15 Temmuz 2004
<B>DIŞİŞLERİ </B>Bakanlığı’nda ciddi bir atama krizi yaşanıyor. <br><br><B>Leyla Şahin </B>ve <B>Merve Kavakçı </B>gibi türban davalarında Türkiye’nin savunmasını hazırlayan Dışişleri Bakanlığı’nın AİHM’den sorumlu dairesine, Doç. Dr. <B>Hasan Nuri Yaşar </B>atandı. Doç. Dr. Hasan Nuri Yaşar, sıradan bir ‘Doçent’ değil.
Tam aksine bildik bir isim.
Türbanla ilgili yazılarında laikliği savunan çevreleri alaya alan, Cumhurbaşkanı Sezer’i ‘istihbarat çalışmaları yapmakla’ suçlayan Doç. Dr. Yaşar’ın söz konusu daireye atanması, bakanlıktaki üst düzey bürokratlar arasında büyük rahatsızlığa neden oldu.
Dışişleri Bakanı Gül tarafından bakanlığın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden sorumlu dairesine ‘geçici görevlendirmeyle’ getirilen Doç. Dr. Yaşar, türban konusunda militanca görüşleriyle tanınıyor.
Leyla Şahin ve Merve Kavakçı gibi davalarda Türkiye’nin savunmasını hazırlayan ve Türkiye’nin bu davaları kazanmasında önemli rolü bulunan daireye siyasi müdahaleyle yapılan görevlendirme, Dışişleri Bakanlığı’nda ciddi bir rahatsızlığa neden oldu.
Doç. Dr. Yaşar, türban konusunda yayımladığı yazılarında Cumhurbaşkanı Sezer’i türbanlılara karşı ‘istihbarat çalışmaları yapmakla’ eleştirmekle ve laikliği savunan çevrelerin hassasiyetini de ‘Yakında başörtülüleri ortadan kaldırmanın en iyi yolu, onları yemektir diyebilirler’ sözleriyle alaya almakla tanınıyor.
Elbette, Doç. Dr. Yaşar türban konusunda veya pek çok konuda devletin resmi görüşünü benimsemek zorunda değil.
Ancak bu kişi yarın öbür gün çok kritik konularda Türkiye’nin savunmasını yapacak.
Bu atamanın ilginç bir yönü daha var. AKP hükümeti, bugüne kadar Dışişleri Bakanlığı’nda teamüllerin dışında bir atama yapmamış, bu bakanlığı özen ve dikkatle korumuştu. Bu da AKP’nin dış politika konularındaki başarısını olumlu etkilemişti.
Bu nedenle de Doç. Dr. Hasan Nuri Yaşar gibi birinin kritik bir göreve atanması, bakanlıkta ciddi bir şok yarattı.
Yaşar’ın atandığı daire, geçen günlerde Leyla Şahin’in Türkiye aleyhine açtığı ‘türban davasını’ kazanmıştı ve şimdilerde de Merve Kavakçı’nın davasının hazırlıklarını yapıyordu.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, değerli diplomat Namık Tan, Yaşar’ın hizmetlerinden türban davası gibi konularda faydalanılmayacağını söyledi ama yine de kafalarda epey bir kuşku var.
Bu atamadan sonra, davaların nasıl bir seyir izleyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Eski dönem siyasetine dönülüyor mu?
CHP’den istifa edip ardından AKP’ye geçen milletvekilleriyle ilgili dün pek çok eleştiri vardı.
Ben bu ‘kolaycılığa’ girmeyeceğim.
CHP ile AKP arasındaki temel farkları göz önüne alırsanız, bu transferleri yapanların tıynetlerini de anlarsınız. Yazmaya değer değiller.
Ancak konunun AKP açısından önemi var.
AKP, Türkiye’de yeni bir dönemi açtığını, temiz siyaset yaptığını iddia etmişti.
Bu nedenle de adını AK Parti olarak telaffuz etmeyi tercih etti.
Biz de onların bu tercihlerine saygı duyduk.
Ancak bu transferler, AKP’nin geçmiş dönem siyasetinin hatalarını bünyesinde barındırdığının işaretidir.
AKP’nin CHP’den gelen bu iki adama çok mu ihtiyacı vardı?
Yooo.
Bunlarla güç mü kazandılar? Yooo. Tam aksine, imajları zedelendi.
Başbakan Erdoğan, bir gezide bana ‘CHP’den gelmek isteyen çok siyasetçi var, ama yanlış olur. Bu nedenle sıcak bakmıyorum’ demişti.
Şimdi değişen ne?
AKP, siyaseten ‘lekelenmiş’ ve ‘lanetlenmiş’ bu iki adamdan ne bekliyor, ne umuyor?
AK dedikleri partinin üstüne leke olarak düşmelerinden başka.
YİMPAŞ’zedeler kan ağlıyor
BAŞBAKAN Erdoğan’ın en büyük sıkıntısının ‘yeşil sermaye’ adı altında dolandırıcılık yapan kuruluşlar olduğunu biliyorum.
Bu sıkıntıyı sık sık dile getiriyor.
Ancak bu şirketler bildikleri gibi at oynatmaya ve halkı dolandırmaya devam ediyorlar.
Gerçi halk da dolandırılmayı hak etmiyor değil.
Geçmişte defalarca bu gibi kuruluşları yazdım, televizyon programı yaptım, milleti uyardım, ama dinlemediler.
Onlar beni dinlemeseler de, onların haklarını korumak yine bizim işimiz.
Şimdilerde halkı en fazla mağdur eden kuruluş YİMPAŞ.
Burada ilginç ‘dümenler’ dönüyor.
Vatandaş ortak oluyor, ama neye ortak olduğunu bilmiyor.
Şirketlerin bazıları kárlı, bazıları değil.
Hepsinin başı YİMPAŞ ama sonrasındaki unvan değişik.
Kárlı görünen YİMPAŞ’lara şirketin ‘kurucuları’ ortak, vatandaş ise zarar edenlere.
Ortada müthiş bir mağduriyet var.
Parasını alıp çıkmak isteyene ‘Git ortak bul’ deniyor.
Yüzlerce, binlerce kişi kan ağlıyor.
Ama kimsenin baktığı yok.
Hem SPK’nın, hem Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın konuyu acilen ele alması gerekiyor.
2. JETPA olayı geliyor.
Haberleri olsun
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Çuvala girecek bir çürük elmanın bütün çuvalı çürüteceğini çiftçiler kadar siyasetçiler de bildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2004
<B>YILLARDIR </B>araştırmalarını İsviçre’nin Davos kentindeki bir klinikte sürdüren Türk bilim adamı Profesör <B>Cezmi Akdiş,</B> dünyanın en prestijli bilim ödüllerinden birini aldı.Akdiş, yıllardır immünoloji ve astım üzerine çalışmalar yürütüyor.
Yüzlerce ödülü var. Türkiye’de de 1998 yılında Sedat Simavi Tıp Ödülü’nü aldı.
Şimdi aldığı ödül ise bugüne dek bir Türk bilim adamının aldığı en üst düzey ödüllerden biri.
Bilim dünyasında ‘Nobel’in bir alt seviyesi’ olarak kabul edilen ödüllerden.
Alerji alanında en prestijli ödül olarak kabul edilen bu üdülü veren Avrupa Alerji Araştırmaları Vakfı adlı bir kuruluş.
33 yıldır her üç yılda bir verilen ödülü bugüne kadar çok önemli bilim adamları almış. Bu ödüle sahip olan 11 kişiden biri ve sonuncusu bir Türk, Cezmi Akdiş.
Şimdiye dek klinik immünoloji dalında Avrupa’da verilen tüm ödülleri en az bir kez alan Cezmi Akdiş’in aldığı bu ödül çok önemli.
Açıkçası, bir Türk bilim adamının böyle bir ödülü alması beni çok mutlu etti.
Fakat sizin aklınıza gelen bir soruyu tahmin edebiliyorum.
‘Neden araştırmalarını Türkiye’de değil de, İsviçre’de yapıyor?’ diye.
Cezmi’ye bu soruyu ben de birkaç yıl önce sordum.
Bilim adamı ciddiyetiyle bana uzun bir makale yazıp yolladı, Türkiye’de niye bilim yapılamıyor diye.
Bir gün belki Cezmi Akdiş’in özenle sakladığım bu mektup-makalesini de bu köşede kullanırım.
YÖK gibi kurumlar siyaset değil, bilim yapmaya başladığı zaman kullansınlar diye.
Erdoğan’ın çıkışları, Yahudi lobisini gerdi
İSRAİL ’in Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinden rahatsız olduğunu biliyoruz. Ancak İsrail’i rahatsız eden eleştiriler değil. Eleştirilerdeki üslup. İsrail genel olarak eleştiriye açık ve alışkın bir ülke.
ABD dışında İsrail’i eleştirmeyen ülke yok. İsrail ise bu eleştirileri tebessümle karşılayıp ‘kendi güvenliğini’ gerekçe göstererek bildiğini okuyor.
Türkiye’nin de bölgedeki dengeler, geçmişi, ilişkileri nedeniyle İsrail’i eleştirmesinden rahatsız değiller.
Onlar açısından sorun üslup ve İsrail’in yönetim olarak değil, ülke olarak hedef alınması. ‘Terörist devlet’ ile ‘devlet terörü’ söylemleri arasında bir fark göremiyorlar. Rahatsızlığın da temel kaynağı bu.
Çünkü İsrail’in devlet politikası, Türkiye ile sıcak ilişkilerin sürmesine yönelik.
Ve bu ilişkiyi ne İsrail’deki, ne de Türkiye’deki iktidarlarla bağlantılı olarak görmüyorlar.
İsrail’e göre Türkiye, Ortadoğu’daki tek ‘devlet gibi devlet’ ve tek muhatap.
Erdoğan’la başlangıçta kurdukları ‘uyumlu’ ilişkinin sürmesini istiyorlar. Çünkü Erdoğan’ı Müslüman dünyanın lideri olarak konumlandırmaya çalışıyorlar.
Bu nedenle de gerilen ilişkileri yumuşatabilmek için başbakan yardımcısı düzeyinde geliyorlar. Hem sıkıntılar aktarılacak, hem de ‘stratejik işbirliği’nin konuları masaya yatırılacak.
ABD ve AB içindeki Yahudi lobisinin Türkiye’ye bugüne kadar gösterdiği destek hatırlatılacak ve ilişkilerin yönü bir kez daha görüşülecek.
Başbakan Erdoğan, İsrail Başbakan Yardımcısı’na randevu vermediğini geçen hafta Teke Tek’te açıkladı.
Ben de Başbakan’a ‘Bu bir tavır mı?’ diye sordum. Yanıt vermedi. Tebessüm etmekle yetindi.
Eski Kudüs Belediye Başkanı, Başbakan Erdoğan’la görüşemese de, mesajların adresi Başbakan Erdoğan olacak.
Türk tarafı da İsrail’e asıl rahatsızlığın Kuzey Irak kaynaklı olduğunu aktaracak. Çünkü Türkiye, İsrail’in Kuzey Irak’taki varlığını ve faaliyetlerini inkar etmesini kabul etmiyor.
İsrail’in Kuzey Irak’la ilgili ‘inkar’ tavrı Ankara’da ‘Yatakta yakaladık. Giyindiler. Odadan çıktılar ve şimdi inkar ediyorlar’ diye yorumlanıyor. Ki, Ankara bunda haklı.
İsrail’in Kuzey Irak’ta attığı her adım, bölgede yıllardır ciddi bir istihbarat ağı kurmuş Türkiye’den izleniyor, biliniyor.
Ehud Olmert’in ziyareti bölge açısından çok önemli. İzleyip göreceğiz.
NOT: İsrail Başbakan Yardımcısı Olmert bu akşam Teke Tek Özel’e katılacak ve sorularımızı yanıtlayacak...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Türkiye Futbol Ligi’nin değerinin el ele vermiş medya gruplarınca düşürülmesine federasyon izin vermediği zaman.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2004
<B>BÜLENT Arınç </B>bana yolladığı mektupta, milletvekillerinin <B>‘ayrıcalıklı’</B> bir zümre gibi gösterilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Buna katılıyorum. Türkiye’de sürekli olarak milletvekillerinin maaşları, şunları, bunları konuşulur.
Ben kendi payıma milletvekillerinin çok yüksek maaş aldıklarını düşünenlerden değilim. Bugün milletvekili maaşı, özel sektörde çalışan orta düzey bir yönetici maaşıyla aynı.
Bunda bir sıkıntı yok. Bence artmalı bile. Çünkü görev ağır ve önemli.
Ama bu maaşı ‘kıyak emeklilik’ yasaları ile milletvekilliğinin sona ermesinden sonra da almaya çalışmak ‘ayıp’.
Ev meselesine gelince.
Milletvekillerine ‘kira yardımına’ sonuna kadar evet.
Ama lojmana hayır. ‘Kıyak yapılıyormuş’ havası uyandıracak arazi tahsislerine, milletvekili kooperatiflerine de hayır. Üstelik vekiller milletvekilliği sona erince Ankara’da kalmayacaklar ki!
‘Pek çok üst düzey bürokrat da böyle kooperatif kurmuyor mu?’ diyenler olabilir.
Haklı da olabilirler.
Ama milletvekilliği o kadar onurlu bir iş ki, bu onurun korunması, bir evden çok daha önemli ve değerli.
Yakışıksız kooperatif
LOJMANLARI kamuoyu tepkisi ve vekillerin halkla birlikte olması gibi iki son derece geçerli nedenle boşaltılan milletvekillerinin, Ankara’da TOKİ’den alınan bir arazide kendilerine ‘ev’ yaptırma hazırlığında olduğunu Türkiye Kanal D Haber’den ve bu köşeden öğrendi.
Kanal D Haber parlamento şefi arkadaşım Tülay Çetingüleç’in haberi çok ses getirdi.
Bu habere ilişkin olarak dün Meclis Başkanı Bülent Arınç’tan bir ‘cevap’ yazısı geldi.
Bülent Bey, ‘Öylesine kesin ifadeler kullanmışsınız ki, projeyi tekrar gözden geçirme ihtiyacı hissettim’ diyor ve ekliyor: ‘Meclisimizin ve vekillerimizin saygınlığı için ne kadar duyarlıysam, haksızlığa uğramaları konusunda da o kadar duyarlıyım.’
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın haberle ilgili düzeltilmesini istediği 4 nokta var.
1. Toplukonut için belirttiğiniz arazi Çayyolu’nda değil, Eskişehir yolunda meskun olmayan boş bir arazidir.
2. Bu konutların güvenlik gibi giderlerinin Meclis tarafından karşılanacağı ifadesi tamamen yanlıştır.
3. Konutlar süper lüks değil, orta değerde yapılardır.
4. Toplu Konut İdaresi MEB, OYAK, Emniyet Teşkilatı, GSGM için ne yaptıysa, bu projede de milletvekillerimiz ve personelimiz için aynısını yapacaktır. Ne bir ayrıcalık, ne bir imtiyaz, ne de vatandaş için alınan bir araziyi haksız yere milletvekillerine tahsis vardır.
Sayın Arınç’ın itirazları bunlar. Ve şunu söylemek isterim ki, Bülent Bey’in yanıt mektubu son derece hoş bir üslupla kaleme alınmış. Yaptığımız uyarının nedeni ve niyetimizle ilgili en küçük bir ‘ima’ yok. Ki, bu basın olarak bizim pek alışık olmadığımız bir şey.
Benim söylemek istediğim şu, milletvekillerinin böyle bir hareketi toplumda yanlış değerlendirilebilir.
Toplum bu değerlendirmede detayları bilmez. Olaya bakar ve kararını verir. Bu kadarı da Meclisimizin ve vekillerimizin saygınlığına gölge düşürür.
Bu nedenle de milletvekillerinin atacağı her adım ‘fazladan’ bir hassasiyeti gerektirir.
Van’da devlet yok mu?
VAN’da olanlar, herhangi bir ‘devlet düzeni içinde’ olabilecek şeyler değil. Olan biteni okuyunca sanki Kolombiya’da, Afganistan’da yaşanan bazı olayları okuyor, ya da bir abartılı bir film sahnesi izliyor gibiyim. Bir kişi uyuşturucu kaçakçısı olduğu iddiasıyla yakalanıyor. Yakalanan kişinin teslim edileceği yere kaçakçının adamları silahla baskın yapıyor ve kaçakçı olduğu iddia edilen kişiyi kaçırıyorlar..
İlin valisi de kaçırılan kişi yerine eski milletvekili olan babasını rehin alıyor. Bu arada polis içinde köstebek olduğu iddiaları var ki, veriler iddiaları geçerli kılıyor, kaçakçı olduğu iddia edilen kişinin babasının Ankara’da bazı bakanları devreye sokmaya çalıştığı dedikoduları dolaşıyor.
Bütün bunlar olup bitiyor ve kimse somut bir adım atmıyor.
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ya sormak istiyorum:
Ortalıkta bu kadar iddia ve bu kadar vahim bir durum varken, bütün bu olayların göbeğindeki Vali ve Emniyet Müdürü nasıl hálá o koltukta oturuyorlar. Neden acil bir soruşturma başlatılmıyor. Neden soruşturmanın ‘selameti’ açısından bu kişilere ‘geçici olarak’ da olsa işten el çektirilmiyor.
Devletin bu kadar aciz duruma düşürülmesine neden seyirci kalınıyor.
Neden, bilmek istiyoruz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İyi niyetli eleştirilere iyi niyetli karşılıklar geleneksel hale geldiği zaman.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2004
<B>AKP </B>iktidara gelir gelmez ilk icraatlarından biri <B>‘Milletvekili Lojmanları’</B>nı boşaltmak ve daha sonra da bunları satışa çıkarmak olmuştu. Gerekçe ise vekillerin halkla iç içe olmalarını sağlamak ve ‘izole’ bir şekilde yaşamalarının önüne geçmekti.
Lojmanlar boşaltıldı ve satışa çıkarıldı.
Bu lojmanlara yönelik kamuoyu tepkisi de lojmanların boşaltılmasında etken olmuştu.
Düne kadar bu lojmanlardan 25 adedi satıldı. Bunun karşılığında 5.6 trilyon lira para tahsil edildi. Lojmanların elektrik, su ve doğalgaz borçlarına karşılık olarak da 1.4 trilyon lira devletin kasasından çıktı.
Ancak milletvekili lojmanlarının başaltılmasının üzerinden 2 yıl bile geçmeden milletvekilleri ‘Ev isteriz’ demeye başladılar.
Kiraların yüksekliğinden, oturacak milletvekiline layık ev bulamamaktan şikáyet eden vekiller, Meclis Başkanlığı’nın kapısını aşındırmaya başladılar.
Ve sonunda Meclis Başkanlığı Toplu Konut İdaresi’ne başvurarak arazi talebinde bulundu.
Milletvekillerinin talebini ‘yerinde’ bulan TOKİ Başkanlığı, vatandaşa toplu konut yapmak üzere daha önce alınan bir araziyi milletvekillerine konut yapılmak üzere tahsis etti.
Arazi Ankara’nın gelişen gözde semtlerinden Çayyolu’nda ve oldukça değerli.
Hazırlanmakta olan projeye göre, bu arazide milletvekilleri için dubleks villalar ve lüks apartmanlar inşa edilecek.
Anladığım kadarıyla bu yapılacak konutlar lojman olmayacak ve uygun taksitlerle milletvekillerine satılacak.
Kimse yanlış anlamasın, milletin vekillerinin kooperatif kurarak ev sahibi olmalarına hiç ama hiç karşı değilim.
Her vatandaş gibi onların da buna hakkı var.
Karşı olduğum, milletvekillerinin ayrıcalıklı bir zümre gibi hareket etmesi veya Toplu Konut İdaresi’nin milletvekillerine ayrıcalık yaparak, vatandaşa konut yapılmak üzere aldığı bir araziyi milletvekillerine tahsis etmesi.
Başbakan Ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın da Meclis’in vatandaşın gözünde erozyona uğrayan saygınlığını yeniden kazandırmak için çabaladığını ve bugüne kadar bu konuda önemli mesafe kaydettiklerini biliyorum.
Ancak bu yeni ‘lojman kooperatif’ rezaleti, alınan mesafenin sıfırlanmasına neden olacak.
Değer mi, değmez mi bir kez daha düşünsünler.
Aziz Yıldırım bir kulüp daha alıyor
FENERBAHÇE Başkanı Aziz Yıldırım uzun süren ‘staj’ dönemi sonunda ‘iş bilir’ bir kulüp başkanı haline gelme yolunda. Fenerbahçe, sportif ve sosyal tesisleri, hepsinden de önemlisi stadı ile iyi bir çıkış yapmış, bunu bu sezon şampiyonluk ile taçlandırarak rakipleri karşısında ciddi bir avantaj yakalamıştı. Fenerbahçe Başkanı’nın bir avantajı da, bu dönemde en güçlü rakip Galatasaray’ı ‘kötü bir yönetim’ ile yakalamış olmaktı.
Fenerbahçe Başkanı Yıldırım, şimdilerde sarı lacivertli kulübün patronu gibi.
İstemediğine loca vermiyor, istediğine ceza veriyor ve kulüpte mal sahibi gibi davranıyor.
Kulüp sahibi olmak Aziz Yıldırım’ın çok hoşuna gitmiş olmalı ki, şimdi bir başka kulübü satın almak istiyor. Bu kulübün adı İstanbulspor. TMSF’nin malı olan bu kulüp için Aziz Yıldırım çok üst düzey girişimlerde bulunuyor. Çok önemli bir haber kaynağının bana aktardığına göre Yıldırım’ın İstanbulspor için önerdiği miktar tamı tamına 9 milyon dolar. Bu miktar TMSF’ye bu kulüp için önerilen en yüksek miktar.
Anlayacağınız Aziz Yıldırım’ın önünde İstanbulspor’u almak için parasal bir engel yok. Ancak ‘etik’ konusu TMSF’yi düşündürüyor. Aziz Yıldırım’ın 1. ligde şampiyonluğa oynayan bir kulübün başkanı olması, bu kişiye bir kulüp daha vermek ligde şaibe laflarını artırır ve lige gölge düşürür mü diye düşünülüyor.
Ancak Yıldırım’ın bu durumu ‘paravan’ bir alıcıyla aşması da mümkün görünüyor.
Buz gibi ada
GALATASARAY ’ın Boğaziçi’nde, Kuruçeşme’nin az açığında iki kıta arasında müthiş bir adası vardır. Bu ada geçmişte kürek takımına ev sahipliği yapar ve Galatasaray’ın sosyal tesislerinin bir bölümünü barındırırdı. Ancak son yıllarda tam bir mezbelelik halini almıştı. Adayı sezonluk işletme için kiralayan müşteriler ucuz fiyatlarla, son derece kötü bir hizmet verir, eşini dostunu adasına götürmek isteyen Galatasaraylıların utanmasına neden olurlardı.
2. Başkan olduğum dönemde özellikle Avrupalı rakip kulüplerin yönetimlerini bu ‘bakımsız’ adada ağırlamaktan sıkıntı duydum ve buranın ‘doğru düzgün’ bir hale gelmesini yönetimin gündemine taşıdım.
Galatasaray Adası adına layık, şık bir yer olmalıydı ve kulübe masraf kapısı olmaktan çıkıp, gelir sağlamalıydı.
Yönetim buna ‘Olur’ dedi. İlk teklifi Laila’nın işletmecisi Şefik Öztek’e yaptım. Öztek, ‘Adı çok Galatasaray. Üstelik de denizin ortasında iş yapmaz’ diyerek reddetti. O sırada Ünal Aysal diye biri beni aradı. Ada ile ilgileniyordu. Buraya aynı Dubai’deki Burj el Arap Oteli gibi İstanbul’un simgesi olacak bir tesis yapmak istiyordu.
Oturduk konuştuk. Projeyi inceledik, kirada anlaştık ve adayı kiraladık.
Bazı Galatasaraylılar tepki gösterdi. Ucuza eğlenebildikleri sosyal bir mekanı kaybetmek istemiyorlardı.
Ben ise ‘Galatasaray üyesi olmak yeterli ayrıcalıktır. Dahasına gerek yok. Bu kulüpten hem Türkiye, hem Avrupa şampiyonu olmasını, hem de üyelerine ucuz rakı içirmesini isteyemezsiniz’ dedim. Üstelik adadan gelen para ile Kalamış’taki sosyal tesislerimizi de Galatasaray’a yakışır hale getirecektik.
Ünal Aysal henüz o müthiş projeyi hayata geçiremedi. Ve ada bu sezon için Buzz Bar’a kiralandı. Onlar da 2 trilyonu aşkın bir para ile adayı enfes bir yer haline getirmişler. İlk kez cumartesi akşamı gittim.
İstanbul’un en güzel mekanlarından biri olmuş. Ve içerde bazı Fenerbahçeli dostlarıma rastladım.
Tepede dalgalanan Galatasaray bayrağını işaret edip, ‘İşte adamı bu bayrağın altına böyle oturturlar’ dedim.
Güldüler.
‘Vallahi içimiz kan ağlayarak geldik ama çok güzel olmuş’ dediler.
Bu daha bir şey değil. Siz o adayı bir de iki sene sonra görün.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yöneticiler en azından yanlış yaptıklarını idrak edebildikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2004
<B>Başbakan Tayyip Erdoğan’</B>ın kızı bu pazar evleniyor. <br><br>Allah mesut etsin. Bir ana-babanın en büyük özlemidir evladının <B>‘mürüvvetini’</B> görmek. Başbakan’ın kızının nikah töreni için oluşturduğu davet listesi bazılarının tepkisine neden oluyor. Yabancı devlet başkanları, krallar.
Bana da bu durumu protesto eden yüzlerce faks, mail, telefon geliyor. ‘Yazın bunu Fatih Bey, bu ne ayıptır.’
Kimi köşe yazarları da bu durumu eleştiriyorlar.
‘Türkiye’de hikah şahitliği yapacak kimse kalmadı mı?’ diyen de var, ‘Böyle şatafatlı düğün yapılır mı?’ diyen de.
Bana gelen mesajlarda ‘Başbakan’ın kızı evlenecek diye 5 bin polis görevlendirilmiş. Ayıp değil mi? Devletin kaynakları israf oluyor’ diye öfkelenen de.
Okur her zaman haklıdır ama köşe yazarlarının bu sığ bakış açısına düşmemeleri lazım.
Bence Tayyip Erdoğan son derece doğru bir iş yapıyor.
Bulunduğumuz coğrafyadaki liderlerle sıkı bir dostluk ilişkisi geliştiriyor.
Eskiden Avrupalı liderlerin birbirleriyle şakalaşan, dost fotoğraflarını görür, bunun dışında kalıyoruz diye hayıflanırdık.
Şimdi bir adam çıkıyor, çat pat İngilizcesi ile kafa göz yara yara bu liderlerle dost oluyor.
Düğününe davet ediyor, onların iyi kötü günlerinde yanlarında oluyor. Uluslararası Liderler Kulübü’nün bir parçası olmaya çalışıyor. Yıllarca dışında kaldığımız, bir ara Turgut Özal’ın kapısını zorladığı, Tansu Çiller’in girebilecekken son anda üyelik talebinin reddedildiği kulübün asil üyesi oluyor. Onlar şarap kadehini kaldırırken, bizim Başbakan portakal suyu içiyor, et yemeklerini içinde domuz eti vardır diye yemiyor belki ama, kültür farkına rağmen içlerine giriyor..
Ben Tayyip Erdoğan’ın bu tavrını çok doğru buluyorum.
Kızının düğününe de çağırsın, torununun sünnetine de.
Aslına bakarsanız yapılan işe karşı olan yok. Bazıları yapana karşı. Aynı şeyi yapan ‘kafalarına göre’ biri olsaydı ayakta alkışlarlardı.
Ne erken seçim var, ne baskın
TEKE Tek’te Başbakan Erdoğan konuğumdu. Bakıyorum çevrede bir izlenim var. ‘Başbakan en fazla Teke Tek’e çıkıyor’ diye. Hatta Milliyet’in televizyon sayfasını hazırlayan vatandaş durumu ‘İmalı’ bir başlıkla süslemiş ‘Bir Teke Tek klasiği’ diye.
Oysa Başbakan pek çok programa katılıyor. Ama en önemli açıklamaları Teke Tek’te yaptığı ve her Teke Tek sonrası programda konuşulanlar gündemi oluşturduğu için sanki başka programa çıkmıyormuş gibi bir izlenim doğuyor.
Açıkçası ben durumdan rahatsız değilim. Bir televizyoncu o ülkenin en üst siyasi kimliğini konuk etmekten keyif alır. Hele hele Erdoğan gibi açık ve net konuşan, sorulardan kaçmayan, sorulmasından en hoşlanmadığı sorulara da ‘Bu soru için ayrıca teşekkür ederim’ diyen bir lideri... Tabii bir de zamanlama meselesi var. Biz gündemi takip ediyor ve davetimizi aylar öncesinden yapıyoruz. O da ayrı. Önceki akşam Beylerbeyi Sarayı’nın müthiş atmosferinde konuştuk. Konuşulanlar dün bütün gazetelerde haberdi.
Ancak benim bir şey çok dikkatimi çekti.
Vatan Gazetesi Başbakan’ın erken bir seçim planladığını yazmıştı. Bu duyumlar bize de geliyordu. Bunu Başbakan’a sordum. Net ve açık bir yanıt, hatta daha ötesi söz verdi. Aynen şöyle dedi:
‘Ben geçmişte siyaseti izlerken, kendini güçlü hisseden liderlerin baskın seçimlerle, erken seçimlerle bu gücü oya ve iktidara çevirme gayretlerini hep kınadım. Bunun hep yakışıksız olduğunu düşündüm. Üstelik bakın bugün ne onlardan ne de onların partilerinden eser kaldı. Siyasetle böyle oynamamak lazım. Ben bu parlamentonun yasal süresinin sonuna kadar kalmasından yanayım.’
Ben de sordum: ‘Bu bir söz mü, temenni mi?’
Net yanıtladı:
‘Söz diye alabilirsiniz. Zamanından önce seçim yapmam.’
Sarıgül, solu ileri götürür mü?
CHP’nin elle tutulur tek ‘lider adayı’ Mustafa Sarıgül, genel başkanlığa doğru koşusunu bu hafta Sivas’tan başlatıyor.
İlginç ve iddialı bir tercih. CHP’nin çok güçlü olmadığı, buna karşın Mustafa Sarıgül’le birlikte hareket etmesi şimdilik mümkün görünmeyen bazı CHP’lilerin güçlü olduğu bir kent.
Musafa Sarıgül’e pek çok ‘klasik’ CHP’li burun kıvırıyor. Kimileri ‘sol ideolojiyi’ temsil etmediğini söylüyorlar, kimileri ise ‘yeterince’ partili olmadığı kanaatindeler.
Sol ideoojiyi temsil etmek ne demek anlayamıyorum. Çünkü Mustafa Sarıgül, siyasette hep sol partilerde yer aldı. Herhalde bunu kastetmiyorlar. Kastedilen, Türkiye’de bazılarının sol diye yutturmaya kalkıştığı icraatsız, her şeye muhalif tavırsa Sarıgül’ün bunu temsil etmediği ortada.
Çünkü Sarıgül, işi, çalışmayı ve başarıyı temsil ediyor. Bunlar Türkiye’de solla ‘çelişen’ kavramlarsa Sarıgül’le ilgili ‘çekingenlik’ haklı olabilir.
Ancak ben Sarıgül’ün sola bir hareket getireceğini, solun projeler üretecek bir şekilde yapılanmasını sağlayacağını biliyorum.
Ancak bana sorarsanız Sarıgül’le ilgili ‘itiraz’ beyan eden CHP’lilerin iki temel ama söyleyemedikleri ‘kaygısı’ var.
Birincisi ve önemlisi Sarıgül, solun klasik ‘Beyaz Türklerini’ temsil etmiyor. Çünkü Sarıgül toplumun en alt katmanlarından tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş biri. Bazı CHP’liler onu kendilerinden görmüyor, bazıları ise ‘kıskanıyor’.
Bir diğer unsur ise Sarıgül’ün aşırı medyatik olması. CHP’nin tutucu kesimleri bunu bir zaafiyet olarak görüyor.
Şurası bir gerçek ki, CHP’nin bugünkü yapısı ile Sarıgül’ün ortaya koyduğu kişilik bağdaşmıyor.
Ama solun bugünkü yapısı ile toplumun ne kadar bağdaştığını göz önüne alacak olarsanız, ‘Sarıgül CHP’yi ileri götürür mü?’ sorusunun yanıtını da bulursunuz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
İftiraların iftiraya uğrayanları önce üzüp, sonra yücelttiğini iftiracılar da anladığı zaman.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2004
<B>DÜN </B>CHP’nin yeniden baraj altına doğru gittiğini söyleyince CHP’lilerden tepki geldi. <br><br>Oysa içimiz kan ağlasa da, bizde yalan yok. <br><br>Soldaki alternatifsizliğe rağmen CHP geri gidiyor. İşte size ANAR’ın son araştırmasında ortaya çıkan siyasi eğilimler.
Herkes baksın, takkeyi önüne koysun ve iki kere düşünsün.
3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 34.4 oy alan, oyunu son yerel seçimlerde yüzde 41,7’ye çıkaran AKP’nin yükselişi sürüyor. ANAR’ın anketine göre bugün seçim olsa AKP’ye oy vereceklerin oranı yüzde 52.7.
CHP hálá ve her şeye rağmen ikinci parti ama muhalefette bile oy kaybı devam ediyor. CHP 3 Kasım seçimlerinde yüzde 19.5 oy almış, yerel seçimlerde bunu 18.2’ye düşürmüştü. Son üç aydaki düşüş vahim. CHP yüzde 16.9’a düşmüş.
Düşen bir diğer parti DYP. Parti 3 Kasım’da yüzde 9.6 oranında oy almış, yerel seçimlerde bunu yüzde 10’a çıkarmıştı. Şimdi ise yüzde 7.7’ye gerilemiş.
MHP de benzer bir durumda.
Genel seçimde yüzde 8.8 oy alan parti, yerel seçimde yüzde 10.1’e çıkmıştı. Şimdi yüzde 8’e gerilemiş.
DEHAP ise istikrarlı düşüşünü sürdürmüş ve yüzde 6,2 olan genel seçimdeki oy oranını, yerelde 5.1’e, şimdi de 4.3’e geriletmiş.
Siyasi tablo bu.
Halk böyle düşünüyor.
Kimse basını falan da suçlamasın.
Basın desteğiyle siyaset olmuyor. Yıllarca Yılmaz’a, Çiller’e ne destekler verildi.
Sonuç ne oldu. Giderek küçülüp yok oldular.
Vatandaş yapılanı okumuyor, hissediyor, yaşıyor. En azından umut besliyor.
Ve Tayyip Erdoğan’dan hálá umutlu.
Kim Türkler’den daha Avrupalı?
BİR dönem, Türkiye’nin AB üyeliğine en fazla karşı çıkanlar Fransız aydınlarıydı. Ancak bu tavır değişti. Şimdi Fransız aydınlar, Türkiye’nin AB üyeliğini Türklerden daha iyi savunuyorlar..
Galatasaray’dan sınıf arkadaşım Ayı Mustafa’nın bana yolladığı Le Point dergisindeki makale bunun ilginç örneklerinden biri.
Yazar Patrick Besson, ‘Türkler Avrupalı mı?’ sorusuna yanıt arıyor ve Türkler’in Avrupa’daki en Avrupalı millet olduğu sonucuna ulaşıyor. Besson’un yazısından biraz alıntı yapayım da, Fransız entelektüellerinin bakış açısını anlayalım:
‘Türklere Avrupalı değilsiniz diyecek olanın vah haline. Türkler yüz yıllarca Avrupa’da oturdular. Onları o zamanlardan Osmanlılar olarak biliyorduk. Belgradlı, Atinalı, Saraybosnalı, Bükreşli, Budapeşteli olabilirlerdi ama hepsi Türk’tü. Şimdi bunlara nasıl Avrupalı değilsiniz diyebiliriz. Bugün Avrupa’da gördüğümüz camileri yüzyıllar önce ve yüzyıllar boyunca Türkler yapmadı mı?
Türkler, Avrupa’daki çeşitli ülkelerde, herhangi bir Avrupalı’dan daha çok yaşadılar. Bugün Avrupa’yı oluşturan topraklarda yüzyıllarca Türkler çoğunluktaydı.
Belki 1940-45 arasında Almanlar da aynı durumdaydılar ama sadece 4 yıl için. Oysa Türkler 600 yıl boyunca Avrupa’yı oluşturdular..
Bakın size 1909 yılında Türk Parlamentosu’nun kompozisyonunu vereyim:
147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi. Neredeyse Strasbourg’daki parlamento gibi değil mi?
Türkler Avrupalı değilse sizce nereli? Asyalı mı? Zannetmem, yeterince sarı değiller. Afrikalı? Olamaz. Yeterince kara değiller. Amerikalı? Yok canım daha neler. Bana okulda öğretildiği kadarıyla Amerika yokken onlar vardı. İki seçenek kalıyor. Türkler ya Avrupalı veya Türkler Türk..
Eğer Türkleri sadece Türk olarak göreceksek ve hiçbir kimliğe dahil etmeyeceksek durum bu. Hiçbir yere ait olmayan, kimseyle uyuşmayan bir kimlik.. Çölde yalnız başına büyümüş bir ağaç gibi.’
Makale biraz daha uzun. Matrak bir dille kaleme alınmış, dalgacı bir üsluba sahip.
Ama Fransa’daki siyasi olmayan bakış açısını da yansıtan bir makale...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Rakibin düşmesiyle değil, kendi koşumuzla kazanmaya çalıştığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2004
<B>FUTBOL </B>Federasyonu Başkanlığı için <B>‘sonunda’</B> iyi bir aday çıktı. <br><br>Ben <B>Haluk Ulusoy </B>federasyonunu başarısız bulanlardan değilim. <br><br><B>‘Daha başarılı olabilir miydi’</B> sorusuna ise <B>‘Evet’</B> yanıtını veririm. Ancak bu iş bir ufuk meselesi. Ufuk ise kültürle, birikimle olacak bir şey. Ulusoy, kendi ‘çapında’ iyi işler yaptı. En büyük hatası ise Şenol Güneş oldu.
Ancak sağlam duruşu, yayın ihalelerindeki başarısı, federasyona mafyayı sokmayışı olumlu yanlarıydı. Şimdi Ulusoy’un karşısında çok daha iyi bir aday var. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim Futbol Federasyonu Başkanlığı için kafamdaki isim Şenes Erzik. Ama Erzik’in aday olmadığı yerde Levent Bıçakçı ‘İkinci en iyi’ adaydır. Ulusalararası futbol çevrelerindeki saygın yeri, UEFA’daki üst düzey görevi, spor bilgi ve birikimi ile Bıçakçı, Türkiye’nin özlem duyduğu türdeki spor adamlarından biridir.
Bugüne dek her türlü polemikten uzak kalmış olması, Türkiye’deki futbolun çirkefinden nasiplenmemesi ise diğer artılarıdır.
Bıçakçı’nın listesi henüz net değil. Ancak sanırım kendine yakışır bir yönetim de oluşturacaktır.
Kulağıma gelen isimler arasında bence bir tek Levent Kızıl listeye zarar verebilir. O da geçen sezon sonuna doğru Bursaspor’u korumak için yaptığı hamlelerden dolayıdır... Bıçakçı’nın adaylığı Türk futbolu açısından olumlu bir hamledir.
Futbolu yürekten sevenlerin gönlü onunla olacaktır.
Baykal Barajlar Kralı unvanını kapacak
‘BİR musibet bin nisahitten iyidir’ derler ya, yalan. En azından eksik.
Musibet, nasihatten iyi olabilir ama musibetten dersini alacak ‘aklı olana’.
Bu memleketin ‘sol seçmeni’, 1999 seçimlerinde Deniz Baykal’a ve ona kayıtsız şartsız biat eden ‘örgütüne’ iyi bir ders verdi.
‘Koskoca’ CHP, ‘küçücük’ adamlar yüzünden baraj altında kaldı ve Meclis’e giremedi.
Ardından Baykal’ın göstermelik istifası, çalkantılı bir dönem ve kurtarıcı olarak Baykal’ın yeniden dönüşü.
Konjonktür de denk düşünce, CHP tüm başarısızlığına rağmen yeniden Meclis’e girmeyi başardı.
Gerçi aldığı oy oranı siyasal tabloya göre komikti ve CHP’nin oylarının yarısını yarışı ikili bir hale getiren AKP Genel Başkanı, diğer yarısını da DSP’yi bitirmek için her şeyi yapan Ecevit sağlamıştı ama olsun.
Ancak CHP bir türlü iflah olmadı.
Hiçbir beklentiyi karşılayamadı.
Ucuz muhalefet üretti ama iktidara karşı bir alternatif olamadı.
‘AKP giderse ne gelir’ sorusuna karşılık olarak hiçbir zaman CHP adı anılmadı.
Parti elindeki ‘değerleri’ vitrine sürmekten korktu, kaçındı.
Hiçbir sosyal veya ekonomik politika üretemedi.
Heyecan yaratamadı.
Ve önümüzdeki seçimde yine baraj altında kalma havasına girdi.
Buna karşılık küçük bir grup CHP’li baş kaldırmak istedi.
Onlara karşı da ‘göstermelik’ kurultaylar düzenlendi, kürsülerden galiz bir biçimde hakaretler edildi.
CHP kendini yenilememekte, daha bana yakışan bir tabirle ‘adam olmamakta’ ısrar edecek gibi duruyor.
Ama öyle görünüyor ki, bir sonraki seçimde Baykal yine ‘Barajlar Kralı’ olacak.
CHP ise bir daha toparlanır mı, toparlanmaz mı bilmem.
CHP’ye ‘Atatürk’ün partisi’ diyerek oy toplyamaya çalışanlar, Atatürk’ün mirasını har vurup harman savurup yok ediyorlar.
Ben ona yanıyorum.
Statükocular gol yedi hakem de golü verdi
BİZ Kıbrıs’ta Annan Planı’na ‘Evet’ denilmesi gerektiğini savunurken, neredeyse ‘hain’ damgası yedik.
Denktaş’la ve takipçileriyle konuştuğumuz her seferinde ‘Biz evet diyelim. Rumlar hayır diyecek’ derken, Denktaş ve şürekası ‘Bu Rum oyunu siz onları bilmezsiniz’ dedi.
Sonunda sonuç bizim dediğimiz gibi oldu. Denktaş ve dostları ‘karalar’ bağladılar.
Biz ise ‘Evet’i savunurken bunun getireceği artılardan söz ediyor, KKTC’nin hemen tanınmayacağını ama ambargoların kalkacağını ve bir normalleşme sürecinin başlayacağını iddia ediyorduk. Denktaş ve arkadaşları bunun da mümkün olmadığını söylüyorlardı.
Ama yine biz kazandık.
AB’nin dün KKTC’ye yönelik tecriti kaldırdığını açıklaması kimin haklı kimin haksız olduğunu net bir şekilde ortaya koydu ki, bunlar daha ilk adımlar. Demek ki, politika biraz cesaret, biraz girişkenlik istiyor..
Statükocuların bir ülkeyi koruyamadığını, tam aksine geri götürdüğünü KKTC örneği net bir şekilde ortaya koydu.
Yavruvatandan alınan ders, umarım anavatanda da iyi okunur.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Yasalar iyi niyetli yurttaşların hayatını zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak için hazırlandığı zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2004
<B>YUNANİSTAN </B>veya benzeri takımların başarılı olması, futbolun bir endüstri olarak geleceğini tehdit ediyor. Çünkü bu takımların yaptığı işin, futbolun para ile ilgili kaynağı olan <B>‘Show Business’</B> ile ilgisi yok. Düşünsenize, takımda yıldız olmadığı için Yunanlıların ellerindeki posterlerde teknik direktör Rehhagel’in resmi var. Yapılan tezahüratlarda adı haykırılan tek kişi yine Rehhagel.
O Rehhagel’in çocukları da tam bir anti-futbol oynuyorlar.
Futboldaki bütün güzelliği öldürüyorlar. Maç boyunca tek bir pozisyon yaratmıyor, yarattırmıyorlar. Tribünleri ayağa kaldıracak tek bir hareket yapmıyorlar. İzleyenlerin sıkılmasına neden oluyorlar. Böyle bir futblu da kimse seyretmek istemiyor.
Bütün takımların Yunanistan gibi oynadığını düşünsenize, ortada izlenecek bir şey kalır mı?
Bu yüzden, çevremdeki herkes Yunanistan’ı tutarken, ben futbol oynamaya çalışan Portekiz’i tuttum.
Çünkü futbolun geleceği için Portekiz gibi oynamaya çalışaların kazanması daha hayırlı.
Bugün dünyanın en değerli, en çok para kazanan ligi İngiliz Ligi.
Nedeni ise gayet basit.
İngiliz liglerinde anti-futbol oynayan tek bir takım bile yok.
Hesap bu kadar basit.
Türkiye bu Yunanistan’ı yener
DÜNYA Kupası eleme grubu kuraları çekildiği gün karşımıza çıkan rakipleri değerlendirirken, Yunanistan’ı ‘yenebileceğimiz’ takımlar kategorisinde koyuyorduk.
Kolay bir rakip değildi ama Türkiye Dünya 3’üncüsü olmayı başarmış, yükselen bir yıldızdı.
Ancak Portekiz’deki Avrupa Şampiyonası finalleri birdenbire tabloyu değiştirdi.
‘Sıradan’ rakip Yunanistan, birdenbire ‘Avrupa Şampiyonu rakip’ haline geldi.
Konuştuğum futbol adamları karamsar.
Ama ben öyle değilim. Sahaya takımların isimlerinin başındaki ‘unvanların’ değil, futbolcuların çıktığını biliyorum.
Bu nedenle de Avrupa Şampiyonu Yunanistan karşısında favorim, Dünya 3’üncüsü Türkiye. Çünkü Türkiye Portekiz değil.
Portekiz, Yunanistan’la 2 maç yaptı. İkisini de Yunanistan kazandı. 10 maç yapsalar, büyük bir olasılıkla 10’unu da Yunanistan kazanır. Çünkü Portekiz’in ne stili, ne kurgusu Yunanistan’ı yenmeye uygun değil.
Portekiz, becerikli adamların kıvrak ayaklarıyla gole gitmeye çalışan, orta sahasındaki herkesin ‘yıldızlaşmaya’ çalıştığı, bencil oyunculardan kurulu bir ekip.
Tam anlamıyla bir ‘generaller’ ordusu.
Kısa boylu, bunun sıkıntısını hem savunmada, hem de forvette çeken bir takım.
Yunanistan ise onbaşı ve erlerden kurulu bir takım. Tek general saha dışındaki Rehagel. Yunanistan takımında ‘Ulan şöyle bir adamı bizde olsa’ diyeceğiniz tek kişi yok ama işini yapan 11 kişi var.
Yunanistan, Portekiz’in yıldız ayaklarının dolaşabileceği boşlukları kapayınca Portekiz sadece kanatlara açılabildi. Oradan gelen ortalarda da uzun boylu ve kalabalık Yunan savunması son derece rahat bütün topları kaleden uzaklaştırdı. Portekiz takımından bir iki şutör ceza yayının önünde durmayı akıl etseydi, belki bu dönen toplardan bir şey olurdu ama Portekiz’de bu kadar bile ‘zeka’ yoktu.
Orada herkes topu alıp, topla kalenin içine girme heveslisiydi. Hele Figo, sanki top babasının malıymış gibi davrandı. Teknik direktör de buna göz yumdu.
Yunanistan’ın golle sonuçlanan korner atışı öncesi top kornere atılınca yanımda oturan Özer Saraçoğlu ‘Son anda kurtuldular’ dedi.
Ben de ona, ‘Hayır asıl şimdi tehlikeli oldu’ dedim.
Korner eşleşmesinde de diğer yanımda oturan Ahmet Burak’la ceza alanını işaret edip, ‘Gol yiyecek salaklar. 6’ya 6 eşleştiler’ derken gol oldu.
Her neyse.
Bu Yunanistan karşısında Türkiye’nin şansı, Portekiz’e oranla çok daha fazla.
Çünkü Türkiye’nin silahları daha çeşitli. Topla fazla oynamayacak bir orta saha ile çabuk oynamak Yunanistan’ı çökertir. Kanatlara açılan toplara, özellikle sağdan gelenlere karşı zaafları var. En büyük avantajımız kuşkusuz Hakan Şükür.
Avrupa Şampiyonu komşumuzla eylülde görüşeceğiz.
Bence favori hálá biziz.
Üstelik de, onların ‘iyi teknik direktörü’ gitti.
Bize ise ‘iyisi’ yeni geldi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sevdiklerimizi elimizde öldürmenin değil, gerekirse başka ellerde yaşatmanın gerçek sevgi olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku