Bu gidişle nerede duracakları belli değil. Belli ise de en azından bunu telaffuz dahi etmek istemiyoruz.
Türkiye’nin attığı bu iyi niyetli adımları, başlattığı ve daha da ileri gitmesi mümkün sürece ‘bulaşarak’ Türkiye’nin büyük hassasiyeti olan ‘Doğu ve Güneydoğu’ konusunda ‘daha fazla haklar’ demeye başladı.
Hollanda’da Türkiye ile ilgili gündem bu.
Referandum sürecinden bu yana Rumlara olan kızgınlığı ile Türkiye’ye sempati beslemeye başlayan Verheugen, son derece ‘olumlu’ açıklamalar yaparken, arkadan dolanan AB liderleri yorgunu yokuşa sürmeye çalışıyorlar.
Talepler o düzeyde ki, zannedersiniz Avrupa’ya da örnek teşkil edecek müthiş bir ‘laboratuvar demokrasisi’ oluşturmak istiyorlar.
Ancak toplumsal dinamikleri, koşulları ve zamanı hesaba katmıyorlar.
Türkiye’nin demokrasi yolunda Avrupa’nın da önüne geçecek bir yolu açtığını ve burada koştuğunu görmüyorlar.
Bu uzun mesafe koşusunda Türkiye’nin rekor temposunda gittiğini görmezden gelip, starttan zıplayarak tek hamlede sonuca ulaşmasını istiyorlar.
Aslında Türkiye’nin bu kadarını yapmasını dahi beklemeyen AB, şimdi şaşkın ve talepleri ileri taşıyor.
AB’nin niyeti eğer, Türkiye’de toplumsal bir tepki yaratıp ‘Allah belanızı versin’ deme noktasına getirmek ve Türkiye’nin AB defterini kapamasını sağlamak ise o noktaya çok yaklaştığımızı bilmelerini isteriz.
Avrupa Birliği’ne en fazla inanan Türklerin bile kafasında soru işaretleri oluşmaya, ‘Bu kadarı da fazla’ cümlesi içten içe de olsa telaffuz edilmeye başladı.
Ve Türkiye, AB’siz de yolunu bulur.
Ama Türkiye’siz AB ne olur, onu da onlar düşünür.
Laf kaldırmaz niyete aldırmaz
BUGÜNE kadar Kapalıçarşı ile ilgili onlarca yazı yazdım. Kapalıçarşı’nın Türkiye ve dünya için ne ifade ettiğini, çok daha iyi pazarlanması gerektiğini, dünyanın ilk ‘Shopping Mall’ konsepti olduğunu yazdım.
Bu dünyanın en ünlü çarşısının akşam saat 10.00’a kadar açık olmasının gerektiğini, pazar günleri de açılmasının ilgiyi artıracağını ve daha pek çok şey yazdım. Amacım Kapalıçarşı’ya önem verilmesini sağlamak, burayı Türk turizminin ve ekonomisinin daha önemli bir gücü haline getirmekti.
Bütün bu yazıları yazdığım dönemlerde Kapalıçarşı esnafından ya da Kapalıçarşı Esnafları Derneği’nden ne bir teşekkür geldi, ne bir fikri katkı.
Ancak geçen gün Laila ve Reina isimli gece kulüplerinin İstanbul’un turizm potansiyeli açısından önem taşıdıklarını yazdım ve başlık olarak da ‘Kapalıçarşı neyse, Laila da o’ dedim, Kapalıçarşı Esnafları Derneği Yönetim Kurulu’ndan hemen bir yazı aldım.
‘Köşenizdeki Kapalıçarşı neyse Laila da o başlığı bize anlamını aşan bir tasvir oluşturmuştur. Yazdıklarınıza katılmakla birlikte böyle bir kıyaslama esnaflarımızı rahatsız etmiştir. En son örneği, NATO Zirvesi’ne katılacak tüm katılımcıların ilk isteği başka bir yeri değil, Kapalıçarşı’yı ziyaret etmek olmuştur.’
Bir iyi niyet, bu kadar mı yanlış anlaşılır, ya da bu kadar mı alıngan olunur?..
Bundan sonra ben ne diyeyim artık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Babalar Günü de Anneler Günü kadar coşkuyla hatırlandığı zaman.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2004
<B>BAZI </B>hákim ve savcılar ile yüksek yargı mensuplarına rüşvet verdiği iddia edilen bazı şirket yöneticileri, bundan birkaç ay önce gözaltına alındılar. Suçlamalar netti.
Davalarla boğuşan ve bir kısmı medya sahibi veya yöneticisi bu kişiler, bir süre gözaltına alındılar. Hürriyet ve diğer gazeteler bu gelişmeleri haber yaptı. Çünkü bunlar haberdi.
Sadece Sabah Gazetesi, bu haberleri pas geçti. Kendi patronlarının da yargıyla sorunu olduğu için mi, yoksa o sırada bazı yöneticileri gözaltında bulunan Çukurova Grubu’yla ortak reklam, pazarlama ve dağıtım şirketleri olduğu için mi bilemem.
Ama bu haberler Sabah’ta görülmedi.
Daha sonra bu kişiler serbest bırakılınca Sabah, sanki daha önce gözaltına alınan kimselerle ilgili haber yapmamış gibi, ‘Biz yargısız infaz yapmadık. Bu haberler Sabah’ta yer almadı’ dedi.
Fakat bakın Allah’ın işine, o kişilerle ilgili şimdi hapis istemli davalar açıldı.
Sabah’ın değerli Yayın Yönetmeni Ergun Babahan kardeşimin şimdi ne diyeceğini doğrusu merak ediyorum.
Beşiktaş batmak mı istiyor?
BEŞİKTAŞ yönetimi şu veya bu şekilde iyi bir miras devraldı.
Modern bir yönetim yapısı, sıfıra yakın borç ve kasada para. Yıldırım Demirören’in ilk icraatı iyiydi. Teknik direktör olarak Real Madrid’in başarılı teknik adamı Del Bosque’yi getirdiler.
Ancak ardından saçmalamaya başladılar. Art arda transfer yapıyorlar.
Fakat bakınca transferlerin mantığı yok.
Sürekli aynı mevkiye adam alıyorlar.
Takımın neye ihtiyacı olduğuna değil, piyasada kimin konuşulduğuna, kimin medyatik olduğuna bakarak, üstelik de bol para saçarak oyuncu transfer ediyorlar.
Şampiyonlar Ligi’nde oynayacak olsalar, geniş kadro kuruyorlar diyeceğim, o da yok.
Gereksiz yere, ‘görmemişler gibi’ ne bulsalar alıyorlar.
Bu paralar az paralar değil ve Türkiye liginde bu paraların getirisi yok. Üstelik bunlar, kimsenin öyle kolay kolay cebinden kapatacağı paralar olmaktan da uzak.
Ne yapmaya çalıştıklarını anlamış değilim. Ancak bildiğim bir şey var, kulüpler bu kafayla batar.
Canlı örneğinin yönetiminde bulundum ve gördüm.
Benden uyarması...
Erduran’dan destek
YALÇIN Küçük’le ilgili eleştirime pek çok destek mesajı geldi.
Biri de Refik Erduran’dan. Erduran, ‘Çok şükür! Yalçın Küçük’ün zırvalarının ciddiye alınması zırvasına genç kuşaktan biri dur dedi nihayet. On yıl önce ‘Güney Kıbrıs’ta Rumlarla bir olup Türk halkına cephe almayı solculuk sanan Yalçın Küçük’ diye yazmıştım da, solculuk esnafı ayağa kalkmıştı. Faullere ve yutturmacalara düdük çalmaya devam lütfen’ demiş.
Merak etmesin. Yaşımız genç gibi görünse de kimin ne ‘mal’ olduğunu bilecek yaştayız.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Tekzip kararı verenler, bu kararlara yapılan itirazlarda sunulan belgeleri inceleme lütfunda bulundukları zaman.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2004
<B>BAZILARI </B>hatırlamak istemez veya işine gelmez ama Türkiye, TÜBİTAK’ta yapılan kıyımı bu sütunlardan öğrenmişti. <br><br>Ne yazık ki, burada yazılanların gücü TÜBİTAK’ı kurtarmaya yetmedi. Üniversitelerdeki kadroları ‘bilim kadroları’ ve ‘siyasallaşmış kadrolar’ olarak ayırt edemeyen iktidar, TÜBİTAK’ta büyük bir yanlış yaptı.
Şimdi bu yanlış Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde tekrarlanıyor. Türkiye için uzunca sayılabilecek bir süredir MTA’nın başında bulunan Ali Kemal Işıker, görevden alınıyor. Bununla ilgili duyumları bir süredir alıyordum, ama iktidarın böyle bir ‘hata’ yapacağını açıkçası ummuyordum.
Yanılmışım.
MTA’yı ‘köhne’ bir devlet kuruluşu olmaktan çıkarıp bir bilim merkezi haline giteren Işıker, ‘maksatlı müfettiş raporları’na dayandırılan gerekçelerle görevden alındı.
Oysa Işıker, görevde olduğu süre içinde MTA’nın pek çok bilimsel araştırma yapmasına imkán sağlamış, deprem sırasında ve sonrasında çok önemli görevleri başında bulunduğu kuruma yüklemiş, kurumun Kuzey Anadolu Fay Atlası’nı ve Doğu Anadolu Fay Atlası’nı hazırlatıp bastırtmış, Doğa Tarihi Müzesi’ni kurmuş ve Jeoloji Parkı oluşturmuş bir adamdı.
MTA’yı Batılı anlamda bir kuruluş gibi görüyor ve ona göre yapılandırıyordu. Ve ne yazık ki, politika yapmaktansa iş yapan herkes gibi harcandı.
Çok ama çok üzülüyorum. Bu ülkeye mi acısam, yoksa bu ülke için emek verenlere mi acısam bilemiyorum!
İnanmamıştım
DÜN Ahmet Piriştina’yı kaybetmekle ilgili tek satır yazamamıştım. Nedenini sabah anladım. İçim inanmamıştı. Yakıştıramamıştım.
Ender bulunan adam gibi adamlardan biriydi, ölemezdi. Hele şimdi hiç.
Son İzmir seyahatimde, dar zamanımızda buluşup Kordon’da onunla ve Nedim Demirağ’la rakı içmiştik.
Piriştina, İzmir’de ilk aday olduğunda hayatı boyunca sol partiye oy vermemiş enişteme, ‘Oyunu Piriştina’ya ver’ demiştim. O da beni kırmamıştı. Geçen seçimden önce karşılaştığımızda, ‘Fatih seni dinleyip oyumu Ahmet Bey’e verdim. Ne iyi yapmışım. Bundan sonra başkasına vermem’ diyerek Piriştina’nın hakkını teslim etmişti.
Burası ne şanssız bir ülke. Adam gibi adamları ya iktidarlar görevden alıyor, ya da Tanrı.
Adaletin bu mu!
Barzani ve Talabani, Türkiye vatandaşı olsa ne olur?
ABDULLAH Öcalan yakalanalı ve Türkiye’de terör eylemlerine ‘ara verileli’ aşağı yukarı beş yıl oldu. Başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye rahat bir nefes aldı.
Ama sadece nefes aldı. Son aylara kadar, ne bundan önceki, ne de bu hükümet bölgeyle ilgili hiçbir ‘açılım’ sağlayamadı, hiçbir politika üretemedi. AB ‘baskılı’ yapılan yasal değişiklik ise aslında bölge halkının ‘esas’ beklentilerini karşılayabilir nitelikte değildi.
Teröre neden olan ulusal ve uluslararası şartlar çok da değişmeyince ve ABD açısından Irak Savaşı beklentileri karşılamayınca terör yeniden başlama işaretleri göstermeye başladı.
Oysa 5 yıl içinde çok şeyler yapılabilirdi. Hálá bölgenin ‘yeniden şekillenmesini’ sağlayacak pek çok fikir üretilebilir.
Hele hele Irak Savaşı’nın doğurduğu konjonktür bunu iyice mümkün kılıyor.
ABD’nin Irak’taki rejim değiştirme harekátı beklenen sonucu vermedi. Etnik ve dini yönden hayli karışık olan Irak iyiden iyiye karıştı.
Şimdi Irak’taki tüm gruplar rahatsız. Bunların başında ise Kürtler geliyor.
Irak’taki Kürt azınlık, hiçbir etnik ve dinsel bağı olmayan Irak’ta var olmaya çalışıyor.
Savaş sırasında tarafların takındığı tutum ve Anayasa hazırlanma döneminde meydana gelen gelişmeler, Irak’ta Kürtler ile Şii ve Sünni Arapları birbirinden iyice kopardı. Gelişmeler gösteriyor ki, artık Irak’ta Kürtler ile Arapları üniter bir yapı içinde buluşturmak kolay olmayacak. Buradaki zorlamanın faturasının Türkiye’ye de çıkması muhtemel.
Türkiye, Irak’ın toprak bütünlüğü ve üniter yapısını zorlamak yerine, bugün ister kabul edelim, ister etmeyelim ‘Kürdistan’ diye anılan bölgenin ‘karışık’ Irak’a değil, Türkiye’ye bağlı olmasını zorlamak durumunda.
Bugün Barzani ve Talabani kişiliğinde temsil edilen Iraklı Kürtler, hiçbir ilgileri olmayan Irak’taki merkezi yönetim yerine, hem tarihsel, hem coğrafi, hem de etnik bağları olan Türkiye’ye ‘yakın’ olmakla çok daha rahat edecekler.
Bu durum ilk bakışta ‘çok iddialı’ bir öneri olarak görülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün Misak-ı Milli sınırları, bu bölgeyi de kapsıyordu ve buradaki mevcut ‘sınırı’ Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürüten iki etnik unsur değil, İngilizler ve petrol politikaları oluşturdu.
‘Irak Kürdistanı’nın belki de kendi içinde yapacağı bir ‘self determinasyon’la Türkiye Kürdistanı olması, bölgedeki ‘huzur’ açısından çok önemli farklılıklar yaratabilir.
Bu sindirilmesi güç öneri, en azından tartışılmaya ve üzerinde konuşulmaya değer diye düşünüyorum.
Türkiye böyle bir durumun yaratacağı ‘semptomlardan’ korkmamasını gerektirecek kadar büyük bir ülke.
Ölen ölür, kinim bitmez
İSTANBUL İl Sağlık Müdürü, ‘Yeditepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ ile ilgili olumsuz cümleler kullanınca Bedrettin Dalan hemen aradı. ‘Başkan beni arama. İl Sağlık Müdürü’nü ara’ dedim. Aramış. İl Sağlık Müdürü’nün siyasi nedenlerle Yeditepe Üniversitesi’ne karşı olduğunu söyledi.
Olabilir. Türkiye’de sıklıkla olur.
‘İl Sağlık Müdürü büyük ayıp ediyor. Benim kadrom onun kadrosu. Benim hastanelerim onun hastaneleri’ dedi ve 6 sayfalık tıp fakültesi öğretim görevlisi kadrosunun listesini yolladı.
Bedrettin Dalan da üniversitelerin hastane sahibi olması gerekmediğini söylüyor.
‘En iyi eğitim devlet hastanelerinde. Hasta bol. Vaka çok. Artık dünyanın her yerinde böyle. Ben de bu yüzden bu hastanelerle anlaşma yaptım. Bütün hastanelerde çocuklarımız eğitim görüyor’ dedi.
Ben de ‘Sayın Başkan. Ben de sizinle aynı fikirdeyim. Ancak bakın iki farklı uygulama var. Ona dikkat çekiyorum’ dedim. O da bana ‘Kemal Gürüz’ü ara, sana anlatsın’ dedi. ‘Gürüz benimle konuşmuyor’ deyince kendi anlattı.
‘Ben de Kardiyoloji Vakfı ile birlikte tıp fakültesini kuracaktım. O dönemde Gürüz beni aradı ve uyardı. Cemi Demiroğlu ile aralarında hastanenin kuruluşu ile ilgili anlaşmazlık vardı. Gürüz o zaman bana da söyledi. Eğer Kardiyoloji Vakfı ile ortak olursam bana öğrenci vermeyeceğini belirtti.’
Yani mesele Kemal Gürüz ile Cemi Demiroğlu arasındaki bir meseleden kaynaklanıyor.
O mesele yargıya intikal etmiş, yıllarca davaları sürmüş bir konu. Benim derdim o değil.
Bugün ne Cemi Demiroğlu hayatta, ne de Gürüz görevde. Ama bu imkánlar Türkiye’nin, bu talebeler bizim.
Bilmem anlatabildim mi?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendilerini ve kendi fikirlerini ülkesinden çok sevenler, ülkesini her şeyden çok sevenlere hain demedikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2004
<B>TÜRKİYE </B>ile Kazakistan arasında anlamsız bir <B>‘TIR savaşı’</B> yaşanıyor. Önce durumu özetleyeyim. Her yıl Türkiye’den yola çıkan yaklaşık 6 bin kadar TIR Kazakistan’ın çeşitli kentlerine Türk mallarını taşıyorlar. Buna karşılık, 400 kadar Kazak TIR’ı Türkiye’ye Kazak mallarını getiriyor. Şimdi iki ülke arasında 1900 TIR’lık bir taşımacılık anlaşması yapılmak isteniyor. Ancak Kazaklar bu anlaşmayı savsaklıyorlar..
Ve bunda yüzde bin haklılar. Neden mi? Gelin anlatayım.
Dediğim gibi her yıl 6 bin Türk TIR’ı Kazakistan’a mal götürüyor. Ve bunlar taşıdıkları malları, hiçbir sınırlama olmaksızın adrese teslim ülkenin içinde her yere götürebiliyorlar.
Buna karşın Kazak TIR’ları Türkiye’ye geldikleri zaman farklı bir muamele görüyorlar.
Türkiye Kazak TIR’larının Türkiye içinde hareketine izin vermiyor. Kazak şoförler malları Türkiye sınırında ‘Türk plakalı’ TIR’lara nakletmek zorunda bırakılıyorlar.
Yani onlar bizim 6 bin TIR’ımıza hiçbir sınırlama getirmezken, biz onların 400 TIR’ının Türkiye içinde hareketine izin vermiyoruz.
Bunun mantıklı bir sebebi olabilir mi diye düşünüyorum bulamıyorum. Kaçakçılık desen, kontrol edersin geçirirsin. Tehlikeli maddeler desen kontrol yine senin elinde. Görünür tek neden, birkaç Türk TIR’ına iş yaptırma kaygısı. Ama bunu yaparken 6 bin TIR’a iş kaybettirecekler farkında değiller.
Ulaştırma Bakanı Yıldırım’ın bu saçmalığa bir son vereceğini zannediyorum.
Fuhuş çetesi çökertilmiş
DÜN beni en çok eğlendiren haber ‘Uluslararası fuhuş çetesine darbe’ başlıklı haberdi. Üç beş tane gariban Rumen yakalanmış, Türkiye’deki fuhuş darbe almış. Biz de inandık. Türkiye artık tam bir fuhuş cenneti.
Eski Doğu Bloku ülkelerinin kızları Türkiye’nin dört bir yanında ama özellikle İstanbul, Ankara ve Antalya’da köle ticareti gibi pazarlanıyorlar. Neredeyse her Türk erkeğinin telefon rehberinde bu kızları pazarlayan birinin telefonu var. İstanbul’da sadece Rusların pazarlandığı gece kulüpleri ile ilgili efsaneler anlatılıyor.
İstanbul’da, Aksaray’da İlçe Emniyet Müdürlüğü’nün 50 metre yakınında kadın pazarı haline gelmiş bir kulüp her gece binlerce kişiyi ağırlıyor. Antalya’da Örnekköy artık ‘Fuhuşköy’ haline gelmiş. Onun da 100 metre ötesinde polis karakolu var. İnternet üzerinden kadın pazarlanmaya bile başlanmış. Ama İstanbul’da üç beş Rumen kadın yakalanıp, bunların müşteri defteri ele geçince ‘çete çökertilmiş’ oluyor. Hadi canım siz de. Kimi kandırıyorsunuz.
Türkiye’de fuhuş çetesi çökertilse, sınır kapılarında yığılma olur.
Gizlice onurlandırmak olmaz
DÜNYA rekortmeni atletimiz Elvan, dün Ankara’daydı. Grand Prix yarışlarında dünya rekoru kırdığı için ve hayırlısı ile olimpiyatlarda da bize bir altın madalya getirmesini umduğumuz için Ankara’da Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilip ‘onurlandırıldı’.
Sporcular için böyle anlar keyiflidir. Ve dünyanın her yerinde liderler, sporculara, sanatçılara verdikleri değeri bu şekilde gösterirler. Parayla ölçülmeyecek bir gurur vesilesidir bu kabuller. Ancak bizim Cumhurbaşkanımız biraz ilginç bir kişilik. Dünyanın her yerinde, bütün liderler bunu kamuoyunun gözü önünde, hatta bazen canlı olarak yayınlanan törenlerle yaparlar. Sporcularla ya da sanatçılarla ele ele poz verir, şakalaşırlar.
Fakat bizim Cumhurbaşkanı her nedense böyle yapmaz.
Tam aksine, rekortmen atletimizin kendisine yaptığı ziyareti basına kapar. Şaka gibi ama değil.
Elvan Abeylegesse’nin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından kabul edilmesi töreni dün basına kapalıydı. Ne bir gazeteci, ne bir televizyoncu bu kabule alınmadı.
Çektiyse Köşk’ün fotoğrafçısı birkaç kare çekti o kadar.
Cumhurbaşkanı Sezer’in anlayamadığı bir şey var.
Bu törenler hem kişiyi onurlandırmak, hem de gençleri özendirmek için yapılır.
Bunu böyle kapalı kapılar ardında, sanki bir kabahatmiş gibi gizlice yaptığın zaman bunun bir özendiriciliği falan da kalmaz.
Ama bizim Cumhurbaşkanımız başta da dediğim gibi ‘ilginç’ bir kişilik. Elinde fileyle pazar alışverişini basının önünde yapar. Sporcuları ise gizlice onurlandırır.
Bırakın küçük kalsın
SON günlerde gazetelerde ve köşe yazarları arasında bir Yalçın Küçük tartışmasıdır gidiyor. Bu durumdan hoşnut olan tek kişi ise Yalçın Küçük. Yalçın Küçük, ‘entelektüeli az’ buna karşın ‘enteli bol’ bir ülkede kendini entelektüel diye yutturmayı başarmış, adından söz edilsin diye her türlü ‘acayipliği’ sergilemeyi ‘entelektüel farklılık’ saymış bir ‘gariban’. Hiçbir ‘saygın üretimi’ olmayan, soyadı gibi hesapların adamı. Ham fikirlerini ‘deha’ diye pazarlayan, derinliksiz ve mantıksız bir ‘komplo teorisyeni’.
Ve Türk basınının saygın kalemleri oturmuş onun hakkında yazı yazıyorlar. Emin olunuz ki, bu yazı dahil hakkında ne yazılırsa yazılsın o bundan mutlu oluyor. Çünkü soyadıyla özdeş kompleksinden ancak böyle kurtuluyor.
Bırakın onu bir Ayşe Arman röportajının ‘magazin malzemesi’ olarak kalsın.
Bir ötesi Küçük’e büyük gelir.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Tekzip kararı verenler, habercilerin emeğine saygısızlık etmediği zaman.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2004
<B>‘YÖK’ün yok etmek istediği fakülte’</B> başlıklı yazımı okuyan İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. <B>Erman Tuncer </B>aradı.<br><br><B>‘Çok doğru bir yazı yazmışsınız’</B> dedi.Tuncer, vakıf üniversitelerinin tıp fakültesi kurmak için son derece yetersiz şartlara sahip olduğunu söyledi.
‘Fatih Bey, Fatih, Yeditepe gibi üniversitelerin tıp fakülteleri var. İnanır mısınız, bu eğitimi vermek için en ufak bir altyapıları yok. Ne öğretim üyesi, ne başka bir şey. Çünkü imkánları yok. Bu üniversitelerin de hastanesi yok. Yeditepe, devlet hastaneleriyle öğrenci başı bir ücret ödeyerek anlaşma yapıyor ve devlet hastanelerini eğitim hastanesi olarak kullanıyor. Burada YÖK’ün adil davranmadığı fikrinize katılıyorum. Vakıf üniversitelerine tıp fakültesi kurma izni verilirken bu durum göz önüne alınmıyor. Keyfe kalmış bir uygulama yapılıyor.’
İl Sağlık Müdürü Tuncer’in sözleri, Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Dr. Canan Karataylı Efendigil’i doğruluyor.
YÖK, ‘kendince’ bir nedenle kurucu vakıfları arasında Kardiyoloji Vakfı’nın da bulunduğu ve bu sayede son derece modern hastanelere sahip Kadir Has Üniversitesi’ne ‘Hastanen yok’ diye öğrenci yollamıyor, ama hiç hastanesi olmayan üniversitelere öğrenci yollamakta bir beis görmüyor.
Bana gelen bilgilere göre, YÖK Başkanı da durumun çarpıklığının farkında ama kurul içinde hálá etkin olan ‘Gürüzcüler’, Gürüz döneminden kalan bir ‘kan davası’ nedeniyle bu fakülteyi yok etmek istiyorlar.
Sonra da ‘Bu YÖK yeniden yapılandırılmak isteniyor’ diye hep birlikte ayağa kalkıyoruz.
Bu kafadaki bir YÖK’ü yeniden yapılandırmak değil, ortadan kaldırmak lazım.
Kapalıçarşı neyse Laila da o
HER yaz başında ve ortasında benzer tartışmaları yaşıyoruz. Laila’ya, ya da Reina’ya belediye engeli. Bu iki yazlık eğlence yerinin açılmasından müthiş rahatsızlık duyanlar var. Buralarda yasadışı bir iş yapılıyorsa, uyuşturucu satılıyor, vergi kaçırılıyorsa eğer hakkında ne gerekiyorsa sonuna kadar yapılsın.
Ama İstanbul’un sembolü olmuş, bence dünyanın en muhteşem eğlence yerlerinden ikisi haline gelmiş bu mekánlarla lütfen uğraşılmasın.
Bu iki gece kulübü, İstanbul’un simgeleri haline geldiler.
İstanbul’un dünyaya pazarlanmasında Kapalıçarşı, Sultanahmet ve Ayasofya ne ise artık bu iki gece kulübü de aynı önemde. Hatta belki zengin, varlıklı turisti cezbetmek açısından daha da önemli.
Ben bu iki eğlence mekánına giden yabancıların neler hissettiklerini, nasıl komplekse girdiklerini, Türkiye ile ilgili fikirlerinin nasıl değiştiğini yakinen biliyorum.
Galatasaray’a transfer etmek istediğimiz Perez ile Mondragon’un eşlerinin, Türkiye’de yaşamak istemezken Laila’yı görünce İstanbul’a gelmeyi kabul ettiklerini, bu iki transferin Laila sayesinde yapılabildiğini bizzat yaşadım.
Yeter artık buralarla uğraşmayın.
Bu yerler Boğaz’ın görüntüsünü bozmuyor, tam aksine güzelleştiriyor.
Zehirli piknikler
HAVALAR güzelleşip güneş geç de olsa yüzünü gösterince, İstanbul’un değişmez manzarası yol kenarlarındaki ‘piknikçiler’ oluyor.
Bahçesiz, bitişik nizam apartmanların sakinleri, haftada bir gün birkaç saatliğine de olsa kendilerini sokağa atıyorlar.
Peşinde oldukları şey ise hafta boyu göremedikleri ‘yeşillik’. Ancak İstanbul’da yeşile ulaşmak öyle kolay değil.
Bu nedenle olsa gerek ‘pazar piknikçilerinin’ tercihi, en yakın buldukları yeşillik ve ağaç gölgesi.
Belediyenin son yıllardaki çalışmaları sayesinde İstanbul’daki yol kenarları çimenlik ve ağaçlık bir alan sunuyor. Pazar piknikçileri de ‘temiz ve açık hava’ için yol kenarlarındaki bu küçük ‘vahaları’ tercih eder oldular.
Yolda giderken, sağınızda solunuzda mangallardan çıkan dumanları, kavşakların arasındaki yeşilliklerde top oynayan çocukları görüyorsunuz.
Ancak yapılan bu iş ‘piknik’in işlevinin tam tersi bir sonucunu doğuruyor.
Temiz hava almak için yapılan piknik, birdenbire ‘zehirli hava’ya dönüşüyor.
Belki zemin yeşil, bir iki ağaç var ama otoyol kenarlarındaki pikniklerde ciddi bir ‘soluma’ sorunu da mevcut.
On binlerce otomobilin egzozundan çıkan kurşunlu ve zehirli gazları, ‘temiz havada’ piknik yapıyoruz zannederek soluyorlar. Ve akşam eve dönerken temiz hava değil, bol bol zehir almış olarak gidiyorlar.
Zannediyorum, belediyenin ve karayollarının yol kenarında yapılan pikniklere karşı vatandaşı uyarması gerekiyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Göstermelik olağanüstü kurultayların, tepetaklak giden partileri kurtaramayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2004
<B>CUMA </B>günü Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. <B>Canan Karatay Efendigil </B>ziyaretime geldi. Kendisi Kadir Has Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı.
Hayli dertli.
Çünkü fakültesi YÖK sayesinde yok olmak üzere.
Kadir Has Üniversitesi Tıp Fakültesi olanaklar bakımından Türkiye’nin en iyi tıp fakültelerinden biri. Kardoyoloji Vakfı ile ortak kurulduğu için Florence Nightingale hastanelerinin bütün imkánlarından faydalanıyor. Eğitim hastanesi olarak bu hastaneleri kullanıyor.
Benzer bir yapı Harvard’ın tıp fakültesinde de var.
Ancak YÖK her ne hikmetse, geçen yıl ‘Hastane üniversitenin olmalı’ diyerek fakülteye öğrenci vermemiş. Oysa Türkiye’nin en modern hastaneleri ile ortak çalışıyorlar ve hastanelerin sahibi vakıf aynı zamanda ünevirsetinin de kurucu ortağı.
Fakat YÖK büyük ihtimalle geçmiş başkanın ‘kişisel’ nedenleriyle fakülteye karşı tavır almış.
Devlete yük olmadan her yıl 30-40 civarında kaliteli öğrenci yetiştirmeyi hedefleyen okul öğrencisizlikten kapanacak.
Oysa okulda eğitim kalitesi çok yüksek. Öyle ki, TUS sınavında en yüksek puanla öğrenci alan fakülte. Ama buna rağmen ‘YÖK terörü’ nedeniyle öğrencisiz kalıyor ve kapanmaya doğru gidiyor.
Üstelik fakülte Avrupa Birliği’nin eğitim standardına uygunluk belgesini almış. Yani bu okulu bitiren öğrenciler Avrupa’nın her yerinde doktorluk yapabilecekler.
Okul yöneticileri her şeyi aşıyor, YÖK’ü aşamıyorlar.
En pahalı eğitimin devlete zerre yük olmadan verilmesini sağlayan ve kaliteli öğrenci yetiştiren bir okul yok oluyor.
Üstelik de YÖK yüzünden.
Akıl alır gibi değil.
Fransız politikasında Ermeni danışman faktörü
TÜRKİYE’nin AB’den müzakere tarihi alma umudu taşıdığı günler yaklaşırken, önündeki en büyük engel Fransa gibi duruyor.
Özellikle, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi bu ülkede ortaya çıkan Türkiye karşıtı tutum moralleri hayli bozdu.
Ancak Fransa’daki durumu ‘seçim öncesi atmosfer’ diye geçiştirmemek lazım.
Ne yazık ki Türkiye’de hükümette böyle bir hava var.
Fransa’nın tavrının iç polita meselesinden kaynaklandığına ve seçimlerden sonra bu havanın değişeceğine inanıyorlar.
Hatta Fransa’nın tavrının THY’nin uçak alım ihalesinde Airbus’a verilecek büyük bir payla değişebileceğini umuyorlar.
Bunun bu kadar ‘ucuza halledilebilecek’ bir sorun olmadığını, bir sohbetimizde Başbakan’a söyledim. Ancak Başbakan Erdoğan, Fransız meslektaşı ile yaptığı ikili görüşmelerden edindiği izlenimin pozitife dönük olduğunu söyleyince sustum.
Ancak bence Fransa’da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olma durumunun önemli siyasi dayanak noktaları var.
Bunların en önemlisi eski İçişleri Bakanı, şimdilerin ‘süper’ Maliye Bakanı Sarkozy.
Sarkozy, UNP’de genel başkan ve Bordeaux Belediye Başkanı Juppe’nin yerine geçeceğine kesin gözüyle bakılan bir siyasi lider.
Sarkozy ve ekibi Fransa’nın bundan sonraki 15 yılında önemli roller oynayacak.
Ve bu adam Türkiye’ye karşı. Bunun ön önemli nedenlerinden biri ise Sarkozy’nin yakın çalışma arkadaşı ve danışmanı olan Devecian. Adından da anlaşılacağı gibi Devecian Ermeni asıllı ve sıkı bir Türk karşıtı. Sarkozy üzerinde de çok etkili.
Bu yüzden Fransa’da sağın, özellikle de güçlü UNP’nin Türkiye karşıtı tavrının değişmesi güç.
Ancak çok önemli bir şansımız var.
Fransa’da gerçek entelektüeller Türkiye’nin üyeliğinden yana ‘ağırlıklı’ tavır koyuyorlar..
Ve Fransa Türkiye’nin aksine entelektüellerin siyaseti etkileyebildiği bir yer.
Galiba tek şansımız da bu.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kurumlar; kişilerin intikam ve ihtiras aracı haline getirilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2004
<B>AVRUPA </B>Parlamentosu seçimleri yapılmaya başlandı. <br><br>Bu seçimlerde Almanya dışındaki ülkelerde sağ ve sol partilerin ortak tavrı <B>‘Türkiye aleyhtarlığı’</B> oldu. Fransa’da sağ Türkiye karşıtlığını ‘aşağılık’ bir şekilde kullandı. Bu solun tavrını da ister istemez etkiledi.
Avrupa’da sandık başına gidenler arasında 900 bin Türk seçmen de var.
Avrupalıların bu seçimlere katılım oranının yüzde 40’lar civarında olduğu düşünülürse, 900 bin Türk oyu iyi bir potansiyel.
Ancak ne yazık ki, Türkiye bu potansiyeli iyi değerlendiremiyor.
Avrupa’daki Türk seçmenlere bir lobi gibi davranma, bu yolla güç edinme yolları öğretilmiyor.
Ciddi bir örgütlenme yapılmıyor.
Bırakın onu, Avrupalı Türk seçmen hangi partinin kazanmasının Türkiye açısından daha iyi olacağı yolunda bilgilendirilmiyor.
Bu oyların akıbeti, bir bölümü İslami holdingelere milyarlarca Euro kaptıracak bilinç düzeyindeki seçmenlere bırakılıyor.
Oysa örgütlü, ne yaptığını bilen, beraber hareket eden 900 bin oy çok ciddi bir güç.
Ama Türkiye elindeki güçlerden hiçbirini kullanamadığı gibi, bunu da kullanamıyor.
Çocuk anneye yakışır
ADAPAZARI ’ndan gelen bir boşanma haberi beni çok üzdü. Karı-koca anlaşamayıp boşanıyorlar. Sıradan bir durum. Ancak mahkeme 2 çocuğu da babaya veriyor.
Anne Mehtap Sipahioğlu, bu durum karşısnda gözyaşları içinde kalıyor.
Gerekçe ekonomik. Annenin ekonomik gücü olmadığı için çocuklar babaya. Okuyunca çok üzüldüm. Tek gerekçe bu ise son derece anlamsız. Çünkü babanın ekonomik gücü var ise, bunun bir bölümünü anneye aktarması sağlanır ve çocuklar analarından ayrılmazlar. Bir anneyi çocuklarından, çocukları ise analarından ‘ekonomik’ gerekçeye dayanarak ayırmak anlamsız.
Anne çocuklara bakmıyor olur, annenin ahláki durumu çocukların onun yanında büyümesini engelleyecek durumda olur anlarım. Ama annenin parası yok diye çocuklar anadan alınıp, parası olan babaya verilmez. Doğru olan parası olan babadan paranın birazını alıp çocuklarla anaya vermektir.
Elbette ki babalar da çocuklarını çok severler ama bir çocuğun annesiz büyümesini istemek haksızlıktır.
Halk, haber televizyonları gibi düşünmüyor
BÖLÜCÜ örgüte yardım ve yataklık suçlamasıyla mahkum olduktan ve hapis yattıktan sonra tahliye edilen DEP’li milletvekillerinin basınımızın bir bölümü tarafından ‘Özgürlük Abidesi’ ve hatta Zana’nın ‘Jeanne d’arc’ olarak ilan edilmesine dün tepki göstermiştim.
Serbest kalmaları iyi oldu ama geçmişi unutmayalım demiştim.
Herhalde binlerce faks ve e.mail mesajı aldım. Yüzde 99’u benimle aynı fikri paylaşıyordu. Bunlardan bir tanesi ise özellikle sevindiriciydi.
Dün Tufan Türenç’in köşesinde nasıl bir ‘demokrat’ olduğunu öğrendiğimiz, çok sevdiğim emekli Orgeneral Sevgili Edip Başer ‘Sizi özellikle bugün, çocuk şiddeti ile ilgili sorumsuzluğa ve DEP’lilerle ilgili yürek sızlatan unutkanlığa dikkat çeken yazılarınızda sergilediğiniz gerçeğe saygı, sağduyu, gazeteciye yaraşır sorumluluk duygusu ve cesaret nedeniyle kutluyorum’ demiş.
Övgü güzeldir ama bunu çok değer verdiğiniz birinden almak daha da güzel.
Sağ olsunlar.
Medya eleştirmenliği
ELİNE kalemi alan basın eleştirisi yapıyor. Ama nalıncı keseri üslubuyla.
Geçtiğimiz günlerde Yeni Şafak Gazetesi’nde basın eleştirileri kaleme alan K.B. ve A.G. beni de konu alan bir eleştiri yayınladılar.
Generallere hakaret ettiği için 624 milyar lira tazminata mahkûm olmasını yanlış bulduklarını yazdılar ve bunu benim bir ‘sözümden’ dolayı aldığım cezayla karşılaştırdılar.
Ben Türk ordusuna tecavüzcü diyen Eren Keskin’e radyo konuşmamda hakaret ettiğim için 60 milyon lira ceza almıştım. Burada adaletsizlik olduğunu yazdılar.
Ben de bu ikiliyi ‘adam yerine koyup’ bir bilgi yazısı yolladım.
Generallerin Vakit’e açtığı dava bir tazminat davasıydı ve mahkeme ‘Tazminat alanı zengin etmemelidir’ ilkesinden hareketle adam başı 2 milyar tazminata hükmetmişti.
Benim mahkum olduğum dava ise bir ceza davasıydı ve benim almış olduğum hapis cezası yasanın koyduğu en üst sınırdan paraya çevrilerek bu rakama ulaşılmıştı.
Yani bir yanda elma, bir yanda armut vardı. Onlar bilgi eksikliğinden olsa gerek elma ile armudu toplayıp çıkarıyorlardı.
Medya eleştirmenlerine bu bilgi notunu yolladım. Aradan günler geçti. Kullanma, düzeltme gereği hissetmediler.
Eee, medyayı eleştirmek kolaydır. Ama doğru düzgün davranmak zor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Farklı olmak için ille de marjinal olmak gerekmediğini anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku