11 Haziran 2004
<B>LEYLA Zana </B>ve arkadaşları serbest bırakıldı. Bunun yargı kararıyla olması işin <B>‘doğru’</B> tarafı. AB yolunda önemli bir <B>‘engel’</B>in aşıldığı da bir gerçek. Üstelik, bugün serbest bırakılmasalar, kısa bir süre sonra zaten cezalarını tamamlayıp çıkacaklardı. Davaya bakan mahkeme TCK’nın 59. maddesini uygulamış olsaydı, bu iş çoktan bitmiş olurdu ki, Zana ve arkadaşlarının mahkumiyetleri boyunca sergiledikleri tavır, 59. maddenin uygulanmasına imkan sağlar nitelikteydi. Benim derdim bunlar değil.
Beni ‘hasta’ eden, dün haber televizyonlarının yayın anlayışları oldu. Elbette ki, Yargıtay’ın kararı önemliydi ve Zana ile arkadaşlarının serbest bırakılması haberdi.
Ancak bunun bir ‘müjde’ edasıyla verilmesini anlayamadım.
Sanırsınız ki, Zana ve diğer DEP’li milletvekilleri Türkiye’ye 20 yıla yakın bir süre kan kusturan, 30 bini aşkın insanımızın ölümüne yol açan bir terör örgütü ile bağlantılı oldukları için Türkiye’de değil, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savundukları için yurtdışında bir mahkemede yatmışlar. Bir anda geçmiş unutuldu. Yaşanan, yaşatılan acılar unutuldu ve Zana ile diğerleri birer ‘demokrasi kahramanı’ oldular. Haber öyle bir biçimde verildi, öyle bir hale sokuldu ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı müthiş bir zafer kazanmışlar ve buna alkış tutuluyor.
Hapishane çıkışında Zana ve arkadaşlarını karşılamaya gelenler elleriyle zafer işareti yapıyor, televizyonların duyuruları sayesinde basın toplantısı yaptıkları yer de, akşam toplandıkları ev de bir türbe ya da bir miting alanına çevriliyordu.
Oysa salıverilenler bir dönem bu ülkeye karşı savaş ilan eden ve bugünlerde yine savaş ilan edeceğini açıklayan ‘maşa’ bir örgütün destekçileriydi.
Haber televizyonlarındaki görüntüleri ve yapılan şakşakçılığı izlerken kanım dondu.
Allah tarafından Leyla Zana, haber televizyonlarının yöneticilerinden daha akıllı ve sağduyuluydu da, basın toplantısında derli toplu laflar etti.
Acaba naklen yayınlanan bu toplantıda Zana ‘farklı’ mesajlar verseydi, haber televizyonlarımız ne yapardı çok merak ediyorum!
İncirlik kapanacaktı, şimdi büyütülüyor
IRAK Savaşı ABD tarafından kazanılınca Türkiye’de ve ABD’deki bazı çevrelerde ‘İncirlik üssüne gerek kalmadı’ havası esti. Hatta üssün ‘kapatılacağı’, en azından ‘küçültüleceği’ konuşulmaya başlandı. Ancak gelişmeler durumu tersine çevirdi.
‘Kapanır’ denilen İncirlik şimdi ‘büyütülüyor’.
Henüz daha kimsenin haberi yok ama şu günlerde İncirlik’te üç yeni dev hangar inşa ediliyor.
76 savaş uçağının daha İncirlik’e getirileceği söyleniyor, hatta bununla ilgili olarak hükümete talep iletildiği iddiaları var. O kadarla kalsa iyi.
Şu sıralarda İncirlik’te müthiş hummalı bir inşaat faaliyeti var.
1500 personel barındıran ve kapasitesi 5 bin kişiyi bulan İncirlik’te şimdi ‘kalıcı personel’ için yeni lojmanlar inşa ediliyor.
İçerden gelen bilgilere göre İncirlik’te yeni yapılan lojmanlar kapasiteyi en az birkaç bin artıracak nitelikte.
İncirlik giderek büyüyor ve ABD’nin bölgedeki ‘can damarı’ haline geliyor.
Başta Büyük Ortadoğu, şimdi ise ‘Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ projesi olarak bilinen plan İncirlik’te uygulanmaya başlıyor.
Baban zenginse Selim’sin, değilse Çakır
AKTÜEL Dergisi’nin bu haftaki kapak konusunu görünce ‘Çok önemli bir meseleye eğilmişler’ dedim ve bu konuda yazmaya karar verdim. Klavyenin başına oturmuştum ki, iki haber geldi. 16 yaşında bir kız 8 yaşındaki kuzenini fidye için kaçırıp öldürmüştü. İki erkek öğrenci de kız arkadaşlarını kaçırmıştı. Aktüel’in kapak konusu da şiddete yönelen çocuklardı. Türkiye’de çocuklar arasındaki şiddet giderek artıyor. Kardeşinin kalbine bıçağı saplayan çocuk, okulda beyzbol sopalarıyla dövülen öğrenci, okul basan, silah çeken çocuklar.
Gün geçmiyor ki, böyle bir olay patlamasın. Aynen cinsel suçlardaki artış gibi, bunda da televizyonların rolü büyük. Çünkü Türkiye’de televizyonlarda şiddete, mafyaya övgüler düzülüyor. Geçenlerde İstanbul’un kenar semtlerinden birinde sabah saatlerinde yolumu kaybettim.
Yoldaki bir gençten yardım istedim. Tek omuz düşük, bitirim ağzıyla yolu tarif etti. Ben gülünce ‘Ne oldu abi’ dedi. Ben de yolu tarif ediş biçimine güldüğümü söyleyince ‘Haklısın ya. Kusura bakma dün akşam Kurtlar Vadisi’ni çok kaçırmışım’ dedi.
O an güldüm ama bu bir gerçeğin itirafıydı. Bakın bugün Türkiye’nin televizyon idolleri kim. Kurtlar Vadisi’nin tiplemeleri. Hepsi mafya, hepsi çakal, hepsi bitirim. Ve gençler ona özeniyor. Çocuklara model kişilik olarak bunlar gösteriliyor. Babadan kalma paran varsa Bir İstanbul Masalı’ndaki Selim Arhan olabilirsin, babadan kalma paran yoksa Çakır.
Sonuçta çoğunluk Çakır, çoğunluk bitirim.
Sonra okulda şiddet.
Neden acaba!
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Büyük olmanın ilk şartının büyük düşünmek, büyük düşünmenin gerek şartının ise düşünmek olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2004
<B>TÜRKİYE ’</B>nin tartışmasız lider olduğu bölgenin geleceği buradan 10 bin kilometre uzakta, Georgia’da tartışılıyor, Türkiye’de ise bununla ilgili tek bir tartışma yapılmıyor. Türkiye’de geniş bir kesim ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı.
Bildiğinden mi?
Hayır. Amerika yaptı diye karşı.
Haklılar mı?
Haklılar.
Aslında Büyük Ortadoğu Projesi denilen şey, Osmanlı topraklarında, Osmanlı’nın yıkılışından bu yana sağlanamayan istikrarın sağlanması için bir yol planı.
Türkiye’nin bu planda ‘Eşbaşkan’ olmasının nedeni de bu. Dünya siyasetini yönlendirenler, Türkiye’nin bu konudaki ‘genetik tecrübesinin’ önemini biliyorlar.
Bu coğrafyada en azından 350 sene hakimiyet kurmanın ve yönetmenin ‘kültürel’ birikiminin ne olduğunu farkındalar.
Bunun farkında olmayan terk ülke Türkiye.
Türkiye’nin bu konuda hiçbir ‘fikir üretimi’ olmaması bu yüzden.
Bir bölümü kendine veya ülkesine inanmıyor, bir diğer bölümü ise korkuyor.
Neden korkuyor!
Korkuyor çünkü fikir üretirse ‘suçlu’ ilan edileceğini, ‘hain’ ilan edileceğini, statüko tarafından ‘mahkum’ edileceğini biliyor.
Onun için de Türkiye, kendi liderliğindeki coğrafyada neler olacağına karar vermesi için ABD’nin ağzına bakıyor..
Sonra da Georgia’daki üste G8 liderleri bando ile karşılanıp, kırmızı halı üzerinde yürürken ‘önemli’ ülke Türkiye’nin Başbakanı Cezayir, Ürdün, Irak, Afganistan, Yemen devlet başkanları veya başbakanlarıyla pistin betonunda yürütülüyor..
Gıda denetimine Meclis engeli
YAZARLIK yaptığım 16 yıldan bu yana Türkiye’de tarım öldürülüyor diye feryat ediyorum.
Hükümetlerin umuru olmuyor. Hatta belki de benim bu yazılarımı kendi başarılarının kanıtı olarak görüyorlar.
Doğu ve Güneydoğu’da hayvancılık bitti. Avrupa’nın hastalıklı sığırları Ukrayna’ya gidiyor, oradan İran üzerinden Türkiye’ye sokuluyor. Doğu’daki kombinalarda bu hayvanlar işleniyor. Yerli hayvancılık ölüyor.
Tarımsal üretimde de durum berbat.
Gidin Anadolu’yu dolaşın. Ekilen alanlar her yıl geriliyor. Çiftçi ekim yapmak istemiyor çünkü müthiş ithalat baskısı var.
İthalat yasal olsa, çiftçi korunsa dayanacak. Ama türlü katakulli ile yasaklar deliniyor.
Size bir rakam vereyim de gülün. Avuç içi kadar Romanya yılda 9 milyon ton mısır üretiyor. Türkiye’nin üretimi 2,5 milyon ton. Geçen yıl ithal edilen mısır miktarı 1 milyon 800 bin ton.
Sadece o kadar mı?
Trakya’da tarlalar bomboş duruyor, Türkiye geçen yıl 900 bin ton palm, soya ve mısır özü yağı ithal ediyor.
Bunlar işin bir tarafı.
Diğer yandan bir de toplum sağlığı boyutu var ki, o tam evlere şenlik.
Hem fiyatı, hem de gümrüğü düşük olan palm yağı Türkiye’ye sokuluyor.
İçinde sağlık açısından sakınca yaratan yağlar barındıran bu yağ, özellikle fakir fukaranın yoğun olduğu bölgelerde mısır özü ve ayçiçek yağlarına karıştırılıp piyasaya veriliyor.
Bazıları ise yine palm yağını her nedense adını ‘hurma yağı’ olarak değiştirip margarinlere katıyorlar.
İşin acısı, Türkiye’de bu durumu tespit edecek bir tek laboratuvar bile yok.
Denetimler artırılacağına azaltılıyor. Son alınan kararla gıda denetimi görevi Sağlık Bakanlığı’ndan alınıp Tarım Bakanlığı’na veriliyor. Üstüne üstlük gıda denetimi yapmakla görevli personelin sayısı pazartesi gecesi kabul edilen bir yasa tasarısıyla 3 bin 500’den 500’e düşürülüyor... Artık markete girerken içim kararıyor. Ne alıp ne almayacağımı bilemiyorum. Bu memleketin insanına yazık oluyor.
Yazık.
Türkmen TV yayına başladı
KUZEY Irak’ta TRT’nin desteğiyle Türkmenlere yönelik yayın yapacak bir televizyon kurulduğunu yazınca iki farkIı yanıt almıştım.
Televizyonun sahibi olduğunu söyleyen Türkmeneli Vakfı ‘Evet biz kuruyoruz. TRT’den de teknik hizmet satın alıyoruz’ derken, TRT yönetimi ‘Bizim böyle bir işle alakamız yok’ diye yanıt yollamıştı.
Ben de ‘Hangisi yalancı?’ diye sormuştum.
O soruya bir yanıt gelmedi ama TRT’nin Kuzey Irak’taki televizyonu kuran ekibi dün sağ salim yurda döndü.
Televizyonu kurmakla kalmamış, bir de radyo kurmuşlar.
Televizyonun adı Türkmeneli TV.
Hayırlı uğurlu olsun.
Kuranların ellerine sağlık.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Cesaret sadece yazardan değil, okurdan da beklendiği zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2004
<B>TELEVİZYONLARIN </B>reklam arası dizi yayınlamaları bir süreden beri ciddi tartışmalara neden oluyor. Konuyu en ateşli biçimde gündeme getiren <B>Hıncal Uluç </B>oldu. Haklıydı da. Çünkü televizyonlar giderek ‘izlenemez’ hale geliyorlar.
Severek izlediğimiz dizileri, yarışmaları, haber programlarını izleyemez hale geldik.
Dizilerin heyecanlı sonları, yarışmaların en kritik yanıtları bile reklama kurban gitmeye başladı.
Peki neden bu hale gelindi!
Burada iki suçlu var.
Birincisi televizyonlar, diğeri ise reklamverenler.
Televizyonlar kıyasıya rekabet içinde olduklarından, birbirlerinden reklam kapmak veya reklamların sadece kendi kanallarında yayınlanmasını sağlamak istiyorlar. Bunu gören reklamverenler de kanalların bu zaafiyetinden faydalanarak ‘maksimum’ oranda indirim almak ve reklamlarını ucuza yayınlatmak amacındalar.
Birinin her reklamı almak, diğerinin ise reklamı mümkün olduğunca ucuza yayınlatmak olan amaçları üst üste binince tam bir kısırdöngü oluşuyor. Reklam ucuzladıkça süresi uzuyor, süre uzadıkça reklamın izlenmesi düşüyor, reklamın izlenmesi düşünce daha çok reklam vermek gerekiyor ve müthiş bir reklam kirliliği başlıyor.
Bu kadarla kalsa yine iyi.
Fiyatlar bu kadar ucuzlayınca normalde televizyon reklamı yapması mümkün olmayan küçük markalar da televizyon reklamına girebiliyor ve hem süreler iyice uzuyor, hem de reklamların etkisi göreceli olarak azalıyor.
En etkili reklam olan televizyon reklamı, en etkisiz reklama dönüşüyor. Kanallar, bu yıl süre olarak geçen yıl yayınladıklarından yaklaşık yüzde 30 daha fazla reklam yayınlarken, gelir olarak geçen yılı anca yakalıyorlar. Yayınlanan reklamın birim saniyesi başına düşen gelir neredeyse yarı yarıya azalıyor. Peki çözüm ne?
Çözüm basit. Kanallar reklam tarifeleri konusunda ilkeli davranacaklar ve yüzde 90’lara varan indirimleri yapmayacaklar.
Büyük reklamverenler ucuz ama etkisiz reklam yerine, biraz daha pahalı ama etkili reklamı kabul edecekler.
Yoksa her bir bölümü yüz binlerce dolara mal olan dizileri finanse etmek için çok daha fazla reklam izlemek zorunda kalabiliriz. Ve sonunda hiç izlenmeyen televizyonlarımız olur.
Bedelli ‘keklikleri’
AKP’nin bir dönem heveslendiği ve gençleri de heveslendirdiği ‘bedelli askerlik’ mevzuu şimdi gençlerin kabusu oldu. Bu meseleyle ilgili pek çok faks ve e.mail alıyorum. İşte bunlardan biri: ‘Başbakanımız bedelli askerlik bekleyen gençlere destek sözü verdi, dilekçe verdirdi ve bu dilekçelerde yazan adreslerden dilekçe verenlerin yakalanmasına sebep oldu. Bu durum maalesef medyamızda yer almadı. Lütfen Hürriyet olarak bu konudaki bir habere yer verin. Recep Tayyip Erdoğan hem gençliğe verdiği sözü tutmamıştır, hem de yakalanmalarına sebep olmuştur. Lütfen medya olarak bedelli askerlik bekleyen yüz binlerce gence destek olun. Bu günlerde desteğinize çok ihtiyacımız var.’
Anlayacağınız asker kaçakları, AKP’ye güvenip bedelli askerlik için başvurmuşlar, şimdi bu başvurulardaki adreslerden ‘keklik’ gibi toplanıyorlar. Fatura da haliyle hükümete çıkıyor.
Galatasaray küme düşer mi?
GALATASARAY ’da seçimlerden bu yana kulüp hakkında tek satır yazmadım. Çünkü sevgili dostum, başkanım Canaydın bana sitem etmişti ve ben de ‘Bir süre izleyeceğim. Muhalefet de yapmayacağım’ demiştim. Üç aydır Galatasaray’ı ve yönetimini izliyorum ve dayanamıyorum. Açıkçası izlerken pek zorlandığım söylenemez, çünkü ortada yapılan pek bir şey yok. Seçimden sonra kulüp yönetimiyle ilgili ilk şokumu Turgay Kıran’la yaşadım.
Ali Dürüst, Özer Saraçoğlu ve Burak Elmas’a ‘medya maymunu’ adını takan ve bu üçlünün Galatasaray’ı koruyan demeçlerini engelleyen Başkan Canaydın’ın asbaşkanı, üç köpeğiyle birlikte son derece şık bir pozla gazetelerdeydi.
Transfer çalışmalarına değinmek dahi istemiyorum çünkü tam bir felaket. Eloğlu Alex’ler, malexler. Biz inşallah Hakan’la bir daha anlaşacağız, Arif’le sözleşme yenileyeceğiz, bir de onun bunun artıklarını, tabii diğer kulüplerle yaptığımız fair play anlaşması izin verirse alacağız.
Teknik direktör konusuna hiç girmeyeceğim çünkü Beşiktaş del Bosque’yi getiriyor, Türkiye ucuz Yugoslav hocaların cennetiyken Derwall’ı getirerek ülkeyi büyük antrenör kavramıyla tanıştıran Galatasaray ise ‘apranti Hagi’ ile devam ediyor. Stat işi tam muamma. Ali Sami Yen, Şişli Belediyesi’ne ‘boyatılarak’ renove ettiriliyor ama takımın maçlarını nerede oynayacağını hálá sır. Ve koskoca Galatasaray spor sayfalarında artık küçük haber. Fenerbahçe ve Beşiktaş’tan yer kalırsa, bir kenara Galatasaray haberleri sıkıştırılıyor..
Galatasaray spor sayfalarında ‘küme düşüyor’ Allah muhafaza bu yönetim anlayışıyla bu durum sayfalarla sınırlı kalmayabilir, o da ayrı mesele. Galatasaray’ı yönetemeyenlerin kulüp yönetmekle, hele hele Galatasaray’ı yönetmekle hiç ama hiç alakaları yok.
Şimdi ben fikstürü merakla bekliyorum.
Niye mi?
Bu yönetim üçüncü hafta mı havlu atar, yoksa 7. hafta mı onu görmek için.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Eroin kaçakçısına, tecavüzcüye uygulanan TCK 59, Türkiye’nin önünü açmak için de uygulandığı zaman.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2004
<B>CUMA</B> günü Çukurova Grubu’nun TMSF ile anlaşmak üzere olduğu haberleri gelince şüpheyle yaklaştım. Haber merkezindeki arkadaşlara da ‘güvenilir kaynaklardan’ haber gelinceye kadar haberi kullanmamalarını söyledim. Haber ‘güvenilir kaynaklardan’ doğrulanmayınca Kanal D Haber’de habere yer vermedik.
Ancak Reuters’e güvenen yatırımcılar borsada bu gruba bağlı iki şirketin hisselerine hücum ettiler.
Özellikle Yapı Kredi ve Turkcell hisselerinde ciddi bir tırmanış oldu.
Borsa yönetimi ise ‘spekülatif’ hareketlere izin vermek istercesine tahtayı uzun süre kapatmadı, işlemlere müsaade etti ve en sonunda iş çığrından çıkınca tahta kapatıldı.
Tahtanın bu kadar geç kapatılmasının mutlaka bir nedeni olmalı!
Bu arada haberin ‘fos’ olduğu anlaşıldı, fakat tahta yine de düne kadar kapalı kaldı.
Ve hafta sonu boyunca herkes bu hisselerle ilgili kimin işlem yaptığını, kimlerin bu büyük vurgundan pay aldığını konuştu.
Tabii ben de konuya ilgisiz kalmadım.
Bana ulaşan bilgilere göre, bu işlemlerde iki şirketin adı ön plana çıktı.
Bunlardan biri Global.
Diğeri ise Alan Menkul Değerler.
Bu iki aracı kurumu kullanan bazı kişiler, cuma gününden önce Yapı Kredi ve Turkcell hisselerinde çok büyük alımlar yapmışlar.
İddialara göre alım yapanlar arasında bazı Rus asıllı müşteriler var. İşin ilginci bu Rusların daha önce Türkiye’de işlem yapmamış olmaları.
Bu arada bir de Türk vatandaşının ismi ortalıkta dolaşıyor.
Bu kişinin adı Sinan Uzun.
Söylendiği kadarıyla Sinan Uzun, Çukurova Grubu’nun TMSF ile anlaştığı yolunda haberlerin yayıldığı cuma gününden birkaç gün önce 1,5 milyon lot Yapı Kredi, 150 bin lot da Turkcell hissesi alımı yapmış. Bu işlem o gün için çok anormal görünmüş. Ancak cuma günü yaşanan gelişmelerden sonra düşünceler değişmiş.
SPK şimdi bu olayın perde arkasını araştırıyor.
Umarım sağlıklı bilgilere ulaşır ve borsanın güvenilirliğine gölge düşmesini engellerler.
16 milyon istihdam
ABD’nin gelmiş geçmiş en büyük başkanlarından biri olarak anılacak olan Ronald Reagan öldü.
Reagan hakkında sağda solda pek çok övücü yazılar çıkıyor.
Rusya’yı bitiren, ABD’yi dünyanın tek süper gücü yapan adam olarak anılıyor.
Ancak Amerikan vatandaşları için Reagan’ı önemli kılan bu unsurlar değil.
ABD Reagan’ı seviyor çünkü Reagan Beyaz Saray’da oturduğu 8 yıl içinde tam 16 milyon ABD vatandaşına istihdam sağlayacak politikalar uygulamış.
16 milyon Amerikalı işsiz Reagan sayesinde iş güç sahibi olmuş. Ne demek istediğimi belki Ankara’da birileri anlar diye düşünüyorum.
Yanıldık ne var yani!
BAZEN ‘yanılmak’ gerekir.
Ben de yüzde 50 yanıldım.
Geçen sezon ortasında Fenerbahçe, Brezilyalı futbolcu Alex’i almaya çalışırken ben ‘Kandırmayın Fenerbahçelileri’ diye bir yazı yazdım.
Alex’in o günlerde Fenerbahçe’ye gelmesinin mümkün olmadığını biliyordum.
Hatta bana göre Alex Fenerbahçe’ye hiç gelmezdi.
Yüzde elli yanıldım.
O günlerde gelmedi ama sezon sonunda geldi. Şimdi her tarafta ‘Fatih Altaylı yanıldı’ diyorlar.
Ben de seviniyorum. Demek ki çok az yanılıyorum ve yanılmış olmam haber oluyor.
Sadece futbolla ilgili olarak söylemek gerekirse Ortega’nın sorunlu bir oyuncu olduğunu söylediğim zaman yanılmamıştım mesela.
Doğruyu söylemek gerekirse Alex önemli bir transfer. Yönetim adına başarı.
Tabii yine de kafalarda soru işaretleri var.
Geçmişi Ortega’yı andırıyor. Başarısız bir Avrupa macerası ve ülkesine geri dönmesi ‘olumsuz’ işaret. Güney Amerikalıların çoğu böyle sorunlar yaşıyor.
Ama bu işler belli olmaz. Türkiye’nin sıcak atmosferini severse oynar.
Biz de aynen Fenerbahçelilerin yıllarca Hagi’yi seyrettiği gibi keyifle izleriz.
Olmazsa da olmaz.
Ama sonuçta Alex iyi transfer.
Kıskanmadım dersem yalan olur.
NOT: Fenerbahçe taraftarları bana mail ve faks yağdırıyorlar. Sağ olsunlar. Esprili olanlarını keyifle okuyorum. Hakaret dolu olanlarını ise kendilerine iade ediyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
SPK borsayı vurgun yeri olmaktan çıkardığı zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2004
<B>DEVLET </B>Bakanı Abdüllatif Şener’in konuk olduğu Teke Tek programından sonra TMSF’nin ve BDDK’nın batık bankalara yönelik hareketlerinde ani bir tavır değişikliği olduğunu, bana gelen telefonlardan anlıyorum. Bu arada batık banka patronlarından da üçü aradı. Biri Bank Kapital’in eski sahibi Ceylan Grubu’nun patronu Mahmut Ceylan, diğeri Toprakbank’ın eski sahibi Halis Toprak. Erol Aksoy da aramış ancak kendisiyle görüşemedim.
Ceylan, ‘Ben yaptığım anlaşmaya uyuyorum ve bugüne kadar borçlarımın yüzde ellisini ödedim. Benim gibi iyi örnekleri niye kimse gündeme getirmiyor’ dedi.
Ben de ona, ‘Bu haber değil. Bir kişinin borcunu ödemesi haber olmaz’ dedim. Ama galiba Ceylan haklıydı. Türkiye’de birinin, hele hele batık banka patronunun devlete olan borcunu ödemesi haber olabilirdi çünkü çok az görülen ilginç bir durumdu.
Halis Toprak ise uzun bir mektup yollamış.
Bir bölümünü aktarayım:
‘Toprak Grubu olarak, Toprakbank’tan kullanılan kredi miktarı 96 milyar 371 milyar TL. olup bunun yarısından fazlası ödenmiştir. Teminat mektubu borcumuz da bu rakama ilave edilirse toplamda 53 milyar 47 milyon liralık bir borca ulaşılmaktadır. Sayın Şener’in ifade ettiği gibi bu faizsiz, kur farksız ve temerrüt faizsiz meblağdır. Toprakbank’tan grup olarak kullanılan teşvik belgesine bağlı orta vadeli kredilerin ortalaması 4 yıldır. Bu krediler yatırım kredisi olduğu için faizi çok düşük oranda tahakkuk eder. Örneğin sınai kalkınma bankası faizin en yüksek olduğu dönemde bile bu krediler için yüzde 13 faiz uyguluyordu. Hal böyle iken bizim kullandığımız kredilere normal faiz olan yüzde 30 tatbik edilse bile 4 yıllık süreçte yüzde 120, yüzde 50 faiz uygulansa yüzde 200 eder ki, bu da borcu 160 trilyon liraya çıkarır.
Ama bugün bizden 500 trilyon talep edilmektedir ve bu da yüzde 900’lük bir faiz uygulamasına tekabül eder.’ Halis Toprak, bankasının kárlı bir banka olduğu halde el konulduğuna işaret ediyor ve eski BDDK yönetimini suçluyor.
Halis Toprak, yazdığı mektup ile ilgili olarak telefon açtığında kendisine ‘Halis Bey, siz gerçekten büyük bir grupsunuz. Yatırımlarınızı takdir etmemek mümkün değil. Ancak bir an önce anlaşın. Yoksa yazık olacak’ dedim. Ancak rakam farklılıkları gösteriyor ki, bu anlaşmalar çok kolay olmayacak. Aklıma bir soru takılıyor.
Acaba Toprak’ın elinde bir Toprak TV ve bir de gazete olsaydı, geçmiş BDDK yönetimiyle çok daha rahat anlaşmış olabilir miydi?
NOT: Halis Toprak’ın verdiği rakamlarla ilgili elimde net tarih olmadığı için bir yorum yapamıyorum. Sadece TMSF ile banka patronlarının hesapları arasındaki farkların büyüklüğüne dikkat çekmek istedim.
Ar ve haya sınırımız değişti mi?
SON birkaç gündür ilgimi çeken haberler var. Edirne’de bir okulda bir öğrencinin, kız arkadaşıyla beraber oturduğu sırada, bir arkadaşı tarafından çekilen görüntüler film yapılıp pazarlanıyor. Körlere yönelik eğitim veren bir okulda bir öğretmen, öğretmen arkadaşlarının kör kızını taciz ediyor. Bir başkası Türkiye’ye gelen Alman öğrencilere sarkıntılık ediyor. Sadece bu kadar mı, torunu yaşında ve henüz ergenlik çağına yeni girmiş kızlarla para karşılığı birlikte olan kasaba ileri gelenlerinin haberleri dört bir yandan geliyor. Her gün taciz veya tecavüz olayları gündeme düşüyor. İstanbul’un meşhur gece kulüplerine bir bakın.
Toplumda ‘sapıtma’ alametleri görünüyor. Peki sizce bunlar şansa mı oluyor?
Elbette hayır.
Bu köşede yıllardan beri magazin programı adı altında yayınlananlara hep karşı çıktım. Çünkü bunlar magazin falan yapmıyordu. Tam aksine magazin gazeteciliği olarak adlandırılan ve aslında çok da önemli bir işlevi yerine getiren bu meslek dalını da ‘utanç verici’ bir iş haline getirdiler.
Tam aksine yozlaşmış bir grubu ‘örnek’ kitle olarak gösteriyor, bunlara methiyeler düzüyordu. Biz bunları yazdık ama kimseden ses çıkmadı. RTÜK sanat filminde meme göründü diye televizyon kapattı ama ‘kevaşe methiyelerinin’ program adı altında yayınlanmasına seyirci kaldı.
Sonunda milletçe bir acayip olduk.
Ahlak duygumuz örselendi. Ar ve haya duygularımızın sınırları değişti.
Bu memlekette çocuk yetiştirmeye çalışanlara Allah yardım etsin.
Çünkü bakan eden yok.
Hürriyet’in en önemli yazarı kim?
PAZAR günü Hürriyet’i okurken bir gerçeği fark ettim. Hürriyet’i Hürriyet yapan, Hürriyet’i benzeri gazetelerden farklı kılan bazı özellikler var ve bunların hiçbirimiz gerçek anlamda farkında değiliz.
Bu özelliklerden bazıları gözümüzün önünde olduğu halde görmüyoruz.
Mesela Hürriyet’i Hürriyet yapan ön önemli yazar sizce kim? Ben size söyleyeyim.
Doğan Hızlan. Başka örnek verip de kimsenin alınmasına imkan sağlamayayım ve kendimi örnek vereyim.
Hürriyet’te Fatih Altaylı olsun olmasın çok önemli değil. Ben başka yerde de olabilirim, hiçbir yerde olmasam da önemli olmaz. Yerimi biri doldurur. Pek çoğumuz için durum budur .
Ama Doğan Hızlan için değil. Doğan Hızlan belki Hürriyet’in en çok okunan yazarı değildir. Belki vurduğu yerden ses getirmez ama Hürriyet’i farklı yapan Doğan Hızlan’dır.
O olmasa Hürriyet bu kadar farklı olmaz. O da başka yerde Hürriyet’te durduğu gibi durmaz.
Hepimizin ıska geçtiği ama bu ülkenin ve insanlığın asıl önemli meselelerini o yazar.
Biz geçici küçük olayları anlatırız, onun anlattıkları ise insanlık adına kalıcıdır.
Bu pazar anladım ki, Doğan Hızlan’sız bir Hürriyet düşünmek bile istemiyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Siyaset, bilgi ve bilimle el ele yürümeyi öğrendiği zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2004
<B>WAN </B>toplantılarının kapanış gecesinde Dışişleri Bakanı <B>Abdullah Gül </B>ile ayaküstü sohbet ettik. Bir gün önce benim ‘İktidar ol, muktedir olma’ yazım yayınlanmıştı.
Bakan Gül, ‘Yazınız çok yerinde. Bize yapılmak istenen budur’ dedi.
Ben de kendisine, ‘Meslek liselilere yapılan haksızlık konusunu ben yıllarca işledim. Ama zamanlama diye bir şey var. Bu girişimin zamansız olduğu konusunda imam hatipliler ve size en yakın muhafazakár çevreler bile hemfikir’ dedim.
Özellikle Türkiye’ye tarih vermemek için bahane arayanların, bu gelişmeleri fırsat bildiğini, WAN toplantısına katılan gazetecilerin büyük bölümünün gelişmeleri ‘AKP’s hidden agenda’, yani AKP’nin gizli gündemi olarak gördüğünü ve gerisinin geleceğinden kuşku duyduğunu anlattım.
Gerçekten de, pek çok Batılı gazeteciye göre AKP; Avrupa Birliği’ne uyum için çıkarılan yasaları, Türkiye’de başta ordu olmak üzere kurumları zayıflatmak için çıkarıyordu. AB üyeliği AKP’nin umurunda değildi. Düne kadar AKP’ye olumlu bakan yabancı basında böyle bir önyargı oluşmaya başlamıştı.
Gül dinledi.
‘Ama bizim bir gizli ajandamız olmadığı açık. Biz bu ülkede bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Fakat bize sürekli olarak suya sabuna dokunma diyorlar. İyi de suya sabuna dokunmadan nasıl temizlik yapacağız’ dedi.
Temizlik konusunda haklıydı. Suya sabuna dokunmadan temizlik olmazdı, ama bu ülkenin ‘makul ve mantıklı’ tüm güçleri, temizlik söz konusu olunca hükümete müthiş bir destek vermişti.
İmam hatiplerin önünü açmak temizlik sayılmazdı. Tam aksine, temizlik yapılan yere ayakkabıyla girmek gibiydi.
Normal şartlarda olabilirdi, ama dışarda yağmur yağarken çamurlu ayakkabılarla eve girilmezdi.
Üstelik su ve sabun asıl olarak temizlik malzemesiydi, fakat yanlış yere bırakılırsa üstüne basıp düşme tehlikesi de vardı.
Kanserin yıllık maliyeti 45.000.000.000.000.000 TL
LÖSEV çok saygı duyduğum bir vakıf. Ankara’da kısıtlı imkánlarla yola çıkıp lösemili çocuklar için bir hastane kurdular. Başka bir yazımda anlatmayı düşündüğüm çok önemli hizmetler yapıyorlar.
Vakfın Başkanı, Saygıdeğer Profesör Üstün Ezer geçtiğimiz günlerde konuğumdu.
Benim kanserojen gıdalarla ilgili yazılarımın çok önemli bir hizmet olduğunu, bunun ekonomik yüküne bugüne dek benden başka kimsenin değinmediğini söyledi.
Ve kanserin Türkiye ekonomisine getirdiği yükle ilgili çok önemli rakamlar verdi.
Yapılan araştırmalara göre kanserli bir hastanın tedavisi için harcanan para miktarı yaklaşık 100.000 dolar.
Kanserli bir hastanın yakınlarının işgücü kaybı, kendi çalışma performansındaki düşüş gibi etkenlerle ekonomiye getirdiği yük, hasta başına yaklaşık 25.000 dolar.
Bir hastanın ölümü halinde bu kişiye o güne dek devlet tarafından yapılan harcamalar, beyin ve beden gücünün yitirilmesinden dolayı ekonomiye getirdiği yük de yaklaşık 150.000 dolar.
Türkiye’de her yıl yaklaşık 150.000 kanser vakası ortaya çıkıyor.
Bunların tedavi masrafları ve getirdiği ek yükler toplamı 125.000 dolar çarpı 150.000 kişi olarak hesaplandığında 18 milyar 750 milyon dolar ediyor.
Bu kanserli hastalardan yarısının hayatını kaybettiği düşünülürse, her bir kaybın ekonomik zararı 150.000 dolar olduğu düşünülürse 75.000 kişi çarpı 150.000 dolardan ediyor mu 11 milyar 250 milyon dolar.
Hepsinin toplamı 30 milyar dolar.
Türk Lirası’na vurun, eder mi 45.000.000.000.000.000 TL.
Okuyamadınız değil mi? Yazayım, tam 45 katrilyon TL.
Ne dersiniz; kanserojen fakat ucuz gıdalarla bundan daha fazla para kazanıyor muyuz acaba?
Hırsız kriteri ne?
İHRACATTAKİ iade rezaleti yazıma Türkiye İhracatçılar Meclisi Üyesi Enver Özsoy, Galatasaray’dan da bir sınıf büyüğümmüş, yanıt yollamış.
Diyor ki: ‘Buradaki toplam iade miktarı 903 bin dolar. O da 50 farklı şirkete bölünüyor. Yapılan araştırma gösterdi ki, büyük bir miktarı tek başına götüren firma yok. Kimse zengin edilmiyor.’
İyi o zaman...
Ancak Özsoy’dan gelen yanıtın bir cümlesi beni şoke etti. Cümle şöyle:
‘Türkiye’nin 1 milyon 900 bin ton mısır ithalatı varken Maliye Bakanı’nın oğlunun 4 bin tonluk ithalatına kafayı takıyoruz.’
İşte Türkiyeli mantığı. Ne olacak canım, topu topu 4 bin ton. Önemsiz. Hepsi hepsi 20 TIR.
Demiyor ki, eğer bir usulsüzlük varsa, eğer içerden bilgi almak suretiyle böyle bir iş yapılmışsa, değil 4 bin ton, 4 kilo olsa bile ortada bir ayıp vardır.
Ne olacak canım. Onca rezalet içinde 4 bin ton bakan oğluna feda olsun diyor.
Giderek ahlak anlayışımız, ölçülerimiz değişiyor.
Herkes ne kadar çalmanın hırsızlık olduğunu kendine göre belirliyor.
Anladığım kadarıyla bir tek kriter oluşmuş: Benden fazla çalan hırsızdır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hırsızlığın alt ve üst limitinin olmayacağını anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2004
<B>GEÇEN </B>hafta bu köşede bir spor adamından gelen mektubu yayınlamıştım. Yazıda Beşiktaş’ın eski 2. Başkanı olarak bildiğimiz, Beşiktaş’ı Türkiye’nin mali yapısı en sağlam ve en modern yönetilen kulübü haline getiren <B>Hüsnü Güreli’</B>nin de adı geçiyordu. Güreli bu yazıyla ilgili olarak çok nazik bir yanıt yollamış. Aynen yayınlıyorum:
‘Sayın Altaylı,
1. Beni size karşı yanlış dolduranlar var. Bunları bana tanıtırsanız sevinirim.
2. Beni kıskanan ve başarılı her insan gibi beni de ayağımdan çekmek isteyen onlarca kıskanç, haset, şerefsiz insan var. Lütfen beni tanımadan, benim itibarımı, 25 yıllık meslek hayatımı ve ticari geleceğimi zedelemelerine fırsat vermeyin.
3. Yaklaşık 400 firmanın mali ve yeminli mali müşavirliğini yapıyorum. 100 kişiye yakın bir ekiple birlikte Türkiye’nin en iyi denetim firmalarından biriyiz. SPK bile çok saygın şirketlerin 2. denetimini bizim firmamıza veriyor. Bu iş itibarla olur.
4. Bu futbol işinde karşınıza çıkan insanı, özellikle de menajerleri seçme gibi bir lüksünüz yok. Herkesle çalışmak zorundasınız. Ama şundan emin olun ki, hiçbir zaman kanunsuz kişilerden, gayrimeşru kişilerden bir hizmet istemedim de, vermedim de. Ben futbolcuyu kulübüne para vererek aldım. Bunu kulüp başkanı da açıkça birkaç kez ortaya koydu.
5. Maliye Bakanlığı’nın Vergi Konseyi üyesiyim. SPK önemli bir denetim işi olduğu zaman firmamızı tavsiye eder.
6. Şerefsiz müfterinin söylediği gibi kanunsuz adamların defterini tutmak, ki zaten bizim defter tutmamız yasaktır sadece denetim yaparız, veya danışmanlık yapmak bizim aklımızın ucundan dahi geçmez. Hiçbirini tanımam, işlerini yapacak kadar da salak değilim.
7. Bir kez bir TV programına birlikte katılmıştık. Ben de sizin kadar dürüst ve namuslu bir insanım.
Bu mektup özel hislerimi aktardığı için elyazısı ile yazıldı. Özür dilerim.’
Estağfurullah. Ben bunları duyduğum ve okuduğum için memnunum.
Türk futbolunda temiz adamlara ihtiyaç var. Güreli’nin böyle biri olması beni mutlu etti.
Bu arada bu yazının içinde bazı şifreler var ki, bunları da başka bir gün ben size anlatırım.
Biri yalan söylüyor ama kim?
TÜRKİYE’nin Kuzey Irak’ta Türkmenler için bir televizyon kurduğunu ve bunun için TRT elemanlarının görevlendirildiği yazdım.
Bu yazıma iki ayrı yanıt geldi. Biri Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı imzalı.
Özetle şöyle diyor:
‘Vakfımız Ağustos 2003 tarihinde radyo ve TV cihazları ile uydu cihazları satın almış, bunlar için 799 bin 476 Euro ve 333 bin 454 dolar ödeme yapmıştır. Aralık 2003 ayında bu amaçla Kerkük’te bir bina satın alınmış ve burası için 400 bin dolar harcanmıştır. Cihazlar Irak’a vakıf personelinin eşliğinde gönderilmiştir. TRT ise teknik danışmanlık ve eğitim desteği sağlamıştır. Haber stüdyosu ve program stüdyoları, TRT personeli tarafından yapılacaktır.’
Yani Türkmeneli Vakfı diyor ki: ‘TRT bize danışmanlık hizmeti vermektedir. Stüdyolarımızı onlar yapacaktır.’
Diğer yanıtın sahibi ise TRT. Onlar da şöyle diyor:
‘Türkmen TV kuruluyor başlıklı yazınızda belirtilen hususlar gerçekle bağdaşmamaktadır. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na, Türkmenlere yönelik yayın yapacak bir televizyon kurulması yönünde bir talep geldiği doğru değildir. TRT’nin bu konuda bilgisi ya da çalışması yoktur. Durum böyleyken kurumumuzun teknik alanda çalışmalar yürüttüğü, televizyonun kurulması için teknik malzemelerin Silopi’ye gönderildiği ifadeleri asılsız birer iddia olarak kalmaktadır. Bilgi edinmenizi ve gerekli düzeltmenin yapılmasını rica ederim. İmza Cevdet Tellioğlu, Genel Müdür Müşaviri.’
Televizyonu kuran vakıf, ‘TRT teknik destek veriyor’ derken, TRT sözcüsü ‘Haberimiz bile yok’ demeye getiriyor.
Birileri gerçeği söylemiyor. Sizce kim?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kadınlara karşı davranışımızı belirlerken, erkeklerin kadınların müsveddesi olduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2004
<B>ÖNCEKİ </B>akşam yemekteyim. Dünyanın en büyük şirketinin Türkiye’deki genel müdürüyle karşılaştık. ‘Fatih Bey, şu WAN toplantısı var ya, inanılmaz bir olay. Bu zamanda bu adamları Türkiye’ye getirmek, burada bu kadar tutmak olacak şey değil. Aydın Bey’i ben göremem ama siz görürseniz bir Türk vatandaşı olarak teşekkürlerimi iletin. Bu işe emeği geçen herkese de’ dedi.
Gerçekten de, dünyanın en önemli gazetelerinin sahipleri, yayın yönetmenleri ve etkili kalemleri hafta sonundan beri Türkiye’de.
İstanbul’u geziyor, İstanbul’u yaşıyor, Türklerle, Türkiye’yle tanışıyorlar.
Bunlar dünyaya yön veren gazetelerin patronları. ABD’nin ve belki de dünyanın en önemli iki gazetesinin, New York Times ve Washington Post’un patronları efsanevi isimler.
Japonya’nın milyonlarca tirajlı gazetelerinin. Fransa’nın en büyük gazetelerinin patronları ve yöneticileri.
Bunların bırakın toplu halde, bir tekinin bile Türkiye’ye gelmesi büyük olayken, hepsi birden buradalar.
Dünyanın basın devleri buradayken, dünya medyasının kalbi Türkiye’de atarken, rakip gruplar bu büyük olayın içinde olmak, orada kendilerine bir yer bularak evrenselleşmeye doğru bir adım atmak yerine, bu toplantıyı karalıyorlar.
Türkiye adına büyük bir lobi faaliyeti yapma fırsatını değerlendirmek yerine, Aydın Doğan’a ve bu toplantıya saldırıyorlar.
Oysa Aydın Doğan bu toplantıyı Türkiye’ye getirmek için bu örgütte lobi yaparken, dünyanın basın devlerini Türkiye’de ağırlamak için çırpınırken bugün Aydın Doğan’ı karalayanlar neredeydi hatırlıyor musunuz?
Ben hatırlıyorum. Ya banka boşaltmak suçlamasıyla Kartal Cezaevi’ndeydiler, ya da paçayı kurtarmak için siyasi destek aramak üzere politikacıların peşinde.
Bazıları ise o zamanlarda henüz gazete okuru bile olmamışlardı.
Şimdi ise yapabildikleri tek şey bu büyük olaya katılmak yerine karalamak..
Çünkü biliyorlar ki, o toplantıya katılanların hepsi gazeteci.
Ve biliyorlar ki, basını başka amaçla kullananların o toplantıdaki varlıkları kalıcı olamaz. Teşekkürler Aydın Doğan. Bu kadar önemli bir olayın Türkiye’de gerçekleştirilmesini için gösterdiğiniz çabaya.
İyi ki sizin gibileri basında hálá var.
Sanal ortamı da bürokrasiye uydurduk
TÜRKİYE’de yasalar sıklıkla değişir. Hele hele AB müktesebatına uyum sağlamaya çalıştığımız şu süreçte değişim hızı iyice arttı.
Neredeyse tüm yasalarda sürekli bir değişim var.
Bu durumu takip etmek ise giderek zorlaşıyor. Medeni ülkelerde bunun çok basit bir yolu var. Adalet Bakanlıkları veya ilgili kuruluşlar, tüm yasaları ve yapılan değişiklikleri internet ortamına taşıyorlar.
Yani bakanlığın internet sitesine bağlanıyorsunuz, orada yasanın son hali karşınıza çıkıyor. Türkiye’de ise böyle bir durum ne yazık ki böyle değil. Geçenlerde ifade vermeye gittiğim bir savcılıkta saman kağıdına basılmış ve bakanlık tarafından savcılığa gönderilmiş yasa değişikliklerini gördüm.
Tam 1930 model bir durum.
Yasa değişiyor, kağıda basılıyor, Türkiye’deki binlerce savcıya postalanıyor.
Oysa buna internet vasıtasıyla ulaşmak çok daha hızlı, kolay ve ucuz.
Bunu karşısında oturduğum savcıya söylediğimde müthiş bir kahkaha patlattı.
Ve durumu anlattı. Her şeyden önce değişen yasaları anında güne uyarlayan ve yeni halini gösteren bir site herhangi bir resmi kurumda yokmuş.
Ama dahası var. Savcıların Adalet Bakanlığı bünyesinde bu hizmeti veren sanal ortama bağlanması da öyle kolay değilmiş.
Yönetmeliğe göre, bununla ilgili adliyeler tek bir telefon numarası kullanmak zorundaymış ve bağlanacak olan savcılar Başsavcılık’tan izin almak zorundaymış.
‘Pes’ dedim.
Yapılacak iş bir site oluşturmak ve adliyelere birer ADSL hattı bağlamak. Bir anda tonlarca yasa takibatından, bunları sürekli yenilemekten, baskı, kağıt ve posta masrafından kurtulacaksınız.
Ama bu yapılmıyor. Bilgi edinme hızını artırmak ve bürokrasiyi ortadan kaldırmak için var olan ‘internet’i bile bürokratik hale getirmişiz. Bravo bize.
Vuruşma
BEN birkaç gündür köşede ülkedeki inatlaşmalardan dem vurunca, kuzenim Cem ‘Kaç gündür inatçılıktan dem vuruyorsun. Bir örnek de benden olsun’ diyerek güzel bir hikayeyi mail’lemiş.
Aktarıyorum:
‘Bilgenin biri evladına iki tane yün çilesi vermiş ve akşama kadar bunları birbirine vurmasını istemiş. Evlat akşama kadar bunları birbirine vurmuş. Vurdukça yünlerin içindeki toz toprak temizlenmiş, yünler parlamış, daha da güzelleşmiş. İkinci gün bilge kişi evladına bir yün çilesi, bir tane de toprak çömlek vermiş ve ayrı şekilde birbirine vurdurmuş. Yün yine güzelleşmiş, çömlekte ise bir değişiklik olmamış.
Üçüncü gün bilge kişi evladına iki tane toprak çömlek vermiş. Daha ilk vuruşta çömlekler parçalanınca bilge kişi evladını çağırmış ve bundan ne ders aldığını sormuş.
Çocuk bir şey anlamadığını söyleyince bilge kişi anlatmış:
İlk günkü yün çileleri iki anlayışlı, mülayim insanı temsil ediyordu. Hem birbirlerini kırmadılar, hem de birbirlerine çarptıkça olgunlaştılar, arındılar.
İkinci gün sert adamla, anlayışlı adamı temsil ediyordu. Sert yumuşak olana çarptıkça, yumuşak olan ortamı dengeledi, yumuşattı. İkisi de bu işten zarar görmeden sıyrıldılar.
Üçüncü gün ise iki sert adam birbiriyle çatıştı ve ikisi de kırıldı. Üstelik de ortalık toz toprak içinde kaldı.’
Cem’in hikayesi güzel ama bizde çarpışan sertlerden çok çevredekiler zarar görüyor, ortalık berbat oluyor.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Düşmanımızın doğrusuna doğru deme yürekliliğini gösterebildiğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku